Jean-Jacques Rousseau
01 Ocak 1970
Jean Jacques Rousseau ( 28 Haziran, 1712 - 2 Temmuz, 1778) tarihleri arasında yaşamış
Fransız felsefeci, yazar, politika teorisyeni.
Jean Jacques Rousseau insan doğasına ilişkin çözümlemesiyle, insanın özü itibariyle iyi ol¬duğuna ilişkin görüşü ve toplumsal sözleşme öğretisiyle ün kazanmış olan ünlü Fransız düşünür. Temel eserleri: Discours sur les Sciences et les Arts Bilimler ve Sanatlar Üzerine Konuşma, Discours sur l’Origin et les Pondements de l’Ingalite İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Temeli ve Kökenleri, Emile au de l’Education Emile ya da Eğiti¬me Dair, Du Contrat Social Toplum Söz¬leşmesi ve Confessiones İtiraflar.
Kant ve romantik filozofları çok derin¬den etkilemiş olan Rousseau, bir Aydınlan¬ma düşünürü olmakla birlikte, Aydınlanma hareketine, modernlik düşüncesi ne yöneltti¬ği sert eleştiriyle tanınır. Bireysel insan varlı¬ğına ve onun mutluluğuna her şeyden çok değer vermiş olan Rousseau, insanın, kültü¬rel farklılıklardan, sarayın yapaylıklarından, tutkunun ve rekabetin yol açtığı olumsuz et¬kilerden, özel mülkiyetin yarattığı eşitsizlik¬ten arındırılarak, nasıl yeni baştan yaratılaca¬ğını araştırmıştır.
Onun felsefesi de, modern felsefenin tav¬rına uygun olarak, benlik kavramı çevresin¬de döner; Descartes’ın öznel, tözsel benli¬ğinden sonra, onun insanı, ahlâka dayanak olan, kendisine düşünce ya da mantıkla değil de, duyguyla ulaşılan, ve kişisel bir iyilik du¬yusuyla temellendirilen bir insani benliktir. Onun sözünü ettiği insani benlik, rasyonalist¬lerin ve empiristlerin ifade ettiği gibi, formel boyutları olan, içebakışla bilinen ve kendisi¬ni bilgiyle gösteren bir benlik değil de, daha çok romantiklerde söz konusu olan türden evrensel bir kişilik anlamında bendir; Rousseau’nun insanı, yaratıcı, ve kendisini dünya¬ya ve geleceğe fırlatan bir benliği tanımlar. O insanın özü itibariyle iyi ve ahlâklı bir yarlık olduğunu savunmuş, insanda, akıldan çok, duyguların önem taşıdığını, ahlâk söz konusu olduğunda, akıl ve duyguların bir arada gidebileceğini belirtmiştir. Rousse¬au’nun bu insan görüşü, yalnızca etik için değil, fakat siyaset ve toplumsal yaşam için de bir temel oluşturur.
Rousseau, özde iyi olan insanın birtakım temel hasletlerini uygarlığın gelişimiyle bir¬likte yitirdiğini söyleyerek, Aydınlanma kar¬şısında eleştirel bir tavır almış ve Avrupa uygarlığının modern doğrultusuna yönelik eleştirisini ortaya koyabilmek için, insan do¬ğasının tarihsel evrimini verirken, ilkel ya da vahşi insanı uygarlaşmış insanla karşılaştır¬mıştır. İnsanın tarihini doğa haliyle başlatan, doğal ilkel ya da vahşi insanın sağlıklı ve güçlü olduğunu, ölüm korkusu yoksun yaşa¬dığı ya da ihtiyacı az olduğu için, bir mutlu¬luk durumunda bulunduğunu söyleyen ve toplumla erdem arasında çok sarih bir karşıt¬lık kuran Rousseau, çağdaş toplum ile insa¬nın doğası arasındaki mutlak antitezi gözler önüne sererken, Avrupa Uygarlığının sadece entellektüel kültürün sahte cazibesine kapıl¬dığını, insanın iyi özünü bozup, hakiki ahlâki taleplerini göz ardı ettiğini onun doğal ihtiyaçların yerine birtakım suni ihti¬yaçlar ikame ettiğini öne sürer.
