« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

30 May

2011

HİLMİ ZİYA ÜLKEN

01 Ocak 1970

Ailesi
Hilmi Ziya Ülken 3 Ekim 1901’de İstanbul’da doğdu. Babası eczacı ve dişçi mektebi uzvi kimya öğretim üyelerinden Alanyalı Mehmet Ziya Bey, annesi Muşfika Hanım’dır. Büyükbabası Abdürrahman Hilmi Efendi, Sultan Aziz zamanında gümrük idaresi müdürlerinden iken, şair Kazım Paşa ile birlikte Sadrazam Ali Paşa’yı hicv etmeleri sebebiyle Yanya’ya sürülmüşlerdir. Annesinin büyükbabası Kerim Hazret ise, Sultan Mecit zamanında 1856 Kırım savaşı dolayısiyle çocuklarının Rus Çarlığı tarafından Osmanlı Türklerine karşı askere alınmaması için Kırım’dan Türkiye’ye göç etmiş ve büyük oğlu Salih Efendi ile birlikte İstanbul’da kürk ticareti yapmıştır. Ortanca oğlu (prof. Kerim Erim’in büyükbabası) Abdürrahman ise paşalığa kadar yükselmiştir. Hilmi Ziya Ülken’in annesi Müşfika hanımın babası ise Salih Efendi’dir.

H. Z. Ülken 1924’de Nişantaşı Kız Lisesi biyoloji öğretmenlerinden Hatice Hanım ile evlendi. 1928’de bir kızları oldu.

Öğrenimi ve Görevleri
Hilmi Ziya Ülken, ilk öğrenimini özel tefeyyüz mektebi’nde, orta ve lise öğrenimini de İstanbul Sultaniyesi’nde tamamladı. 7 Haziran 1921’de Mülkiye Mektebi’nden pekiyi derece ile mezun oldu. Eylül 1921’de açılan müsabaka sınavını kazanarak İstanbul Edebiyat Fakültesi Beşeri Coğrafya kürsüsü asistanlığına tayin edildi. Bu fakültenin kütüphane memuru olan Ragıp Hulisi (Özden), o sırada Avrupa’ya gönderildiği için bir sürede kütüphane memur vekilliği ile görevlendirildi.

Bu arada 1922’den 1924’e kadar Edebiyat Fakültesi Felsefe şubesine devam ederek felsefe tarihi,ahlak sosyoloji derslerinden imtihan verip sertifika aldı. Şubat 1924’de Bursa Lisesi Coğrafya, Eylül 1924’de Ankara Lisesi felsefe ve sosyoloji öğretmenliğine ve ek görev olarak Ankara Erkek Öğretmen Okulu tarih coğrafya hocalığına terfian nakledildi. 1925’de Ankara Lisesi felsefe ve sosyoloji hocalığını ek görev olarak üzerine alarak Maarif vekaleti İstatistik Müdürlüğü’ne, 1926’da da yine esas görevine ek olarak aynı vekaletin sicil (özlük) şubesi müdür vekilliğine ve yeni kurulan Talim ve Terbiye Dairesi Tercüme Bürosu azalığına getirildi. Bu görevden kendi isteği ile Eylül 1926’da İstanbul Lisesi felsefe ve Çapa Kız Öğretmen okulu psikoloji ve tarih dersleri öğretmenliğine nakledildi. Mayıs 1928’de yedek subay öğrencisi olarak askere alındı. Fiili askerlik hizmetini Edremit’te yaptı. Bu fasıladan yararlanarak kitle psikolojisi araştırmaları için halkla temasını ve yoğun çalışmasını sürdürdü.
İlerde yayınlayacağı bir çok kitaplarını orada hazırlamaya başladı. Mayıs 1929’da yedek teğmen rütbesi ile terhis edildi.

