M. Necati Sepetçioğlu’nun Türk Mitolojisi ve Destan Geleneği Çalışmaları Üzerine Bir Değerlendirme
01 Ocak 1970
Ortaçağın sonu ve Yeniçağın başlamasıyla birlikte derebeyliklerin yıkılması ve merkezî krallıkların kurulmasına paralel olarak Avrupalılar, başlattıkları milletleşme sürecinde sözlü geleneklerini derleyip yazıya geçirmeye başlamıştır. Herder’in formüle ettiği ve Alman birliğini kurmaya yönelik romantik Alman milliyetçiliği, halkbilimi disiplinini ortaya çıkaran en önemli etkenlerden birisidir (Çobanoğlu 2002a: 33-34). Almanya’da folklor/halkbilimi teriminin karşılığı diyebileceğimiz "volkskunde/völkerkunde" (halkbilgisi/halklarbilgisi) terimi 1782 yılında kullanılmaya başlar (Gözaydın 1992). 1846’dan itibaren İngiltere’de folklorun bir bilim dalı olarak teşekkül etmesinin ardından bu çabalar Avrupa’da bilimsel bir çerçeveye oturtulmuştur.
1789 Fransız İhtilâli ile önce Avrupa’da ardından bütün dünyada milliyetçilik akımı gündeme gelmeye başlar. Mitolojiden modern roman ve hikâyeye uzanan süreçte, bütün güzel sanatlar alanında olduğu gibi edebiyat ve felsefede de Klasik Roma-Grek mitolojisi besleyici ve ilham verici bir kaynak olmuştur. Avrupa kimliğinin şekillenmesinde bu referanslar ana damarları teşkil etmiştir. Klasisizm ve Romantizm cereyanları ile bu ilişki en üst noktaya ulaşmıştır.
Türklerin Batıya yürüyüşleriyle birlikte gündeme gelen Türkiye-Avrupa kültürel ilişkileri XIX. yüzyılda çok ileri bir noktaya taşınmıştır. Tanzimat reformunun ardından hemen her alanda olduğu gibi kültürel alanda da -büyük ölçüde tek taraflı- bir etkileşim sürecine girilmiştir. Müzik ve resim gibi güzel sanat dalları Batılı bir anlayışla Türkiye’ye taşınmaya başlamıştır. Bu çerçevede Türk aydını Grek- Roma mitolojisi ile tanışmıştır.
Kıta Avrupa’sında gelişip yayılan milliyetçilik akımı Tanzimat’tan itibaren çok kültürlü ve çok dinli Osmanlı Devleti’ni de etkilemeye ve hattâ sarsmaya başlamıştır. Etnik azınlıklar yavaş yavaş bu kimliklerini siyasallaştırmaya başlamışlar, böylece büyük bir kopuş ve dağılma sürecine hızlı bir şekilde girilmiştir. Evvela Balkanlarda başlayan bu süreç ardı sıra imparatorluğun diğer gayr-ı Türk unsurları arasında hızla yayılmıştır. Bu süreçte dil ve folklor araştırmaları belirleyici bir rol oynamıştır. M. Kemal Atatürk bu durumu şöyle değerlendirmektedir:
"Biz Balkanları niçin kaybettik biliyor musunuz? Bunun bir tek sebebi vardır. Bu, Slav araştırma cemiyetlerinin kurduğu dil kurumlarıdır. Bizim içimizdeki insanların millî tarihini yazıp millî şuurunu uyandırdığı zaman biz Balkanlardan Trakya hudutlarına çekildik." (Kocatürk 1971:165).
İmparatorluğun kurucu unsuru Türk milleti diğer üniversal imparatorluklarda olduğu gibi emperyal bir bilinç ve donanımla hareket etmediği için, imparatorluk içerisinde uzun yıllar içerisinde ’baskılanan’ ve ’pörsüyen’ bir ’Türk kimliği’ söz konusudur. Aslî unsurun kendine dönmesi ve kimliğini tanıma ve bulma çabası, birçok sorunu da beraberinde getirmiştir.
