Haluk Nurbaki (1924 - 1997)
01 Ocak 1970
HAYATI.
Hayatını İslâmi mücadele yolunda geçiren Onkolog Doktor, fikir adamı Halûk Nurbaki, ölümünün 5. yıldönümünde bir defa daha anılıyor. 1924 Nevşehir doğumlu Nurbaki Hoca, ömrünün 50 yılını İslâmi eserler yazmakla geçirdi. Yazarlığa Büyük Doğu’da başlayan ve Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in yardımcılığını yapan Nurbaki Hoca, geride 25 eser bıraktı.
1961-65 döneminde Afyon Milletvekili olarak da görev yapan Haluk Nurbaki, yayın hayatına atıldığı günden beri Akit Gazetesi’nde haftalık yazılar yazdı. Hoca, son üç yılında İstanbul’da İslâm Büyükleri ve İslâm Anneleri konulu konferanslar verdi.
Peygamber Efendimiz (sav)’e hayatını adayan Nurbaki Hoca, Siyer kitaplarını yeterli görmüyordu. Hayatının gayesi, Peygamberimizi anlamaya ve anlatmaya yönelikti. Her karesinde O’ndan bir ışık, O’ndan bir iz taşıma gayretiydi. O’nun anılmadığı, O’ndan sahnelerin taşınmadığı hayatın hayat olmadığını anlatırdı.
ASR-I SAADETİ ANLATIRKEN DUYGULANIRDI
Asr-ı Saadeti anlatırken çok hislenirdi. Yaşayarak anlatır, anlattığı o atmosferi yaşatırdı adeta. Asr-ı Saadet; yaşanmış, rafa kaldırılmış değildir diyordu. “Cenâb-ı Hak o hayatı daima mü’min kullarına yaşatır” diyordu.
Asr-ı Saadet’in büyüklerini son iki yılda seri konferanslarla anlattı. Onları taklit etmemizi, onlarla irtibata geçmemizi isterdi. “Onlar birer mana galaksisidir, o galakside bir yıldız olamıyorsanız, hiç olmazsa onlardan bir fotoğraf taşımalısınız” diyordu.
Peygamber Efendimizi anlatırken, ruhlar âleminden başlardı. Fahr-i Kâinat Efendimiz’in ruhlar âlemindeki sırrını tanımadan, O’na yaklaşmanın mümkün olmayışını dile getirirdi. Tüm varlıklar, varlık sırlarını O’na (sav) borçluydu. Cenâb-ı Hakk ruhlar âleminde:
- Ben sizin Rabbiniz değil miyim? diye sual ettiğinde ruhlar, gönüller büyük bir panik yaşıyorlar. Bunun zorluğu, cevabın verilemeyişi, varlıkları bitiş noktasına doğru götürüyor adeta, bir gülün soluşu gibi büzüşmeye başlıyordu. İşte tam bu noktada Efendimiz (sav), kendini yokluğa atarak, “Evet ya Rabbi! Sen bizim Rabbimizsin” buyuruyor. Bu müthiş hadiseden sonra büzüşmeye başlayan çiçek açılmaya, harelenmeye başlıyor. Tüm varlıklar yokluk karanlıklarına üşüşüp yuvarlanmaktan kurtuluyor, varlığın hazzını tadıyorlar.
“Sen olmasaydın eflak (felekleri) yaratmazdım” hadisi kudsisinde beyan edildiği gibi, hayat borcu vardır insanlığın Efendimize. Efendimize karşı olanlara, hatta O’na saygıda, sevgide kusur edenlere çok kızardı.