Eylül 1929’da tekrar İstanbul Lisesi felsefe ve Çapa Kız Öğretmen okulu psikoloji, 1939’dan 1933’e kadar Galatasaray ve Kabataş Liseleri sosyoloji ve felsefe, 1927’de başladığı Özel İstiklal ve 1929’da başladığı Işık Lisesi, Şişli Terakki Lisesi ilk defa 1932’den 1933’e kadar 2. defa 1940’dan 1943’e kadar Özel Hayriye Lisesi felsefe hocalıklarını da deruhte etti. 1932 ve 1933 yıllarında yayınladığı “Umumi İçtimaiyat” ve “Türk Tefekkürü” Tarihi” kitabı Gazi Mustafa Kemal Paşa tarafından beğenildiği için Maarif Vekaleti Hesabına tetkikler yapmak üzere Almanya’ya gönderildi. Burada bir yıla yakın kaldıktan sonra İstanbul’a döndü. Edebiyat fakültesi Türk Tefekkürü tarihi doçentliğine ve 1936’da ek olarak İçtimai Doktrinler Tarihi Öğretim üyeliğine atandı. 1940’da o zaman İstanbul Üniversitesi’nde bulunan Prof. Ernest von Aster’in teklifi üzerine felsefe profesörlüğüne seçildi. 1941’de de profesörlüğü tasdik edildi. 1942’de eski derslerine ilaveten Sosyoloji Kürsüsü profesörlüğünü de deruhte etti. 1944’te Teknik Üniversite Mimarlık Bölümü Sanat Tarihi profesörlüğünü de ek görev olarak kabul etti. Bu vazifesi 1948’de sona erdi. 1945-1949 arasında sosyoloji derslerinin yanında “Değerler Nazariyesi” ve buna giriş olarak “Bilgi Nazariyesi” derslerini de verdi. Ayrıca von Aster’in kürsüsüne bağlı olmak üzere Mantık Tarihi okuttu.

Üniversitelerin özerklik kazanması üzerine, yeniden düzenlenen ders programlarında kendisine Ahlak Umumi Felsefe kürsüsü ayrıldı. 1951-1955 yılları arasında ise yalnız sosyoloji okuttu. 1954’de İstanbul Edebiyat Fakültesindeki sosyoloji derslerine ek olarak Ankara İlahiyat Fakültesi’nde felsefe profesörlüğü de yapmaya başladı. 1957’de İstanbul Edebiyat Fakültesi ordinaryüs profesörlüğüne yükseltildi.

Milli Birlik Komitesi’nin çıkardığı 27 Ekim 1960 gün ve 114 sayılı Basım ve Kamuoyunca 147’ler adı ile anılan kanuna Hilmi Ziya da dahil edilmiştir. Ancak özel bir madde ile İstanbul Üniversitesi’ndeki sosyoloji dersi üzerinden alınarak sadece Ankara İlahiyat Fakültesi’ndeki felsefe dersi uhdesinde bırakılmıştır.

1962’de bu kanunun yürürlükten kaldırılması üzerine İstanbul’daki görevine dönmeyi kabul etmedi. Yalnız İlahiyat Fakültesi Ordinaryüs Profesörlüğüne devam etti. Bu arada 1959’da ve 1962 yıllarında olmak üzere iki kez İlahiyat Fakültesi Dekanlığına seçildi. Fakat her ikisinde de altışar ay kaldıktan sonra istifa edip ayrıldı. Bu çalışmanın yapıldığı sırada (1969) Ankara İlahiyat Fakültesi Felsefe Ord. Prof’lüğü ve 1959’da seçildiği Ankara Üniversitesi Senatosu üyeliği görevlerini yapmaktadır.

Yayın ve Mesleki Dernek Faaliyetleri
1922’de halasının oğlu Agah Mazlum ile birlikte “Mikrop”, yine bir kısmı mülkiyeci olan arkadaşları ile birlikte “Anadolu” adındaki dergileri çıkardı. 1927’de Servet Berkin ile birlikte İstanbul’da “Felsefe ve İçtimaiyat Cemiyeti’ni” kurdu. 1938’de Nurullah Ataç, Sabahattin Eyüboğlu ve Celaleddin Ezine ile birlikte “İnsan” dergisini çıkarmaya başladı. Bu dergi 1943’e kadar yayın alanında kaldı. 1943’de İstanbul Edebiyat fakültesi İdaresinin yardımı ile yılda bir defa kaynak kitab halinde yayınlanan Sosyoloji Dergisi’ni çıkarmaya başladı.