İmparatorluğun dağılma sürecinde ’Osmanlıcılık’ ve ’İslâmcılık’ gibi o devre göre büyük siyasal projelerin işe yaramadığı anlaşılınca, kurucu unsur olan Türk milletinin uzun yıllar ihmal edilen kültürel yapısına dayanan ’Türkçülük’ akımı, yeni bir siyasal akım olarak gündeme gelmiştir. Türkçülüğün öncelikle Türkiye dışındaki Türk aydınları tarafından Sovyet yayılmacılığına karşı Türk millî istiklâlini tahakkuk ettirmeye dönük anti-emperyalist bir akım olarak kurulan ve kullanılan bir teorik ve pratik zemini mevcuttu. Bu aydınların Türkiye’ye gelmeleriyle birlikte, Türkiye’de Türkçülük ve milliyetçilik kavramları yeni ve hızlı bir içerik kazanmaya başlamıştır.1
II. Meşrutiyet’in ilânından 1914 yılındaki I. Dünya Savaşı’na kadar İttihat ve Terakki iktidarda kalmıştır. Bu zaman diliminde İTC’ne bağlı yurtsever aydınlar, Türk Derneği (1908), Türk Yurdu Derneği (1911) ve Türk Ocağı (1912) gibi dernekler vasıtasıyla Ziya Gökalp’ın ortaya koyduğu görüşler doğrultusunda bir taraftan Türklük bilincini geliştirmeye ve diğer taraftan da bu bilince dayanarak Türk devletini ibda etmeyi tasarlamıştır. Türkçüler, millî kimlik ve bilincin tesisinde, en önemli araçlar olarak folklor ve halk edebiyatını görmüştür (Yıldırım 1998 a-b, Çobanoğlu 2002b, Görkem 2006).
Cumhuriyet’in ilânından sonra, Ankara’da 1927 yılında kurulan Anadolu Halk Bilgisi Derneği –sonra adı Türk Halk Bilgisi Derneği olarak değiştirilecektir- ile folklor meselesi sivil bir kimliğe bürünür. Bir taraftan Türk Ocakları, diğer taraftan da Cumhuriyet döneminde yeni kurulan kurumlar vasıtasıyla folklor sorunu, millî bir sorun olarak ele alınıp değerlendirilmeye devam etmiştir. Bu bağlamda İstanbul Üniversitesi Türkiyat Enstitüsü’nün, daha sonra Türk Dilini Tetkik Cemiyeti, Türk Tarih Kurumu ile Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin kuruluşu bu projenin diğer bazı önemli ayaklarıdır (Yıldırım 1998b).
1932 yılında Türk Ocaklarının kapatılmasından sonra, Türk Ocaklarının başlattığı bu süreç halkevleri ile devam ettirilmiştir. Halkevleri vasıtasıyla Türkiye Türklüğünün millet kimliğinin çerçevesi çizilmeye ve muhtevası doldurulmaya gayret edilmiştir. Halkevlerinin 1951 yılında kapatılmasına kadar çok zengin bir yayın hayatıyla Türk halk kültürü ve kimliği üzerine zengin bir birikim oluşturulduğu söylenebilir (Halkevlerinin kültür faaliyetleri hk. bk. Öztürkmen 1998).
