MEHMET ERÖZ’DE BİR DİN, MEZHEP VE KÜLTÜR KONUSU OLARAK TÜRKİYE’DE ALEVİLİK VE BEKTAŞİLİK
Dr. Mustafa TALAS 01 Ocak 1970
ÖZET
Türk sosyolojisinin önemli temsilcilerinden biri olan Mehmet Eröz, Alevîliğin Türk sosyal
yapısının en ciddi sorunlarından biri olduğunu düşünmektedir. Eröz’e göre, Anadolu Alevîliğinin üç
kaynağı vardır. Bunlar; müslümanlık, İslâm tasavvufu ve Türk Töresidir. Eröz, basmakalıp ifadelerin
Türk millî kültürü için tehdit oluşturduğunu ileri sürmektedir. İlâve olarak, O, hem Alevîlerin hem de
Sünnilerin birbirlerini tanımadıklarını iddia etmektedir. Bu sebeple, ayrılık noktaları üzerinde
durmamamız gerekmektedir.
Giriş
20 Haziran 1986’da vefat etmiş olan Prof. Dr. Mehmet Eröz, Türk Sosyolojisine bir çok
uygulamalı saha çalışmasıyla önemli katkılarda bulunmuş olan bir sosyologdur.
Türkiye’nin pek çok sosyal yapı sorunu olduğunu bilen ve bu konularda araştırmalar yapmış
olan Mehmet Eröz’e göre iki sosyal yapı sorunu, hepsinden çok daha önemli olma özelliğine sahiptir.
Bunlardan biri Güneydoğu Sorunu, diğeri de Alevîlik meselesidir. Ona göre, bu önemli iki sorun, sorun
olmaktan çıkarılmadığı taktirde Türk sosyal yapısının gelişme kaydetmesi mümkün değildir. Kendisi bu
ciddiyetinden dolayı, araştırmalarını öncelikle bu yöne kaydırmıştır.
Türk millî bütünlüğünün en hassas meselelerinden biri olarak gördüğü Alevîliği katılımcı
gözlem metoduyla Anadolu’yu karış karış dolaşarak araştırmıştır. O, araştırmaları neticesinde en
büyük eksikliğin devlet politikası şeklinde ciddi yaklaşımların mevcut olmadığı sonucuna varmıştır. Bu
önemli sorunun devlet eliyle ciddî bir yaklaşımla rahatlıkla sorun olmaktan çıkarılabileceği kanaatine sahip olmuştur. Alevîliğin, İslâm’ın dışında tutulamayacağı gerçeği, unutulmaması gereken noktaların
başında gelmektedir. Alevî ve Bektaşîlerin, Türk milletine mensup olduğunu bilmek ise, ikinci olarak
kabul edilmesi gereken en önemli gerçeklik olmaktadır.
Töreleri, günlük yaşayışları, deyişleri, nefesleri, sazları ve sözleri ile Alevî ve Bektaşîlerin Türk
kültürünün en güzel yanlarını özlerinde muhafaza ettikleri herkesin malûmudur. Buna göre, Anadolu
Alevîliğinin dayandığı kaynaklar, Müslümanlık, İslâmi tasavvufu ve Türk töresidir.
Eröz, Alevîlik konusunu öncelikle din ve mezhepler çerçevesindeki ilişkilere göre ele almıştır.
Daha sonra da Türk kültürünün ve İslâmiyet’in, Alevîliğin iki ana temeli olduğu noktasını
vurgulamıştır.
1. Sosyolojik Açıdan Din ve Mezhep
Alevîlik konusu her şeyden önce din ve mezhep konusu olarak öne çıkan bir niteliğe sahiptir.
İslâm Peygamberi’nin vefatı ile başlayan hilâfet tartışmalarının ortaya çıkardığı algılayış farkları
konunun özünü teşkil etmektedir. Bu sebeple, Alevî-Bektaşî meselesi tetkik edilirken öncelikle din ve
mezhep konusunun terminolojik bakımdan açıklanması gerekmektedir. Çalışmada bu gerek yerine
getirilmiştir.
1.1. Din
Dinin sözlük anlamı; tabiat üstü güçlere, çeşitli kutsal varlıklara, tanrıya inanmayı ve
tapınmayı sistemleştiren sosyal bir kurum, şeklindedir. En basitinden en karmaşık olanlarına kadar
değişik tanımları yapılabilen din kurumunun, herkesi bağlayacak bir tanımının olduğunu
söyleyebilmek imkânsızdır. Yalnızca insana has ve insanın ayırt edici bir özelliği olan dinlerin ortak
özellikleri şunlardan ibarettir.
1-Her dinin bir inanç sistemi vardır.
2-Her dinde ibadet vardır.
3-Her dinin tapınağı bulunur.
4-Her dinde bir irrasyonel yan vardır.
5-Her dinin mutlaka ümmeti vardır.
Bu genel çerçeveli açıklamalardan sonra geniş anlamıyla din hakkında bilgiler verilebilir Buna
göre, “Din, insan ile Tanrı arasında kutsal bir bağdır. İnsanoğlu, eskiden beri hayata bir anlam vermek
istemiştir. Düşünürler, evrenin başlangıcını, sonunu ve nasıl olduğunu çözmeye çalışmışlar ve varlık
alemini anlamak istemişlerdir. Din, bu konuların yanında insanın varlık alemindeki yeri ve sorunları
hakkında insanoğluna peygamberleri aracılığı ile çözümler sunan kutsal değerler manzumesi olarak
değerlendirilmelidir.”
Dinler, insanlığa insanın kendisi ve yaşadığı alem hakkında bir görüş getirir. Dinlerde
insanoğlu kendisiyle ilgili esasları ve alemdeki konumu hakkında bir bilgi şeması bulabilmektedir. Ayrıca kendi başlangıcı ve sonu hakkında bilgi edinir. Buna göre din, insanlığın temel sorunlarını belirli
bir bakış açısıyla açıklayan bir sistemdir. Dinlerin bazıları yüzeysel, bazıları da daha kapsamlı
açıklamalar getirir ancak tamamının zihinleri işgal eden ve soyut meselelerde yaşayan hususlardan
günlük hayata ilişkin somut konulara kadar her hususta insanları aydınlatmaya çalıştığı kesindir.
Din, ilkel cemiyetlerde statiktir. Statik olan din de, cemiyet dinidir. Halka ait olduğundan
kapalıdır. Ferdi cemiyete bağlayan masallara benzer. Dinamik din evrenseldir. İnsanlığa gelmiştir,
açıktır. Hayat hamlesinin en derin yeridir. Sevinç içinde, sevinç aşk içinde aşktır.”
1.2. Mezhep
Kelime anlamı olarak mezhep, “gidilen yol” manasında, Arapça olan bir kelimedir.
Mezheplere İslâm dini açısından bakıldığında, mezhep, inanç ve ibadetle ilgili İslâmî düşünce ekolleri
anlamına da gelmektedir. Hem siyasî ve inançla ilgili, hem de ibadetle ilgili yani fıkhî olarak ortaya
çıkmış farklı ekollere mezhep denildiği için çoğu zaman bir karışıklığa sebep olunmaktadır. İslâm’ın
ana esasları olan Kur’an-ı Kerim ve Sünnet’e göre olsa da, belli bir şahıs veya o şahsa uyan topluluğun,
çoğunlukla siyasi bir emel için ortaya çıkarmış oldukları algılama farkından kaynaklanan tercihtir.
Türkçemizde, hem inanca has ve siyasi, hem de İslam hukuku çevresindeki topluluklar için “mezhep”
kelimesi yaygın olduğundan, biz de aynı kelimeyi kullanıyoruz.
2. Alevîlik-Bektaşilik ile İlgili Önemli Kavram ve Terimler
Alevî ve Alevîlik: Alevi Hz. Ali’ye bağlılık noktasında birleşen çeşitli dini ve siyasi gruplar için
kullanılan bir terim şeklinde sözlük anlamına sahiptir.
Kelime mezhepler tarihi ve tasavvuf edebiyatında “Hz Ali’yi sevmek, saymak ve ona bağlı
olmak” anlamlarında kullanılmıştır. Bu bakımdan Hz. Ali’yi seven, sayan ve ona bağlı olan kimseye
Alevî denir. Bu sevginin normal ve makul ölçüde olanı yanında derece derece Hz. Ali’yi
Tanrılaştırmaya varacak şekilleri de mevcut bulunmaktadır. Bu sevgi ve saygının sahibi olan insanların
oluşturduğu akıma ise “Alevîlik” denmektedir.
Ehl-i Beyt: Ehl-i Beyt, “ev halkı” demek oluyor. Evden kastedilen Hz. Muhammed’in ailesi,
ocağıdır. Rivayete göre, bir gün Hz. Muhammed, kızı Hz. Fatıma’yı amcasının oğlu ve damadı Hz. Ali’yi,
torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i hırkasının abasının altına alarak, şefkat ve himaye ifade eder
tarzda sağ elini abanın üzerine koymuş, kendisi ile beş kişi olan ocak mensupları aile üyeleri Ehl-i Beyt
adıyla anılır olmuş. Ehl-i Beyt sevmek, velayetini tanımaya “tevella” Yezid ile onun taraftarlarını
sevmeye de teberra denir.