Uluslararası Bilimsel Faaliyetleri
1937’de Milletlerarası 10. Felsefe Kongresi’nde, 1936’da Bükreş’te toplanan 14. Milletlerarası Sosyoloji Kongresi’ne katıldı. 1984’de Amsterdam’da toplanan 11. Milletlerarası Felsefe Kongresi’ne katıldı. 1950’de, “International de Sociologie” nin Romada toplanan 14. kongresinde sözü geçen enstitünün genel sekreterliğine seçildi. 1951’de Unesco tarafından Yeni Delhi’de tertip edilen “Doğuda ve Geri Kalmış Memleketlerde Eğitim ve Hümanizm” konulu symposium’a çağrıldı ve tartışmalara katıldı. 1952’de Milletlerarası Sosyoloji Enstitüsü’nün 15. Kongresinin İstanbul’da toplanmasını sağladı. Bu kongreye tebliğ ile katıldı. 1953’de Milletlerarası Sosyoloji Cemiyeti’nin Liege’deki kongresinde Yönetim Kurulu üyeliğine seçildi.

1954’de Şam’da toplanan “Ortadoğu Memleketlerinde Sosyoloji Öğretimi” adlı konferansta Türk delegesi olarak, 1959’da Zagrep’te, toplanan “Akdeniz Milletlerinde Orta Sınıflar” konulu konferansa iştirak etti. 1958’de Paris Sevres Saray’ında toplanan “Avrupa Memleketleri Pedagoji Konferansı”na katıldı. Ve Kongre umumi heyetince üç başkan yardımcılığından birine üç sene süre ile seçildi. 1957’de Milletlerarası Sosyoloji Enstitüsü’nün Beyrut’taki kongresine, 1959’da Avrupa Memleketleri Pedagoji Cemiyeti’nin Milano’daki 4. kongresi’ne, 1960’da Milletlerarası Sosyoloji Enstitüsü’nün Meksika’daki kongresine katıldı.
Hilmi Ziya Ülken Fransızca, Almanca ve Arapça bilmektedir.

Kişiliğinin Sanatkar Yönü
Ülken yoğun fikir çalışmalarından ayrı olarak güzel sanatların roman, şiir ve resim türleri ile de yakından ilgilenmiştir. Şiirlerinden bir kısmı muhtelif zamanlarda “Mihrap”, Şadırvan”, “Anadolu” dergilerinde yayınlandı. Yağlı boya resimlerinden meydana gelen bir sergisi de 1944’de Eminönü Halkevi’nde teşhir olunmuştur.



Oldukça yoğun akademik çalışmaları yanında Hilmi Ziya Ülken, çeviri yapmaya, piyano çalmaya, şiir ve roman yazmaya, resim, minyatür ve hat sanatlarıyla uğraşmaya da vakit bulabilmiştir. Cumhuriyet döneminin, düşün yaşamına önemli katkılarda bulunmuş ve Atatürk ilkelerinden, özel¬likle laiklik ilkesinden, ödün vermemeye özen göstermiştir. Verdiği sava¬şımlar ve uğradığı eleştirilerle, ödüllendirildiği kadar acı da çeken Hil¬mi Ziya Ülken Türk aydınlarının çoğunun ortak yazgısını paylaşmaktadır.[1]

ÜLKEN’İN ÖĞRETİSİNİN ANALİZ VE SENTEZİ

Hilmi Ziya Ülken’in eserlerinde öne sürdüğü başlıca fikirlerin tüm olarak değerlendirilmesi sonucunda önemli bazı ip uçları bulunabilir. O’na göre, sosyoloji ile felsefe birlikte, beraber, aynı paralelde yürümelidir. Sosyolojinin ancak felsefe temeline dayanılarak kurulabileceğini kabul eder.

1931’de “Umumi İçtimaiyat’ı yazar. Burada Boutroux’un tabakalı varlık felsefesine dayanır. Plüralist felsefe başlangıç noktası olur. Ona göre bütün realiteler ayrı ayrıdır. Her biri diğerinden bağımsızdır. Bunların açıklamaları da ayrı ayrı olacaktır. Boutroux ile Spinoza bu meselede gerekli olan hareket noktaları olabilir.

