« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

30 May

2011

HİLM ZİYA ÜLKEN'İN DİN ANLAYIŞI

Prof. Dr. Murtaza KORLAELÇİ 01 Ocak 1970

Hilmi Ziya Ülken (1901-1974), 1949'da kurulmu olan Ankara Üniversitesi İlahi
yat Fakültesi'nin kurucu heyeti içinde yer almı bir hocamızdır. O zaman Ankara Üni
versitesinin Rektörü olan Prof. Dr. Hikmet Birand (1904-1972), 1949 yılının son ayla
rında, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesine giderek Prof. Hilmi Ziya Bey ve Ord.
Prof. Mükrimin Halil Yinanç (1898-1961) ile görüşür. Bu iki hocanın, kurulacak olan
İlahiyat Fakültesinin kurucu heyetine katılmak üzere Ankara'ya gelmelerini ister. Dave
ti kabul eden Ülken şöyle yazıyor: "Rektör Hikmet Birand, Ankara Dil Tarih ve Coğraf
ya Fakültesinden Prof. Şinasi Altındağ'ı, Ankara Hukuk Fakültesinden Prof. Esat Arse
bük'ü de kurucu komiteye almıştı. Rektörlük binasında bir haftaya yakın toplantılar ya
parak, yeni fakülteye alınabilecek adayları tetkik ettik. (....) Bu suretle ilk fakülte profe
sörler kurulu dört kişiden ibaret olarak kuruldu. (....) Yeni fakülteyi ilmî bir zihniyetle
kuvvetlendirmek için Antik Felsefe Tarihi, Modem Felsefe Tarihi, Sistematik Felsefe
(bilgi teorisi, ahlâk), Mantık, Sosyoloji derslerinin de programda esaslı yer almasına dik
kat ettik."
1
Görüldüğü gibi kuruluşundan itibaren fakültemizin gelişmesinde severek ve isteye
rek görev alan Ülken, İlahiyat Fakültesinin ilmî zihniyette kuvvetti olabilmesi için fel
sefe dersleri üzerinde önemle durmuştur. 1955 yılında resmen atandığı fakültemizden,
1973 yılı Temmuz ayında emekli oldu. A. Ü. İlahiyat Fakültesindeki son öğrencileri de,
1974 mezunu olarak, bizler olduk. Ülken, üçüncü sınıfta Sistematik Felsefe Dersimize
geldi. Ders kitabı olarak da Genel Felsefe Dersleri isimli eserini takip ettik. 28. III. 1973
tarihinde takip ettiğim bir dersinde, felsefenin, biz İlahiyat öğrencileri açısından önemi
ni şöyle belirtti: "Dinle beraber olan felsefeyi kullanırsınız, dinle ilgili olmayan felsefe
bazen işinize yarar. Dinsiz felsefeye de cevap verirsiniz. Albert Einstein (1879-1955)'in
fiziği dine gider. Isaac Newton (1642-1727) da zaman, mekan mefhumunu dine dayan
dırır.
Marxistler karşınıza çıktığı zaman bunlara cevap vermek için felsefe bilmek mec
buriyetindesiniz. Düşmana, düşmanın silahıyla silahlanarak karşı çıkılır. Bu nedenle fel
sefeyi öğrenip onlara orada hücum etmek lazımdır."

1
Ord. Prof. Hilmi Ziya Ülken, Prof. Dr. Hikmet Birand, A.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt XIX, Ankara
1973, s. 219-220.

Hocamızın ısrarla üzerinde durup okuttuğu sistematik felsefe dersi, bugün ne yazık
ki A.Ü. İlahiyat Fakültesinde artık yer almıyor. Temennimiz, ilahiyat fakültelerinde Fel
sefeye Giri dersi ile Sistematik Felsefe dersinin zorunlu dersler olarak, en kısa zaman
da tedrisata girmesidir.
Hilmi Ziya Ülken'în din anlayışım, bu araştırmada kendi eserlerinden, mümkün ol
duğunca yorumsuz ve eleştirisiz nakletmeye çalışacağız. Bu nedenle çalışmamız, Ül
ken'in kendi eserlerinden alınmı bir derleme görünümü arz edecektir. Çünkü, Ülken'in
din anlayışını, bizzat Ülken'e söyletmenin en doğru yol olduğu kanaatindeyim. Din söz
konusu olduğu zaman iman, amel, itikat ve değer zaten tabiî olarak işin içine kendiliğin
den girer. Çalışmamızın sınırlan da bu kavramların özet muhtevalanyla çizilecektir.
Herhangi bir dine giri her şeyden önce imanı gerektirdiği için, ilkin Hilmi Ziya Ül
ken'nin iman anlayışım belirtmek uygun olacaktır. Düşünürümüz dinî inancı diğer
inançlardan ayırıyor. Hilmi Ziya Ülken'e göre birçok insan kendine yapılan basit telkin
lere ve kendi vehimlerine inanabilir. Bu şekildeki insanlar vehimlerinden uyanınca da
yanlı inanı içinde olduğunu anlar. Dinî inanç bu durumdan farklıdır. İman kalbin hür
bir fiilidir, kulun Allah'a isteyerek bağlanmasıdır. "Din, hattâ en iptidaî şeklinde dahi,
bir duygu veya zihin aldanışı (illusion) değildir. (...) Telkin inancı, telkin ortadan kalkın
ca kaybolur. (...) Dinî inanı duyular ve zihni aşan (yani onların tamamen kudretsiz ol
dukları) bir sahaya aittir. Onun ömrü insanlık kadar eskidir."
2
Düşünürümüze göre dinî inanç üç dereceye ayrılır:
1 Kömürcünün inancı: Araştırmasız, muhakemesiz kabul edilmi inanı biçimidir.
Bunun taklit veya sağduyu sezgisiyle elde edildiği söylenebilir. Bu şekildeki inanı hiç
bir eleştiriye tahammül etmez; fikrî temelden yoksun olmasına rağmen kendine özgü
sarsılmaz bir esasa sahiptir.
2 Dogmatik aklın inancı: Bu inanı biçimi, sağlamlığını aklın delillerinden almaya
çalışır; akıl ilkelerinin gerçeği ifadesindeki geçerlilikle orantılıdır. Aklî deliller sarsıldık
ça o da sarsılır.
3 Tenkitçi aklın inancı: Bu inanı biçimine, tenkitçi aklın, çürük temelleri yıkma
sıyla ulaşılır. Bu aklın yaptığı ince eleştirmeler en verimli inanı yolunu ortaya koyar.
3
Hocamıza göre bu inanç biçimi, tahlil, tenkit ve şüphe yollarından geçen bir zihnin, bil
gi ve değerlere temel bulma ihtiyacı olduğu için diğer inanı biçimlerinin tümüne üstün
tutulur.
4
Ülken'e göre "bedensel güçlerimizi zekamızla işletir, doğa malzemesini zekamızla
yoğurarak eşya ve teknik haline koyarız. Zekamız duyuların kavrayamadığı bir sınıra
çarptığı, geçmi ve geleceğin aşılamayan sınırları ile karşılaştığı zaman inanışa dayanır.
2
Hilmi Ziya Ülken, Felsefeye Giriş, cilt II, Ankara 1958, s. 229-230.
3
A.g.e., s. 230.
4
Hilmi Ziya Ülken, Felsefeye Oiriş, cilt I, Ankara 1963, s. 54.

Duyulann ötesine inanı kuvvetiyle itilir, geçmişe inanışla bağlanır. Geleceğin karanlı
ğını, inanışla aydınlığa çıkarmaya çalışır. Zekaya bu hamleleri yapma gücünü veren ina
nı olmasa, o dapdaracık bir yerde bocalar kalırdı."
5
"İman, daima insan ruhunun (esprit) temelidir. (...) İnanmak manevî hayatımızın
esasıdır."
6
diyen Ülken'e göre, "inanmak, varlığın birliğine ulaşmaktır. Ruhu parçalan
maktan kurtarıp zaruretler yolundan hürriyete kavuşmaktır. İnanmak yetkinliğe doğru
yol almaktır; hakikati görmek ve dünyaya hakim olmaktır".
7
" İman kuvveti yaratıcı kuv
vettir. Bilgi alanındaki insanlığın büyük başarıları onun eseridir. Sanat, ahlâk ve din ala
nında değerlerin yaratıcılığı onun sayesindedir.
8
(...) İman kuvveti, verimliliği muhafa
za edebilmesi için hoşgörürlükle beraber yiirümelidir. İman kuvveti insana, cemiyete ve
tabiata üç istikametteki hakimiyetimizi temin ettiği halde hoşgörürlüğün kaybolması bu
hakimiyeti sarsar (...) İman kuvveti, kökü sübjektif temayüllerimizde olan "inanma ihli
yacı"ndan gelmez; bizi inanmaya mecbur eden Aşkın Varhk'tan gelir."
9
Ülken'e göre felsefe diliyle ifade edilen Aşkın Varlık, bilme ve düşünme güçlerini
aşar. Onunla ancak iman yoluyla ilişki kurulabilir. Aşkın Varhk'a, inanmadan başka bir
yolla ulaşılamaz. "Gazâlî'nin 'kalp gözü', Pascal'ın 'kalp mantığı' ve 'inae görüşü',
Bergson'un ' s e z g i' dediği güçler inanmanın şeffaflaştırdığı, kesinleştirdiği yeni görü
y o l l a n d ı r .
5 0
(....) İçinde bulunduğumuz fenomenler âlemini aşan, onu kuşatan Varlık sa
yesindedir ki biz tecrübelerimizin dünyasını temellendiririz. Bu Varlık'la ilgimize artık
bilgi diyemeyiz. Çünkü O'nu ne süje, ne de obje olarak kavrıyoruz. O'nunla ilgimize dü
şünce de diyemeyiz; (...) Transandant Varlığı, içinde bulunduğumuz fenomenler âlemi
ne temel olarak alabilmek için O'nunla temas edecek tek yolumuz vardır, o da inanmak
tır. İnanma Transandant ile olan biricik münasebet şeklidir."
11
Düşünürümüz, bilmenin, düşünmenin ve inanmanın aralarındaki farkları ortaya ko
yarken şu görüşlere yer veriyor: "Ortega y Gasset'nin deyişiyle 'bizim bir düşüncemiz
var' dediğimiz halde, 'biz şu inançtayız' deriz. Gabriel Marcel'in deyişiyle de düşünce
yi, sahip olmak (avoir), inanmayı da varolmak (être) fiilleriyle ifade ederiz. Fikirler bil
giyle elde ettiğimiz şeyler olduğu halde, inançlar bizim temelimizi teşkil ederler ve on
ların içinde b u l u n u r u z . "
1 2
Ülken'e göre düşünmekle bir olgu tespit edilir. Bu tespit de olan şeyi ve olması
mümkün şeyleri içine alır. Düşünme bilgi verilerini aşabildiği halde bir halin tespitinden
ileri gidemez. "Bir şeyin olacağının düşünülmesi, geleceğin geçmi haline getirilmesi
5
Hilmi Ziya Olken, İnsanî Vatanseverlik, İst. 1998, s. 314.
° Hilmi Ziya Ülken, Humanisme des cultures, Ank. 1967, s. 49.
7
Hilmi Ziya Olken, Aşk Ahlâkı, Ank. 1971, s. 61.
8
Hilmi Ziya ülken, Felsefeye Giriş, cilt II, Ankara 1958, s. 276.
9
A.g.e., s.277.
1 0
Hilmi Ziya Ülken, Felsefeye Giriş, cilt I, Ank. 1963, s.53.
1 1
A.g.e., s.54.
1 2
Hilmi Ziya Ülken, Bilgi ve Değer, Ank. Tarihsiz, s. 419.

