« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

17 May

2011

MİLLÎ MÜCADELE ve SULTAN VAHDEDDİN

Prof. Dr. Metin AYIŞIĞI 01 Ocak 1970

Sultan Vahdeddin, Kurtuluş Savaşı sırasındaki izlediği tutum ve siyaseti nedeniyle Türk tarihinin en tartışmalı isimlerinden biri olmuştur. Ağabeyi Mehmed Reşad’ın, Birinci Dünya Savaşı sonlarına doğru ölümü üzerine tahta çıktı. 17 Kasım 1922 sabahı “Malaya” adlı bir İngiliz savaş gemisiyle Türkiye'den ayrıldı. Önce Malta'ya gitti, oradan Mekke’ye geçti, sonra İtalya'nın Akdeniz sahilindeki San Remo kasabasına yerleşti. Burada 16 Mayıs 1926 gecesi geçirdiği bir kalp krizi sonucu öldü. Vahideddin'in cenazesi bir gemiye konularak Suriye'ye yollandı ve dedelerinden Yavuz Sultan Selim'in Şam'da yaptırmış olduğu caminin bahçesine defnedildi.

Sultan Vahdeddin, İstanbul’daki işgal kuvvetleri komutanı General Harington’a yazdığı mektupta hayatını tehlikede gördüğünü ifade ediyordu. 1 Kasım 1922’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin hilafet ve saltanatın ayrılmasına dair ilgili kanunu benimsemiş olması ; Refet Paşa’nın İtilaf Devletleri temsilcilerine müracaat ederek İstanbul’daki idareye TBMM Hükümeti adına el koyması ; Millî Mücadele’yi İttihatçılığın bir devamı olarak kabul eden ve bu cemiyetin aleyhtarlığı ile tanınan gazeteci ve Peyâm-ı Sabah baş yazarı Ali Kemal Bey’in Beyoğlu’nda tutuklanarak zorla İzmit’e götürülmesi ve orada linç edilmesi, böylesi bir gerekçeyi ileri sürmesine neden olmuştur kanaatindeyiz.

Bütün Millî Mücadele boyunca T.B.M.M. nin varlığını kabul etmeyen, dolayısıyla Kuvâ-yı Millîye hareketini anlamakta zorluk çeken Vahdeddin, belki de bu nedenledir ki benzer akibete uğramaktan haklı olarak çekinmiş olmalıdır.

Mustafa Kemal Paşa’nın beklentisi de, Sultan Vahdeddin’in vatandan ayrılması yönündeydi. Çünkü bu sayede, ülkede “iki başlılık” ortadan kalkacak, hiçbir meselede “ikilik doğmayacak”, “rejim bunalımı” yaşanmayacak ve hasılı tatbikata koymayı planladığı yeni sistem ve inkılâp hareketlerinin varlığını tehdit etmesi muhtemel Osmanlı’ya ait “son izlerin” de bertaraf edilmesiyle “manevra alanı ve özgürlüğü” genişleyecekti .

Ancak ülkeyi terk etmesiyle, belki de muhtemel bir iç savaşı önleyecek son bir hareket yapmıştır. Giderken ve fırsat eldeyken hazineye el sürmekten şiddetle kaçınmıştır. Takdire şayan ve onurlu bir davranış olan bu konu sadece şahsiyetiyle ilgilidir.

Halife seçildikten sonra verdiği ilk demeçte Vahdeddin’i “hain” olarak niteleyen Veliahd Abdülmecid Efendi, şunları söylüyordu : “ – O hain, yalnız vatana ihanet etmedi. Hanedanımızın şerefi ile de oynamıştır. Artık vatandan da, hanedanımızın sicilinden de kovulan bu adamdan bahsetmeyelim. Yazık ki benim babam, bu adamın amcasıydı, bunu bile düşünmedi.” .