H. Ziya Ülken devamlı olarak zıtlıkları uzlaştırmaya bir çıkar yol bulmaya çalışıyor. 1940’da “Bilgi ve Değer”i yazar. Bu eser sonrakiler için temel oluşturur. 1943’ten sonra sosyoloji için mutlaka felsefenin şart olduğu kanısına varır. 1930-1945 arasında kıymet nazariyesini değiştirerek, iki akımın etkisi altında kalır: MARX ve DURKHEIM.
Bunların arasında ortak bir yol arar. Yeni bir metod kurmayı dener. Bunlardan herhangi birine bağlanmanın insanı çıkmaza götüreceği fikrine ulaşır. Bu fikirler “Telifçiliğin Tenakuzları” adlı eserinin ana kaynağıdır.

Ona göre Aristo’dan Durkheim’a kadar düşünürlerin hepsinin bir çıkmazda olmalarının nedeni realiteyi bir yerde tekelleştirmeleridir.

1940-1945 arası aynı konuyu yeniden düşünmeye başlar. Bu dönemde edebiyatla da uğraşır. “İnsan” dergisini çıkarır, “Şeytanla Konuşmalar”ı yazar. “Rüzgar Gibi Geçti” romanını dilimize çevirir. Bu arada felsefesine de temel arar. Çünkü bu temel bulunmadan sosyoloji kurulamayacaktır.

1940-1945 arası tekrar felsefeyle uğraştığını görüyoruz. Verdiği ders notları neşredilmez. Ama 1949’da çıkan 4-5 sayılı sosyoloji dergilerinde bunların toplu bir özeti vardır.

1957’de “Sosyoloji Problemleri” adlı kitabı çıkmıştır. Bu eserinde Durkheim ve Edmond Demolins çatışması açıklanmıştır.

H. Z. Ülken’in yetiştiği dönem Prens Sabahattin, Ziya Gökalp sonrasıdır. Bunlara bağlı kalır ve etkilenir. Aralarında çekişme olduğu görür ve uzlaştırmaya çalışır. Prens Sabahattin’in prensiplerini değiştirmeye çalışmış “Sosyolojiye Giriş” te bunu Le Play’in sosyolojik görüşü içinde ele almıştır. Le Play’e göre toplumsal hayat bir baskıdır. Objektif bir vakıadır. Her vakıa, oynadığı role göre, sosyal olabilir.

Durkheim için içtimaiyat psikolojiye icra edilemez. Başlı başına bir varlıktır. Ülken’e göre her vakıa birbirine bağlılığı bakımından sonucunda içtimai bir vakıadır.

Yıldızlar astronomik bir olaydır. Fakat kutup yıldızı ile yolumuzu bulmak içtimai vakıadır. Büyük adam cemiyetin aynası olmak sıfatıyla sosyaldir. Psikoloji ile biyoloji sosyal hayattan ayrılmışlardır. Ama muayyen bir yerde sosyolojiktirler. Örneğin, veba salgını büyük halk kitlelerini etkilediği zaman sosyal bir olaydır.

Hilmi Ziya Ülken yaşadığı dönem itibariyle belli şartlar çerçevesinde sosyal bilimlerle uğraşmıştır. Hilmi Ziya Ülken’in tüm çalışmaları dikkatli olarak okunduğu takdirde yazıldığı dönemlerin kimi özelliklerinin eserlerine önemli ölçüde yansıdığı görülür. Temel siyasal değişiklikler Hilmi Ziya’nın çalışmalarında önemli farklılıklara yol açmıştır. Hilmi Ziya’nın düşüncelerindeki değişikliklerin çok bariz bir vasıf taşıması ve neredeyse göze sokulacak ölçüde belirgin niteliği, çalışmalarının özelliklerinden kaynaklanır. Hilmi Ziya Ülken bilimin soyut genellemelerine olağanüstü yakındır ve sadece sosyal bilimlerdeki değil, doğa bilimlerindeki gelişmelere karşı da çok duyarlıdır. Sorunlara çok kapsamlı bakması düşüncelerindeki değişikliklerin daha kolay yakalanmasını sağlamaktadır. Eğer Hilmi Ziya, örneğin Yirminci Asır Filozofları’nda o zamana kadarki düşünce serüvenini kendisi belirtmemiş olsaydı, Hilmi Ziya hakkındaki nitelemeler çok daha farklı olurdu. Gerçi Hilmi Ziya’nın düşünce serüvenini yazması da durumu pek etkilememiştir.