Şiilik-Şia: Şiilik, Hz. Ali’yi tutanlar, Hz. Ali taraftarlığı demektir (yukarıdaki Alevîlik teriminin eş
anlamlısı) Peygamberin ölümünden sonra Hz. Ali’nin meşru halife olarak kabul edilmesini hareket
noktası sayan çok farklı İslâmî mezheplerin büyük zümresi için kullanılan müşterek isim olmuştur.
Bektaşilik: Hacı Bektaş Veli gelenekleri etrafında Anadolu’da ortaya çıkan bir tarikat
kelimeden de açıkça anlaşılacağı gibi Hacı Bektaş Veli’ye bağlı olan, onun yolunda giden anlamını
vermektedir. Yollarının, tarikatlarının piri olarak Hacı Bektaş Veli’yi kabul edenler, Bektaşi tarikatının
usul ve erkanına uygun bir yaşayışa sahip olmalarına bakarak, Bektaşilere Alevi denilebilir.Eröz, Bektaşilere “Şehir Alevileri” denilebileceğini, özellikle de ibadette tatbikat bakımından
Sünnilerden pek farklı manzara arz etmeyen bir alt kültür grubu olarak değerlendirilmesinin
gerektiğini belirtiyor.
Batinilik: Bu doktrinin, dinî, hukukî ve mezhepsel yönü olduğu gibi felsefî yönü de vardır. Bu
konularda bir çok din adamı ve bilgin yetiştirilmiştir. “Her zahirin (dışın) bir batını (içi) olduğunu ve
Kur’an ile hadislerin ancak te’vil (aynı mana verme) ile anlaşılabileceğini iddia eden fırkalara, V. (XII.)
asırdan itibaren toptan verilen isimdir. Batinilere muhtelif vesileler ile verilen isimler şunlardır. 1.
Karamita(Karmatiye), 2. Seb’iye, 3. İsmailiye 4. Mubarekiye, 5. Babekiye, Hurremiye, Hurremdiniye...”
Babek zamanında kırmızı elbise giymelerinden dolayı, bunlara “Muhammere” de derler. Bunlardan
başka Batınilere hakikatın yalnız masum imanın talimi ile öğrenilebileceği iddialarından dolayı
Ta’limiye ve dinî muharremata (haramlara) riayet etmedikleri için İbahiye isimleri de verilmiştir.
Muhtelif çevrelerde fikirlerini telkin etmek için o çevrelerde alışılmış olan telakkiler (anlayışlar) ile işe
başlarlardı. Bundan dolayı Şehristani’nin “Batinilerin her zamanda bir başka şekilde davetleri ve her
lisan ile yeni bir itikat ve mezhepleri vardı.” sözü bu anlamda kabul edilir.
Kızılbaşlık: Eröz Türkiye’deki “Köy Bektaşileri”ne “Kızılbaş” denilebileceğini ifade eder. O’na
göre; Çetmi (Çepni) Tahtacı, Nalcı, Sıraç, Türkmen gibi adlarla anılan ve Türkiye’nin her yerinde
bulunan kalabalık bir nüfusa sahip cemaatlerdir. Ancak günümüz Türkiye’sinden Kızılbaş kelimesi
“mum söndü yapanlar, aile ve namusa önem vermeyenler” manasına gelmektedir. Fısıltı ve dedikodu
halinde halk vicdanına yerleşen bu sakat kanaat, milletimiz için tehlikeler arz eden, insafsızca ve
bilgisizce çıkarılıp devam ettirilen bir inançtır. Oysa bizim bildiğimiz ve gerçeklere göre bu insanlarımız
Sünnî çevrelerle Müslümanlık adı altında toplanmış bir kalbin öteki yarısıdır. Kızılbaş kelimesinin ne
anlama geldiğini bu sıfat ve ismin ne demek olduğunu açıklayınca ve Kızılbaşların töre ve inanışlarını,
müesseselerini inceleyince yüzyıllarca sürmüş ve sürmekte olan ayrılığın ve her birini yanlış anlayışın,
ne derece köksüz ve yersiz olduğu iyice anlaşılacaktır. Malatya’daki Alevilerde de böyle bir adetin
olmadığını söyleyebiliriz.
3. Alevîlik ve Bektaşîliğin Tarihî Temelleri
Peygamberin vefatına müteakip ortaya çıkan ve üçüncü halifenin öldürülmesinden sonra da
şiddetlenen hilafet münakaşalarında Ali tarafını tutanlara el-Aleviyye veya şiatü Ali (Ali’ye bağlı
olanlar, Ali taraftarları) dendi. Alevî ve Alevîlik de tarih sahnesine çıkmış oldu. Ortaya çıkışından sonra
da büyük oranda İran ve Maveraunnehir çevresinde etkili olan Alevîlik, Türklere de aynı bölgeden
sirayet etmiştir. Halk toplulukları bakımından Türkler, İran üzerinden İslâmiyet’le tanıştıkları için ilk
Müslüman Türk toplulukları da Alevîlikle tanışıp özümsemişlerdi. Yani Türkler eski halk inançlarıyla
İran üzerinden aldıkları İslâmiyet’i kısa sürede sentezlemişlerdi.
Sosyoloji ve sosyal antropolojinin verilerine göre, Dünyada hiçbir kültür herhangi bir olay
karşısında birden bire ortadan kalkmaz. Ya da özelliklerini tamamen yitirmez.. Hatta ihtiyaca göre
bazen aynen korur, bazen kısmen değiştirir, bazen de farklı şekillere büründürerek yaşatmayı tercih
eder. Türklerin İslâmiyet’i kabul etmeden önceki inanç, gelenek ve ibadet usulleri de, İslâmiyet
sonrasında da büyük oranda inanç ve gelenekler içerisinde yaşamaya devam etmiştir. Toplum
hayatının sürekliliğinden dolayı, geçmişten geleceğe taşınan unsurlar hayatın her sahasında kendini
göstermektedir. Hem maddî hem de manevî kültür için bu durum geçerlidir. Halı, kilim, nakış, süs eşyaları, keçe külah, kalpak(börk) gibi maddî unsurların yanı sıra dinî toplantıların icra ediliş biçimleri,
nefeslerin ve duaların söyleniş biçimleri gibi manevî kültür unsurları şeklinde geçmişten bugüne
taşınmış olduğu dikkat çekmektedir.
Yine toplum hayatının sürekliliğinden dolayı dinî toplantılara kadınlar eşleriyle birlikte
katılmışlardır. Başları açık bir şekilde kadınların toplantılara dahil edilmesi, Hoca Ahmet Yesevi’nin
bölgesine rakiplerinin müfettişler göndermesine bile sebep olmuştur. Daha sonraki dönemlerde,
göçebe Türkmenler tarafından Yesevilik’e Şamanizm’den kalma içkili toplantılar sokulmuş ve bu yolla
Anadolu’ya gelerek icra edilmeye başlanmıştır. Cem ayinleri gibi toplantılardaki gelenekler hep o eski
halk inançlarının uzantılarıdır.
Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda Bektaşi Tarikatı çok önemli bir rol üstlenmiştir. Bu rolü
Bektaşiliğe siyasî ve sosyal anlamda ayrıcalıklı bir konum kazandırmıştır. Devletin kabul ettiği tek
sünnî olmayan tarikat olan Bektaşi tarikatı, birleştirici yapısı ile ve Yeniçeri Ocağı’nın teşkilâtlanmasını
sağladığı için Türkiye’deki dinî tarihin gelişmesine önemli katkılarda bulunmuştur. Bu sebeple, Avrupa
şarkiyatçıları arasında (George Jacob, Clement Huart) daima ilgi çekici bir yere sahip olmuştur.
Aslında bir bütün olarak Alevî-Bektaşî geleneği, Türk tarihinde çok önemli fonksiyonlar yerine
getirmiştir. Bu fonksiyonları ve farklı inançları birleştirici yapısıyla dikkatleri çekmeye devam
edecektir.
4. Anadolu Alevîliği, Müslümanlık ile Eski Türk Dini’nin Sentezidir
Anadolu Alevîliğinin üç temel kaynağı vardır. Bunlardan biri İslâm İnancı diğeri İslâm tasavvufu ve üçüncüsü ise, İslâmiyet’ten
önceki Türk kültürüdür. Kaynaklar, incelemeye tabi tutularak aşağıda ayrıntılı olarak şu şekilde sıralanmıştır:
1. Anadolu Alevîliği ve İslâm İnancı
2. Anadolu Alevîliği ve İslâm Tasavvufu
3. Anadolu Alevîliği ve Eski Türk Dini (Gök Tanrı Dini)
4.1. Anadolu Alevîliği ve İslâm İnancı
Anadolu Alevîliğini Hıristiyanlık, Yahudilik, masonluk ve daha başka din ve inanç sistemleriyle bağdaştıranlar olmuştur. Ancak
bunların hiçbiriyle bir ilgisi bulunmadığı kolaylıkla söylenebilir.
Eröz, Alevilik ve Bektaşilik ile Hıristiyan inanç ve müesseseleri arasında bağ kurma çabalarının olduğunu ve kendisinin buna
katılmadığını ifade etmektedir. O, Alevilerin ve Bektaşilerin ‘Allah, Muhammed, Ali’ şeklindeki üçlemesini Hıristiyanlık’taki, ‘Baba, Oğul
ve Ruh-ül Kuds’ üçlemesine benzetenler, on iki imam ve on iki hizmet ile, on iki Hıristiyan havarisi arasında yakınlık bulmaya çalışanlar
bulunduğunu ve vaftiz ile Cem ayinlerinden önce alınan abdest arasında; mukaddes koku ile yağlanılması arasında bağ kurulduğunu
belirtmektedir.
