Lozan’ı kutsallaştırmak yerine geleceği planlamalıyız
01 Ocak 1970
Lozan Anlaşması’nın 82. yılı, bu sene, öncekilerden farklı ve abartılı bir heyecana sahne oldu. Geleneğe göre sıradanlaşmış kutlamaları geniş kapsamlı bir faaliyete dönüştürmek için yuvarlak rakamlar tercih edilirdi; 82 yuvarlak bir sayı değil ama kutlamalara sanki 100. yılmış gibi
özel bir anlam katıldı ve törenleri önemli göstermek için bu defa anlaşmanın imzalandığı Lousanne şehri tercih edildi.
Bana göre Lozan Anlaşması’nın bu derece şaşaa ile gündeme getirilme arzusu, devletin bürokratik kademelerinde varlığı bâriz şekilde hissedilen bir kompleksten kaynaklanıyor. Buna, Türkiye’de resmî ideolojinin temel tezlerinin meşruluğundan emin olmak için tezlerini yüksek sesle sıkça tekrarlama ihtiyacı içinde bulunmasını da ilave etmeliyiz. Türkiye’yi dışardan takib eden bir gözlemci, biz Türklerin devletin kuruluş sürecini, esaslarını ve temel felsefesini bu kadar sık aralıklarla gündemde tutmamızı anlamakta güçlük çekecektir.
Öğrencilerin çoğu, hayata atıldıktan yıllar sonra bile okuldaki kritik imtihanlarla ilgili kâbuslar görür ve okulu hâlâ bitiremedikleri sıkıntısıyla uyanırlar. Devletin kuruluşuyla ilgili meseleleri bu kadar tartışma ve ululama ihtiyacı göstermemiz, öğrencilerin imtihan kâbusunu andırır bir tesir yapıyor olmalı ki bu davranışı sağlıklı bulmuyorum. Bunun başlıca sebebi Osmanlı Devleti’nin çökertilmesinden sonra bizim “Millî Mücadele” diye adlandırdığımız dönemle ilgili bir resmî tarih tezi oluşturmamız ve bu teze aykırı düşen olguları görmezden gelerek bastırma eğilimini en doğru tutum gibi kabullenmemizdir. Bu yüzdendir ki resmî teze uymayan tarihî olgular bize, sanki Türkiye Cumhuriyeti’nin varlık sebebini tehdit edecekmiş gibi görünüyor.
Birinci Dünya Harbi’nin en mühim siyasi sonucu, o meşhur ‘Şark Meselesi’nin, galipler tarafından nihayet halledilmiş olmasıdır. Savaş, Osmanlı devletinin yıkılması, topraklarının mühim ölçüde işgal edilerek yerine yirmi civarında yeni devlet kurulması, saltanat ve hilafet kurumlarının tarihe gömülmesi ve Şark dünyasının ana eksenini ve ana fikrini kaybetmesi ile sonuçlandı. Batılı ülkelerin Osmanlı varlığını tasfiye etmek için hazırladıkları Sevr planı hiçbir zaman uygulamaya konulamadı çünkü bu plan, evvelemirde ülkesi parçalanan ve bölüşülen Türklerin yeniden bir ordu teşkil edip direneceklerini hesaba katmadığı gibi Önasya’da denizle bağlantısı kesilmiş zayıf bir Türk hükümeti öngörüyor ve ayrıca Ermenistan ve Kürdistan gibi tarihte hiçbir zaman güçlü hükümet kuramamış iki yeni ve problemli devletin kurulmasına imkân tanıyordu. Nüfuz bölgelerine parçalanmış, üzerinde Yunanistan, İtalya, Fransa gibi devletlerin işgal hükümetleri kurmalarına imkân tanındığı halde Türk ve Müslüman nüfusun kendi ülkesinde azınlık durumuna getirilmiş bir Önasya’nın İngiltere’nin bölge hakimiyeti açısından elverişli bir kompozisyon teşkil etmediği kısa zamanda anlaşıldı. Sevr’i ebediyyen tarihin çöplüğüne gömen faktörlerden biridir bu. Diğeri ise dağıtılmış Osmanlı ordusunun en mümtaz paşalarının bir araya gelerek işgal altındaki İstanbul’a alternatif bir hükümet kurmaları ve dört yıl içinde mevcut imkânları iyi