Hilmi Ziya, yazdıklarının niteliği ve düzeyi konusunda tartışma yapılsa da, bu husus az çok kesinlik kazanmamış olsa da, sürekli olarak bir sistem dahilinde düşünmeye çalışmış ve düşünce sistemi konusunda duyarlı olmuştur. Onun ölçüsünde sistemli düşünmeye, daha doğrusu bir sistem dahilinde düşünmeye çalışan bilim adamı sayısı yok denecek kadar azdır. Eğer Hilmi Ziya ampirik sosyoloji çalışmalarıyla yetinseydi, yazmaya başladığı dönemde ölümüne değin istikrarlı bir düşün yaşamı sürdürdüğü nitelemesinin yardımıyla yazdıkları yaygın ve yoğun bir etki odağı haline dönüşebilirdi.

Hilmi Ziya’nın kişiliğine yönelik eleştiriler de abartılı bir değerlendirmenin sonucudur. Sosyal ve özellikle siyasal değişiklikler Hilmi Ziya’nın düşüncelerinin değişmesine yol açmıştır. Ama Hilmi Ziya, o nefis hiciv kitabı, Şeytanla Konuşmalar’daki adlandırmasıyla hiçbir zaman “hacıyatmaz” ve “topaç” olmamıştır. O her dönem, niteliği, sınırları oldukça değişse de, muhalif kimliğini sürekli olarak korumuş, bilimin önemli ölçüde “hasbi” bir tarafı olduğu inancını hiç değiştirmemiştir. Kendi düşünsel yönelimi konusunda olduğu gibi, şahsiyeti konusunda da sürekli bir hesaplaşma ve arayış içinde yaşamıştır. Hilmi Ziya bir anlamda Posta Yolu’nun Murat’ı, daha çok da Yarım Adam’ın Mehmet Demir Bey’idir. Marksizm’e yatkın olmadığı ilk dönemleri de dahil olmak üzere bir şekliyle “medeniyet intikalini” esas aldığı zaman kesitinde Batı ile Doğu arasındaki temel farklardan birini şahsiyet kavramında aramıştır. Kendisi bu bağlamda değerlendirildiği zaman da ister istemez bir “nakıs şahsiyet”, bir “yarım adam” ortaya çıkmaktadır. Orada daha net bir Hilmi Ziya portresiyle karşılaşılmaktadır: Bir sistem dahilinde düşünüp bilimin “hasbi” bir tarafı olduğunu sürekli vurgulayan bir “yarım adam”.