Eröz, ayrıca confirmation ayini ile cem ayininin gül suyu ile yapılması arasında; İsa’nın beden ve kanını temsilen ve ölümünü
anarak aynı mukaddes ruha ermek için Hristiyanların sembolik olarak kullandıkları ekmek ve şarap ile, Hüseyin’in ölümünü sembolize
eden ve cemlerde içilen şarap arasında; papazların bekâr oluşu ile, Bektaşi babalarının ve dervişlerin bekâr oluşu arasında; papazların
otoritesi ile mürşitlerin otoritesi arasında; İsa’nın doğumu ile Balım Sultan’ın doğumu arasında, aforoz müessesi ile düşkünlük müessesi
arasında; günah çıkarmak ile sorulma, baş okutma erkânı arasında evlenmelerin papaz huzurunda yapılması arasında, piskoposluk tacı
ile, Bektaşi babalarının elifi, tacı arasında; Hıristiyan keşişinin kuşağı ile tığıbent arasında, gerçeğe dayanmayan ve derine inemeyen
bağlar kurmaya çalıştıklarını ifade eder.
Eröz, Hacı Bektaş’ın bir Hıristiyan azizi olduğu şeklindeki iddianın da dayanıksız olduğunu ve onun kitap yazdığını (Makalât),
Aşıkpaşazade’nin ve Oruç Beğ Tarihi’nin kendisinden bahsettiğini, Çepniler arasında nesilden nesile intikal eden şifahî bilgi şeklinde
karşımıza çıktığını ve yeni çıkan başka vesikalardan “Horasanlı Hacı Bektaş” ismiyle Türklüğün ve Müslümanlığın açıkça ortaya
koyulduğunu belirtir.Masonluğun, eski Mısır’a, Suriye’deki cereyanlara ve bilhassa İbranilere bağlanmanın mümkün olduğundan bahseden Eröz,
Alevilik-Bektaşilikle, Masonluk-Yahudilik arasında münasebet aramanın boşuna olduğunu ancak buna rağmen benzerliklerini ortaya
koymanın meselenin doğru, anlaşılabilir olmasını sağlayacağını belirtir
Eröz, Tenasuh (Ruhun bedenden bedene geçmesi), teşbih, ric’at, (geri dönmek) gibi bazı hususlarda benzerlik kurmaya
çalışanların olacağını ama bunların doğrudan doğruya Musevilik’ten gelme olmadığını belirtir. Suriye, Hont, Zerdüşt ve Yeni
Eflâtunculuk tesirlerini hesaba katmanın gerekliliğini ifade eder. Alevi ve Bektaşi cemaatlerindeki, tenasuh ve ricat benzeri inanışların
burdakilere benzemediğini, Alevîlik-Bektaşîliktekinin İslâm tasavvufu ve eski Türk dinî inançlarının sentezi hâlinde karşımıza çıktığını
ifade eder.
Eröz, Bektaşi babaları içinde bir iki masonun bulunmasının (Meselâ; Tevfik Bey Baba; Torunu Muhiddin Özenbaş’ın Vahit
Lütfi Salçı’ya verdiği bilgiye göre 1275 tarihli bir mason diplomasına sahipti.) bütün Bektaşi babalarının ve Bektaşilerin mason olması
demek olmadığını belirtir. Ona göre totemik iz olan tavşan yememe adetinin dahi Tevrat’a dayandırılması hatalıdır. Halbuki bir
makalesinde tavşanın Orta Asya Şamanistlerince totem sayıldığını ifade eder. Ayrıca Yahudilikte kölelik işareti sayılan kulağa küpe
takılmasının “bekâr kalması mecburi olan mürşitler”de de mevcudiyetinin bu yönde değerlendirilmesinin yanlış olduğunu; bunun da
İslâmiyet’ten önceki Türklerde küpe ya da halka takmak şeklinde mevcut olduğunu beyan eder.
Eröz, namaz ve oruçtan uzakta olsalar da inanç bakımından Alevîlerin Müslüman olduklarını söyler. O, kucaklayıcı,
kolaylaştırıcı, müsamahalı bir Müslümanlık anlayışının Alevî ve Bektaşileri İslâm camiası içinde sayacağını; dar, katı, hoşgörüsüz,
uzaklaştırıcı bir zihniyetin ise onları Müslümanlık dairesinin dışında tutacağını ifade eder. Fikir birliğinin sağlanamadığı çeşitli adacıklar
halinde sadece kendisinin haklılığını belirtip, geriye kalanları kabul ve tasvip etmeyen hatta onları dışlayan tavırlar dışa kapalı
adacıkların ortaya çıkışını doğurmaktadır. Çeşitli yeni cemaatleşme eğilimlerinin ortaya çıkışı bundandır. Böyle yaklaşımlar iletişim
noksanlığını, sadece ön yargılar ve kavramlarla sınırlı tutmaları beraberinde getirir.
Alevîlik hakkında da diğer kesimlerin böyle önyargılı tutumlarını görebiliyoruz. Özellikle de cem ayinlerinde “mum söndü”
adeti olduğu, kadınların namusuna dokunulduğu şeklindeki mesnetsiz yaklaşımlar buna örnektir. Bu ayinlerde tam aksine, kadınlar
cemaatin kontrolü ve manevi himayesi altındadır. Eröz, bu toplantılarda kollektif şuurun en kuvvetli haline ulaştığını belirtiyor. Kaldı ki
Alevîlik ve Bektaşiliğin ayırt edici özelliklerinden biri de “eline, beline, diline sahip olma”dır. Eröz, Tahtacı geleneği ile-daha doğrusu eski
Türk Töresi ile-Müslümanlığın bağdaştırıldığına örnek olarakta düğün törenlerindeki hareket tarzını veriyor:
“Edremit’in Çamcı köyünde düğünün son günü, gelin oğlan evine geldikten sonra, gömlek giydirilir. Başına külef (külah)
giydirilir, üzerine çelgi ve sarık sarılır. Güvey giydirilirken, düğünün bayrakları, güveyin arkasında durur ve elindeki bıçağı, güveyin
ensesine doğru tutar. Dede, güveyiyi giydirirken, üç kere şu duayı okur:
“Peygambere selavat
Seyyidina Muhammed
Kutlu olsun diyenin, akıbeti hayrolsun.”
Eröz’e göre Alevîliğin dualar, dilekler, niyazlar bakımından, inanç sistemi olarak müslümanlığın çerçevesi içerisinde
değerlendirilebileceği söylenebilir. Tahtacı köylerinde günlük dileklerden bu anlaşılabilmektedir. “Mesela; Sabahınız hayırlı olsun.
Cevap:Hayırlı sabahlar olsun. Akşamınız hayırlı olsun –hayırlı akşam olsun- geceniz hayırla kalsın-hayırlı geceler olsun. Gece yatağa
girerken okunan dua: Yattım sağıma, döndüm soluma, melekler şahit olsun, dinime, imanıma.”
Eröz, Müslümanlıkla ilişki bakımından sözlerini şöyle neticelendirir: “Üçleme gibi inançların (Allah, Muhammed, Ali) dışında
işin Özünde Müslümanlıkla Türk kültürü yatmaktadır. Bazı farklılıklarsa, İran ve Suriye etkisinden kaynaklanmaktadır. Bu kadarlık
münasebet, her kültür temasında karşılaşılabilecek şekilde normaldir.” Fığlalı da Alevîlik ve Bektaşiliğin İslamî inanış biçimi ile eski Türk
inanç ve kültürünün iç içe girmesinden meydana geldiğini belirtirken Eröz’ün fikirlerini destekliyor.
4.2. Anadolu Alevîliği ve İslâm Tasavvufu
Alevîlik ve Bektaşiliğin ana kaynaklarından birisi de tasavvuf felsefesidir. Bu arada tasavvuftan hareket ederek, bir takım
felsefî, mistik, sırrî esaslara dayanan ve garip sonuçlara ulaşan “Hurufiliğin” de tesirinden bahsetmek gerekir.
Tasavvuf, İslâm mistisizminin adıdır diyen Erol Güngör, İslâmî bir kavramı batılı mukabili ile değiştirmenin başkalarına çok
garip gelebileceğini ancak bazı tasavvufçu mütefekkirlerin özellikle R. Quenon tasavvufla mistisizmin başka şeyler olduğunu, İslam
tasavvufunu bilmeyen batılıların iki şeyi karıştırdığını ifade eder. Batılı manadaki mistisizm ile İslam tasavvufu farklıdır. Burada bizim
mistisizmden kastımız Hıristiyan mistisizmi değil belirli bir iç tecrübe ve belli bir bakış tarzına felsefede verilen genel addır. Bu bakımdan
Hıristiyan mistisizmi, Yahudi Mistisizmi, Hindu mistisizmi gibi İslâm mistisizmi de vardır ve biz buna tasavvuf diyoruz. Eröz de
Şemseddin Sami ve Ferid Kam’a dayanarak tasavvuf kelimesinin Grekçe “hikmet” manasına gelen “sofos”, “sofya” kelimelerinden
türetildiğini söyler. Buna göre kendisini hikmete, ilahi cevheri müşahadeye veren kimsenin mesleğine isim olmaktadır.