Şimdiye kadar Onun hakkında yazılanların hemen hepsinin birbirinin aynı, şahsî yorumlara dayalı olduğunu söylemeliyiz. Hayatı hakkında yazılanlar kendisinin ve bazı hanedan üyelerinin anlatmış olduğu anılarla sınırlıdır. Her nedense bu eserlerde, bazı hanedan üyeleriyle yapılan görüşmelerde tutulan notlar, Tarık Mümtaz Göztepe, Necip Fazıl Kısakürek, Kadir Mısıroğlu, Mustafa Müftüoğlu, İlhan Bardakçı, Yılmaz Çetiner, Murat Bardakçı’nın gibi yazarların ifadeleri âdeta biricik kaynak olarak gösterilmektedir. Halbuki Millî Mücadele ve Sultan Vahdeddin dönemi hakkında Başbakanlık ve Genelkurmay ATASE Arşivlerinde sayısız belge mevcuttur. Bunlar dikkate alınmadan yapılan çalışmalar son derece yetersiz olacağı gibi, gerçekleri saptırma açısından da büyük önem arz etmektedir. Bu bakımdan hadise, Vahdeddin’in ülkeyi terk ettiği için “hain” suçlamasına mâruz kaldığı meselesi değildir. Aslında Onu ülkeyi terke zorlayan nedenleri, Millî Mücadelede izlemiş olduğu çizgide aramak gerekir.

Atatürk’ün büyük Nutkunda “hain” olarak nitelediği Vahdeddin hakkında söz konusu yazarların ifadelerine bakılırsa “ Son padişah resmî tarihi görüşün gadrine uğramış ; ona haksızlık yapılmıştır.” . Aslında Atatürk’ün onu “hain” olarak nitelemesi, ülkeyi terk etmesi nedeniyle değil, Millî Mücadele boyunca izlemiş olduğu hatalarla dolu, anlaşılmaz bir gaflet içinde izlemiş olduğu politika nedeniyledir. Türk tarihine kara bir leke olarak geçmiş olan Damat Ferit gibi bir haini beş kere sadarete getirmesi ; adaletli bir sulhu gerçekleştirebileceği zannıyla İngilizlere olan aşırı güvenini bir gaflet olarak nitelemek yeterli değil midir ?

İşte Büyük Atatürk’ün ifade etmek, tüm samimiyetiyle anlatmak istediği budur : Gaflet, dalalet ve bunun ilerisi hıyanet . Bu bakımdan o büyük insanın dile getirdiği gerçek buradadır. Yazan yapana sadık kalacak, aksi takdirde ortaya çıkacak sonuç, çok şaşırtıcı, hatta çok vahim olabilir .

Zaman zaman “Resmî tarihi” reddedilip, “Gerçek tarihi yazmak” bahanesiyle, Mustafa Kemal Atatürk ve onun kurduğu Cumhuriyet tek taraflı olarak yargılanıp, tartışılmaktadır. Elbette “Resmî tarih” olarak nitelenen kitaplar, eserler incelenmeli, eleştirilmeli, hataları bulunup, artık gereksiz hale gelen abartma ve yorumlardan arındırılmalıdır. Yani Tarih, olması gerektiği gibi objektif, tek yanlı değil, çok yönlü yazılmalıdır. Buna da kimsenin itirazı olamaz herhalde.

Bu noktada biraz insaflı olunması gerektiğine inanıyoruz. Çünkü bu çerçeve etrafında görüş bildiren kimi yazar ve araştırmacılar,esas mecradan uzaklaşarak konuyu çarptırmaktadırlar. Çünkü mesele resmi tarih meselesi değildir. Hadisenin başlangıcına gidilip, olayların takip ettiği seyir incelenirse ; ortaya çıkan sonucun pek de beklendiği gibi şaşırtıcı olmadığı anlaşılır.

Bir İngiliz zırhlısıyla ülkeyi terk eden Vahdeddin için “ hain mi, değil mi ?” tartışması yapılmaktadır. Bu noktada resmî kelimesinden o kadar da korkulmamalıdır kanaatindeyiz.. Sağlam dayanaklar, resmî belgeler olmadan doğru bir tahlil yapmak mümkün müdür ? Bu konuda o dönemle ilgili gazetelere, yabancı arşivlerdeki kaynaklara başvurarak bir karşılaştırma yapabiliriz. Hatta farklı hükümetlerin icraatları da bize ışık tutabilir. Örneğin Damat Ferit Paşa’nın icraatları ile Ali Rıza Paşa hükümetinin icraatları birbirinden çok farklıdır. Birincisi döneminde Kuvâ-yı Millîye hareketi “Kuvâ-yı Bagıyye” olarak nitelenmiş, ikincisi döneminde ise “Meşru hakların müdafaası olarak” ifade edilmiştir. Son Osmanlı Hükümeti”nin icraatları ise her türlü takdirin üstündedir.