Atatürk’ün 1938 yılında ölümünden sonra, onun başlattığı Türk kültürünü merkeze alan çalışmaların ekseni ’batı’ya kaydırılmaya başlanmıştır. Bu bağlamda Millî Eğitim Bakanlığı’nın başlattığı ünlü ’Klasikler Projesi’ vasıtasıyla Türk aydını Grek-Roma mitolojisini yakından tanımaya başlamıştır. Bu tarihten sonra Cumhuriyetin kültür politikalarında radikal değişim ve dönüşümler görülmeye başlar. Kültür politikalarında, Ziya Gökalp’ın merkezde olduğu 1908-1920 "Türkçü" dönemdeki anlayış, M. Kemâl Atatürk’ün kültür politikasını belirlediği 1920-1938 yıllarındaki "Sentezci" anlayışla değişerek devam etmiş; bu tutarlılık ve devamlılık 1938 yılından sonra ise, tedricî olarak terk edilmiştir.2 Cumhuriyetin millî kültür politikası, istikametini ’batıcı’ bir rotaya çevirmiştir. Nev-Yunanîlik akımının devamı mahiyetindeki ’Anadoluculuk’ ve ’Akdenizlilik’ paradigmaları Türk münevverinin zihin haritasını bu anlamda şekillendirmeye başlamıştır.
1960’lı yıllara gelindiğinde bu yeni tarz eğitim ve öğretimle yetişip şekillenen Türk aydını, ’batı’yı muhakkak surette bütün yönleriyle taklit edilmesi gereken bir olgu olarak görmeye ve anlamlandırmaya başlar. Bu bağlamda medenî olmanın yolunun, güzel sanatlar alanında Avrupa ile aynı paralelde üretimler yapmak olduğu hissedilir, ki bunun temel dayanağı da Grek-Roma mitolojisidir
Millî perspektifi ihmal eden bu bakış açısının toplumda ve aydınlar arasında bir tepki doğuracağı muhakkaktır. Özellikle Atsız Mecmua ve H. Nihal Atsız etrafında kümelenen ’Türkçü-toplumcu muhalefet’in bu politikalara karşı sistematik ve sert bir muhalefeti söz konusudur. Bu çizginin devamında çoğu Türklük bilimci ve diğer sosyal bilim alanlarında uzman olan aydınlar Türk kültür ve mitolojisini ortaya koyan, edebîleştiren vülgar-popüler çalışmalar yapmışlar, eserler vermişlerdir (Örnekler için bk. Kaya 2004). Zaten Cumhuriyetin ilk 30 yılındaki çalışmalarla ortaya önemli bir bilimsel birikim de konulmuştu.
Sepetçioğlu’ndan önce de bazı düşünür ve yazar-şairler, Türk destanını nazma çekme teşebbüsünde bulunmuşlardır. Ziya Gökalp, Hilmi Ziya Ülken, Rıza Nur ve Basri Gocul bu alanda ilk akla gelen isimlerdir. Türk destan parçalarını nazma çekme hususunda ilk çığır açıcı Ziya Gökalp (1876-1924) olmuştur. Atsız’ın ifadesiyle, milliyetçi bir aydın olarak, "ihmal edilenlerin hepsini birden yapmağa kalkmış, bu yüzden de yaptıklarının bir kısmı eksik ve yarım kalmıştır." (Atsız 1992b: 274). Hilmi Ziya Ülken (1901-1974) de 1920’li yılların ilk yarısında Anadolu Mecmuası’nda İslâmî döneme ait bazı destan parçalarını nazma çekmiş, ayrıca Türk destanları konusunda devrine göre önemli sayılabilecek iki makale yayımlamıştır (bk. Atsız 1992b: 275). Atsız, Ülken’in bu sahada başarılı olduğu kanısında değildir. Fakat Ülken uzunca bir süre Anadolu’yu vatan edinen ve yüzyıllar içerisinde farklılaşan Batı Türklüğünün "bir Türk Rönesansı" oluşturabilmek açısından ’destan’ların önemi üzerinde felsefî ve fikrî bağlamda durmuştur. Onun bizce en önemli görüşü "edebiyat vasıtasıyla millet oluşturmak" şeklinde özetlenebilir. Edebiyatın en önemli ’tür’ü olarak da ’destan’ı görür (Topçu 2005: 103). Bu bakımdan bakıldığında Sepetçioğlu’nun da benzer şekilde düşündüğü görülecektir. Fakat ’Anadolucu’ akımın öncülerinden H. Ziya Ülken, Türk milletinin İslâm öncesi devirlerine ait ’destan’ları hariç tutarak "Firdevsî’nin Şehname’de yaptığı gibi bir bütün oluşturma arayışı"ndadır; "böyle bir eserin Anadolu Türklüğünün ürettiği değerleri bir araya getirebileceğini ve dolayısıyla milletleşme sürecinin ancak böyle bir destanla tamamlanabileceğini" iddia edecektir (Topçu 2005: 105).