Eröz’e göre İslâm tasavvufunun kaynağı Müslümanlıkta gizlidir. Öyle bazılarının ifade ettiği gibi eski Yunan, İran ve Hint
kaynaklı değildir.
Eröz, daha sonra şunları belirtir: “Bütün büyük İslâm mutasavvıfları, Kur’an ve Hadis’e dayanırlar. Bunu Gazzali de belirtiyor.
Molla Cami’nin savunduğu fikir de budur. Mevlana, Muhyiddin İbn Arabi ve Hoca Ahmet Yesevi gibi büyük mutasavvıflar, meslek ve
felsefelerini İslâm dinini nazari ve tatbiki esaslarına dayandırılmışlardır. Mevlana, bu konuda en açık bir ifade ile şöyle söylüyor. “Ben yaşadığım müddetçe Kur’an-ı Kerim’in bendesiyim ve O’nun emirlerine ferman benim. Ben Muhammed Muhtar (SAV)’ın yolunun
toprağıyım. Eğer benim sözlerimden bunun dışında bir söz nakleden olursa hem o sözden hem de nakledenden eza duyarım...” Aynı
şekilde Hacı Bektaş Veli de dört kapı kırk makamdan bahsederek, tarikat, marifet ve hakikate şeriattan geçileceğini söylüyordu. Hasan
Cemalî isimli Bektaşi şairinin şu semah nefesi de bu konuya bir örnektir:
Bektaşilik kolay zannetme aşık
Tarik-ı nazenin sırr-ı lafeta
Eline, diline, beline sadık
Olmayan bektaşi taklitdir cana
Şeriat babından girmeyen aşık
Tarikat sırrına ermiyen aşık
Marifet abına yanmayan aşık
Hakikat kamili sayılmaz asla...”
Bu yaklaşımlardan da Alevî inançlarının karakteristik özelliklerinden birinin de “Dört Kapı” olduğu ve bunların da şeriat,
tarikat, marifet ve hakikat olduğu anlaşılmaktadır.
Eröz, tasavvuf hakkındaki görüşlerini şöyle neticelendirmektedir: “Şamanizmi bırakarak Müslümanlığı kabul etmiş olan
Türkler arasında bu yeni din, çeşitli derecelerde benimseniyordu. Şehir merkezlerinde bütün şartlarıyla benimsenip, yerine getirilen İslâm
dini, eski gelenek ve göreneklerin henüz canlılığını kaybetmiş olduğu göçebe Türk topluluklarında eski din ve inanışlarla bir arada
yoğurarak kabul ediliyordu. Hoca Ahmet Yesevi’nin ve sonradan Hacı Bektaş Veli’nin tasavvuf düşünceleri de bunlara eklenince, Alevîlik
ve Bektaşîlik inançları ortaya çıkmış oldu. Din ve tasavvuftan gelen şer’i ve mistik esaslara bağlanmış oluyorlardı. İşte bu bölümün
konusunu teşkil edecek olan, bu mistik esaslardır. Onların Vahdet-i Vücud felsefesinden hareketle eski Türk inanışları içinde aldığı yeni
şekildir...”
4.3. Anadolu Alevîliği ve Eski Türk Dini (Göktanrı İnancı)
Türk Alevîliğinin ve Bektaşiliğin ana kaynağı Türk kültürüdür. Hacı Bektaş Veli’nin kullandığı dil, duyuş ve kültürün Türk
olması bunun en güzel örneğidir. Türkler, İslâm kültür çevresine girişlerinden itibaren tamamen Sünnî anlayışı benimsemiş olmalarına
rağmen, esas itibariyle Hz. Muhammed (sas) ve Ehl-i Beyt sevgisini ön planda tutan süfîlik cereyanın kuvvetle etkisi altında kalmışlardır.
O kadar ki, Türklerin dini anlayış tavırları, milletlerin kendi milli geçmişlerine bakış açılarını yansıtan birer vesika durumundaki
destanlarında bile, bütün açıklığı ile ortadadır. Meselâ dinî edebiyatımızın ilk ürünlerinden olan Satuk Buğra Han Destan’ında, Türklerin
İslâmiyet’e girişi ve dinin Türkler eliyle yüceltilişinin ilk işaretleri ve macerası anlatıldıktan başka, her zaman kahramanlık peşinde olan
daima destanî bir hayat yaşayan Türklerin, İslâm dünyası içinde de, bütün saflığı ile İslâmiyet’e sarılmış ve kendini bu dine adamış bir
kahramana, “Allah’ın Arslanı” sıfatıyla meşhur Hz. Ali’ye hayranlık duyuşlarının ve adını daima yüceltişlerinin ortaya çıktığını da
görürler. Ayrıca bu Destan’da, diğer destanlarımızda olduğu gibi, eski inanışıyla birleşivermiş olduğu göze çarpar.
Aslında Anadolu Alevîlerinin hemen tamamına yakını, inanç yönünden İslâm’ın temel akidelerine inanmış zümrelerdir. Ancak
dinin ibadet ve muamelâtla ilgili kısımlarına göçebelik dönemindeki yayılış mantığına uygun olarak pek fazla itibar göstermezler. Geçmiş
dönemlerdeki inançların tesiriyle meselelere yaklaşımlarda farklı yorumlar ve tavırlar sergilenmektedir. Yukarıdaki destanlarda görülen
geçmişin izleri ile hal’in getirdiği hükümleri birleştirmeler “dini anlayışlar”da da kendini gösteriyor.
Eröz, de Eski Türk dininin, Bektaşilik ve Kızılbaşlık üzerindeki etkilerini karşılaştırmalı bir metot kullanarak geçmiş ile mevcut
durum arasında bağlar kurmaya çalışmıştır. Bunları da kültürlerin, dini otoritelerin seçilmesi ve benimsenmesi, ayinler vs. gibi
hususiyetlerle değerlendirmiştir. Zaman ve mekanın değişikliğine rağmen geçmişle bir çok benzerliklerin olduğu görülmektedir. Bu
benzerlikler, kam-dede benzerliği, uçmağ-tamu(cennet-cehennem) inancı, yer-su kültü, düşkünlük müessesesi ve kahramanlık yapılarak
meclislere dahil edilme, ölüm adetleri, kurban adetleri, toplantı gelenekleri, şenlikler ve atalar kültü gibi hususlarda kendini
göstermektedir.
4.3.1. Kam-Dede-Baba Münasebeti
Eröz’e göre gerek kamlık, gerek dedelik soydan gelme bir dini-mistik meslek idiler. Her ikisinin de soyunda kam veya dede
bulunan sülâlelerin çocukları arasından bu vazifenin sahibi seçilip bulunurdu. Türkiye’deki Alevî ve Bektaşi cemaatlerinde dede ve baba
seçimi hakkında derinliğine bilgi sahibi olmamakla birlikte ipuçlarına ve bir takım bilgilere ulaşılabilir. Her ikisinde soy takibi şartına
rağmen, bir seçimin söz konusu oluşu gözden uzak tutulmamalıdır.
Eröz, Türkiye’deki Ocak denilen dede soylarının en kabiliyetli ve hevesli çocuğunun post sahibi olurken, burada kendi
aralarında bir seçim olduğunun görüldüğünü ifade eder. Ona göre ataları kam olmadığı halde, kabiliyetli oldukları için çeşitli sebeplerle,
teşvik ve zorlamalarla kam seçilen gençler vardır. Kızılbaşlık’taki babalığa seçilişi; Bektaşilikteki babalığa, halifeliğe ve dede babalığa
seçilişi buna benzetebiliriz.
Kamlığa geçiş vecd hâliyle veya öğrenim yoluyla mümkün olur. İkinci haldeki geçiş kam’ın kendinden sonraki kendi seçtiği
oğlu-yoksa bir mürşide- geleneğe dayalı tekniklerin verilmesiyle sağlanır. Tanrılar makamına yaşlı kam tarafından kabul edilen yeni cana ata şamanlar tarafından sırlar öğretilir. Öğretilme işinden sonra can bedenine geri döner. Eröz, bu noktada Alevîlik ve Bektaşilik cana
önem verme, yoldaşlarına can demelerini buradaki anlayışa dayandırabileceğimizi belirtir.
Şamanlar hem kendilerinin hem de başkalarının dertlerine deva, hastalıklarına şifa bulunduğuna inanılan insanlardır. Hatta
Rus etnologlarının bahsettiğine göre, Rus papazlarını dahi hastalandıklarında şamanlara başvururlarmış –Eröz, aynı şekilde pir olarak
kabul edilen Alevî ve Bektaşi dede ve babalarına da böyle başvuruların yapılmasını da buraya dayandırabileceğimizi ifade ediyor
4.3.2. Uçmağ (Cennet) – Tamu (Cehennem) Münasebeti
Cennete ulaşmak, daha doğrusu cennet manasına gelen uçmak; göğün yüksekçe bir katındadır. Orada iyi ruhlar ikamet eder
ve Tanrı ile insan arasında şefaatçidirler. Ruh âleminin üyeleri, doğumdan ölüme kadar insanla ilgilenirler. İnsanlar, doğrudan doğruya
Tengri’ye yalvarmaz, tali tabakalardaki tanrılar, yahut uçmağa (cennete) ulaşan cedlerinin ruhlarının aracılığı ile dileklerini bildirirler. Bu
dileğin iletilmesi gücüne ise ancak şaman sahiptir. Şamanlar bu ruhlar ile görüşülürken herhangi bir şeyin donuna (şekline) girer.