SULTAN VAHİDEDDİN’İN ANILARI

Türk tarihinin en tartışmalı isimlerinden olan son Osmanlı Padişahı Vahideddin’in hayatının son günlerinde kaleme aldığı anıları, ölümünün üzerinden 72 yıl geçtikten sonra Murat Bardakçı tarafından yayınlandı. “Şahbaba” adı verilen hatıratın birçok yerinde, “Vatanına asla ihanet etmediğini” tekrarlayan Vahidettin, şartların başka türlü hareket etmesine imkân bırakmadığını söylemektedir. Ayrıca, “Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu’ya geçmek istediğini, ama gitmesinin engellendiğini söylemektedir. Padişah, facialara karşı bir paratoner görevi yaptığını ve bütün fenalıkları üzerine çektiğini söylemektedir .

Anadolu’da başlayan bu şanlı direnişi kırmak, yok etmek için iş başına getirilen Damat Ferit, İngiliz yüksek komiseri Amiral de Robeçk ile görüşerek, tutuklanmasını istediği vatanseverlerin bir listesini de İngilizlere vermişti. Bu arada, padişahın sempatiyle bakmadığı, İtilâf devletlerinin de güven duymadığı ve 18 Marttan beri çalışmayan Meclis-i Mebusan 11 Nisan 1920’de padişahın emriyle dağıtıldı . Diğer taraftan, aynı gün Ferit Paşa’nın isteği ile İngilizlerin de ısrarıyla, Kuvâ-yı Milliye aleyhine Şeyhülislâm Dürrizâde Abdullah imzasıyla bir fetva yayınlandı . Buna padişahın bir fermanı da eklenerek, her üç metin bir arada basılarak Yunan ve İngiliz uçakları ile Anadolu’ya dağıtıldı. Fetvada, Millî Mücadeleyi yönetenler Padişaha baş kaldırmış, kendi çıkarlarını düşünen zorbalar, halifeyi dinlemeyen dinsizler olarak gösteriliyordu Damat Ferit, bu genelge ile halkın desteğini sağlamak istiyor ve Kuvâ-yı Millîye aleyhinde kamu oyu oluşturmaya çalışıyordu. Nitekim genelgede Kuvâ-yı Millîye hareketi bir fitne ve fesat hareketi olarak niteleniyor, ona karşı mücadeleye geçildiği belirtilerek, bu harekete katılanların ve tertip edenlerle teşvik edenlerin te’dib edileceği beyan ediliyordu.

Dürrizâde imzasıyla yayınlanan bu fetvada “Padişahın haberi ve emri olmaksızın asker toplayanların, askeri iaşe ve donanım (teçhiz) bahanesiyle vergi alanların, memurin-i ilmiye ve askeriye ve mülkiyeyi hodbehot azl ve kendi hempalarını nasb ve merkez-i hilâfet ile memâlik-i mahrusanın muvasalat ve münakalât ve muhaberatını kat ve taraf-ı devletten sâdır olan evâmirin icrasını men..” edenlerin öldürülmelerinin şeran uygun olduğunu ilân ediliyordu. Damat Ferit, bu girişimlerden başka ayrıca Sivas Kongresi sırasında iktidarda iken plânladığı yeni bir kuvvet oluşturma yani Kuvâ-yı İnzibâtiye kurma çabalarını tekrar başlattı. Böylece 18 Nisan 1920’de “Kuvâ -yı İnzibâ tiye Teşkilatı” kuruldu.

Bu gelişme üzerine Damat Ferit’ in Birinci Divâ n-ı Harb-i Örfi başkanlığına getirdiği Nemrut lakaplı Mustafa Paşa, 1 Mayıs 1920’ de Mustafa Kemal Paşa ve bazı arkadaşlarını ölüme mahkû m etti. Bunlar hakkında gıyaben verilmiş idam kararını padişah, 24 Mayıs 1920’ de “Ele geçtiklerinde tekrar muhakeme edilmek” kaydıyla tasdik etmiştir . Bu arada Kuvâ -yı Milliye yanlısı birçok kumandan gıyaplarında idama mahkû m olduğu gibi, Anadolu’ ya geçerek Kuvâ -yı Milliye’ ye katılan pek çok subay da askerlik mesleğinden atılarak ihraç edildi .

Bir süre sonra teşkil edilen bir alayına sancak bile verildi . Hatta Padişah Vahdettin 16 Kuvâ-yı İnzibâ tiye gazisini ! Mecidiye nişanıyla taltif etti . Refi’ Cevat gibi sözde aydınlar, gazetelerinde “Anadolu Kemalistlerden temizlenmelidir.” diyordu . Bu hareketlerin Anadolu’ da zararları büyük olmuştur.