Modern uygarlığın hastalığını, çağdaş toplumun problemini kendince teşhis edip tanımlayan Rousseau, daha sonra çözüme geçmiştir. Özellikle İngiliz Aydınlanmacıla¬rın insan varlığında başkalarını gözeten bir ilgi, insan doğasında bağımsız bir diğerkam¬lık kaynağı bulunduğu görüşüne olduğu kadar, iyi bir insan doğası konsepsiyonuyla, özgeciliğin kendini sevmenin yalnızca kılık değiştirmiş bir şekli olduğu düşüncesine de karşı çıkan Rousseau, Amile’de, bir eğitim şeması içinde, insanı başka bireylerden tecrit edilmiş bir birey olarak ele alır ve gerçek özgürlüğün koşullarını araştırır. Ona göre, “in¬sanın ne yapması gerektiği”, yani başka in¬sanlarla olan ilişkilerinde nasıl davranması gerektiği sorusu “insan varlığının ne oldu¬ğu” sorusunu içerir ve bizi eğitim yoluyla sosyal kurumların reformuna götürür. Bu düşünceye, eşdeyişle “bireyin toplumda, top¬lumun ise bireyin kendisinde araştırılması gerektiği, ve dolayısıyla politikanın eğitim ve ahlâktan asla ayrılamayacağı” düşüncesi¬ne paralel olarak, Rousseau Toplum Sözleş¬mesi adlı eserinde de, insanın özgür ve akıllı bir varlık olarak varoluşunu güvence altına alacak koşulları, onu hemcinslerinin zorbalı¬ğından koruyacak, bireyin doğal özgürlük kaybını daha yüksek bir Özgürlük türüyle telafi edecek tedbirleri, ünlü toplum sözleş¬mesi ve genel irade teorisiyle ortaya koy¬muştur. Başka bir deyişle, onun temel amacı “modern bireyde, insanlığın ilkel basitliğinden çıkışıyla birlikte zorunlu olarak kaybolan niteliklerin nasıl korunabileceği veya ye¬niden kazanabileceği” problemine tatmin edici bir çözüm getirmektir.
Doğal yaşama halinden toplum düzenine geçiş, Rousseau’ya göre, insanda çok önemli bir değişikliğe yol açar. Davranışında içgü¬dünün yerine adaleti koyar; daha önce yok¬sun olduğu değer ölçüsünü kazandırır. Öde¬yin sesi içtepilerin, hak ya da isteklerin yerini alınca o güne kadar yalnız kendini dü¬şünen insan başka ilkelere göre davranmak, eğilimlerini dinlemezden önce aklına başvur¬mak zorunda kalır. İnsan bu durumda doğa¬dan sağladığı birçok üstünlüğü yitirse de, ye¬tileri geliştiği, düşünceleri açıldığı, duyguları soylulaştığı, ruhu yükseldiği için, onun en azından politik ve ahlâki bakımdan gelişme imkanı kazandığını söylemek gerekir. Yani, doğa halinden toplum haline geçişle birlikte, insan dönüşüme uğrar, içgüdüsel bir yaratık olmaktan çıkarak, benliği bağımsızlıkla değil katılımla, özgürlüğü varsayan bir katılımla belirlenen bir yurttaş haline gelir. Çok daha önemlisi, insan, bir dürtü yaratığı değil de, sorumlu bir ahlâki fail haline, sorumlu bir ahlâki fail haline, yalnızca toplumda gelir. Onu tam bir insan varlığı haline getiren, kendi kendisinin efendisi yapan, yabancılaş¬mış olma durumundan kurtaran tek şey, ahlâki özgürlüktür. Doğal özgürlük kaybı, insanın daha tam ahlâki özgürlüğüne, onu tam ve gerçek insan yapan manevi özgürlüğe erişmek durumundaysak eğer, Rousseau’ya göre, yapılması gereken zorunlu bir fedakarlıktır.