İlk canlı konuşmasında, “Dua Sırrını” anlatmıştı. Yine Efendimiz (sav) konu ediliyordu. Bilindiği gibi bu sûre, Efendimizin üzüntülü olduğu bir devirden sonra inzal oluyor. O güzeller güzelinin üzüntüsü ise asırlar sonra gelecek olan ümmetiydi. Kürsüde konuşurken bir bilgeydi. Bir dahi, bir mânâ adamıydı. İndiğinde de yakınlarıyla şakalaşan, her konuyla ilgilenen bir insan. Ne kadar yoğun olursa olsun, hiçbir teklifi geri çevirmezdi. Bir başka söz verilmiş program yoksa mutlaka giderdi. Değil mi ki, Cenâb-ı Hakk böyle bir davetin vuku bulmasına izin vermişti. Nasıl reddedilebilir, geri çevrilebilirdi. İbadet şuuru içerisinde yazar, konuşur, gider, anlatırdı. O hizmet adamıydı. Yorulmak bilmiyordu.
KALPTEKİ İMZA
Büyükdoğu Dergisi’nde Dr. Haluk Nurbaki’nin yıllarca unutulmayan ve çok ses getiren şu yazısı yayınlandı:
“Zobota atlasını karıştırırken gördüğüm bir resim, damarlarımdaki kanı adeta dondurmuştu. Çünkü o resimdeki kalbin adeta tam kalbinde, has ismiyle Rabbimiz’in ismi yazıyordu. Hayal gördüğümü zannediyor ve resme değercesine yakından bakıyordum. Yazı sanki usta bir hattat elinden çıkmış ve son derece itinayla yazılmıştı.
Acaba yanılıyor muydum?
Hemen odamın duvarında asılı duran bakır tabak içindeki Allah (cc) lâfzına baktım ve resimdeki yazı ile karşılaştırdım. Evet, bu asla tesadüf olamazdı. Çünkü kalb üzerindeki Allah (cc) lâfzının ne bir harfi eksik, ne de bir noktası hatalıydı. Evet, yıllardır araştırdığım ve mutlaka atılmış olduğuna inandığım o muhteşem imzayı, batılılar tarafından hazırlanmış olan bir atlasta, son derece net bir şekilde bulmuştum.
İçimi kaplayan büyük bir sevinç kasırgasıyla kavruluyor ve:
- Ya Rabbim, beni affet diyordum. Bu imzan olmasaydı, Rabbimizin yine sen olduğundan şüphe etmeyecektim.
Atlası bir türlü elimden bırakamıyor ve aklımdan geçen sorulara cevap arıyordum. Bu imza, güç de olsa bir tesadüf olabilir miydi? Yani sadece bu resimde görülen kalbe ait olamaz mıydı? Aklıma takılan bu sorunun cevabını, rastlayacağım otopsiler gösterecekti. İnsan kalbini bizzat elime alarak inceleyecek ve o muhteşem imzayı gözlerimle görecektim. Nitekim rastladığım otopsilerde istisnasız olarak bütün kalplerin aynı kudret eli tarafından imzalandığını ve bu imzaların, birbirinin aynı olduğunu açıkça ortaya koyuyordu.
Evet, bu iddiamıza dudak büken bazı insanlar çıkacaktır. Ne çare ki, bu ilâhi imza, bütün insanlara has bir damgadır ve inkârcılarda da vardır. Üstelik imzanın atılmış olduğu yer son derece enteresan ve dikkatleri en fazla üzerine çeken yeridir. Çünkü kalb dokusu, adale liflerinin ağ gibi örtülmesinden meydana geldiği halde, imzanın bulunduğu kısım bütün kas dokularından arındırılmış durumdadır ve bu kısım, sanki o muhteşem imzanın netlik kazanması için bu şekilde yaratılmıştır.
Auricula denilen ve 2 organcıktan meydana gelen bu kısma ait bilgilerin hâlâ netliğe kavuşmaması da, bu harika bölgenin bir başka sırrıdır.
Acaba kalblerdeki özellik nedir ve bu ilâhi imza neden oraya atılmıştır?
İlim adamı Dr. Claude Bernard, yıllar önce “Kalb hakkında bilinen şeyler çok azdır. Halbuki onun en ince his ve idrak melekelerimizi muhafaza eden bünyesinde, son derece muhteşem ve girift bir mimari vardır” demiştir.