Tarihinin hiçbir döneminde bu tür oldu bittilere boyun eğmemiş olan Büyük Türk Milleti bu işgale de seyirci kalmamıştır. Nitekim resmî makamların tüm çekimser tutumlarına rağmen, inisiyatif kullanan komuta kademesindeki subaylar emirleri altındaki birlikler ve mahalli kuvvetlerle düşman ilerlemesine silahla karşı koymuşlardı. Yunan işgal ve ilerlemesini reddeden Batı Anadolu insanı, hükümetin sükû net tavsiye eden kararlarını dinlemeyerek bazı direniş heyetleri oluşturmuşlardır. Memleketlerinin düşman çizmesi altında çiğnenmesini asla kabul etmeyen vatanseverler öncelikle bölgesel kurtuluş hareketlerine girişmişlerdir. Bu bakımdan daha kongreler yapılıp, Millî Mücadele’ nin esas programı yürürlüğe konmadan Batı Anadolu işgale karşı çıkmıştır.

Denizli Müftüsü Ahmet Hulusi Efendi ise, Yunanlılar’ın İzmir’e çıkmasının hemen ardından “Vatanı, dini, namusu, bayrağı korumak farzdır. Ben fetva veriyorum. Hiç bir müdafaa vasıtası olmayan bir Müslüman dahi yerden üç taş alarak düşmana atmaya mecburdur.” diyordu .

1918 Kasımı’nda “İhtilâs-ı Vatan Cemiyeti” ni kurmuş ve sonra “İzmir Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” ne katılmış bulunan Manisalılar, işgalden aylar önce tavırlarını ortaya koymuşlardır. Başta Manisa Müftüsü Âlim Efendi ve Belediye Başkanı Bahri Bey’in imzalarıyla Ayan başkanlığına ve sadaret makamına çekmiş oldukları 23 Ocak 1919 tarihli telgrafla gelişmeler hakkında bilgi isteyerek, hükümetten kesin teminat istediler . Onlar şöyle sesleniyorlardı : “.. Meşru haklarımızın müdafaası hususunda her ne yapılması mümkünse, o yönde teşebbüste kat’iyyen müsamaha etmeyeceğiz.”. Bu telgraflarına bir cevap verilmemesi ve hükümetin tavrını açıkça ortaya koymaması üzerine bu kere 25 ve 28 Ocak 1919 tarihlerinde Ayan Meclisi Başkanlığına birer telgraf daha çektiler. Düşmanların, âkibeti cidden müthiş olacak olan hazırlıklarına karşı, “elimiz kolumuz bağlı olarak ölmek niyetinde değiliz. Irz ve namusumuzun muhafazası neye bağlı ise, bu hususta hiç bir şeyi ihmal etmeyeceğiz. Daha sonra kadın gibi ağlamaktansa, erkek gibi ölmeyi tercih ederiz.” diyorlardı.

Ulusal namusun galeyanı ile ayaklanmış olan Türk Milleti, bizzat hükümdar tarafından elleri, kolları bağlanarak düşman ayaklarının önüne atılmak isteniyordu. Bugün ve yarın tarihin bu noktası geldikçe, Türkiye Cumhuriyeti’nin evlatları buralarda derin düşünceye dalacak ve büyük dersler çıkaracaklardır.

VAHDEDDİN’İN İLK BEYANNAMESİ

Vahdeddin, Hicazda’ki ikameti sırasında, Mekke’de, İslâm âlemine ilk beyannamesini yayınlamıştır . Vahdeddin bu beyannamede, İzmir’in ve ülkenin bazı yerlerinin işgalinden kendisinin sorumlu olmadığını, üstelik Mondros Mütarekesi’ni imzalayan heyetin başında Rauf Bey’in olduğunu hatırlatılıyordu. Ayrıca Mustafa Kemal Paşa’yı, o sırada kumandası altında bulunan ordunun büyük kısmını esir vererek, Toros tepelerine sığınmış olmakla suçluyordu . Bu noktada Vahdeddin büyük bir yanılgı içindedir. Zira o tarihlerde bölgede elle tutulur bir kuvvet de kalmamıştı. Zaten 1918 yılı Mart ayından itibaren Yıldırım Ordular Grubu emrinde bulunan 3, 26 ve 54 tümenler lâğv edilmişti. Üstelik tam aksine, Mustafa Kemal Paşa’nın, Toros tünellerinin stratejik açıdan son derece önemli olduğunu, elde tutulması gerektiğini ve terhis işlemlerinin geciktirilmesi konusunda Harbiye Nezaretine tavsiyede bulunduğunu biliyoruz.