demektir. Halbuki inanıyorum hükmü ile biz bir hareketi, bir karan, bir eylemi ifade et
mekteyiz. İnanıyorum hükmü, düşündüğüm bütün konulara uygulanabilir. Fakat o za
man onlar yalnız tespit edilmi şeyler olmaktan çıkarlar, tesirlik ve etkinlik kazanırlar;
bunun için de değer alırlar. İnandığım şeyler eğer veriler ise, onlar artık basit izlenim olmaktan çıkarlar; düzenleyici, yaratıcı, icra edici bir rol alırlar. Geçmişe ait iseler ölü ha
yaller olmaktan çıkarlar. Hayatımın devamı ve geçmişe doğru uzanmı bir kısmı haline
gelirler. Bugünü meydana getiren tesirli kuvvetler olurlar; milliyeti yaratan tarih olurlar.
Geleceğe ait iseler düşüncede olduğu gibi geçmişe nakledilecek yerde bizimle araların
da aktif bir bağlanış, sanki geleceğe doğru uzantılarımız olan manevî varlıklar haline ge
l i r l e r . "
13
Hilmi Ziya Ülken düşünmeyle inanmayı şöyle mukayese ediyor:
" 1 Düşünüyorum, lahzalık ve süreksiz fiiller serisi olduğu halde, inanıyorum sü
rekli ve devamlı olarak hazır bir hali ifade eder.
2 Düşünüyorum içkin olduğu halde (çünkü şuurla sınırlıdır), inanıyorum aşkındır.
Çünkü şuurun ötesini diler.
3 Düşünüyorum zihnî olduğu halde, inanıyorum aynı zamanda duygusal ve iradi
dir.
4 Düşünüyorum başkasından ayrı kaldığı halde, inanıyorum başkasındadır. Vakaa
düşünüyorum'da da bir şeyi düşünmekteyim, fakat bu bir şey bilgi verisidir. Halbuki
inanıyorum'da inandığım aşkın obje, bilgi niteliği gibi verilmi olmayıp bulunmayan,
beklenen bir şeye; bundan dolayı Aşkın Varlığa, ideale aittir.
5 İnanıyorum, gerçekle mümkünün birliğine dayandığı için, sonsuza doğru bir
hamledir. Halbuki Cogitodan hareket eden bir filozof sonsuzu aktüel olarak önceden
koymadığı için, ancak virtüel sonsuzdan akıl yürütme yoluyla çıkartmaya ç a l ı ş ı r . "
14
İskoçya mektebi filozoflarından Dugald Stewart ve Sir William Hamilton {1788 -
1856)'un bilgi ve imanın sınırlarını ayırdığını belirten düşünürümüz şu ifadeleri kullanı
yor: " İman, bilginin ulaşamadığı mutlak sahasına çevrilir ve din bilgi üzerine değil, yal
nız iman üzerine dayanır. Bu imancı (fidéist) felsefenin basitliği ve kolaylığından dola
yı taraftan çoktu. O da Kant gibi din felsefesinde, ağırlık merkezi olarak süjeyi alıyor,
dogmatik felsefenin Mutlak'a dair bütün ispat şekillerinden vazgeçiyordu. Düşünmek
tahdit etmektir. Zihin bütün hükümlerinde sınırlar koymaktadır. Halbuki Mutlak, mahi
yeti icabı hudutsuz olan şeydir. Bundan dolayı da düşünülemez. Fakat ona nüfuz eden
başka bir mekanizma vardır: îman. Bu hudutsuz, sonsuz ve mutlak olan şeyi düşüneme
yiz, ama ona inanabiliriz. İnsan düşünce melekesine cevap vermek üzere ilimleri, iman
melekesine cevap olarak da dini meydana getirmiştir. Bundan dolayı ilim ve dinin sınır
lan kesin olarak ayrı kalacaktır. Aynı insanda hiçbir çelişme doğurmaksızın her ikisi yer
1 3
A.g.e., s. 420.
" A.g.e., aynı yer.

alabilir. İnsan düşünen, hüküm veren varlık olarak ilim adamı; fakat inanan ve Mutlak'ı
kabul eden varlık olarak da din adamıdır.
15
( )
Dinî hakikat, akıl ve şuuru kuşatan Aşkın Varlığa, insanı ve âlemi ihtiva eden ve
akılla kavranması mümkün olmayan varlığa ait hakikattir. Bundan dolayı dinin hakika
tine biigi hakikati değil, ancak iman hakikati diyebiliriz. Herhangi bir bilgi fiili ile dinî
hakikate, Mutlak'a ulaşmak için yapılan bütün gayretler başarısız kalmaya mahkumdur.
Bilgi, ister istemez izafîde, sınırlı ve sonluda kalacak, Mutlak ve Aşkın Varlığa çarpacak
ve kırılacaktır. Fakat bununla beraber bilgi, hiçbir zaman aşkın varlığa çevrilmekten vaz
geçmeyecektir. Çünkü kendi kendini kabul edişi ancak Sonsuzla, Sınırsızla, Mutlak'Ia
çevrildiğini kabul etmesinden ileri gelir. Mutlak'm ve sonsuzun inkarı bizzat "izafî" nin
ve sonlunun da inkârı demektir. Mutlakla bütün alâkalarını kesen bir felsefe kendi teme
lini yıkmı ve intihar etmi olan "mutlak şüphecilik"ten başka bir şey değildir."'
6
Ülken'e göre imana susamayan kimse inanmaz. İnanan bir insan asla bo duramaz,
yoktan kendine i bulur, can sıkıntısına düşmez, boşluktan şikayet etmez. İnanan kimse
kendine bir rehber bulur, bir fikrin takipçisi olur. "İman insanın kendi kendisini yenme
sini, kendisini aşmasını temin eder. Bu da onun hürlüğünü kazanmasından ibarettir ki,
bütün tarih bu hürriyet mücadelesinin sahnesidir. İnsan, kendinden iman kuvveti kaldı
rılınca bu cidal kuvvetini de kaybeder. O inkar ettiği için değil, kabul ettiği için büyük
tür. Nietzsche ve Scheler insanın kuvvetini hayır demesinde görüyordu. Biz burada üs
tün değerleri ve onların büyük sorumluluğunu kabul etmek en ağır ve en güç şey oldu
u için insanın asıl vasfını evet demesinde görüyoruz."
17
Hiç inanmamı olanlar, bir fikre köle olup körü körüne sürüklenenler gibi hasta in
sanlardır. Bu şekildeki insanlar daima şüphe içinde kıvranırlar; ruhlarındaki ıstırabı ise
insanlara saldırarak örtmeye çalışırlar.
18
İnsan bir kez inancını kaybederse, herhangi bir
şeyi bulmadan, bir şeye ulaşmadan, durmadan âlemlerden âlemlere geçerse, artık onun
için "evrensel hakikatler"den, kutup yıldızı gibi yön veren sabit "hedeflerden, sarsılmaz
ve yıkılamaz "değerler" aleminden söz etmek imkansızdır."
19
Görüldüğü gibi gerçek bir iman ancak insanı, hakiki bir dine götürür. Din problemi
belli bir duygu veya hayal verisinden hareket etmez. Zira dinin konusu tüm verileri aşan
Varlık'tır. Bu nedenle din problemi, bir bilgi problemi olarak ortaya konulamaz. "Bilgi
nin yetmezliği, parçalı ve sonlu bilgileri bütünleştirme zarureti tecrübemizin her cephe
sinde bize bir aşkınhk problemini zorlar. Böylece verileri bilmek ve verilerin imkanları
üzerinde düşünmek yetmez. Bu imkanları da aşan, düşünülemeyen veya bilinemeyen bir
sahanın onu çevirdiğini hissetmek, bize yeni bir ufuk verir ki bu da inanmadır. Aşkınh
1 5
Hilmi Ziya Olken, Felsefeye Giriş, cilt H, Ankara 1958, s. 244.
1 6
A.g.e., s. 258-259.
1 7
A.g.e., s. 276.
1 8
Hilmi Ziya Ülken, Aşk Ahlâkı, Ank. 1971, s. 59-60.
1 9
Hilmi Ziya Ülken, İnsanî Vatanseverlik, 1st. 1998, s. 108.