Şamanlar ve halk kahramanları kendileri öldüklerinde de insan kuş şekline girerek uçmağa ulaşırlar. Bu anlayış destanlara da renk
kazandırıcı bir etki yapmıştır. Efsanelerde yerini alan bu anlayış, Yesevi ve çıraklarının kuş şekline girerek uçabildikleri inancını
getirmişti. XIII. yy. sonunda İlhani sarayında büyük tesiri olan Türk mutasavvıfı Barak Baba, muasır Arap yazarlarının tariflerine göre
tipik Altaylı kam veya Kırgızların baksı’sının tam kendisidir. Yerin en alt katına da “Tamu” yani cehennem adı verilirdi. Burada da kötü
ruhlar yaşardı. Günahkar insanlar, hiç iyilik yapmamış insanların ebediyyen bu alt katta kaldıklarını, iyilik yapma derecesine göre
yukarıya çıkıldığına da Eski Türkler’de inanılıyordu. Eski Türklerin, “Tamu” (cehennem), “uçmağ” (cennet) terimlerinin Alevî şairlerine
geçtiğini Eröz bazı örneklerle açıklıyor: “Abdal Musa”, “yedi tamu bize nevbahar oldu, sekiz uçmak içindeki köydeniz” der. Muhyeddin
Abdal, bunu “yedi tamu, sekiz bab” diye anlatır. Kul Hüseyin, “sekiz uçmak elinden” söz eder...”
4.3.3. Ölüm Adetleri ve Totemizm İzleri Bakımından Benzerlikler
Eski Türklerin kamlık dini içinde, totemcilik izleri, bakiyeleri mevcut olmuş, hatta Şamanizmin en kuvvetli unsurlarından birini
meydana koymuştur. Totemizmde, sadece hayvan değil, bitkilerin ve ağaçların da totem sayıldığı görülmektedir. Burada yalnızca
hayvanları birer totem, birer töz olarak, ele alacağız diyen Eröz bunlara ek olarak şunları belirtir:
“Bektaşiler ölümü “don değiştirmek” yani, kırk kıyafet değiştirmek, başka şekle girmek sayarlar. Bu kelime Eski Türkçe’de
“ton” veya “don” “elbise, kılık” demektir. Bugün Azerbaycan Türklerinde aynen kullanılıyor. Orta Asya’da aynı şekilde kullanılır.
Türkiye’nin çeşitli yerlerindeki köylerde ve süvarilikte, atın renginden söz etmek, gülünç olmak demektir. Onun yerine “atın donu”ndan
bahsedilir ki, bunlar da “kır, demir kırı, al doğru, kula, yağız, bakla kırı”dır. Dede Korkut Destanları’nda, yaş alameti olarak, “ağ olanları
çıkarıp, karalar” giyildiği anlatılır..”
Eröz’e göre Türkler Müslüman olduktan sonra da eski itikatlarını tamamen unutmadılar ve bilhassa ölüm adetlerinde bunu
iyice belli ediyorlar. Meselâ, bir kimsenin ölümünü anlatmak için, “öldü” yerine, “şünkâr boldı” (şahin oldu) deyişleri gibi. Bununla Alevî-
Bektaşilerin, ölümü don değiştirme olarak kabul etmeleri arasında hiçbir fark yoktur. Altaylı’lar ve diğer Şamanist Türkler, ölümden
sonra insanın ruhunun çeşitli hayvan suretlerine bürüneceğine, hatta böcek, ağaç, taş, toprak, ateş olacağına inanıyorlardı. Aynı şeyin
Bektaşilerde de varolduğunu Balkan Bektaşilerinin böcek olmuş bir Bektaşi’yi ezmemek için dikkat ettiklerini, iyi ruhların çoklukla kuş
şekline girdiğine inanıldığını görüyoruz. Alevî-Bektaşi erenleri ve Kam’lar sağlıklarında da hayvan donu’na (suretine) girebilirler.
Abdal Musa, Kaygusuz Abdal, Pir Sultan Abdal ve daha nice Alevî-Bektaşi erenlerinin şiirlerinden anlaşıldığına göre Türk
totemizminde önem taşıyan kuş (kaz, turna) geyik, bozkurt gibi hayvanların donuna girmiş insan (eren) örnekleri vardır.
Abdulgazi Bahadır Han’dan:
“Altın gözlü tavşanı getirdi diye
Kaz ayağı üç ayrı damga verdim”
Bildiğimiz gibi Alevîlikte kazın yeri yukarıdakine uyar.
Viranî:
“Ali’dir mahşerin haşrında kazı”*
Pir Sultan:
“Pir Sultan’ım katı yüksek uçarsın
Böyle midir yolumuzun töresi...”
Noksani:
“Noksani gönülde kuş gezer iken
Yer gök kurulmadan suda yüzerken
Kandildeki nurdan okur yazarken
Aşkın cür’asından sunanşah deyu”Hayatî, geyikten “geyik erenler” diye bahseder. Ayrıca geyik avının getirdiği felâketi anlatan türkülere Türkiye’nin birçok
yerinde (Adana, Diyarbakır, Fethiye ve Ankara’da bozlak olarak) rastlanır. Turna hakkında biraz daha fazla rastlanıyor.
Pir Sultan:
“Yemen ellerinden beri gelirken
Turnalar Ali’yi görmediniz mi?
Hava üzerinde sema ederken
Turnalar Ali’yi görmediniz mi?”
“Pir sultan yardımcın yaradan olsun
Aşık olan âşık, didârın bulsun
Arif olan anlar, cahil ne bilsin
Her mânâdan dilleri var turnanın”
Dedemoğlu
“Yerin göğün arşı kürsün direği
Varınca bir tel ver pirime turnam”
Bozkurt, Türk totemizminde önemli bir yere sahiptir. Yine Pir Sultan Abdal’dan örnek vereceğiz.
“İsmail’e inen koçun atası
Kurt donunda alıp giden kim idi”
“Ali bindi Düldül ata
Can dayanmaz bu fırkata
Bozkurt ile kıyamete kalan
Kalan dünya değil misin..”
Tavşan, Alevîlikte yenmesi yasak olan bu hayvan da eski bir Türk töz’ü (totemi) idi. Totemde sevilen sayılan yanlara karşılık
nefret edilen yanlar da vardır. Tavşan için zamanla ikinci taraf ağır basmış olmalı...”
4.3.4. Törenler ve Toplantılar Bakımından Benzerlikler
Eski Türkler, dinî ve içtima^İ sistemlerin gereği olarak, her vesile ile toplantılar, şölenler, toylar, ziyafetler düzenler, burada
yer içer, eğlenir veya yas ederlerdi. Bunlar, sosyal dayanışmanın vesilesi olurdu.
Oğuz Kağan Destanı’na, Dede Korkut Hikâyelerine, tarihin kayıtlarına bakıldığında, Türk içtimaî hayatının, kurultay
toplantılarına bakıldığında şölenler, toylar ile bir arada toplantıların yürütüldüğünü görürüz. Tarihin en eski devirlerinden, günümüz
Türkiyesi’ndeki cemlere kadar hep böyle olmuştur. Buralarda kesilen kurban (yuğ törenleri) ve yenilen yemekler yanında, bol miktarda
içki içilir ve raks (semah) edilirdi.
Fığlalı da bu toplantı ve şenlikler hususunda şu bilgiyi veriyor: “atalara kurban kesen ve bu işi bazı mukaddes mahallere
giderek yerine getiren Türklerin bu davranışlarıyla İslâmiyet’teki hac, din tarihçileri tarafından birbirine benzer sayılmıştır. Asya Hunları
yılın ilk ayında Tan-hu’nun sarayında ve ilkbaharda (5. ayda Bizim takvime göre Haziran’da) Lung Çeng (ongın Nehri Bölgesi’nde)’de
Gök-Türkler ve Uygurlar yine aynı ayda Tomir Irmağı kaynağında ve Hunlar sonbaharda Tai-lin’de, Gök-Tanrı’ya atalara, tabiat
kuvvetlerine at ve koyun kurban ederlerdi.
Bu toplantılarda devlet erkânı konumlarına göre sıralanır ve kurban üzerine düşen payı üleşir (bölüşür)lerdi. Eröz’e göre
Türkiye’deki Alevî ve Bektaşiler, atalarının usul ve erkanına göre şölene İslâmî bir cila katmışlardır. Orta Asya’daki “Kansız Kurban”a
“Dolu-Tolu” demişlerdir. Saçı nihayetine, ibadet niyetine bu merasimlerde içki içerler.
Meclise kadınlar ve çocuklar da yaş ve mevkilerine göre yerlerini alarak ayine iştirak ederler. Usul ve erkan aynı yalnız
oradaki kımızın yerini burada rakı almıştır. Bir de Tanrı’ya dolu sunan kam’ın yerini Müslüman oluşu nedeniyle “veli”lik mertebesine
ulaşmış şahsiyet olarak “dede” almıştır.