Bu beyannamede İzmir’in işgalinden doğan mesuliyeti, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarına yükleyen Vahdeddin, Damat Ferit Paşa Hükümetinden hiç bahs etmemektedir. Ülkenin başına gelen felaket ve işgallerin sorumluluğunu Mondros Ateşkes Antlaşması’nı birlikte imzalayan Rauf ve Fethi Beylere yüklemektedir. Böyle bir mantığı anlamak kesinlikle mümkün değildir. Bir kere bilgi yanlışlığı yanında memleketin içinde bulunduğu durum ve şartlardan habersiz olduğu anlaşılmaktadır.

Son derece ilginç görüşler ileri süren Vahdeddin, meselenin Yunan problemi halini almasından sonra, yine savaşta mağlub olmamamız şartıyla, mukavemete taraftar olduğunu söylemektedir. Nitekim bu düşünceyle Kuvâ-yı Millîye’ye mütemâyil kabineleri de iktidara getirdiğini ileri sürmektedir. Bunların yanı sıra, Mustafa Kemal Paşa’nın hareketini de “devlete karşı isyan” olarak değerlendirmektedir . Bu tavrı Damat Ferit Paşa, Dahiliye Nazırlıklarında bulunmuş olan Ali Kemal ve Adil Beylerde de görmekteyiz. Onlara göre de Mustafa Kemal Paşa, devlete karşı isyan etmiş olan Mustafa Kemal Paşa’nın hareketi tam bir “fitne ve fesad” hareketidir.

Vahdeddin, Mustafa Kemal Paşa’nın devlete karşı isyanda bulunduğu sırada kendisini te’dip ve tenkilde bulunmak üzere askeri kuvvet sevk etme gerekliliğini gösterdiğini itiraf etmektedir. Aynı zamanda dünürü olan ve sadaret makamına getirdiği Tevfik Paşa’yı, şahsına ve makamına karşı kötü niyet besleyen “Kemalistler” e yardım etmekle suçlamaktadır. İstanbul’da güç kazanmalarına imkân sağladığını bildiğim halde, bu kabine aleyhinde kamuoyunda herhangi bir kanaat oluşmadığından, iki yıldan fazla bir süre Tevfik Paşa’yı makamında tutmuş olduğunu söylemektedir .

Yani Vahdeddin’e göre, Tevfik Paşa kabinesi Anadolu’ya, Kuvâ-yı Millîye hareketine destek vermiş olmakla yanlış yapmışlardır. Saltanat makamının başına gelenler, hadisenin bu noktaya gelmesinin en büyük nedenlerinden biri bu kabinedir.

Vahdeddin, başlıca üç büyük hatası olduğunu vurgulamaktadır : “ Birincisi, kardeşi Sultan Reşad’dan sonra saltanat makamını kabul edişini, İkincisi, başta Damad Ferid Paşa olmak üzere Tevfik, İzzet, Ali Rıza ve Salih paşalar gibi milletin ve devletin kalburüstü isimlerine talihini bağlayarak aldanmasını, Üçüncüsü, Osmanlı Devleti’ni kuran ve halis muhlis Türk olan Osmanoğulları’nın memleketten sürgün edileceğine ve Hilafetin kaldırılacağına asla inanmak istememesini” göstermektedir

Sultan Vahdeddin’in 1925 yılında San Remo’da başyaveri Avni Paşa’ya dikte ettirdiği hatıratında son derece ilginç noktalara değinilmektedir. Örneğin Mütareke dönemi kabinelerinin tümüne ateş püsküren Vahdeddin, Ahmet İzzet, Salih, Ali Rıza ve Tevfik Paşa kabineleri gibi Kuvâ-yı Millîye’ye, dolayısıyla Millî Mücadele’ye destek vermiş kabineleri Damat Ferit’le bir tutarak, bunlara inanmakla hata ettiğini söylemektedir . Bununla da yetinmeyerek ağır itham ve hakaretlerde bulunuyordu : “ – Doğrusu, bunların memlekete hizmet edemeyeceklerine ve bana ihanette bulunacaklarına ihtimal veremedim. Altın nişanlarla taltif edilmiş, yaşlılığın, bilgeliğin ve tecrübenin ağırlığıyla iki büklüm olmuş bu şahısların popülaritesi çok yüksekti. Ruhsuz ve egoist olan bu kişiler, memlekete acımadıkları gibi, imparatorluğun içinde bulunduğu felaketin üstesinden gelme kapasiteleri olmadığını itiraf etmeyerek hükümdarlarına da, kendilerine de acımadılar.”