ğın mutlak olarak konulması bundan dolayı bilme sahasını olduğu kadar düşünme saha
sını da aşan bir inanma sahası meydana getirmektedir.
20
Dinin, en iptidaî şeklinde bile, bir duyu ya da zihin aldanışı olmadığını söyleyen dü
şünürümüze göre "din, duyular ve düşünceyle kavranamayan Aşkın bir Varlığa inanış
tır. Bu tanımıyla din, duyulan ve düşünceyi reddetmez, yalnızca yetmez bulur. (...) Din
ilim düşmanı değil, sınırlan olan ilmin tamamlayıcısıdır. İlim sonlu varlığa yönelir ve
sonlu varlığa ait bilgimiz dinin inanç alanına, sonsuz varlığa bizi hazırlar. Din, sonsuz
varlığı tecrübe üstünde bir inanç konusu olarak kabul eder. (...) İlim sonsuza yönelen
araştırmasını tecrübe ve düşünce kurallanyla yapar; yeni tecrübeler eskilerini reddettiği
zaman onları hemen bırakır; düşünce yolu kendi kurallarına uygun değilse, onları düzel
terek işine devam eder. İlim, tecrübe ve düşünce ötesine ait varlığın hiçbir ilkesini bu
alana karıştıramaz. Din ise, bu tecrübe ve düşünce alanının ötesinden, aklın kavrayama
dığı Mutlak ve Sonsuz Varlıktan hareket eder. Oradaki hakikat tecrübeyle değişmez.
Orada akıl yürütme gücü durur; iman gücü söze başlar"
21
Burada, esas mesele insanın anlaşılmasıdır. O da nasıl olacaktır? İnsandan üstün
bir varlığın kabulü ile mi? Evet. Düşünürümüze göre insandan üstün bir varlık olmazsa,
insanın anlaşılması imkansız olur. "İnsanın gerçekleşmesi ancak Aşkın Varlıkla müm
kündür. (....) Düşüncemizden Allah'ı kaldırırsak, insanın şuuru, hürlüğü ve sorumluluğu
manasız kalır; iradesi, zekâsı kör tabiat kuvvetine indirilir. Fakat tabiatın kör kuvveti şu
uru doğurmaz. Aşkın varlığın tabiata müdahalesi ise tabiat üstünde bir varlık olan insa
nı meydana getirir. Üstünün aşağıya tesiri, Allah'tan insana ve âleme doğru açılış, âle
min anlaşılmasını mümkün kılar. İnsan Aşkın Varlığa karşı sorumlu olduğu içindir ki
kendi kendine ve başkasına karşı sorumludur. İnsanın kuvveti Aşkın Varlık'a bağlanı
şından gelir. Aşkın Varlık'ı kaldırınca cyniklerin zavallı köpeğinden farksız kalır."
22
En aşağı varlık tabakası olan madde aleminde en rahat ve kolay işleyen zeka form
ları, canlı varlıklar söz konusu olunca birçok güçlüklerle karşılaşır. Bitki tabakasından
insan alemine geçtikçe de bu güçlükler çoğalır. Dereceli olarak aklın nüfuz edemediği
sahalar ortaya çıkar. "İnsandan objektif ruha ve üstün değerlere geçince nüfuz edilemez
saha daha da büyür. Aklın en az işlediği saha, bu derece derece yükselişte, din sahasıdır.
Bundan dolayı dogmatik metafiziğin yıkılışından beri irrationnelle ilahiyat doğmaya
başlamıştır. (..,.) Allah fikri Gusdorf un dediği gibi sistemlerin sistemi değildir. Tam ter
sine, sistemlerin başansızlığmdan veya artık işlemediği ve hüküm sürmediği bir sahanın
varlığından doğan bilgi dışındaki bir hakikat sahasıdır. Jaspers'in dediği gibi orada artık
bilginin hakikatinden değil, imanın hakikatinden söz edebiliriz. Allah fikri, varlığımızın
limiti, âlemin sonluluğu ve yetmezliğinin limiti, Jaspers'in ifadesiyle bütün tecrübeleri
2 0
Hilmi Ziya Ülken, Felsefeye Giriş, cilt II; Ank. 1958, s. 229.
2 1
Hiimi Ziya Ülken, 50. YIL, Ank. 1973, s. 68-69.
2 2
Hilmi Ziya Ülken, Felsefeye Giriş, cilt II, Ankara 1958, s. 275.

mizin ulaştığı limit vaziyetde meydana çıkar. Tabiat kendi başına varolamaz. (....) Gus
dorf'un tabiri ile 'insan Allah'tan bahsetmeye kabiliyetsizdir, fakat mütemadiyen
O'ndan bahsetmeye mecburdur. Kendi perspektivlerini düzenlemek için O'na ba vur
mağa mecburdur.' Allah yoksa, ahlâkın ve cemiyetin mânâsı yoktur. Hepsi kör bir tesa
düften ibaret olarak kalır. (...) Bizzat estetik düzen, ahlâkî düzen, insanî ideale inanmak,
içtimaî düzenin (şu veya bu şekilde) devam etmesi Allah'a, yani Aşkm ve Kuşatıcı Var
hk'a inanmakla mümkündür. (...) Ya Allah'h ve düzenli bir âlem vardır, yahut Allah'sız
kör bir tesadüfler dünyası vardır. Eğer ikincisi doğru ise bütün insanî ilimler temelsizdir.
Tabiat, insan ve Allah birbirine zarurü olarak bağlıdır."
23
Hilmi Ziya Ülken'e göre tek Allah kabul eden dinler arasında en mükemmeli İslâ
miyettir. Yahudilik tek Tann' cı olmasına rağmen bir millete mahsus dindir. Hıristiyan
lık evrensel olmasına rağmen çokta bir Tanrıcılık (hénothéisme) savunmaktadır. İslâm
dini, birçok doktrini, hakim bir fikir etrafında toplama karakterine sahiptir. "Dinin daha
başlangıçta imanla ameli birleştirmesi ve şeriat halini alması ona tamamıyla siyasî bir
mahiyet vermiştir. Bu yüzden İslâm dinin hükümleri Hıristiyanlık gibi sırf metafizik ve
ahlâkî hükümlerden ibaret kalmamış, geni mikyasta içtimaî hükümler halini almıştır.
Bütün semavî dinler gibi İslamiyetin temelini de Vahy teşkil etmektedir. (....) Vah
ye dayanan dinlerde bütün hükümler Tann sözü olan ilâhî bir kitaba dayanır. (....) Yahu
dilik ve İslamiyetin Peygamberlik telakkileri de farklıdır. Yahudilere göre peygamberlik
babadan oğuîa geçebilir. Bir peygamber istediği adamı kendi yerine bırakabilir."
24
Düşünürümüz Ülken'e göre "kutsal hayatın gereğine göre yaşamak, dinî tapınma
larda bulunmak, dinî harekettir. Bu inancı ve tapınmayı kabul etmemek dinsiz bir dav
ranıştır.
25
(....) İslâm dininin esası be farzda toplanmı olan mutlak emirlerdir. Bunlar
dinin, zamanla değişmeyen inanç kurallarıdır. İslâmiyet bunları kabul ettirmek için kim
seyi zorlamaz. Fakat kabul edenlerin onlara mutlak olarak inanmasını i s t e r .
2 6
" Düşünü
rümüze göre "üfrükçüler, büyücüler, cinciler, bakıcılar, falcılar, Allahhk iddiasında
olanlar çağda dinin, İslâmlığın düşmanıdırlar. Nitekim aynı tipler ilim zihniyetinin de
düşmanıdırlar. Gerçek çağda dinin bunları ne derecede reddettiğini, onlarla nasıl savaş
tığını anlamak için Kur'an-ı Kerimdeki sâhirler ve büyücülere ait ayetleri İslâmm onla
ra şiddetle hücumunu görmek y e t e r . "
27
Milli uyanışları dine bağlayarak, "millî uyanışlar dinle çatışma şöyle dursun, kuv
vetlerini her yerde kutsal kitabın öz anlamına nüfuzdan almıştır."
28
diyen Ülken, haklı
olarak, her milletin kutsal kitabını kendi diline çevirmek zorunda olduğunu iddia eder.
2 3
A.g.e., s. 2 3 2 - 2 3 3.
2 4
Hilmi Ziya Olken, İslâm Düşüncesi, 1st. 1946, s. 10 - 11.
2 5
Hilmi Ziya Ülken, 50. Yıl, Ankara 1973, s. 59.
2 6
A.g.e., s. 59-61.
2 7
A.g.e., s. 69-70.
2 8
A.g.e.. s. 75

Ortaçağda İslâm milletlerinin çoğu Kur'an'ı kendi dillerine çevirmedikleri için skolastik
düşünceye düşmüşlerdir.
Düşünürümüze göre, "İslamiyette saf imanın sarsılması, çok defa zannedildiği gi
bi, din içerisine karışan ilmî spekülasyondan doğmu değildir. Denebilir ki o, daha ziya
de dinî telakkilerin derinleştirilmesinden, yani hür düşünceden değil, fakat dindarlıktan
doğmuştur."
29
En büyük kişilik olarak İslâm Peygamberi Hz. Muhammed'i gösteren filozofumuz
"Hz. Muhammet sünnetleri iie, İslâmın evrensel idealinde, bir halk kişiliği vermişti"
30
diyor. O, kişiliği şöyle tanımlıyor: "Kişilik, köklerini geçmişten alıp bütün kudretini ge
leceğe çevirmektir. Gerçekliğe dayanarak hamlesini ideale vermektir. Bu yüzden sosyal
ilerleme yalnız kişilik eseridir. Kişilik, kökleri toprağın içine dalmı ve dalları göğe yük
selmi bir ağaç gibidir. (....) Hz. Muhammed çok büyük bir kişiliktir. Çünkü bütün pey
gamberlerin ruhu onda toplanmıştır. Ve onun imanı, milletlerin sınırlarını aşarak insan
lığa yayılmıştır.
31
(....) Hakîki insan her şeyden önce sağlam ve tabiî bir kişiliktir. (....)
İşin doğrusu kişilik, bir ruhî sağlık halidir. Fakat o sağlık, herhangi bir bünye ve mizaç
dengesinin eseri olmayıp, uzun bir ruhî gelişme sonucunda kaybolduktan sonra tekrar
kazanılan, hatta yeni baştan kurulabilen manevî yapının ürünüdür. (....)
32
Hakikî adam bir kişiliktir. (....) Hakikî adam çevresine göre özerk, bununla birlikte
çevresine bağlıdır. (....) Hakikî adam kendine vergi olan hayatını yaşar. O, önce başka
larına benzemez; ikincisi daima kendi kendine benzer.
33
(....)
Sahte adam hakikatte eksik olduğu halde kendini tam ve olgun kişilik gibi göster
mek isteyen insandır. (....) Duyusal manzarasıyla sahte adam bize önce övünme numu
nesi olarak görünür. O, bütün âlemi kendine indirger. Bencilliği eşyanın ve olayların öl
çüsüdür. Bütün hükümleri kendisi için ve kendisine göredir. (...) Kendinde olan şeyi, en
yüksek ve biricik gibi göstermek ister. Onca bütün değerler kendisinde toplanmış, bütün
meziyetler kendisinde gerçekleşmiştir. Hakikî kişilik değerlerin mihrakı olduğu halde,
sahte adam kendinde varolmayan değerlerin mihrakı olduğu iddiasında bulunur."
34
Zihnî manzarasıyla sahte adamın bir romantik, bir paranoyak olduğunu ifade eden
Ülken, bu insanın kendine fazla değer verdiği için sosyal intibaksız olduğunu söyler. Bu
tiplere misal olarak da J J. Rousseau (1712 - 1778) ve Nietzsche (1844 - 19ÛO)'yi gös
terir.
Düşünürümüze göre sahte adam aynı zamanda bir garabetci (maniériste) dir. Bu in
san orijinal görünmek ve kimseye benzememek için şekilden sekile girer. Çünkü sahte
2 9
Hilmi Ziya Ülken, İslâm Düşüncesi, 1st. !946, s. 27.
3 0
Hilmi Ziya Ülken, Humanisme des cultures, Ankara, 1967, s. 59.
3 1
Hilmi Ziya Ülken, İnsanî Vatanseverlik, îst. 1998, s. 86.
3 2
A.g.e.,s. 153-154.
3 3
A . g . e ., s. 159-160.
3 4
A.g.e., s. 162.