H. Nihâl Atsız, "Türk Destanı Üzerinde İncelemeler" başlıklı yazı dizisinin sonunda, Şehnâmeler devrinin geçmediğini, günümüzde diğer milletlerin sanatkârlarının "destan olarak çok lirik tarihî romanlar" yazdıklarını, Türk milletinin ise "her ikisini başaracak bir tarihî çağda" bulunduğunu, "[k]orkunç içtimaî kasırgalar arasında, oluşlar ve ölüşler ortasında yeni bir manevî nizama, yeni bir hamasî devre doğru gittiğimizi gösteren alâmetler[in] var olduğunu, "[m]illî destan üzerindeki ümit verici çalışmalar[ın] bu alâmetlerden biri" olduğunu önemle belirtecektir (Atsız 1992e: 297). Türk destanı konusunda geleceğe yönelik olarak böylesine olumlu ve ümit verici görüşler serdeden Atsız’ın, ne yazık ki M. N. Sepetçioğlu’nun Yaratılış ve Türeyiş isimli kitabı hakkındaki kanaatlerini –yazmadığı için- bilemiyoruz.
Sepetçioğlu’nun Türk mitolojisi ve epik geleneği üzerindeki çalışmalarında böylesi bir tarihsel arka plan belirleyici olmuştur. Henüz 20 yaşındayken 1952’de bir dergiden kendisine yöneltilen bir soru üzerine, "Hümanizme giden yol milliyetten geçer!" diyecektir(www.ufukötesi.com// 24 Ekim 2006). Pınar dergisine (S. 15, Mart 1973) verdiği bir mülâkatta Türk destanlarının "çok insanî, çok ahlâkî, tek kelimeyle çok medenî destanlar" olduğunu kaydetmektedir (Çalık 1993: 327). Türkiye’de yıllarca "çok kötü bir sömürge zihniyeti ile bilerek veya bilmeyerek mektep kitaplarında bile yabancı ve özellikle köksüz Yunan destanları’nı çocuklarımızın körpe beynine yerleştiren zihniyetin ne yaptığını anlamak artık zor olmasa gerek" diyerek, bu meseleye niçin eğilmek gerektiğini açıklıyor. Türk destanları bugünkü ve yarınki sanatçılara kaynaklık etmezse, "edebiyatımız ve her türlü güzel sanatlarımız kendi kaynaklarına dönmezse", uluslararası sanat arenasında yer alabilmemiz mümkün değildir (Sepetçioğlu 2004a: 7. "Önsöz"den).
Onun bir ’sanat eseri’ (yapma destan) niteliğindeki asıl çalışması, 1965 yılında yayımlananYaratılış ve Türeyiş (Türk Destanı) isimli kitabıdır. Bu kitabına hazırlık mahiyetinde ön çalışmalar yapmıştır. Bu eserler Karşılaştırmalı Türk Destanları (2004a) ve Dedem Korkut’un Kitabı(2004b) isimli kitaplarıdır. Bu kitaplardan her ikisinin de ilk baskıları 1972 yılında yapılabilmiştir.