Kalbin bir kelebek kanadındaki nakışlar gibi ince ve esrarengiz olan yapısı, günümüzde kısmen aydınlık kazanmıştır.
BİYOLOJİK AÇIDAN
• Vücuttaki bütün organlar, beynin emrindedir. Ancak kalb, beyinle birçok geçiş irtibatına rağmen çalışma tarzının temelinde bağımsızdır ve kendi sinir dokusunun komutasındadır. Ağır kalb hastalıklarında bu bağımsız sistem, öyle akıl almaz bir otomatizma kazanır ki, her bir kalb hücresi birer kumandan gibi idareyi ele alır ve hayatın devam etmesi için olağanüstü bir gayretle çalışırlar.
• Çalışan her bir hücreden akan elektrik akımı öylesine net, yüksek ve sabittir ki, onu vücudun herhangi bir noktasında tetkik ederek, kalbin sağlığı hakkında fikir sahibi olabilirsiniz.
Buraya kadar anlattıklarımız, kalbin maddi yapısındaki büyük esrarın inceliklerini ortaya koymaktadır. Onun sevgi ve aşkla olan bağı ise, başlıbaşına bir muammadır. Sadece insanlarda olduğu sanılan ve üçüncü sinir sistemi şeklinde yapılan atıflar, kalbdeki esrarın hep başka türdeki ifadeleridir.
Kısacası kalb, her yönü ile muhteşemdir ve o ilâhi imzanın bu esrar definesi üzerine atılması, tesadüf değildir. Evet, sol auricula üzerine atılmış olan bu imza, Allah (cc) yazısını resmetmekte ve insana hayat veren bu organın hangi kudretten hayat bulduğunu göstermektedir. Kalb üzerindeki Allah (cc) lâfzı, onun normal şişkinliğinde son derece net okunur. Ve onun her atışında o ilâhi imza bir kere daha ortaya çıkar. Evet, kalb her atışında ‘Allah’ der ve Yaratıcısı’nın ismini bir derviş gibi tekrarlayarak kâinata ilan eder.
Hayatının her döneminde olduğu gibi son senesi de çok verimli geçti. Her hafta Üsküdar, Moral ve Arifan radyosunda programlar yaptı, Akit Gazetesi’nde yazılar yazdı, STV’de programlar yaptı. Her ay İstanbul’da ve Ankara’da konferanslar verdi. Son olarak Nurdan Anneler, İmanla Gelen İlim, Peygamber Çizgisinde Yaşamak, Bilim Açısından İmanın Şartı isimli yeni kitaplara imza attı.
DOSTLARININ DİLİNDEN NURBAKİ HOCA
Araştırmacı-Yazar Ümit Şimşek: “Bu ilim ise imanla, iman da fiil ve hareketlerle beraber toplanmıştı kendisinde. İlim ve hikmeti beraber alan ve yayan bir ışık insandı. O, yaratılan insanı yaratılış amacına uygun olarak inşa etmeye çalışan bir kişilikti. Hastasından ders alacak kadar bir nefis terbiyesine sahipti ve tek ölçüsü Kur’an ve Peygamberdi.”
Cemal Uşşak: “Nurbaki Hoca ilim ve imanı kaynaştıran mümtaz bir şahsiyetti. Toplumun çok önemli bir mayasını oluşturan gönül erlerinin sevgisini, Ehl-i Beyt sevgisini kalbinde taşırdı. Peygamberimiz söz konusu olduğunda hep ‘Efendimiz’ diye hitap ederdi, samimiydi. Samimiyeti, müessirliğinden geliyordu.”
Uğur İlyas Canbolat: “Asr-ı Saadeti anlatırken çok duygulandı. Siyer kitaplarını yeterli görmüyordu, Asr-ı Saadeti yaşayarak anlatırdı. Her konuşmasını Allah, Peygamber ve Ehl-i Beyt konusuna getirirdi.”