Ne var ki, Millî Mücadele’de çok önemli hizmetlerde bulunan, “Kuvâ-yı Millîye, meşru hakların müdafaasıdır.” Uyarısıyla Anadolu’ya her türlü desteği veren bu güzide devlet adamlarını ihanetle suçlayarak ağır hakaretlerde bulunan . Vahdeddin’in kendisi hain duruma düşmüştür. Ayrıca kendisinin ifadesiyle, Ankara ile İstanbul arasında anlaşmazlığı giderebilmek için derhal lüzumlu vesileleri ittihaz edinmeye koyulan kendisi değildir. Son Osmanlı Hükümeti olan Tevfik Paşa kabinesidir. Bilhassa o kabinede bulunan, âdeta Ankara’nın emrinde bir Harbiye Nazırı olarak çalışan Ziyaeddin Paşa ve arkadaşlarıdır. Ahmet İzzet Paşa, Salih Paşa, Ali Rıza Paşa’dır. Yine bu kabine tarafından İstanbul Emniyet Müdürlüğüne getirilen ki aynı zamanda Müdafaa-i Millîye Teşkilatının başı olan Albay Esat (Furgaç) Bey ve daha nice isimleri hatıra gelmeyen kahramanlar.

Böyle bir düşünce ile mukavemete karar verilir mi ? Savaşın seyrinin ne şekilde gelişeceğini kim bilebilir ? Üstelik ülke adım adım işgal edilirken koşullu mukavemet mi olur ? İşte bu mantık tüm Millî Mücadele boyunca sürüp gitmiştir.

MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN GÖREVLENDİRİLMESİ

Vahideddin, anılarında ‘vatanına asla ihanet etmediğini, facialara karşı ama paratoner vazifesini üstlenerek, tüm kötülükleri kendi üzerine çektiğini, Atatürk’ün Samsun’a çıkış kararında da kendisinin de rol aldığını söylemektedir .

Kimilerine göre ise, Sultan Vahdeddin, Anadolu’da millî bir kuvvet hazırlamayı düşünmüş ve bu kuvveti meydana getirmek için yakınında bulunanların telkini ile yaverlerinden M. Kemal Paşa’yı geniş bir yetki ve özel bir talimatla galip devletlerin İstanbul’da bulunan temsilcilerinin bilgisi dışında, gizlice Anadolu’ya göndermiştir .

Ancak Sultan Vahdeddin’e o kadar yakın olan Başkâtip Ali Fuat Bey’in anılarında, Vahideddin’in böyle bir kararı olduğunu belirten, Millî Mücadele’yi planladığı umudunu veren ne bir cümlecik, ne de ufacık bir ipucu yer almamaktadır.

Vahdeddin’in verdiği ileri sürülen paralarla ilgili iddia, hiç bir belgeye dayanmamaktadır. Örneğin Vahdeddin, Mustafa Kemal Paşa’ya, Anadolu’da teşkilat yapması için 40.000 altın vermiştir. Üstelik bu paranın önemli kısmı, eskiden beri beslediği değerli yarış atlarını satmak suretiyle elde etmiştir . Bir Reşat altını 7,6 gramdır. Bu da 7,6 x 40.000 = 304.000 gram, yani 304 kilo eder. Bu kadar altın Samsun’a vardı diyelim, oradan Havza’ya, Amasya, Erzurum, Sivas ve diğer yerlere nasıl taşındı ? Neden hiçbir hatıratta bu altınlardan bahs edilmiyor ? Halbuki Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının elinde ancak üç eski otomobil vardır. Hatta Merzifon’daki Amerikan Koleji’ne uğranılıyor ; yolda lâzım olacağı üzere birkaç lastik ve bir miktar da benzin alıyorlar, parası daha sonra ödenmek üzere bir de makbuz kestiriyorlar. Üstelik yanlarında da özel eşyalar, tüfekler ve dosyalar var, bu kadar altını nasıl taşımışlardı acaba ? Mustafa Kemal Paşa ve karargah mensuplarına 3 aylık maaşları, yollukları ve verilen % 50 zam. Ayrıca Dahiliye Nezareti ödeneğinden verilen 1.000 lira . Kaldı ki, Mustafa Kemal Paşa ve yanındakilere bu 1.000 + 25.000 liranın bir an verildiğini düşünsek, bu parayla nereye kadar, neyin mücadelesi yapılırdı ki. Nitekim kısa bir süre sonra hiç paralarının kalmadığı, Ankara’ya geçmek için 17 Aralık 1919 günü yapılan yolculuk hazırlıklarından anlaşılmaktadır . Heyetin bütün nakdi mevcudu ancak 20 yumurta, bir okka peynir ve 10 ekmek almaya yetiyordu .