Hilmi Ziya Ülken özgün eserler yaratılması konusundaki arayışını son yıllarına kadar sürdürmüştür. Medeniyetin intikalinin mümkün olduğu düşüncesinden hiç vazgeçmemiştir. Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi yapıtında ise Türkiye’de özgün eserler üretilmediğini kabullenmiştir. Medeniyet intikalinin “tam adam”ı yaratacağına inanmıştır. Bu nedenle sorularının temelinde insan vardır. Muzaffer Şerif Başoğlu, Sabahattin Eyüboğlu ve Nurullah Ataç”la birlikte çıkardığı derginin adının İnsan olması tesadüfi değildir.İnsan dergisi de temelde Hilmi Ziya’nın damgasını taşımaktadır. Kendi damgasını taşıyan derginin 1938-1943 yılları arasındaki yayını dışında da düşüncelerinin temel “mihveri””insan” olmuştur. İnsanı da çoğu zaman yaşadığı sosyal muhitin şekillendirdiğini düşünmüştür. 1940’lı yılların ortalarından itibaren düşünceleri yeniden bariz bir şekilde değişirken “müteşebbis insan tipinin gelişmesine imkan verecek bir şahsiyetçi terbiyenin uyandırabileceği yarınki cemiyet”ten bahsetmiştir.
Düşüncesinin mihverinde her dönemde “insan” sorunu olan ve her sorunu bir felsefi problem olarak algılayan bir Hilmi Ziya portresi gerçeklikle çakışmaktadır.
Hilmi Ziya düşün hayatının çoğu döneminde dünyaya ve Türkiye’ye hep başka pencereden, ama geniş bir pencereden bakmıştır. Düşüncelerinde kimi istikrarlı noktalar olduğu gibi, değişen noktalar da fazladır. Hatta aynı sistem dahilinde düşündüğü dönemlerde bile düşünceleri bazı kısmi değişikliklere uğramıştır. Türk aydınlarının büyük çoğunluğu gibi, o da, temel düşünsel değişikliklerini bile belli ölçüde kamufle etmeye çalışmıştır. Değişik dönemlerde düşüncelerinin gerektirdiği çok farklı konularla ilgilenmiştir. Eski batı ve doğu kültüründen, romana, genel anlamda felsefeye, sosyoloji teorilerine, doğa bilimlerindeki gelişmelere ve hatta resim yapıp Resim ve Cemiyet yapıtını yazacak kadar sanatın her alanına yönelik yoğun bir ilgisi vardır. Farklı dönemlerde farklı konulara öncelik vermesine karşın müktesabatının genişliği ciddiye alınmasına yol açmıştır. Bilim adamlarının, genelde aydınların toplumu bilgilendirme tercihinin başat eğilim olduğu bir dönemde işlevinin derinliğinin önemsenmesi gerekmektedir. Diğer bilim adamlarının ve aydınların bilgilendirmenin daha dar alanlarında uğraş verdikleri bir dönemde o çok daha yaygın bir etki alanına kavuşmuş, bu arada dönemin çoğu bilim adamını da etkilemiştir. Bu etki kimi kişiler için sığ, kimi kişiler için de derin bir etki olmuştur. DTCF’deki dört hoca içinde de, en çok Muzaffer Şerif Başoğlu ve Behice Boran’ı etkilemiştir. Yazdıkları bir yanıyla Muzaffer Şerif ve Behice Boran’ın düşünsel yaklaşımları ile yakınlaşmış, zaman zaman da çakışmıştır.

Hilmi Ziya’daki bütünsel bakış açısı, onu, kafasında sorunlar oluşmasına ve bu sorunları çözümlemeye yönelmiştir. Sorunlara getirdikleri çözum ötesinde konuya çözümlenecek sorun olarak, problem olarak bakış biçimi Behice Boran ve Muzaffer Şerif ile ortak noktalarını ortaya çıkarmaktadır. Kimi bazı somut durumlar sosyal konulara bakış biçiminin ötesinde çözümlerde de benzeri bir eğilim içinde oldukların göstermektedir. Tabiiki bu saptama 1938-1943 dönemine ilişkindir. Sonraki dönemde konumlar önemli ölçüde değişecektir.
Hilmi Ziya’nın kürsüsünün asistanı Hasan Tanrıkut İnsan dergisinde, hocasının özgün bir teori ürettiğini ve bunun “siantizm dialektik” deyimiyle nitelenmesi gerektiğini belirtmiştir: “Bugün Ziya Gökalpçiliğin karşısında asrın ilimci ve reel karakterinden kuvvet alarak bir (siantism dialektik) mektebi çıkıyor.

Bu mektep Avrupa’den kopya ve nakledilmiş değildir, tamamen orjinal bir şahsiyet damgası taşımak üzere Hilmi Ziya tarafından temsil ediliyor. Bunun ilk belirtilerini filozofun Mantık Tarihi adlı eserinin (Ek)’inde, illiyet meselesi ve diyalektikte görürüz...

‘İnsani Vatanperverlik’ tezi ve ‘Karşılıklı Tesir Nazariyesi’ filozofun içtimai felsefedeki orijinalliğini göstermektedir.