Karşılaştırmalı Türk Destanları kitabını niçin yazdığını "Yaradılış ve Türeyiş adını verdiğim Türk Destanı’nı hazırlarken aldığım notlar, destanlarımızın öteki milletlerin destanları ile uzak yakın ilgilerini karşılaştırma sırasındaki yorumlamalarım ve düşüncelerim zamanla böyle bir kitabı yazmama sebep oldu" şeklinde açıklamaktadır (Sepetçioğlu 2004a: 7. "Önsöz"den). Türkiye’de "[y]ıllar yılı, çok kötü bir sömürge zihniyeti ile bilerek veya bilmeyerek mektep kitaplarında bile yabancı ve özellikle köksüz Yunan destanları’nı çocuklarımızın körpe beynine yerleştiren zihniyet[e]" (2004a: 7) dur demek için böylesi bir işe giriştiğini açıklamaktadır. Sepetçioğlu, dünyanın en zengin destanlarının ön sıralarında yer alan Türk destanlarının "bugünkü ve yarınki sanatkârlara en güzel kaynak olacağını; edebiyatımızın ve her türlü güzel sanatlarımızın kendi kaynaklarına dönmezse, milletlerarası sanat sahnesinde, hiçbir yer alamayacağını[n]" (2004a:7) bilincinde olan bir sanatkârdır.
Dedem Korkut’un Kitabı’nın önsözünde de benzer endişeler ve bu endişelerle ilgili ifadeler yer almaktadır. Sepetçioğlu bu tarz çalışmaların ’akademik’ çalışmalar olarak görülmemesini, Türk milletinin "uzun ve büyük destanını verecek olan romanları[n]ın ön çalışmaları [ve] araştırmaları" olarak görülmesini özellikle belirtmektedir (2004b: 8). Bu kitabın sonunda, birer sanat eseri niteliğindeki "Tepegöz Masalı" (2004b: 205-213) ve "Deli Dumrul" (2004b: 214-221) isimli iki özgün metin de yer almaktadır.
Sepetçioğlu’nun Türk mitolojisi üzerine olan ilk özgün çalışmasının Yaratılış ve Türeyiş: Türk Destanı isimli eser olduğu yukarıda belirtilmişti. Eser ilk defa 1965 yılında Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü tarafından Ankara’da 5000 adet bastırılmıştır. 2000 yılına kadar kitabının yedi baskısının yapıldığını görüyoruz.3 Yazar 1992 yılında yapılan kitabın yeni baskısına yazdığı önsözde, ilk dört baskının toplam rakamının "yüz elli bini aştığını" belirtir (Sepetçioğlu 2000: VIII). Bu rakamın bugün için üç yüz bini aştığı düşünülebilir.
Eser basıldığı 1965 yılında İngilizce’ye çevrilerek Kansas Devlet Öğretmen Koleji’nde hakkında bir ’master’ tezi yapılmıştır. Daha sonra 1977 yılında Polonya’da Lehçeye çevrilmiş ve aynı yıl üst üste iki baskı yapmıştır. Bu iki baskının adeti 20.000’in üstündedir. Bu çeviri eserden Polonyalı yazar ve rejisör M. T. Nowakowski tarafından Stara Prochownia (Tanrı Karahan’ın Dünyası) adlı bir "monodram" yazılmış ve eser Varşova ve Polonya’nın öteki şehirlerinde de sahnelenmiştir (Sepetçioğlu 20043a: 80). Eser hakkında Sepetçioğlu, "[b]izim Cumhuriyet Bayramlarımızda Warşova Radyosunda bu Türk destanından parçalar okunması benim için öğünç kaynağı, ülkemde benimsenmesi [ise] yazarlık gücüm oldu" diyor (Sepetçioğlu 2000: VIII. abç.).
1969 yılında kaleme aldığı 1000 Temel Eser serisinde 2. baskısı yayımlanan eserin "önsöz"ünden hareketle kitabın kimlere armağan edildiği, hangi gayeyle yazıldığı, neleri amaçladığı gibi hususlar hakkında ayrıntılı bilgi edinmek mümkündür. Bu hususlar aşağıda özetlenerek verilmeye gayret edilecektir:
Yazar kitabını Türk Gençliğine armağan etmiştir:
"…haşmetini ve kaygusunu yüreğimin başında duyduğum milletimin asil gençlerine; bilhassa, soyunun sıcak, içli, güzel heyecanları dururken soğuk, kuru ve sonu köleliğe varacak olan uzak ve yabancı heyecanlar peşinde heder olan çocuklarına armağan ediyorum." (Sepetçioğlu 2000: VII, VIIIabç.).