Dolu içilirken gülbanklar okunur. Onların (Meriç Bektaşileri) inançlarına göre “üç dolu hak dolusudur. Üçten sonrası
harabatlıdır. Kötüye gider..” Okunan gülbanklar ise şunlardır (Bunlara hayırlı verilmesi de denir):
“Halk Dolusu Niyazi
Bismişah Allah Allah,
Dolumuz dolu ola;
Yollarımız kadim ola;
İçtiğimiz dolu, hak dolusu olmuş ola.Kırklar Dolusu Niyazi:
Bismişah, Allah Allah,
Nur ola, sır ola,
İçtiğimiz şuraben tahur ala.
Dertlere derman, gönüllere iman ola.
Ak yazılı Sultan, Kızıldeli Sultan
Efendilerimizin keremi var ola;
Himmeti ruhaniyeleri üzerimizde hazır ve nazır ola.
Muhabbet aşkına içile.
Yuh münkire, lanet Yezid’e
Harabatlı Dolusu Niyazi:
Bismişah, Allah Allah,
Dolumuz dolu ola.
Yollarımız kadim ola.
İçeceğimiz dolu harabetli dolusu olmuş ola.
Harabatlı dmeine, keremine gerçeğe hü..!”
Eröz; sema, raks ve müziğin şaman ayinlerinin ve cemlerin vazgeçilmez unsurları olduğunu belirtir. Ona göre Çin
kaynaklarından verilen bilgiye göre sema (semah) oyunlarına benzer oyunlar Hunlar ve Göktürklerde mevcuttu.
Alevî-Bektaşi ayin-i cemleri hep gece yapılır. Şamanlık ayinleri de hep geceleyin olur. Her iki inanışta, dinî liderlerin
kıyafetleri, davranışları, hizmetleri ayinlerde çalınan sazlar, müzik, oyunlar, dualar bakımından büyük benzerlik vardır. Türkiye’deki
dede ve babalar gibi, Yakut şamanı da, post üzerinde oturur. Post üzerinde dünyanın dört yanında secde ettikten sonra, ağzına aldığı
birkaç yudum suyu etrafa püskürtür. Böylece ayin başlamış olur.
“Alevîlik ve Bektaşilikteki “Baş Okuma”, kendini temize çıkarma töreni”dir. Buryatlarda, her yıl böyle bir manevi, temizleme
usulü vardır. “Baba” (kam) ve “oğullar” (yardımcılar), üç ayrı pınardan su getirirler. Bunu kazana boşaltır ve kekik, ardıç yaprağı, çam
kabuğu ve kurban edilecek tekenin kulağından birkaç kıl atarlar. Su kaynatılır. Kesilen tekenin birkaç damla kanı da içine atılır. Manevî
temizlenme için kullanılan bu suya, “Tarasun” adı verilir. Huş ağacının dallarından yapılmış süpürge ile, bu kazanı karıştırırlar. Belli
işlemlerden sonra temizleme tamamlanmış olur. Cemlerde Selman’ın hizmetini gören kimsenin kullandığı süpürge ile, Tarasun’daki,
manevî temizleme esnasında kullanılan süpürge arasında benzerlik vardır. Dede’nin veya baba’nın 11 yardımcısı vardır. Pir, mürşit ve
rehber makamlarını üst seviyede hizmetler olarak ayırınca geriye 9 hizmet kalır ki, bu dokuz hizmet sahibini, Buryat’ın şamanın (Baba),
dokuz yardımcısına benzetmek mümkündür. Kesilen (tığlanan) kurbanın tüyünden 12 kat olarak örülen ve kurbanın kanına birazcık
boyanan ipe, Alevîlikte “Lamelif bendi” denir ve bele bağlanır. Alevîlik-Bektaşilikteki, “Onyedi Kam”, arasında da benzerlik mevcuttur
“Boyuna sicim takma”nın, Eski Oğuzlarda esaret ve kulluk işareti sayıldığı anlaşılıyor. Dede Korkut destanlarında, Salur Kazan’ın oğlu
Uruz’un tutsaklığı şu cümlelerle anlatılıyor. “Kıl sicim ak boyuna takıldı” “Kara kıldan sicim boyuna takıldı”, “ak boyunda kıl urgan
takılu”..”
4.3.5. Atalara Saygı (Atalar Kültü) Bakımından Benzerlikler
Eski Türklerde atalara olan bu saygı “atalar ruhu ve ocak”ın Kamlık dininde kutsal olmasından kaynaklanıyor. Bu saygılarını
onların ruhuna kurban keserek ifade ederlerdi. Alevîlik ve Bektaşilikde “atalar kültü”nün bu etkisini görebiliyoruz. Eröz, Silifke Tahtacı
Oymakları, köylerinde mezarlıkların atalara bağlılığın bir ifadesi olarak bir mesire yeri, bir park gibi düzenlenmiş olduğunu belirtir.
Türkler, “ateş ve ocak kültü (ayin)”ne de sahiptirler. Şamanistlerin yaptığı her törende bu nedenle mutlaka ateş bulunurdu.
Kurbanlı merasimlerde, kurbanlık hayvan hangi ruh için olursa olsun bir parçası önce ateş ruhuna sunulur. Gökdağ kurbanı töreninde de
ateş, ayinin merkezini oluşturmaktadır. Böylece Türkler, “ocak” çevresinde düğümlenen bir ayine sahip olmuşlardır. Ocağın tütmesi,
ateşin devamlı şekilde yanması, ataların o ocakta, o yurtta, o çadırda devamlı şekilde bulunması demektir. Ataların canları ocağın ateşi
içinde belirir. Bir diğer anlatımla atalarla temasın bir aracı da ocak ve ateştir. Bu inanışların bir kalıntısı olarak Bilecik’te çiftlerin
birbirine daha sıcak bağla bağlanmaları için ocakta yanan ateşin karıştırılması nişan töreninin adımlarından birini oluşturur. Ateşe
sunulan kuşbaşı şeklindeki eti de bir “saçı” olarak değerlendirebiliriz. Doğu Türkistan’ın “kadın bakşı”sı da ayine başlarken elindeki kılıç
veya hançeri, ocağın yanına, duvara sokar ve ocağa karşı oturarak dua okur. Koç’ların “ateş duası”nda “Imay ana”, “ateş ruhu” olarak
anılır. Bildiğimiz gibi buna Doğu Anadolu’daki Zazalar da “Homay” adını verirler. Alevî ve Bektaşilerde de “ocak”ın yeri büyüktür.
Bektaşi tekkelerinin meydan odalarında kıblenin olduğu yerde ocak vardır. Ocak bulunmayan meydan odalarında köşenin biri ocak
sayılırdı. Ocağın bir tarafında Seyyit Ali postu, öbür tarafında Horasan postu vardı. Yeniçeri teşkilatı hakkında da bu kelime kullanılırdı.
Bir Alevî babasından Eröz’ün edindiği bilgiye göre ocak, aydınlıktır, niyaz edilen makamdır; çiğlerin pişirildiği yerdir; bundan ötürü ona
secde edilir.Cem ayini sırasında cem evini aydınlatan lüks, lamba olsa da ocağın üzerinde “çıra-çırak” (mum) yanar. “Çırakman” cem
ayininin sonunda ocağa doğru gider. İki avucunu, ortası şişkin olacak şekilde birleştirir ve ocağa doğru gider. İki avucunu, ortası şişkin
olacak şekilde birleştirir ve ocağa doğru uzatır, kendisi de saygı ile ocağa doğru bu durumda eğilir. Sonra hürmetle geriye doğru çekilir
ve böylece durak, dedenin hayır duasını (gülbankını, hayırlısını) alır. Eröz’e göre benzer inanışlar Sünnî Türkmenlerde de görülebilir.
Onlarda da ataların ruhları için kurban kesme, ölü aşı (üç hayrı, yedi hayrı, kırk hayrı) şeklinde törenler düzenlenmektedir. O’na göre
“aile ocağı”, “asker ocağı”, “ocağına incir dikmek” “ocağı tütmek” “ocağı bozulmak” gibi deyimler böyle bir dünya görüşünden ortaya
çıkmıştır. Gerçekten de “Tekke Geleneği”ne sahip olan Akçadağ’ın Örükçü Köyü’ne mensup Şeyh Ali Kara Efendi’nin hayrına 1971’den
beri “pilav günü” düzenlenmesini de bu kollektif duygunun bir gereği olarak değerlendirebiliriz. Bildiğimiz kadarıyla yirmi beş bin davetli
“etli pilav” ile ağırlanır. Ruhuna Kur’an-ı Kerim ve Mevlid okunur ve anma töreni düzenlenir. Aynı şekilde “ölü aşı” hem aynı adla hem
de aynı erkana göre ölüm adetlerinde de kendini hissettirir. “Üç ve Kırk Mevlidi” şeklinde düzenlenir.
4.3.6. Nevruz
Bahar şenlikleri de Orta Asya’daki özelliklerle kurulabilecek en önemli bağlardan birini oluşturmaktadır. Çin kaynaklarına
göre “büyük bayram” beşinci ayın ikinci yarsında Gök Tanrı’ya kurban kesilmesiyle başlamaktadır. Bu bayram Lung-Çing denilen bir
yüksek dağda yapılmaktaydı. Anadolu’da Torosların zirvesinde düzenlenen “Hıdırellez”lerin kutlanması benzer özelliklere sahiptir.