İstanbul Üniversitesi Profosörlerinden Hilmi Ziya Ülken, 1940’ların Türkiye’sinde en çok okuyan, en çok bilen, söylence insanı olarak tanımaktadır. Felsefi açıdan diyalektik yöntemi benimseyen, Türk düşünce tarihine büyük katkıları bulunan Ülken, hümanizm ve Batıcılığı öne çıkaran, sert ideolojilere taviz vermeyen, geniş açılımları bulunan “İnsani Vatanperverlik” anlayışı ile sol çevrelerin dikkatini çeken, gençleri yakından etkileyen dinamik bir bilim adamıdır.

Ülken, bu dönemde, görüşlerini kendi kitapları ve çıkardığı “İnsan” dergisiyle yaymakla kalmamakta; Fındıkoğlu’nun “İş Mecmuası”ndan, Behice Boran’ın sahibi ve yazı işleri müdürü olduğu “Adımlar”, “İstanbul”, “Ülkü”, “Bilgi” ve “Sosyoloji Dergisi”ne kadar pek çok dergiden yararlanmış; çalışmalarını büyük bir rahatlıkla yayınlamıştır.

Ankara ekolüne yönelik suçlamalar, direkt ve dolaylı yollardan denetlemeler, H. Ziya’nın fikirlerini yeniden gözden geçirmesine, giderek sağa kaymasına ve tali konulara yönelmesine yol açacaktır. Buna karşın Hasan Tanrıkut hocasındaki bu değişimleri kabul etmeyecek, O’nu eleştirecek ve kendisi de giderek sola kayacaktır.
Tanrıkut’a göre Hilmi Ziya, “Aşk Ahlakı”nı, bütün insani-ahlaki değerlerin iflas ettiği 20. yüzyılda yazarak, dünden çok farklı olması doğal bulunan “Yeni İnsanlık”ın ahlaki yarınını müjdelemiştir. Hilmi Ziya’nın bu teşebbüsü aynı zamanda kendi dönemini ne kadar kuvvetli bir şekilde kavradığının da göstergesidir.

Tanrıkut, haklı olarak, Hilmi Ziya’nın “Aşk Ahlakı”nı mistisizmden tecrit etmek için son derece çaba gösterdiğini yazmaktadır. Tanrıkut, bunun mümkün olmayacağını, yani materyalist bir aşk ahlakından bahsedilemeyeceğini ve aşk ahlakının daima bir mistirizmden ihtiya edeceğini söyleyerek kendisinin de mistirizmden yana olduğunu göstermektedir. Tanrıkut, “Aşk Ahlakı”ndaki felsefi görüşlerin Pantheizme hayli yakıştığı fikrindedir. Yazara göre, “haz veren şeylerden zevk alınız fakat onlara ram olmayınız”anlayışına dayalı Panthcistlerin ahlakı, dini ahlaktan bambaşka bir şeydir ve Hilmi Ziya’nın Pannatürist “aşk ahlakı” ile de bir çok noktalarda benzeşmektedir. Milliliğin ahlak için bir realite olduğunu belirten Tanrıkut, ahlakın insan sevgisinden ve insanlık idealinden de bahsettiğini ve bu ahlakı taşıyan insanın “benim ırkım bütün ırklardan üstündür” hezeyanına katılamayacağını yazmaktadır. Ahlaktaki bu milli ve insani birlikteliği “İnsani Vatanperverlik” adlı eseri ile ilk defa Hilmi Ziya’nın gösterdiğini belirten yazar, buna bakarak Ülken’in ahlak anlayışının sadece kozmopolit ya da vatanperverliğe dayandırılamayacağını söylemektedir. Ülken, insaniyetçilikle vatanseverliğin tam ve mükemmel bir telifçiliğini yaparak, felsefe tarihinde çok önemli bir ihtiyaca cevap vermiştir. bu telifçilikle, insaniyetçi misin vatanperver misin sorusu karşısındaki tenakuz kalkarak “insani vatanperverim”e dönüşmüştür. Tanrıkut’a göre, bu telifçilik vatan sorunları ile insani sorunlara eğilenlerin mükemmel bir telifçiliğidir. Bu telifçilik şahsiyetsizliği ve milliyetçiliğin kör taassubunu ortadan kaldırmış, vatanperverlik ve insanilik gibi tek taraflılığa ilişkin sorunları gidermiştir.