Hatırlanacağı üzere, o zamanlar -1960’lı yıllar- Türkiye’de marksist ve bölücü hareketler yeni yeni boy göstermeye başlamıştı.
Türk destan motiflerinin hâlen sözlü kültürümüzde yaşıyor olmasından çok etkilenmiştir. Destanı yazarken hareket noktasının ne olduğunu şöyle açıklıyor:
"Işık, ağaç, dağ, ihtiyar, su, at, kurt, genç kız, taş motiflerinin, destanlarımızın kaynağına yakın canlılıkta yaşamakta olması, beni, İstanbul’da farkında olmadan yaşadığımız tarih gibi, yinefarkında olmadan destanları yaşamakta olduğumuz inancına götürdü. Bu inancın tesiri altında şöyle düşündüm: Yaratılış, Türeyiş, Göç, Bozkurt, Oğuz Kağan, Şu, Ergenekon destanları da, Battal Gazi ve Köroğlu destanları gibi aralıksız olarak ağızdan ağza nakledilse idi nasıl ve ne gibi bir değişikliğe uğrardı ve bu gün bu destanlar, yazı diline geçirilse idi nasıl yazılırdı? / Yaratılış ve Türeyiş adını verdiğim Türk Destanı’nı yazarken hareket noktam bu sorunun cevabını aramakoldu." (2000: II-III. abç.)
Sepetçioğlu bu kitabı yazmayı 1949 yılında, İstanbul Haydarpaşa Lisesi’nde son sınıf öğrencisiyken -17-18 yaşlarında- düşünmüştür:
"O yaşların heyecanı içinde piyes olarak hazırladım, fakat istediğim bütünlüğü sağlayamadığım gibi piyes olarak da hiçbir değeri olmadığını anladım. Ve o günden sonra Anadolu’yu dolaşmayı, yaşlı masalcıları bulup onların ağzından, bildikleri masal ve destanları dinlemeyi en uygun yol buldum. Nihayet 1963 yılının ağustosunda yazma başladım. Altı ay sürdü. Gece gündüz altı ay süren bu yazış sonunda, türlü biçimlere girdi; benimsediğim ve sevdiğim, şu elinizde olanıdır." (Sepetçioğlu 2000: VII. abç.).
Türk tabiî destanlarından Yaratılış, Türeyiş, Göç, Bozkurt, Ergenekon, Oğuz ve Şu destanlarını bir araya getirerek tek ve bütün bir destan hâlinde ilk söylenişlerinden binlerce yıl sonra bir Türk yazarı tarafından bütünleştirilmiştir. Kitabın ilk baskısında metindeki beyit ve mısraların sahipleri ve alındığı kaynaklar gösterilmemiştir. Fakat diğer baskılarda alıntıların kimlerden ve hangi kaynaklardan alındığı belirtilmiştir. Değişik baskılarda metin aynıdır. Ancak birkaç yerde küçük değişiklikler yapılmıştır.