Kızılbaş Tahtacılar, Kızılbaş Karakeçililer ve Meriç Bektaşileri “Hıdırellez”i mezarlarda kutlamaktadırlar. Bunlarda Eski Türkler ve
bugünkü Tüm Türk Dünyasında baharın gelişine olan sevincin ortak boyutu olmaktadır.
Türkçesi “Yenigün” olan Nevruz, Türklerin önemli bayramlarından biridir. Türklerin yılbaşı bayramıdır. Bugün Türk
dünyasında “Sultan Nevruz” adıyla kutlanmaktadır. Bir bahar ve kuruluş niteliğinde olan bu bayram, Ebulgazi Bahadır Han’ın “Secere-i
Türk” adlı eserinde belirttiği Ergenekon menkıbesi ile ilgili olup, eski Çin kaynaklarının günü, “kurtuluş günü” Türklerde böyle bir bahar
bayramı geleneğinin doğmasına sebep olmuştur.
Nevruz Türkistan’da doğmuştur. Oradan Batı’ya doğru yayılmıştır. İsminin Farsça olması, Fars dili ve Kültürünün Türk
dünyasında etkili olduğu bir dönemden kalma bir etki olmuştur. Eski yılın kötülük ve hastalıklardan kurtulup yeni yıla dinç girmek
konusunda uğur getireceğine inanıldığı için ateş üzerinden atlanmaktadır. Türk dünyasında herhangi bir din ve mezhebe has
olmaksızın ortak coşkuyla kutlanan Nevruz (Yenigün)’ün Türk bayramı olduğu artık tartışma götürmez bir gerçektir.
4.3.7. Yer-Su Kültü
Eski Türklerin inanışına göre insanoğlu iki zıt kuvvetin (ışık ile karanlık) etkisi altında olmaktadır. Bunlardan birincisi tabii bir
kuvvettir ve gökte bulunmakta, yeryüzüne ışık ve iyilik saçmaktadır. Güneş, ışıkları ile yeryüzünü ısıtmakta, gece ay ve yıldızlar,
yeryüzünün soğukluk ve karanlığını azaltmaya çalışmaktadır. İkinci güç, arşın soğuk ve karanlığı üzerinde barınmaktadır. Kötülüğün ve
ölümün kaynağı bu olmaktadır. Çatışan bu iki kuvvet arasında bir üçüncü kuvvet vardır ki Türkler buna Yer-Sub (Yer-su) adını
vermektedir.
Yer-su kültü, dağ-orman ve su kültlerine ayrılır. Bunlar Göktürk yazıtlarında “iduk yir sub” (kutlu yer su) olarak yazılmıştır. Bu
tabir “yer-suv” şekliyle Uygurlarda da vardır. Yer-su’lar kutsal (iduk) sayılıyorlardı. Buralarda da Gök Tanrı’ya kurban kesilirdi.
Anadolu’nun Alevî ve Sünnî Türkmenlerinde İslâmiyet öncesi akideler “Evliya” ve “Veli” itikadına dönerek devam ediyordu. Telli Baba,
Zuhurat Baba, Tezveren Dede, Dumlu Baba, Hasan Baba, Ak Baba, Çoban Dede vb. gibi onbinlerle ifade edilen yatırlar vardır.
Malatya’nın Battalgazi (Eski Malatya) ilçesinde Kara Baba ve Ali Baba yatırları Alevî olsun, Sünnî olsun sayısız ziyaretçiye sahiptir.
Etraflarında onlara duyulan saygı ve ziyaretçilerinin duasından nasip almak düşüncesinin bir ifadesi olarak mezarlıklar teşekkül etmiştir.
Kızılbaş ve Bektaşilerin gülbanklarında da bu kültün etkisini görebiliyoruz. “Meriç Bektaşilerini Doğu Gülbankı”nda, Bismişah,
Allah Allah, dolumuz dolu ola; Niyaz sahiplerinin ömrü uzun, kısmetleri gani ola, üzerlerine gelecek olan belayı, kazayı Ulu dağlara, Yezit
münkirlere vermiş ola. Niyazlarının kabullüğüne, Hakk’ın birliğine, Pir Sultan’ın demine, gerçeğe hu!...”
Eröz’e göre İslâmiyet’ten önceki inanış olan Yer-su kültüyle Türkler, başları sıkıştığında; belaya musallat olduklarında
doğrudan başvuru mercii olarak dilek ve taleplerine çözüm bulmaya çalışırlarken İslâmiyet’le birlikte bu yüksek yerler bir aracı
konumuna gelmişlerdir.
Sonuç
Alevî ve Bektaşilerin ilk önce İslâm Dinine bağlı olduklarını bilmek ve kabullenmek gerekmektedir. İkinci olarak da, Türk
milletinin mensubu bulunduklarına hiçbir şüphenin olamayacağını bilmek ve kabullenmek icap etmektedir. Töreleri, günlük yaşayışları,
deyişleri, nefesleri, sazları ve sözleri ile Türk kültürünün en özlü yanlarını korumaktadırlar. Buna göre, Alevîlik-Bektaşiliğin dayandığı
kaynaklar; Müslümanlık, İslâm Tasavvufu ve Türk töresi’dir.
Prof. Dr. Mehmet Eröz, yaptığı uygulamalı araştırmalarla Türk Alevîlik ve Bektaşiliğinin bir alt kültür grubu olarak ele alınması
gerektiğini tespit etmiştir. Eröz’ün araştırmaları ve eseri, yerinden ve birleştirici-bütünleştirici bakış açısına sahip olması bakımından o
güne kadar yapılan ve daha çok şifahî kaynaklara dayanan çalışmalardan tamamen farklı bir konuma sahiptir. Eröz, Alevîlik-Bektaşilik
konusunu akademik bakış açısıyla ve aktif katılımcı bilimsel yöntemle araştırmayı deneyen ilk sosyolog olmuştur.
Eröz, yanlış yorumlara, şüphe ve dedikodulara yol açan “mum söndü” gibi yakıştırmaların asılsız olduğunu kesin olarak
görmüştür. Bunun yanı sıra, bazı inanç ve ibadetlerin eski Türk dinine dayandığını ispat etmiştir.Alevîliği evrensel kültürlerle İslâm dininin değerlerinin bir sentezi olarak değerlendiren tezler de bulunmaktadır. Ancak Eröz,
buna katılmadığını ve Türk kültürünün temel kaynak olduğunu ifade etmiştir.
Mehmet Eröz, basmakalıp ifadelerden iletişim ile ve sosyal münasebet ağının kurulmasıyla kurtulmanın mümkün
olabileceğine inanmaktadır. Eröz, “sır saklama âdeti”nden dolayı Alevîlerin 1900’lü yıllara kadar içe kapanık bir hayat yaşamakta
olduğunu belirtmektedir. Aslında bu içe kapanıklık sadece Alevîler için değil, aynı zamanda Sünnîler için de geçerliydi. Daha açık ifadeyle
her iki kesim de birbirlerine kapalıydı. Köyden kente göçün artması ve iletişim imkanlarının artması ile bu içe kapanıklık her iki taraf için
de ortadan kalkmaya başladı. Ancak bu durum yazılı olmayan kaynaklara dayalı olan Alevîlikte dedenin otoritesini sarsmak şeklinde de
sonuç doğurdu.
Eröz’ün vardığı sonuca göre, bu karşılıklı içe kapanıklıktan kurtulmak birbirini tanımayla mümkün olur. Alevîlik, milli
kültürümüz açısından, birleştirici ve bütünleştirici önemli fonksiyonlara sahiptir. Sosyal bilimciler özellikle sosyolog ve halk bilimciler
(folklor) bu fonksiyonun sağlıklı olarak yerine getirilmesi için, Anadolu Alevî kültürünün kültür kalıplarını ortaya çıkarmak zorundadır.
Kapalı cemaat hayatları, sır ve gizlilik olarak görülen şeyler aslında tamamen Türk kültürü ile ilgilidir. Eski Türk dini ve
gelenekleri ile yoğrulmuş sosyal hayatlarını yakından tanıyınca, Sünnî, Türkmen, köylerinden pek de farklı olmadığını anlaşılabilir.
İslâmiyet cilasının altında, köklü bir Türk kültürünü yaşatan Alevî Türkmen toplulukları sevgi ile yakından tanındığında, mesele yarı
yarıya halledilmiş olacaktır. Eröz, yaptığı araştırmalarda onların sevgi ve şefkat ile uzanacak elleri beklemekte olduklarını görmüştür.
Ona göre, bu da çift yönlü münasebetin kurulmasıyla sağlanacaktır. Her iki tarafa da düşen aşırılığa gitmeden karşılıklı olarak
oluşturulmuş inanç ve kanaatleri tenkitçi gözle değerlendirmeye çalışmaktır. Aksi halde Türkiye, birbirini tanımayan halk toplulukları ve
birbirine kapalı adacıklarla dolu ve dolayısıyla da çok problemli bir ülke haline gelecektir.
Birliği güçlendirecek araçlara önem vermek gerekir. San’at, müzik, edebiyat, folklor, kaynaşmaya yardımcı olacak araçlardır.
Birlik kurulup güçlendirildikten sonra önyargılardan uzak kalınmış olunacaktır. Birbirlerine önyargı ile bakmayan iki taraf böylelikle
karşılıklı olarak birbirini tanıma fırsatı bulabilecektir. Sistemli bir devlet politikasıyla milli kültürümüzün bu en önemli meselesi rahatlıkla
halledilebilir.