Tanrıkut, Ziya Gökalp ile Hilmi Ziya Ülken’i karşılaştırarak şöyle demektedir: “Hilmi Ziya iledir ki modern tefekkür tarihimizin ilk büyük ve orijinal şahsiyetini idrak ediyor. Ondan evvel Ziya Gökalp var. Şüphesiz Ziya Gökalp bizde - son devir içinde - filozofa en çok yakınlaşmış olan ilk şahsiyettir... (Gökalp) Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak’ın gayesi olarak gözüken “İçtimai bir meseleyi hal” gayesinden daha mühim bir netice çıkmış ve tefekkür tarihimizde ilk defa olarak sistemli düşünceyi idrak etmiştir. Ziya Gökalp ile ezberciliğe dayalı bir kültür aleminden sistematik düşünceye dayalı hakiki garb alemine giriyoruz. Hilmi Ziya da “felsefeye gayri ilmi bir yol ile girmişti” fakat, sonra, “Telifçiliğin Tenakuzları” ile yanlışını anlayarak olumlu yolu buldu.

Ülken’in materyalizmi esas aldığını belirten Tanrıkut, bir bilimsel ölçü olarak alınan ve olumlu fikirler için gerekli sayılan materyalizmin Ülken’in en orijinal eserleri sayılan “Aşk Ahlakı” ile “İnsani Vatanperverlik” i yıktığını söyler, Tanrıkut’a göre, Ülken, “İnsan olarak değil fakat ilme istinat etmek isteyen bir filozof olarak materyalisttir.

Bilimde ya spritüalist ya da materyalist olmak gerektiğini belirten Tanrıkut, bunları telif etmeye çalışmanın insanı tenakuza düşüreceğini belirterek bundan dolayı Ülken’in materyalizmi bilimsel bir metod olarak benimsediğini ve kendisine aklı rehber aldığını yazmaktadır. Yoksa, Ülken her şeyden önce bir ruh adamıdır.

Tanrıkut, bakınız kendisi ile hocasını nasıl karşılaştırmaktadır: “Çok kere derler ki bir müellif ancak kendi görüşlerine uygun düşen meşhurların hayatlarını yazabilir. Bu hükme hak veririm. Çünkü materyalizme taraftar olmamakla beraber hocamın ilmi yolu, müsbet düşünceyi kendisine metod yapmış olması, çok kuvvetli bir etik endişesi yaratması ve nihayet Türk Tefekkürü tarihine ve cihan felsefesine tamamı ile vakıf bulunması kendisini benimsememe kafi geliyor.

Tanrıkut, 1943 yılında yazdığı bir başka makalede de hocası Ülken’i Türkiye’de “Yeni Felsefe Mektebi”nin kurucusu olark selamlamaktadır. Kendisini de bu mektebin doğal bir üyesi sayan Tanrıkut, Ziya Gökalp mektebine kökten zıt düşen, Ziya Gökalpçiliğin karşısına yüzyılın bilimsel ve reel karakterinden güç alarak çıkan bu yeni mektebin Avrupa’dan kopya ve nakledilmediğini, tamamen orjinal bir şahsiyet taşıdığını belirtir. Yazara göre, bu yeni felsefe ve sosyoloji mektebinin kurucusu Hilmi Ziya Ülken, yayın organları da “İnsan”, “Yurt ve Dünya” ile “Yürüyüş” dergileridir. Türk toplumunun “bugünkü” sosyal sorunlarını açık açık ifade eden bu mektebin metod anlayışı da determinizm ve siantism diyalektiğidir. Hilmi Ziya’nın “Resim ve Cemiyet” adlı eseri de bu yeni fikir mektebine teorik bir temel sağlamaktadır.

Ziyaret -> Toplam : 125,35 M - Bugn : 111603

ulkucudunya@ulkucudunya.com