kullanma basiretini göstererek Sakarya Irmağı’nın öte yakasına kadar Anadolu’da tutunmaya muvaffak olan işgalci Yunan güçlerini tepelemesidir. Bu dönemde dünya konjonktürünün, Millî Mücadele bakımından gayet elverişli bir durum gösterdiğini de belirtmek lazımdır. Millî Mücadele garp cephesinde cereyan etti. Doğu Cephesi Sovyet Rusya’nın iç meselelerine gömülmesi yüzünden erkenden sükûnete kavuştu ve Millî Mücadele, doğudaki birliklerini batıya kaydırabildiği için garp cephesindeki milli milis güçlerini (kuva-yı millîye) düzenli bir ordu şekline koyabildi. Bu arada Fransız ve İtalyan işgalinin, her iki ülkenin iç meselelerinin de baskısıyla 1921’de fiilen sona erdiğini hatırlamalıyız. Millî Mücadele böylece bütün yoğunluğunu garp cephesindeki Yunan birlikleri üzerine yöneltebildi. Millî Mücadelemiz (dikkat kurtuluş savaşı, bağımsızlık veya istiklal harbi değil!) boyunca biz doğuda Ermeniler, batıda ise Yunanlılardan başka silahlı güçle çatışmaya girmedik. 1921-22 arasında İngilizlerin o ana kadar verdiği askerî ve istihbâri desteği çekmesi ile kendisini Batı Anadolu bozkırında yapayalnız bulan Yunan ordusunu dağıttığımızda, fiili durum artık berraklaşmıştı. Mudanya Mütarekesi ile başlayan barış süreci, iki defa toplanan Lozan görüşmelerinde karara bağlandı.
Lozan, o günün dış konjonktürü itibariyle elde edebileceğimiz en iyi sonuçları çerçeveler. Yeni Türkiye Cumhuriyeti milletlerarası hukukun onayladığı ve tanıdığı bir hükmi şahsiyet kazanmış ve bütün hudutları milletlerarası mutabakatla garanti altına alınmıştır; ne var ki Lozan Anlaşması, batılı ülkeler bakımından “Şark meselesinin tasfiyesi” amacından bir taviz sayılmaz. Lozan Anlaşması’nın sonuçlarına bu derece abartıyla minnet duyarken, o tarihten sonra Türkiye’nin asla büyük bir uluslararası aktör sıfatına yükselemediğini de hatırlamamız gerekir. Özellikle aradan 82 yıl geçtikten sonra bile geriye dönüp Lozan’da kutlama yapmak, Türkiye’ye biçilen “sıradan bir bölge aktörü” rolüne ne kadar ısındığımızı göstermesi bakımından bana pek anlamlı geliyor.
Yani Lozan ne her sene büyük kutlamalarla idraki gereken bir zafer, ne de hezimettir. Neticede Lozan Anlaşması, bize mükemmel bir statü sağlamış olsaydı, o günden beri Türkiye’yi krizden krize sokan Ege kıta sahanlığı, oniki adalardaki Yunan mevzileri, Kıbrıs ve hatta Güneydoğu sınırlarımızın coğrafi ve jeopolitik makuliyet bakımından hâlâ ikna edici bir hat teşkil etmemesi gibi meselelerle uğraşmak zorunda kalmazdık. Lozan bir fiili durumdur ve tenkidde veya övgüde abartıya kaçılmadan öylece kabullenilmesi gerekir.
Türkiye geleceğine bakmalı ve geleceğini planlamakla uğraşmalı. Uluslararası anlaşmalar buz üstüne yazılmış gibidir; siyasi iklim ve şartlar değiştiğinde onlar da değişebilir. Ortadoğu’da bugün yeni bir fiili durum söz konusudur ve bu fiili durumun Türkiye’yi yakın gelecekte ne gibi bâdirelerle yüzyüze getirebileceğini hesaplayıp tedbirini bugünden almak, Lozan’ı kutsallaştırmaktan daha aklî ve yerinde bir tutumdur. İlle de Lozan’a bugünün şartlarında bir anlam ve yorum vermek gerekiyorsa bu, Türkiye için rıza gösterilebilecek asgari statüden başka bir şey olamaz.
Ahmet Turan ALKAN- AKSİYON DERGİSİ