insan kendi varlığına sadık değildir; anlam ve şahsiyetini kaybetmiştir. Bu insan, özellik
ve orijinallik kazanmak için her seferinde başka bir sima ile görünür. O, "kimin nüfuzu
altındaysa onun rengini ve anlamını almaya, onun gibi konuşmaya, düşünmeye başlar.
{....) O kişiliğin hakiki ve normal kuruluşuna sahip olmadığı içindir ki hayalindeki tiple
ri cebirle, yapma çabalarla, zorla kurmaya çalışır."
3
^
İnsanın şerefinin kişiliğiyle orantılı olduğunu vurgulayan Ülken, "insanın şerefi,
meziyetlerini en çok geliştiren bir kişiliğe sahip olmasındadır,"
36
der.
Düşünürümüze göre "insan manevî varlık olarak, bir değerler dünyası içinde yaşa
makta ve bu dünyayı en iptidaîlerinden başlayarak en ulvilerine kadar mertebelendir
mektedir. Öyle ise insan bir değerler mertebesi kurmaktadır. Her değer mertebelenmesi
bir insan tipine, insan felsefesine karşılıktır."
37
Değerler dünyasının din ve imanla ancak geçerlik kazandığını vurgulayan hocamız
u düşünceleri ifade ediyor: "Değerler dünyası, kendisine inanıldığı müddetçe zorunlu,
mutlak, bizden bağımsız ve bize hakim görünecektir. Biz kutsallıkları değil, kutsallıklar
bizi idare edecektir. Biz Allah'a değil, Allah bize hakim olacaktır. O, bizi kuşatan bütün
atmosfer; gerçek âlemimize rengini, anlamını veren ona çevre olan koskoca fanustur."
38
İnsanı hayvandan, bitkiden ve maddeden ayıran, insanı bunlara üstün kılan kuvvet
ler, değerler düzeninin temelini oluştururlar.
39
Değerlerin akledilir alanları aşması baş
ka şeydir, akılla ifade edilmesi ise başka bir şeydir.
Düşünürümüze göre "değer, aklı aşan varlığın, akılla ifadesidir. Değerlerin değer
olması, devamlılığından gelir. Bir anda meydana çıkan ve kaybolan bir eylem, bir şey,
değer değil, onun kalp akçesidir.
40
Değer ömür boyunca gelişen bir eylem, yani bir ka
rakter olmalıdır. Sanat değeri sanatçının karakteri halini almalıdır. Ahlâk değeri ahlâklı
adamın karakteri olmalıdır.
41
( )
Değerde en kötü cihet, değer çabasına karşı ilgisiz olmaktır. Bu, insanın her türlü
değerlendirme dışında kalmasından ibaret değersizlik alanını, insanın insan olarak şere
fini kaybetmesi demektir. Bütün değerler ortak çözülemezlik kuralına bağlıdırlar. Hiçbir
değeri başka bir değer dilinden ifade edemeyiz. Ancak onlar arasında, biricik ortak ci
het, bağımsızlıklanyla birlikte karşılıklı anlayışlarıdır. Her değer kendi alanında ayrı bir
ölçüye sahip olmak üzere başka değerleri anlar.*
2
(....) Kötülük menfî değer olarak müs
beti harekete getirdiği halde, ilgisizlik değerin afyonudur."
43
3 5
A.g.e., s. 165.
3 6
A.g.e., s. 276.
3 7
Hilmi Ziya Ülken, Felsefeye Giriş, cilt II, Ank. 1958, s. J63.
3 S
Hilmi Ziya Ülken, İnsanî Vafanseverf/Jc, 1st. 1998, s. 107-108.
3 9
A.g.e., s. 313.
0
Hilmi Ziya Ülken, Bilgi ve Değer, Ankara tarihsiz, s. 4 2 5.
4 1
A.g.e., s. 426.
4 2
A.g.e., s. 427.
4 3
A.g.e., s. 428.

Görüldüğü gibi değerlere ilgisizliğin, değerlerin ve dolayısıyla bir milletin yıkımı
olduğunu ortaya koyan Ülken değerin, değişmelere ve yok olmalara rağmen devam
eden, dayanan bir güç olduğunu belirtiyor. Ona göre "Üstün manevî değerlerde her şey
den önce faniliği aşmak, sonsuza, hiç değilse devam edene ulaşmak gayesi hakimdir. Di
nî, bediî, ahlâkî değerlerde sonsuzluk, zaman ve değişmeye karşı mukavemet, sarsılmaz
lık, güvenirlik şuuru esastır. Bundan başka üstün derecesini dinî değerde gördüğümüz
gibi bütün değerlerin müşterek vasfı duyular, hatta akıl âlemini aşan bir varlığa dayan
maktır. (....) Manevî değerlerde mukaddeslik vasfı hüküm sürer. Mukaddeslik ise kendi
sinin akıl üstü bir bağla bağlandığı aşkın bir âlemle münasebete aittir. Böyle bir müna
sebeti ne hareket, ne enerji, ne de başka bir tabiat hadisesi v e r e m e z "
4 4
Ül k e n 'e göre "manevî değerler, ötekilerden daha üstündürler. Bunlar vücuttan ve
çevreden ayrı bir alan teşkil ederler. Bu değerler, kendileri için her türlü hayat değerle
rini feda etmek gerektiği şeklinde bir apaçıklığa sahiptirler. (....) Bunların kanunları bi
yolojik kanunlarla icra edilemezler. (....)
Değerlerin katlara ayrılmasında en yüksek basamağı teşkil eden kutsal, tarif edile
mez bir değer alanı meydana getirir; onu sezgiyle mutlak objeler halinde kavranz. Baş
ka her türlü değer kutsal değerlerine göre sembol ödevini görür. Bu değerin doğurduğu
ruhî haller itikat, inanç, tapınma, huşu, v.s.dir. Kutsal görevi bir nevi aşk fiili ile kavra
n ı r . "«
Değerin bir veri olmayıp, daha önceden şuurda gerçekleşen bir şey olduğunu, bü
tün dinlerde ve ahlâklarda, kendini aşmak isteyen şuurun bir fiili o l d u ğ u n u
4 6
söyleyen
Ülken'e göre geçicilikten, izafîlikten, değişmeler halinde olan gerçeklerden kurtulmak
isteyen düşünce, "değişmeyene, öze, temeie dayanmak i s t i yor . "
47
Düşünürümüze göre,
değerler problemi epistemolojîk veya ampirik olmayıp, ontolojik ve metafizik bir prob
lemdir.
41
*
Hükümlerle değerler arasındaki ilişkiye de dokunan Ülken hükümleri, olgu hüküm
leri ve ideal hükümleri olmak üzere ikiye ayırıyor. İdeal hükümleri aynı zamanda değer
hükümleridir. Ona göre olgu hükümleri gerçeklik alanına aittir. Gerçek alanı sınırlı, son
lu ve değişkendir. Bu alanda evrensellik ve yetkinlik aramak mümkün değildir. İdeal hü
kümleri veya değer hükümleri ise ideal alanına, yani gerçekleşmeleri mümkün olan so
yut özler alanına aittirler. Bu alan, sınırsız, sonsuz ve yetkindir. Evrenseli bu alanda ara
mak mümkündür. Yetkinlik fikri bu alemde gerçekleşir.
49
Sadece olgulara karşılık olan
bir hüküm zorunlu değilken idealle tamamlanmı olguya karşılık olan hüküm zorunlu
4 4
Hilmi Ziya Ülken, Felsefeye Giriş, cilt II, Ank. 1958, s. 87.
4 5
Hilmi Ziya Ülken, Ahlâk, İstanbul, 1946, s. 99 - 100.
4 6
Hilmi Ziya Ülken, Humanisme des cultures, Ankara 1967, s. 170.
4 7
A. g . e ., s. 171.
4 8
A.g.e., s. 190.
4 9
A . g . e ., s. 191.

dur. ( ) "İdeal hükümleri başka bir yönde duyguya ait olandan, eyleme ve zihne ait
olana doğru evrimi ifade eder. İdeal hükümleri geliştikçe ve üniverselleştikçe olgu hü
kümlerinden uzaklaşırlar."
50
Görüldüğü gibi ideal hükümlerini, değer hükümleri olarak kabul eden düşünürü
müz, değerleri varlığa atfeden Leibniz (1646 - 1716)'in ve değerleri topluma atfeden
Durkheim (1858 - 1917)'in görüşlerini uygun görmediği gibi, "kişilik ferdin hayatî fa
aliyetlerinin neticesidir. Tabiat ve toplum ona tabidirler ve onun yansımasından ibaret
tirler. Değerler aşkın değildir, insandan bağımsız değildir, insanlar tarafından yaratılmış
tır," diyen vitalist teoriyi de yeterli bulmamaktadır. Ona göre "değerler, ne ferdin şu
urundaki akislerdir, ne de ferd ruhunun yaradışıdır. Değer, ferd - toplum dediğimiz kar
şılıklı etki arasında meydana çıkan ve insanla varlık münasebetinin ideal düzenini ifade
eden özden başka bir şey değildir."
51
Ülken'e göre "Uygarlığımızın temelini teşkil eden manevî değerler - bütün bu ye
ni akımlara göre - duyuları aşan bir temele, bir inanı temeline dayanmaktadır. (....) Sa
nat, ahlâk, felsefe, hukuk, dil, iktisat, bütün değerler - uygarlığımızda - dinin hükmü al
tına girmeksizin ve kendi alanlarında bağımsız olarak duyuları aşan manevî varlığa da
yanmak zorundadırlar. (....) Uygarlığımız XÏX'uncu yüzyılda girdiği inkar ve anarşi
buhranından sonra, bütün değerleri bir düzen haline koymuş, bilmenin bağımsızlığını
bozmaksızın inanmayı ona temel yapmıştır."
52
Düşünürümüze göre değerlerin dışında kalmak ahlâksızlıktır. Ona göre kişiler ara
sı değer inancının kabulü ile oluşan, kişilerin değer ölçülerine karşılıklı saygı gösterme
leriyle ortaya çıkan hoşgörürlülük ise ahlaklılıktır.
53
Ülken'e göre "ahlâk, bir işi işlemek
gerektiği zaman şüphe ve tereddüt içinde kalmamak, vehimlerle, kararsızlıklarla kuvve
tini tüketmemektir. Tereddüt eden, vehim içinde kalan, sonunda o işi işlese bile bütün
kuvvetini ve asiliğini kaybetmi olacaktır. (....) Yolun mihnetini bilen insan, olgunluğa
ermek için eksikliğe değer verecek, kudrete ulaşmak için zaafı ho görecektir.
Sabretmek sürekli bir faaliyet içinde sükuna eren ruhun en büyük faziletidir. Sab
retmek, bir fiilin, bir sözün, bir fikrin karşısında tela ve buhran içinde kalmamaktır. (....)
Fakat sükuna ulaşan ruh bir işi sonuna kadar dinleyecek, ve bir fikri uygulanışa kadar
götürecektir. Karar veren, ho gören ve sabredenler kütlelerin ruhuna hâkim olacak
t ı r . '^
Ahlâkı insanlar arası ilişkilere ait aşkın bir varlık ve değer sahası kabul eden filo
zofumuz, aynı insanda hem birleştirici, hem de ayırıcı iki kuvvetin mevcut olduğunu ka
bul eder. Bu iki zıt kuvvet daima birbirine zarar verebilir. "Medenî insanda ahlâk duy
5 0
A.g.e., s. 193
5 1
A.g.e., s. 194.
5 2
Hilmi Ziya Olken, İnsanî Vatanseverlik, îst. 1998, s. 317.
5 3
Hilmi Ziya Ülken, Felsefeye Giriş, cilt II, Ank. 1958, s. 278.
5 4
Hilim Ziya Olken, Aşk Ahlakı, Ankara 1971, s. 130.