Mustafa Kemal Paşa’ya ayrılırken beraberindeki karargâh subayları için kanunlar çerçevesinde bir tahsisat verildi. Elbette bu yeterli değildi. Nitekim Dahiliye Nazırı Mehmet Ali Bey tarafından, Mustafa Kemal Paşa’ya makbuz karşılığı 25 bin altın lira kadar bir paranın ödendiği iddia edilmektedir . Bu konuda herhangi bir belgeye rastlayamadık.

Erzurum Kongresi’nden itibaren Atatürk’ün yanında görev alan Mazhar Müfit (Kansu) Bey, Sivas Kongresi hazırlıkları sırasında büyük para sıkıntısı çekildi ği anlaşılmaktadır. Mustafa Kemal Paşa’nın yanında yalnızca 800 lira kadar bir para vardı Böylesine geniş bir kadrosu bulunan karargâhın masrafların karşılamak kolay değildi. Hatta yolculuk için bulunabilen ve pazarlığı yapılan dört araba için istenen 400 liranın temini kolay olmamıştı. Nitekim mevcut üç arabanın tamamının tenteleri yırtık, karoserleri kötüydü. Ancak parasızlık Mustafa Kemal Paşa’yı son derece üzmüş ; bu yüzden pazarlığı yapılan arabalardan üç tanesi kiralanabilmişti . Padişahın ikinci şık dediği Kuvâ-yı İnzibâtiye, Anzavur ve adamlarıdır.

Bu arada Vahdeddin, Mustafa Kemal Paşa’yı Anadolu’ya kendilerinin gönderdiğini, ancak onun açık bir şekilde isyan ettiğini söylemektedir. Damat Ferit Paşa’nın ise, onu görevden almak ve “aklını başını getirmek” istediğini ancak başarılı olmadığını, Mustafa Kemal Paşa ile bir uzlaşma sağlaması için Tevfik Paşa’yı görevlendirdiğini, onun da aynı şekilde başarısız olduğunu belirtmektedir. Başyaveri Avni Paşa’nın önerisiyle Anadolu’ya geçerek başkomutanlığı üzerine alması istenmiş, fakat Müşir Ahmet İzzet Paşa, Sadrâzam Tevfik Paşa ve Ali Rıza Paşa’nın karşı çıkmasıyla bundan vazgeçmiş olduğunu söylemektedir .

S O N U Ç

Bütün bunlardan çıkan sonuca bakılırsa, Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya gönderilirken kendisine verilen talimat, kimilerinin dediği gibi işgale karşı direnişi örgütlemek ve Millî Mücadele’yi başlatabilmek için gerekli ortamı hazırlamak değildir. Talimata göre Mustafa Kemal Paşa’dan istenen “bölgede huzur ve asayişi” sağlamasıdır. Ayrıca bölgede muhtelif yerlerde bulunan silah ve cephanenin bir an önce toplattırılarak depolarda muhafaza altına alınacaktı. Ancak O, Vahdeddin’in de vurguladığı gibi, talimatın dışında birtakım hareketlerde bulunarak, hükümetin kararlarına karşı çıktı. Bu nedenle görevinden alınarak, “aklı başına getirilmek” istendi. Bu da yetmedi askerlik mesleğinden çıkarıldı, “yakalandığında tekrar yargılanmak kaydıyla” idama mahkûm edildi.


Vahdeddin’in hatıralarında üzerinde fikir yürütmeye değmeyecek, tamamen kendi şahsi görüş ve karalamalarla dolu birçok konu var. Bu iddiaların hemen hepsi belgesiz ve dayanaksız olduğu gibi, bugüne kadar bunları doğrulayacak herhangi bir bilgi veya ipucuna arşivlerde rastlayamadık. Bu konuda hükmü tarih vermiştir, bizim başkaca bir sözümüz yoktur.

Osmanlı Devleti tüm ihtişamıyla yaşamış, devrini tamamlamış ve tarih sahnesinden çekilmiştir. Ne yazık ki bazıları yeniden ve objektif olarak tarihin gerçek boyutlarını araştıracak yerde, bu defa Mustafa Kemal’i yargılıyorlar. Bu arada şu, ya da bu gerekçeyle Vahdettin’in itibarını iade etmeye çabalıyorlar. İşbirlikçi değilmiş de, devleti kurtarmaya çalışmış da vs.