DİPNOTLAR
Gnönü Üniversitesi Fen-Ed. Fak. Sosyoloji• Bölümü
ERÖZ, Mehmet; Türkiye’de Alevîlik ve BektaGîlik, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara, 1991, s.418
ERÖZ, Mehmet; Eski Türk Dini (Gök Tanrı Gnancı) ve Alevîlik ve BektaGîlik, Gstanbul, 1992, s.141
Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu Yay., Gstanbul 1988, s. 378.
BGLGGSEVEN, Amiran K.; Din Sosyolojisi, Filiz Kitabevi, Gstanbul 1987, s. 1.
BERKAY, Fügen; “Türk Toplumu Açısından Gslamiyet”, Sosyoloji Dergisi Sayı:19-20, Gstanbul 1964-1966, s. 205.
FIĞLALI, Ethem R.; GeçmiGten Günümüze Halk Gnançları Gtibariyle Alevilik-BektaGilik, Ankara 1994, s. 27.
GÜNGÖR, Erol; Gslâmın Bugünkü Meseleleri, Ötüken Yay., Gstanbul 1991, s. 112.
SEZEN, Yümni; Sosyolojik Açıdan Din, Marmara Ünv. Glahiyat Fak. Yay., Gstanbul 1988, s. 8-9.
FIĞLALI, Ethem R.; Çağımızda Gtikadî Gslâm Mezhepleri, Selçuk Yay., Gstanbul 1993, s.15.
Gslam Ansiklopedisi “Alevi” Maddesi, s.368.
A.g.e., s.368-369.
FIĞLALI, Ethem R.; a.g.e., s.233.
ERÖZ, Mehmet; Türkiye’de Alevilik-BektaGilik, Kültür B.lığıYay., Gstanbul, 1990, s. 32.
ERÖZ, Mehmet; a.g.e., s.32.ERÖZ, Mehmet; a.g.e., s.35.
ERÖZ, Mehmet; a.g.e., s.40.
Gslam Ansiklopedisi “BektaGilik” Maddesi, C:4, TDV Yay., s.373.
ERÖZ, Mehmet; a.g.e., s.52.
ERÖZ, Mehmet; “Milli Kültür Gçinde Alt Kültür Grupları”, III. Milliyetçiler Kurultayı, 1973 Bildirisi, Kültür ve Sanat,
Boğaziçi Yay., Gstanbul, 1980, s.124.
ERÖZ, Mehmet; a.g.e., s.44-45.
ERÖZ, Mehmet; Atatürk-Milliyetçilik-Doğu Anadolu, s.129.
ERÖZ, Mehmet; Türkiye’de Alevilik ve BektaGilik, s.80.
Zaman Gazetesi, 21 Nisan, 1995, s.17.
ERÖZ, Mehmet; a.g.e., s.80.
Gslam Ansiklopedisi, “Alevi” maddesi.
KÖPRÜLÜ, Fuat; Türk Edebiyatında Glk Mutasavvıflar, Diyanet GGleri BGk. Yay., Ankara, 1991, s.33-34
Gslam Ansiklopedisi “BektaGilik Maddesi”, s.376
Gslam Ansiklopedisi “BektaGilik “Maddesi, s.373.
ERÖZ, Mehmet; Türkiye’de Alevilik ve BektaGilik, s.175
ERÖZ, Mehmet; a.g.e., s.175-176
ERÖZ, Mehmet; a.g.e., s.77-178
ERÖZ, Mehmet; a.g.e., s.184
ERÖZ, Mehmet; a.g.e., s.184-185
ERÖZ, Mehmet; a.g.e., s.85
ERÖZ, Mehmet; a.g.e., s.87
ERÖZ, Mehmet; “Türk Gçtimai Hayatında, Totemizm Gzleri”, Gslam Tetkikleri Mecmuası Togan Armağanı’ndan Ayrıbasım,
s.294
ERÖZ, Mehmet; Türkiye’de Alevilik-BektaGilik, s.188
ERÖZ, Mehmet; a.g.e., s.47
ERKAL, Mustafa; “Hakimiyet Kavramını Nerede Aramalıyız?”, Milliyetçi Çizgi Gazetesi, 26 Nisan 1995, s.3
GLGEN, A.K.; “Önyargının Sosyo-Kültürel Sebepleri”, Yeni Dergi, Sayı: 5-6, s.37
ERÖZ, Mehmet; a.g.e.,, s.106-109
Gslam Ansiklopedisi, “BektaGilik Maddesi”, s.376ERÖZ, Mehmet; a.g.e., s.149
ERÖZ, Mehmet; a.g.e., s.151
ERÖZ, Mehmet; a.g.e., s.174
FIĞLALI, Ethem R.; GeçmiGten Günümüze Halk Gnançları Gtibariyle Alevilik-BektaGilik, Ankara 1994, s.80
ERÖZ, Mehmet; a.g.e., s.189
GÜNGÖR, Erol; Gslam Tasavvufunun Meseleleri, Ötüken Yay., Gstanbul 1989, s. 17
ERÖZ, Mehmet; a.g.e., s.189
ERÖZ, Mehmet; a.g.e., s.189-190
ERÖZ, Mehmet; a.g.e., s.190-191
ERÖZ, Mehmet; a.g.e., s.203
KALELG, Lütfi; Alevi-Sünni Gnancında Mevlana-Yunus ve Hacı BektaG Gerçeği, Alev Yayınları, Gstanbul 1993, s.110-111
FIĞLALI, Ethem R.; Çağımızda Gktisadi Gslam Mezhepleri, s.239-240
ERÖZ, Mehmet; Eski Türk Dini (Gök Tanrı Gnancı) ve Alevilik-BektaGilik, TDAV Yay., Gstanbul 1992, s.7
ERÖZ, Mehmet; a.g.e., s.12-14
ERÖZ, Mehmet; a.g.e., s.15
ERÖZ, Mehmet; a.g.e., s.15-17
RASONYI, L.; a.g.e., s.32
RASONYI, L.; a.g.e., s 33
ERÖZ, M.ehmet; Türkiye’de Alevilik ve BektaGilik, s. 393-394.
ERÖZ, Mehmet; a.g.e., s. 395-396.
ERÖZ, Mehmet; a.g.e., s. 397-398.
ERÖZ, Mehmet; Eski Türk Dini (Gök Tanrı Gnancı) ve Alevilik-BektaGilik, s. 125-126.
ERÖZ, Mehmet; a.g.e., s. 132-138.
*Eröz buradaki “kazı” kelimesinin “kadı” da olabileceğini ayrıca belirtir.
ERÖZ, Mehmet; a.g.e., s. 129-139.
ERÖZ, Mehmet.; Türkiye’de Alevilik ve BektaGilik, s. 304.
FIĞLALI, Ethem R.; Halk Gnançları Gtibariyle Alevilik-BektaGilik, Ankara 1984, s. 45.
GNAN, A.bdulkadir; “Orun ve ÜluG Meselesi”, Makaleler ve Gncelemeler I, s. 254.
ERÖZ, Mehmet.; a.g.e., s. 314-315.ERÖZ, Mehmet.; Gök Tanrı Gnancı ve Alevilik-BektaGilik, s. 61.
ERÖZ, Mehmet.; a.g.e., s. 65-66.
ERÖZ, Mehmet.; a.g.e., s. 66.
ERÖZ, Mehmet.; a.g.e., s. 67.
GNAN, Abdulkadir.; Tarihte ve Bugün gamanizm, TTK Yay., Ankara 1972, s. 71.
ERÖZ, Mehmet.; Türkiye’de Alevilik ve BektaGilik, Ankara 1991, s. 327.
YALVAÇ, Mehmet; “Bilecik Düğün Adetleri”, Türk Dünyası AraGtırmaları’ndan Ayrı Basım, Gstanbul-Nisan 1984, s. 78-79.
ERÖZ, Mehmet.; a.g.e., s. 329.
ERÖZ, Mehmet; Doğu Anadolu’nun Türklüğü, Gstanbul 1983, s. 144.
ERÖZ, Mehmet; Eski Türk Dini (Gök Tanrı Gnancı) ve Alevilik-BektaGilik, Gstanbul 1992, s. 70.
ERÖZ, Mehmet; a.g.e., s. 71.
ERÖZ, Mehmet; “Türk Boylarında Kansız Kurban Geleneği”, Türk Kültürü ArG. Ens. Yay., Mayıs-Ağustos 1980, s. 212.
ERÖZ, Mehmet.; Türkiye’de Alevilik ve BektaGilik, Ankara 1991, s. 353-355.
ÖGEL, B. –YILDIZ, H. D. –KIRZIOĞLU, M.F. –ERÖZ, M - KODAMAN, B. - ÇAY, A.M.; Türk Milli Bütünlüğü
Gçerisinde Doğu Anadolu, Boğaziçi Yay., Ankara 1992, s. 130-131.
ERÖZ, Mehmet; a.g.e., s. 97-98.
FIĞLALI, Ethem R.; a.g.e., s. 65.
ERÖZ, Mehmet; a.g.e., s. 100.
ERÖZ, Mehmet; a.g.e., s. 100-101.
ERÖZ, Mehmet.; a.g.e., s. 102.