gusu ve 'kalp gözü'nün, teknik ve bilginin artması yüzünden tamamen tıkanmı olması
mümkün olduğu gibi, iyi bir eğitim neticesinde bu iki kuvvetin ayrı ayrı geliştirilmesi ve
'kalp gözü'nün iyice açılmı olması da mümkündür."
55
İnsanlar arası ilişki, "ahlâkî varlık" ismi verilen bir aşkınlığa dayanır. "Kişinin ki
şiye verdiği sözü tutmaya mecbur oluşu, kişinin kişiden ayrıldığı zaman dahi ona güve
nebileceği hakkında bir kesinliğe sahip oluşu, hasılı kişilerin birbirine inanışı ahlâklılı
ğın vazgeçilmez şartıdır, ve bu şart ancak kişiler arası münasebetleri kuşatan manevî ve
aşkın bir varlığı kabul etmek ve ona inanmakla mümkündür. Onun dışında hiçbir şey in
sanları birbirine bağlayamaz, veya bağlayan kuvvetlerden hiçbiri devamlı olamaz. İnsan
lar onları faydayla, hesapla, korkuyla, veya bir klişeyi gerçek zannetmeden ibaret olan
vehimle kabul ettikleri için, bütün bu sübjektif ve değişmeye elverişli âmillerle beraber
bu bağlantılar da değişecek ve çözülecektir.
56
(....) Tam tersine Aşkın Varlık mevcut olduğu içindir ki, insanî varlık (şuurlu ve
manevî varlık olarak) mümkündür. Ve insanî varlık olduğu içindir ki ahlâkî fiil müm
kündür. Aksî halde ahlâkî fiil, inkar edilmi Aşkın Varlıkla, inkar edilmi empirik şu
urun arasında tamamen boşlukta ve sallantıda kalırdı."
57
Ülken, dinî hakikatin akla kesin olarak aykırı olduğunda ısrar eden Kierkegaard
(1813 - 1855)'ın, Kant (1724 - 1804)'a tamamen cephe aldığını dile getiriyor. Kant'a
göre dinî hakikatle ahlâkî hakikat birbirine zıt değildir. Dahası ahlâkî ödev duygusu in
sanı dinî hakikate götürür. Kierkegaard, Kant'ın bu görüşünü, dinî hakikatin mutlaklığı
nm aleyhine gördüğü için dinî değerle ahlâkî değerin birbirine karıştırılmasını reddedi
yor. Kant ve Kierkegaard'ın bu husustaki görüşlerine katılmayan Hilmi Ziya Ülken şöy
le diyor:
"Biz bu görüşe kaUlmsyoruz. Din, en geni manasıyla Mutlak sezgisidir. (....) Bu
nun için de dinî sezgide, başka bütün sezgilerin zımnen dahil bulunması gerekir. Din ah
lâkî sezgiden çıkarılamaz; tam tersine ahlâkî emir (yani insanî varlık) dinî sezgiden çı
karılabilir.
58
(...) Kant felsefesi ne yazık ki bu noktada bir sallantı içindedir. İnsan dü
şüncesine ve değerlerine kazandırdığı çok büyük adıma rağmen, onu bu sallantıdan kur
tarmak için, Kant felsefesini, inkar ettiği ontoloji ile tamamlamak lazımdır. Mutlak bir
varlık sahası mevcut olduğu içindir ki insanî bir nizam mümkündür. Ve insanî bir nizam
olduğu içindir ki ahlâkî fiilleri gerçekleştirmemiz mümkündür ve onlar yalnız bu saye
de ütopik olmaktan çıkarlar."
59
Düşünürümüzün bu tenkidi öbür âlemi kabul etmeyen, işi sallantıya bırakan Kant
için haklı olabilir. Ancak Kant'ın, 18. yüzyıl doğal din akımı ve rasyonalizmi karşısın
5 5
Hilmi Ziya Ülken, Felsefeye Giriş, cilt II, Ankara 1958, s. 195.
5 6
A.g.e.. s. 196.
^ A.g.e.,
S
.226 .
5 S
A.g.e., s. 265.
5 9
A.g.e., s. 226.

daki tutumu hesaba katılırsa, onun işi bir sallantıya almadığı ortaya çıkar gibi görünü
yor. Öbür âlemde gerçek yargıcın Mutlak Varlık olduğunu kabul eden Kant, her halde o
gerçek âlemi bir sayıltıya bırakmayacaktır.
Görüldüğü gibi ahlakı bir varsayıma bağlamayı asla kabul etmeyen Ülken'e göre
"dinî varlık, yanı mutlak içinde, ahlâkî fiilin gerçekleşebilmesi, insanî varlığı mümkün
kılar. Fakat insanî varlık ve ahlâkî fiil, dinî varlığı ve mutlakı mümkün kılmaz ve şart
landırmaz. (....) Mutlak sahası insanî sahayı kuşatır. Fakat insanî saha Mutlak sahasını
kuşatamaz. (...) Dinî emirler daima insanî değildir; çünkü mutlak mahiyeti icabı "biline
mez"; "Al l ah' ın hikmeti sorulamaz". O, insan akimin dışında kalır. Bununla beraber bu
mutlak emir insan aklı tarafından dinlenir, ifade edilir ve anlatılır; yani aklîleştirilir. İş
te iman ile aklın iç içe geldikleri yer burasıdır. Artık burada akıl ve iman birbirine ya
bancı iki ayrı saha olmaktan çıkmıştır. (....) Dinin ilimden kuvvet aldığı, ilmin de dinî
hakikat için ufuklarını açık tuttuğu, bu geni dünya görüşünde şahsiyet parçalanmasına
yer yoktur. Sokratesten (Kant ve Bergson'dan gerçek) Jaspers'e kadar birçok filozoflarda bu geni terkibin başarılı merhalelerini görüyoruz , "
60
Düşünürümüze göre dinî hükümler de ahlâkî hükümler gibi bir yönüyle duyu veri
lerine ve dünyaya, başka bir yönüyle Aşkın Mutlak Varlık'a aittirler. Aşkın Varlık, bü
tün âlemi kuşatan ve ancak manevîliğimiz vasıtasıyla ilişki kurabildiğimiz sonsuz Var
lık'tır. Bu varlık temsil ve ifade edilemez; O'nu varlığımızı kendisine borçlu olduğumuz,
âlemin kuşatıcısı; maddenin, hayatın, şuurun kendisiyle varolduğu Varlık olarak düşü
nebiliriz. Kant'tan mülhem olarak Ülken, düşüncelerini şöyle devam ettiriyor: "Bu tarz
da tasavvur ettiğimiz Mutlak Varlık'a ait hükümlerimiz de mutlaktır. Buna, "ilâhî emre
itaat e tme l i s in!" veya "o tarzda hareket et ki, hareketin ilâhî varlığa uygun olarak mut
lak o l s u n !" diyebiliriz. Öyleyse ahlâkta olduğu gibi dinde de bir yanda mutlak emir, öte
yanda şartlı emir vardır. Asıl dinî değer, mutlak emir sahasına aittir. Ahlâkta Nouméne,
yani öz mutlak sahasına ait mutlak emir ve duyular sahasına ait şartlı emir olduğu gibi,
(....) dinde de mutlak sahasına ait "mutlak ilâhî emir"le, mecazî anlamda olmak üzere du
yular sahasına ait "şartı ilâhî emi r" vardır.
61
(....)
Hasılı Allah sonsuz imkanlar sahasıdır. İçkin varlığın ve dünyanın kendi kendine
yetmez oluşu, onun Aşkın Varlıkla, Sonsuzla, bütün sıfatlarını yalnız menfi olarak tes
pit edebildiğimiz "İfade Edilemez" Varlık'la kavrayabiliriz. Mutlak Varlık bilinemez,
anlaşılamaz, inanılır. İnsanı yalnız Allah'a nazaran kavrayabiliriz. Allah'ın ispatı için
yapılan bütün mantık gayretleri boşuna olduğu kadar, Allah'ın yokluğunu ispat için ya
pılan bütün mantık gayretleri de boşunadır. Fakat biz kaçınılmaz bir surette Mutlak'a
bağlıyız ve O'nun tarafından çekilmekteyiz. İnsan yalnız Aşkın Varlık olduğu için var
d ı r . "
6 2
6 0
A.g.e., s. 266.
6 1
A.g.e., s. 269.
6 2
A.g.e., s. 273.