Vahdettin’e “hain” demek, bir başkası için de “kahraman” demek doğru değildir görüşünden yola çıkarsak, literatürde bu kelimelerin anlamı açıktır. O halde memleketini, tebaasını, hanedanını bırakıp ülkeyi terk eden, devletin kurtuluşunu İngilizlere yakın bir politika izlemekte gördüğünü ifade etmekten çekinmeyen birine hangi sıfatı vereceksiniz. Eğer Kurtuluş Savaşı’nda izlediği tutum dolayısıyla “korkak, hain” olmakla suçlanan Vahdeddin aklanabilirse, herhalde bu sıfat başkalarına yakıştırılacaktır.

Nedense sözünü ettiğimiz yazarlar bu dönemden söz ederken, İstanbul 1 numaralı Divân-ı Harb-i Örfinin Kuvâ-yı Millîye yanlıları hakkında almış ve uygulamaya koymuş oldukları idam dahil, yüzlerce hükmü görmezlikten gelmektedirler. Bunlar hakkında çıkarılan İrade-i Seniyyelerin Vahdeddin tarafından tasdik edildiğini ; Anadolu’daki hareketi boğmak için oluşturulan Kuvâ-yı İnzibâtiye alayına padişah tarafından “Mecidî nişanı” bile verildiğini unutmuş görünmektedirler. Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları hakkında alınan idam kararları ile “Ma’hûd Fetvâ-yı Şerife” hakkında bile “büyük baskı altındaydı” mazeretiyle kendisini mâsum ve mâzur gösterenleri anlamakta güçlük çekiyoruz.

Bir ölüm kalım, bir var oluş savaşında herkes yerini almalıdır. Hiçbir mazeret böyle bir mücadelenin önüne geçemez. Tarih ne yazıyor ona bakmak gerekir.

K A Y N A K Ç A

Alemdar,

İstanbul, 29 Nisan 1920

Aşiroğlu, O. Gazi

Son Halife Abdülmecid, Burak Yayınevi, İstanbul 1992

Atatürk, M. Kemal,

Nutuk I, Kültür Bak.Yay.,İstanbul 1980

Ayışığı, Metin

Millî Mücadele’de Manisa, Manisa Dergisi, Ekim 1994, sayı : 7

Bardakçı Murat,

Şahbaba, Dördüncü Basım, İstanbul 1998

Başbak. Osmanlı Arşivi

B.E.O. Harbiye Giden

Çetiner,Yılmaz

Son Padişah Vahdettin, Milliyet Yay., İstanbul 1993

Çolak, M. İsmail

“İnce Kader Çizgisinde Vahdeddin”, Tarih ve Medeniyet, Ekim 1997, sayı : 43

Gökbilgin,Tayyib

Millî Mücadele Başlarken, I, Ankara 1959

Hülâgü, Metin

“Neden Terketti ?”, Tarih ve Medeniyet, sayı : 43

Kansu, Mazhar Müfit

Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, II, T.T.K. Yay., Ankara 1988

Kutay, Cemal

İstiklâl Savaşı’nın Mâneviyat Ordusu, Posta Kutusu Yay., İstanbul 1977

Mevlanzade Rıfat,

Türkiye İnkılâbının İç Yüzü, Pınar Yay., İstanbul 1993

Özakman,Turgut

Vahidettin, M. Kemal ve Millî Mücadele, Bilgi Yayınevi, Birinci Basım, Ankara1997

Şimşir, B. N.

İngiliz Belgelerinde Atatürk III,T.T.K. Yay., Ankara 1979, s. XXXV, Belge no : 35

Takvî m-i Vekâ yi,

Resmî Gazete

Türkgeldi, Ali Fuat

“Görüp İşittiklerim”, T.T.K. Yay., Ankara 1987


* Bu yazı “Millî Mücadele ve Sultan Vahideddin”, başlığı altında 7-9 Nisan 1999 tarihleri arasında Konya Selçuk Üniversitesi’nde düzenlenen “Kuruluşunun 700. Yıl Dönümünde Bütün Yönleriyle Osmanlı Devleti” Uluslar Arası Kongresi’ne bildiri olarak sunulmuştur.

Ziyaret -> Toplam : 125,33 M - Bugn : 87918

ulkucudunya@ulkucudunya.com