Görüldüğü gibi her şeyin varlığım Allah'a atfeden düşünürümüze göre, daha önce
de belirttiğimiz gibi, tek Tanrı'cı ve insaniyetçi dinlerin en üstünü İslâm dinidir. İslâm
dini laik bir dindir, diyen Ülken bu hususta şu ayetleri delil gösterir: "Sizin dininiz size
benim dinim banadır" (Kafırûn: 6); "Dinde zorlama yoktur." (Bakara 256); "Senin gö
revin yalnız bildirmeden ibarettir." (Nahl suresi: 82)
63
Düşünürümüz laikliğin tanımım ise şöyle ifade ediyor. "Laiklik dinî inançla devle
tin ayrılması, yahut dinin devlet işlerine karışmaması, devletin de dinî inançlara karşı ay
nı saygıyı ve vicdan hürlüğünü göstermesi demektir. (....) Kutsal hayatın gereğine göre
yaşamak, dinî tapınmalarda bulunmak, dinî harekettir. Bu inancı ve tapınmayı kabul et
memek dinsiz bir davranıştır."
64
Düşünürümüz İslâm dinin esasının be farzda toplan
mı olduğunu, bu be farzın hiçbir zaman ve mekanda değişemeyeceğim, İslâmiyeti ka
bul eden kimsenin bu ilkelere kesin olarak inanmasının gerektiğini haklı olarak belirti
yor. Bu farzlar dinin temelini teşkil etmektedir. Ülken'e göre "bu farzların dünyaya ait
işlerle ilişiği yoktur. Evlenme, boşanma, miras, çocukların hakkını tanıma, suçluyu ce
zalandırma v.b. gibi hukukî fiiller dünyaya aittir. (....)
İslâmiyet mutlak dinî emirler (Farzlar) ile hukukî kuralları ayırmak suretiyle teme
linde laikliğe zemin hazırlamış, hukukî kurallar sonradan Kur'an'a, Peygamberin sözle
rine (sünnet) dayanmak üzere sistemleştirilmiştîr ki, bunlar fıkhın "muamelat" adıyla
toplanan önemli bir kısmını teşkil eder.
65
(....) İslâmî farzlar ile hukukî hükümler ayrı iki
saha meydana getirir. Birinciler dinin mutlak ve değişmez temelidir. İkinciler Allah'm
buyruğu olmakla beraber ihtiyaca göre yeni şekillerde yorumlanmağa elverişlidir. Bun
dan dolayı İslâm dini esasında mutlak emir alanı ile hukuk alanını ayırmı ve laikliği
Kur'an içinde ifade etmiştir."
66
Sonradan "muamelât" ismi altında toplanan hükümler için "bunları sonrakiler 'mu
amelât' adı altında toplamışlardır. Fakat medenî hukuk, ceza hukuku ve başka hukuk
dallarını meydana getiren bu hükümler farzlardan değildir,"
67
diyen hocamızın bu görü
şü, eleştiriye açık olmakla beraber Kur'an gerçeğine de uymaz gibi görünüyor. Çünkü
Kur'andaki bütün ayet ve hükümler zorunluluk yönüyle birbirine eşittir. Namaz, oruç,
hac, zekatla ilgili ayetlerdeki emirleri yaşamak nasıl zorunlu ise, Kur'an'ın diğer ayetle
rinin emirlerini aynı şekilde yaşamak da Müslüman için zorunludur. Kur'an'daki bütün
emirler inanan bir kimse için birbirine eşittir.
Ülken ahlâkî davranışlarda, bazen K.Kerim ayetlerini ölçü alarak, ona uyulmama
sını çelişki kabul etmektedir. O, Kur'an-ı Kerim'in, "Ey iman edenler, yapmadığınız şe
yi niçin söylersiniz" (Sâf suresi ayet: 2), "Onlar yapmadıkları şeyleri söylerler" (Şuara
6 3
Hilmi Ziya Ülken, İnsan/ Vatanseverlik, 1st. 1998, s. 62.
6 4
Hilmi Ziya Ülken, SO. Yıl, Ank. 1973, s. 59.
6 5
A . g . e . , s . 6 1.
6 6
A.g.e., s. 62.
6 7
A.g.e., s. 64.

suresi ayet: 226) hitabına muhatap olanları, yani "halka büyük vaadlarda bulunduğu hal
de hiçbirini yapmayan demagog ha t ipl e r i "
68
suçluyor.
"Züht mü'mini Allah'a götürdüğü gibi, adalet de en büyük ideal olan insanî hürlü
e götürecektir. İbadeti terk eden için nasıl dinî inancın yolu kapanmışsa, adaleti terk
eden için de hürriyet ve insanlığın yolu büsbütün kapanmıştır,"
69
diyen Ülken'e göre,
"Allah'a varmak için Allah aşkı gerekir."
70
Niçin faziletli insan çıkmıyor? Sorusunu soran düşünür şöyle cevap veriyor: "Çün
kü feday-i nefsi bütün değerlerin üstünde bir değer gibi gösteren iman doğmamıştır. Her
kes huzur içinde yaşarken, kendi huzurunu eliyle bırakmayı telkin eden fikir gelmemiş
tir. Ne zaman büyük insanlar doğar ve aramıza kitaplarını getirirlerse; cüretler, feragat
ler ve hakîki fedaîler onların ardından gelecektir."
71
Görüldüğü gibi büyük insanlara son derece değer veren Ülken, büyük insan ile bü
yük adamı mukayese ediyor. Ona göre "büyük insan büyük doğan değil, fakat kendi ken
disini yaratarak içinde devrimler geçiren ve mertebeleri aşa aşa birliğe ve kemale ulaşan
insandır. Gözlerini açmca kendisini sultan görenlerin büyüklükle bir ilişiği yoktur. Bü
yüklük varılan menzilde değil, çekilen mihnette, yapılan cehittedir.
72
(....)
Büyük insan manevî varlığı geliştirerek insanlığı, kendi nefsini feda edi sayesinde
gerçekleştiren insandır. Büyük insan imanın yaratı kudretiyle gelişen insanlığın sembo
lüdür. Peygamberler, velîler, hakimler, kahramanlar, büyük fikir ve ideal şehitleri, fikir
yolunu açanlar büyük insanlardır.
Büyük adam, iman gücünden mahrum olmamakla beraber, tabiat güçlerinin, iç gü
dülerin, zeka ve kurnazlığın, kaba enerjinin kudretiyle basan kazanmı olan insandır.
( )
Büyük adamlar insanlığın üzerinden geçen fırtınalar, kasırgalar gibidir. Kitleleri ye
rinden oynatır, iradeleriyle hadiselere hükmeder görünürler. Fakat kasırga geçince her
şey eski haline döner, yalnız onların, tamiri çok güç olan tahripleri kalır.
Eğer tarih boyunca insanlık, Aşkın Varlıktan aldığı kuvvetle fasılasız büyük insan
ları yetiştirmemi olsaydı bu ikincilerin tahribini düzeltmek imkansız olurdu. Tarihi bü
yük insanlar geliştirir. Her ça onların "feday-ı nefs"leri sayesinde bir önceki çağdan da
ha verimli daha kuvvetli olmuştur.
73
( )
Bencillik, menfaat hırsı ve çıkar amacıyla bir araya gelenlerin arasında asla hakikî
dostluk meydana gelmez. Bu şekildeki insanlar, menfaatleri çakıştığı an en vahşi kurtlar
gibi birbirine saldırırlar. Riya ile yüze gülenleri, acı sözle hakikati söyleyenlere tercih et
6 8
Hilmi Ziya Ülken, Aşk Ahlakı, Ankara 1971, s. 158.
°
y
A.g.e., aynı yer.
7 0
A.g.e., s. 173.
7 1
A.g.e.,s. 191.
7 2
A.g.e., s. 132.
7 3
Hilmi Ziya Ülken, Felsefeye Giriş, cilt H, Ankara 1958, s. 276.

memelidir.
74
"Fedayı nefs ne kadar büyükse, eser o derece muazzamdır. Ruhun çabası
ne kadar kuvvetli ise ahlâkın binası o derecede kuvvetli olacaktır."
75
diyen düşünürü
müz, insan oimayı ruh inkılabı geçirmeye, küfürden sonra imana gelmeye, kendinden
geçtikten sonra tekrar kendine dönmeye de bağlıyor.
Dinde önemli bir yer işgal eden ruh sağlığının ehemmiyetini ifade ederken Ülken
şöyle diyor: "Ruhun yıkılışından doğan ahlâkî belâlar tembellik, sabırsızlık, ilgisizlik ve
korkaklıktır. Ruhun saldırışından doğan ahlâkî belâlar dedikodu, yalan, kibir, kin ve zor
balıktır."
76
Ruhun yıkılışı ile meydana gelen belâların başında tembellik gelmektedir.
Tembellik, ruhun günden güne eriyerek, büyük işler karşısında tüm şevk ve heyecanını
kaybetmesidir. Tembellik kör kuvvete esir olmaktır. "Tembellik işten nefret etmektir.
Yerinden kımıldamamak, yarını düşünmeme, ruhun daima kendini aşan kudretini sön
dürerek hayvanlar gibi yaşamaktır. (....) Tembellik, bir veba salgını gibi bulaşır. Ondan
korununuz! Tembelin yanında oturmayın, onunla yol arkadaşı ve sohbet arkadaşı olmak
tan kaçınınız. Onu asla dinlemeyiniz: İçindeki ışık sönmüştür. Burnunun dibini görme
yecek kadar gözleri kapanmıştır."
77
Tembelliği belâların anası kabul,eden hocamız, fuhuşun, kumarın, piyangonun ve
faizciliğin tembellikten doğduğunu haklı olarak ortaya koyuyor. Ona göre fuhu içtimaî
bir belâdır. "Kadının büyülü ve kutsal bir varlık olma değerini kaybettiği bütün cemiyet
lerde fuhuş, gelişmeye başlayan bir hadisedir. ( ) Kadın ister dindar bir memlekette,
ister bütün dinî ve kutsal inançları aşmı olan cemiyette yaşasın; çalışmadan, emek sarf
etmeden kazanmada, vücudunu âlet olarak kullanırsa fuhu yapmıştır. (....)
Fahişe yalnız kendini değil, insanlığı alçaltandır. Fuhu kadının hür ve eşit kişiliği
ne en büyük hakarettir. (....) Fuhuşa düşmek ne büyük ahlâk düşkünlüğü ise onu besle
mek ve be dakikalık zevk için ona cüret etmek de o kadar büyük düşkünlüktür."
78
Tembellikten doğan sosyal belâlardan bir diğeri olan kumar, Ülken tarafından şöy
le dile getiriliyor: "Kumar zevk ararken belâya esir olmaktır. (....) Kumar can sıkıntısını
öldürmek için zorla düşkünlük yaratmak, ve düşkünlükle insanlığın hem ruhu, hem mad
desinde en büyük gediği açmaktır. Kazanırsa insanı çalışmadan yaşamaya, cemiyetin sır
tından geçinmeye sevk etmektir. Kaybederse, insanı ye'se, hüsrana, cinayet ve intihara
sürüklemektir. Her iki halde de insanı kadere, talihe esir etmek, tesadüflerin hükmü al
tında bırakmaktır. En küçük emek sarf etmeden "talih" şeytanının elinden hazineleri
alan, yalnız nefsi için değil, fakat cemiyeti için en büyük beladır."
79
Tembelliğin doğurduğu sosyal belalardan "piyango" ise şöyle ifade ediliyor: "Pi
7 4
Hilmi Ziya Ülken, Aşk Ahlâkı, Ank. 1971 s. 195.
7 5
A . g . e . , s. 132.
7 6
A.g.e., s. 203.
7 7
A.g.e., s. 204.
7 8
A . g . e ., s. 231-232.
7 9
A.g.e., s. 233.

yango, başka bir biçimde hayatını talih ve tesadüfe bırakmak demektir. Piyango, bir tür
lü kurtulamadığımız miskince yaşamaya bir de hayal tuzağı kurarak bizi köleliğe götür
mektir.
Piyangoda kazanan, çalışmadan elde edilmi servetin kıymetini bilmeyecek; kaza
namayan talihine lanet ederek kara fikirler içinde ezilecektir. (....) Gayretsiz kazanılan
servetin eşitsizliği uçurumların en kötüsüdür. Piyango, talihliye haksız servetler dağıtır
ken, on binlerce çaresiz miskini bir hayal içinde yaşatacak, ömrünü bir "devlet kuşuna"
bağlayan iradesizler sürüsünü yaratacak, cemiyette parazitler yetiştirmeden başka bir i
görmeyecektir."
80
Tembelliğin neden olduğu diğer bir sosyal belâ da şöyle naklediliyor: "Faizci, elin
deki serveti üretici kılmak şöyle dursun; yerinde kımıldatmadan, parayı işletmeden, onu
cemiyete faydalı hale getirmeden, kazanmak isteyendir. (....) Faizci ve murabahacı (te
feci) (....) parasını ucunda zehirli yem olan bir olta gibi kullanır. Acz içinde, muhtaç bi
rini ele geçirdiği zaman varını yoğunu emip bitirinceye kadar gider. (....) Borcu olan ve
borcunu ödemekte güçsüz kalan, faizcinin kölesidir. Onu bir uşak gibi kullanır. (....) Fa
izci yalnız hakka tecavüz eden ve tembellik içinde kazanan değil, aynı zamanda borçlu
yu ezen ve böylece elindeki göz kamaştırıcı tuzakla kişiliklerin bağımsızlığına zincir vu
ran insandır."
81
Ruhun yıkılışından doğan sosyal belâları yukarıdaki şekillerde belirtmeye çalışan
Ülken, ruhun saldırışı hakkındaki bazı görüşlerini de şöyle belirtiyor: "Dedikodu bir ka
zandır ki kaynayınca ondan yalan çıkar. Yalan bütün kötülüklerin anasıdır. (....) Yalan
bir zehirdir ki söyleyenle kabul edeni aynı zamanda öldürür. Onu kaldırmak bütün şerir
leri yok etmek ve onu saklamak bütün fenalıkları beslemek demektir. (....) Yalan, aczin
kudret önündeki silahıdır; noksanlığın olgunluk karşısındaki dayanağıdır. (....) Yalan her
zaman birliğin düşmanıdır.
82
Yalan suçu fazilet gibi göstermek, günahı bir kutsal perde
altında saklamaktır. Hiçbir bahane ile onu meşru göstermek, ona değer vermek caiz ol
maz.
83
Yalan toplumda birtakım belâlara sebep olur. Bunların başında "imansız ilim" ge
lir. Düşünürümüze göre, "asla inanmadığı şeyleri telkin eden, vaaz ettiği şeylerin daima
aksini yapan, ilmi bir süs ve bir zeka oyunu haline getirip hayatın düsturunu onunla il
gisiz bırakan insanın ilmi, varlığı yoksunluğundan çok daha kötü olan 'imansız ilim'dir.
İlim yalnız fiil (action) içindir, ahlâklı siyaset içindir. İmana kalbolmayan, Fiile
geçmeyen, ahlâk için temel olmayan ilmin bir dakikalık zahmete değer yeri yoktur."
84
Haksızlığı hak diye göstermek ve rüşvet de yalanın doğurduğu sosyal felaketlerdendir.
8 0
A.g.e., s. 234-235.
8 1
A.g.e., s. 235.
8 2
A.g.e., s. 213-214.
8 3
A.g.e., s. 215.
8 4
A.g.e., s. 235-236.

Düşünürümüzün üzerinde önemle durduğu bu konular İslâm dinin ortaya koyduğu esas
lardan bazılarıdır.
Hocamız Hilmi Ziya Ülken'in düşünce seyrinde bazı değişmelerde olmuştur. Bu
durumu değişik eserlerindeki ifadelerinde açık olarak izlemekteyiz. Düşünürümüz
1946'da yayımladığı "Ahlâk" isimli eserinin önsözünde, bu eserin hangi bölümünde
kimlerden faydalandığını belirttikten sonra şöyle diyor: "Fakat bütün bu müracaatlar ve
ya tetkikler beni, bu muhtelif meseleler arasında uzlaşmaya götürmedi. Nerede kendi
fikrimi teyit edecek bir delil buldumsa aldım, nerede onu aydınlatacak bir misal gördüm
se bunu kendi hesabıma kullandım. Fakat bütün bunlarda hedefim daima ahlâk! tec
rübeyi naturalist diyalektike göre tetkik etmeden ibaretti."
85
Bu şekilde 1946'daki ahlâk anlayışını ortaya koyan düşünür, 1958'de yayınladığı
Felsefeye Girişin ikinci cildinde naturalist insan telakkisini eleştirir. İnsan seçme, te
sir edebilme, bir şeyler yapabilme güçlerine sahip olduğu için sorumludur. "Fakat ne
başka insanlar ne de kendisi onun son mahkemesi değildir. Çünkü insan bütün
güçlerini ne tabiattan almakta, ne de kendi yaratmaktadır.
86
( )
İnsan tabiatla açıklanamayacağı gibi, yalnız başına kendi kendisiyle de açıklana
maz. Aşağı üstünü izah edemez; ancak üstün aşağıyı izah edebilir."
87
Allah olmazsa in
sanın anlaşılması mümkün değildir. İnsana bilgi ve imanı sağlayan da Allah'tır. "İnsa
nın kuvveti imandan gelir. İnsanın kendi üzerinde, başka insanlar üzerindeki hakimiye
ti bu kuvvetin neticesidir. Bu hakimiyetin ilk adımı arzularına dizgin vurma şeklinde di
nî yasaklarda, tabularda başlar."
88
Ülken'e göre insan, iki alemle karşı karşıyadır: Biri Emr, Kant'ın tabiri ile numen,
diğeri halk veya Kant'ın deyişi ile fenomen. "İnsan aklı emr 'i veya numen'i değil an
cak halk'ı veya fenomen'i kavrayabilir. Mutlak olan Vahyin emirleri halk âlemine de
ğil, emr âlemine aittir. Bu âlemle yalnız Peygamberler temasa gelir."
89
İnsan ruhu ile
emr bedeniyle halk alemine aittir; dolayısıyla Emr âleminden gelen esasîan olduğu gi
bi kabul eder. Halk aleminde ancak icraat yapabilir.
Düşünce seyrindeki bazı değişmeleri belirtmeye çalıştığımız hocamız, Marx (1818
1883)'ın, "din halkın afyonudur. Dinin tenkidi her türlü tenkidin ilk şartıdır. İnsan di
ni yapar, din insanı yapmaz. (....) Dinin kalkması onun hakiki saadetinin icabıdır," gibi
görüşleriyle; Engels (1820 - 1895)'in "din insanı ruhça fakirleştirir. Tersine kültür kuv
vetlendikçe din zayıf düşer. (....) Din kütleleri köleleştiren vasıtadır,"
90
gibi görüşlerini
eleştiriyor. Marx, Engels ve tilmizlerinin din hakkında yaptıkları eleştirilerin, hiçbir
esaslı tetkike dayanmayan peşin hükümler olduğunu söyleyen Ülken şöyle diyor: "Tari
8 5
Hilmi Ziya Ülken, Ahlâk, İst. 1946, s. IV.
8 6
Hilmi Ziya Ülken, Felsefeye Giriş, cilt II, Ankara 1958, s. 274.
8 7
A.g.e., s. 275.
8 8
A.g.e., s. 276.
8 9
Hilmi Ziya Ülken, İslâm Düşüncesine Giriş I, İst. 1954, s. 69.
9 0
Hilmi Ziya Ülken, Tarihî Maddeciliğe Reddiye, İst. 1981 s. 63, 64.

hî materyalistlerin dinden bahsedişleri objektif ve tarafsız ilim vasfından mahrumdur.
Dinin "afyon" olduğunu söylerken tarihin her devrinde birtakım insanların kendi çıkar
ları için idealler ileri sürdükleri ve onunla halkın zihnini uyuşturduklarını kastediyorlar.
Bu iddia her bakımdan yanlıştır:
1 Din, yalnız dindarlar ve teologların görüşlerine göre değil, bütün etnologlar, sos
yal antropolog ve sosyologların incelemelerine göre de, insanlık kadar eski tarihi olan ve
bütün insan cemiyetlerini kuşatan bir inanış, duyu ve idrak edi çevresidir. O sunî ola
rak insanlar tarafından icat edilemez.
2 Dinde merhamet, vaid ve ümidin rolü olduğu kadar; şiddet, ceza ve korkunun da
rolü vardır. Bütün dinler hukukî ve ahlâkî müeyyidelerin görmekte oldukları rolleri ve
hizmetleri görmüşlerdir. Bu bakımdan onların insanları hayal ile avuttuğu, uyuşturdu
ğundan bahsetmek yanlıştır.
3 Dinlerin ısrar ettikleri manevî hakikat yalnız, onların iddiası değildir. Bu nokta
üzerinde dinle ilgisi olmayan birçok ahlâk sistemleri, felsefeler, ilim adamları da durmuş
lardır. Bunların kendilerini Laique, hatta 'hür düşünceli' diye ilan etmelerine rağmen,
üzerlerinde mutlaka din tesirleri bulunduğunda inat etmenin hiçbir ilmî değeri yoktur.
4 Dinlerin bazen, siyaset adamları veya Makyavelciler elinde âlet olarak kullanıl
dığı olmuştur. Bunun için din adına yapılan kıtalleri (öldürmeler), zulümleri, müsama
hasızlıkları, inquisitionlan saymak yeter. Fakat bu hal geçicidir. Dünya yüzünde hileci
ve zalim insanlar bulundukça, her ideali, her kanaati, ellerinde oyuncak olarak kullan
maları mümk ü n d ü r . "
9 1
Ülken'e göre dinlerin "afyon" kelimesiyle tanımlanmasının yanlışlığı, dindar insan
ların "inançları uğrunda hayatlarını feda ettikleri, en büyük kahramanlıklar ve cür'etler
gösterdikleri en yüksek ahlâkî hareketleri yaptıkları zamanlar düşünülecek o l u r s a "
9 2
açık olarak ortaya çıkar. Bu nedenle tarihî materyalizmin dinler hakkında yaptığı tahli
lin gerçekle hiçbir ilgisi yoktur.
Düşünürümüze göre, tarihî materyalistlerin dinin kaynağının burjuvazi, dinsizliğin
kaynağının ise proleterya olduğu iddiası da yanlıştır. Çünkü burjuvazi arasında laiqu, din
siz, hür düşünceli insanlar olduğu gibi, proleterya arasında da birçok dindar insanlar bulun
maktadır. Bunun gibi P. Laforgue (1842 - 191 l ) ' ı n, büyük beşerî dinlerin kapitalizm mah
sulü olduğu iddiası da yanlıştır. Büyük dinlerden İslâmiyette, sermaye birikiminin hiç yeri
yoktur. Bu bakımdan İslamiyeti, sosyalizm olarak nitelendiren materyalistler dahi vardır.
93
8 5
Hilmi Ziya Ülken, Ahlâk, 1st. 1946, s. IV.
8 6
Hilmi Ziya Ülken, Felsefeye Giriş, cilt H, Ankara 1958, s. 274.
8 7
A.g.e., s. 275.
8 8
A.g.e., s. 276.
8 9
Hilmi Ziya Ülken, İslâm Düşüncesine Giriş /, İst. 1954, s. 69.
9 0
Hilmi Ziya Ülken, Tarihî Maddeciliğe Reddiye, 1st. 1981 s. 63, 64.
9 1
A.g.e., s. 69.
9 2
A.g.e., s. 70.
9 3
A.g.e., s. 71-73.
Marksistlerin, "din insan ruhunu fakirleştirir," gibi sözlerinin psikolojik bir anlama
sahip olmadığını iddia eden düşünür şu ifadeleri kullanıyor: "İnsan cemiyetlerinin yarat
tığı birçok büyük eserler ve birçok manevî değerler dinlerin içerisinden doğmuştur. (....)
Dinî hayat insanların bütün kollektif ruhî hayatını, üstün manevî değerlerini beslemek
tedir. (....) Dinin kuvvetli devirlerinde, kültürünün zayıf olduğu söylenebilir mi? böyîe
bir iddia medeniyetlerin gelişmesinden haberdar olmamaktır. San'at, hukuk, ahlâk bir
çok medeniyetlerde dinle birlikte gelişmemi midir? İlim zihniyeti daima dinin düşma
nı mıdır?"
94
Ülken'e göre gerçek ilmî zihniyet insanı dine götürür. İlim geliştikçe insan oğlu ac
zini daha iyi anlıyor. "Eskiden bilgimizin sınırını tecrübemizin kifayetsizliğine, bilme
vasıtalarımızın zayıflığına bağlıyorduk. Tecrübelerimiz arttıkça, araştırma vasıtalarımız
mükemmelleştikçe bugün bilinmeyen şeyler yarın bilinecektir diyorduk. Vakıa ilmin sü
rekli ilerlemesi de bu cesaretimizi artırıyordu. Hele son 3 5 ^ 0 yıl içinde keşiflerin hızlı
artışı bu eski kanaati bir bakımdan sağlamlaştırmıştır denilebilir. Fakat bu sağlamlaşma
yalnız görünüştedir. Çünkü ilmimizin genişlemesi varlıklar arasındaki uçurumları dol
durmuyor; mekanik alandaki bilgimizi kendi istikametinde derinleştiriyor, yani prensip
leri bilinen şeylerden bugün pratik neticeleri çıkarma imkanını temin ediyor. Ne madde
den hayat, ne hayattan şuur, ne şuurdan cemiyet veya ruh yapmağa muktediriz, ne de bu
varlık uçurumlarını nazarî olarak olsun, dolduracak açıklamaları yapmağa. Tam tersine,
bu ihtisaslar karşısında aczimizi daha iyi anlıyoruz. Fizik alanında araştırma vasıtaları
mız, tetkik aletlerimiz mükemmelleştikçe, daha gayr-i muayyen bir hâl aldığını Heisem
berg göstermiştir. Aynı gizemliliğin biyolojide de mevcut olduğunu görüyoruz. (....) Ha
sılı bilgimizin sınırları vasıtalarımızın eksikliğinden değil, olayların mahiyeti icabı bize
mukavemet etmesindedir. Bundan dolayı da genetik muayyen sınırlar içinde işleyen bir
teknik olarak kalmaya mahkumdur, ve asla insanı bütün olarak açıklayamaz,
95
Bu şekilde ilmin aciz kaldığı noktaların varlığı, insanı, imanı ve dini kabule kendi
liğinden zorlar. "Dini, muvazenesiz insanın benlik şuuru" saymanın ilimle hiçbir ilgisi
olmayan, sübjektif bir peşin hüküm olduğunu belirten Ülken'e göre "ïnquistion veya
müsamahasızlık devrinde bazı din adamlarının gösterdiği fanatizmi, bütün dinî hayata
yaymak aynı derecede fanatizmdir.
96
İslâmlıkta Peygamberin, ilk halifelerin hayatlarındaki tevazu, içtimaî adaleti ne de
recede tatbik ettiklerini göstermektedir. Bu ideal adalet sonraki halifelerin hayatında de
vam etmediyse sebebini İslâmlıkta değil, imparatorluk kuran ve İran'a halef olan Arap
ların içtimaî hayatlarında aramalıdır."
97
Düşünürümüze göre 9 - 15inci yüzyıllar arasında elde ettiği üstünlüğü her tarafta
kaybetmeye başlayan İslâm alemine karşı, batı dünyasına zafer temin eden hadiseler üç
hamle ile gerçekleşmiştir:
9 4
A.g.e., s. 75.
5
Hilmi Ziya Ü
5
Hilmi Ziya Ü
7
A.g.e., s. 89.
28
9 4
A.g.e., s. 75.
9 5
Hilmi Ziya Ülken, Felsefeye Giriş, cilt II, Ank. 1958, s. 94 - 95.
9 6
Hilmi Ziya Ülken, Tarihî Maddeciliğe Reddiye, İst. 1981, s. 77.
9 7
A g e s 89
1-Haçlı seferleri,
2-Misyonerlik,
3-Emperyalizm.
Bu üç hamle ilişkisini Ülken şöyle açıklıyor: "Birincisi başarısız kalmı ve yerini
ötekilere bıraktıktan beri, misyonerlik manevî, emperyalizm maddî sahada onun yarım
teşebbüsünü fiile çıkarmışlardır. Bu iki cereyanın ilmî sahada faydalandıkları bir yar
dımcı daha vardır ki o da orientalisme (şarkıyatçılık)'tır. Nadiren hasbî ilim araştırması
şeklini alan bu bilgi sahası çok defa misyonerlere ve emperyalistlere fikrî malzeme ver
miş, şarka daha kolay nüfuz veya idare çarelerini göstermiştir.
98
(...)
İncil ve Tevrat'ın Yakın ve Orta Doğu dillerine tercümesi, İslâm'a karşı Hıristiyan
lığın açtığı manevî haçlı seferleri faaliyetinin zamanımıza kadar uzanan en mühim saf
halarım teşkil eder. Misyonerlerin yetiştirilmesi şark dillerini kurmak suretiyle başlamış,
sonradan mukaddes kitap tercümelerini yaymak suretiyle g eni ş l emi ş t i r ."
Ülken'e göre misyonerlik faaliyetleri 13üncü asırda, Dominicain'1er ve Fransisca
in'ler tarikatları ile başlamıştır. Bu Hıristiyan tarikatlerin amacı, Hıristiyan olmayan ka
vimleri, bilhassa Müslümanları Hıristiyanlaştırmaktır.
1 00
Bu ilk teşebbüslerden sonra
misyonerliğe daha esaslı bir şekil veren Raymond Lulle (1235 - 1315) olmuştur. (...) 25
yaşında Majorque kralının sénéchal (hâkim)'i olan Raymond Lulle, "bundan sonra bü
tün ömrünü Hıristiyanlığı yaymak için İslâm dünyasında tetkiklerle geçirdi. (...) Belegat
te Ku r ' a n 'ı aşmak ve Müslümanlara, Ku r ' a n ' ın bir insan eseri olduğunu isbat etmek
maksadıyla. Allah'ın yüz adi (Cent noms de Di e u /m yazdı. Fakat bu kitap M.A. Pala
cios'nun gösterdiği gibi Muhyiddin b. al - Arabî'nin Esma'-al-husna adlı bir risalenin
adaptation'undan başka bir şey d e ğ i l d i " .
1 0 1
Düşünürümüze göre R.Lulle, manevî haçlı seferlerini başlatabilmek için 1294'de
Papa V. Celestin (1215 - 1296)'e, 1296'da Papa VIII. Boniface (1235 - 1303)'a ve
131 l ' de de V. Clement (? - 1314)'in başkanlığında toplanan Viyana konsiline başvur
m u ş t u r .
1 0 2
Henry Martyn (1871 - 1812), Pfander, Bruce (1730 - 1794), Samuel Marinus Zwe
mer (1867 - 1952) gibi misyonerlerin yazdıkları saldın ve polemik kitapları "dinler ara
sında husumeti artırmak ve zaten fanatik olan halkın İslâm aleyhinde yanlı fikirlerle
beslenerek, fanatizmi büsbütün artırmaktan başka hiçbir faydası o lmamı ş t ı r " .
1 0 3
9 8
Hilmi Ziya Ülken, islâm Düşüncesine Giriş I I
s t
1954, s. 128 - 129.
9 9
A . g . e . , s. 157.
1 0 0
A . g . e . , s. 151.
1 0 1
A.g.e., s. 152.
1 0 2
A . g . e . ,
S
.1 5 3 .
1 0 3
A.g.e., s. 160.

Ziyaret -> Toplam : 125,35 M - Bugn : 116607

ulkucudunya@ulkucudunya.com