"Yaradılış ve Türeyiş-Türk Destanı, İslâmiyet’ten önceki Türk destanlarından, Yaradılış, Türeyiş, Göç, Bozkurt, Oğuz Kağan, Şu, Ergenekon olmak üzere yedisinin bugünkü dille bir bütün halinde anlatılmasından meydana gelmiştir. Türk destanlarını teker teker alıp yazmanın daha kolay olduğunu söyler. "Benim yapmak istediğim, yedi ayrı ve büyük destanın, bir tek Türk Destanı hâline getirilmesiydi." (2000: III. abç.). Fakat bu yedi destan arasındaki "zaman farkı"nın yazara epeyce sıkıntı çıkardığı anlaşılıyor. O da bu yedi destanda yaşanan olayları ben bunlarda anlatılanları "tek bir zaman diliminde yaşanmış gibi anlatmak" yolunu tercih edip uygulayacaktır: "…bütünlüğü ve destan birliğini bir tek şekilde zaman farkını düşünmeyip, destanların oluş sıralarını kendime göre değiştirmek suretiyle temin edebileceğimi anladım ve bu yolu tercih ettim." (2000: IV. abç.).
Sepetçioğlu’nun tercihini bir tek "Türk destanı"ndan yana koyması, onun büyük Türk tarihçisi Zeki Velidî Togan’dan (1890-1970) önemli derecede etkilendiğini göstermektedir. Togan, Atsız Mecmua’da (S. 1, 2, 3, 4 ve 5, Mayıs-Eylül 1931) neşredilen "Türk Destanının Tasnifi" makalesinde ’tek bir Türk destanı olduğunu’ savunur ve bu destanın özetini verir. Togan bunu yaparken Batı Türklerinin destanlarını hesaba katmamıştır (Atsız 1992c).
Sepetçioğlu söz konusu eserinin önsözünde, ilk önceleri bu eseri manzum olarak yazmaya teşebbüs ettiğini fakat Anadolu’daki masal anlatıcılarının mensur ve secili anlatım tutumlarından etkilenerek eseri nesir şeklinde yazmaya karar verdiğini belirtir. Eseri yazarken doğu ve batı yazılı geleneklerindeki destan ve mitoloji metinlerini incelediği görülür. Fransızların Chanson de Roland’ını, Almanların Nibelungen’ini, Finlilerin Kalevela’sını ve Firdevsî’nin Şehname’sini dikkate aldığını belirtir (Sepetçioğlu 2000: II-IV).
Yazar, ’Yaratılış’ ile ’Türeyiş’e ait metinlerde geçen Mangdaşire, Meytere, Po-do-sün-ko ve Şalmiye gibi isimleri – hocası Prof. Reşit Rahmeti Arat’ın isteği doğrultusunda- de değiştirmiştir. Yaratılış ile Türeyiş destanları Çin kaynakları tarafından yazıya geçirilmiştir. Onun için "Çinlileştirilen" bu isimlerin yerine Gök Oğul, Ulu Kişi, Gün Aşan ve Alma Ata isimlerini tercih etmiştir. (2000: IV.abç.)."Dinî unsurlar" ve "rivayetler" meselesindeki tercihi ise "İslâmiyet’ten önceki rivayetleri tercih" şeklinde olmuştur. (2000: V. abç.).
Yaratılış ve Türeyiş de nihayetinde bir ’yapma’ destandır. ’Yapma’ destanlardaki tek kişi olan şair, yazar veya sanat adamı, ’anonim’ destanlardaki ’millet’in yerini almış ve onun sözcüsü olmuş gibidir. Bir anlamda kendini de anlatarak şunları söyler:
"Kendi hayal ve san’at gücünü, duygu ve düşüncelerinin çağlayanında, asıl olarak benimsediği tabiî destanın yönlendirmesine bırakmış yeni bir destan var etmiştir. (…) Eğer milletçe benimsenen bir eser olmuş ise ortaya çıkan eser, san’at adamı başarılı olmuştur. Aksi olduysa zaten eserin benimsenmesi ve destan olarak kabul edilmesi söz konusu edilemez." (2004a: 77-79. abç.)
Sepetçioğlu kendisinin bir edebiyat tarihçisi olmadığını ve bir tarih kitabı da yazmadığını kaydettikten sonra şunları söylüyor:
"Ben, yirminci asrın bir Türk yazarı olarak, en az yirmi beş asırdır varlığını yeryüzüne kabul ettirmiş olan milletimin heyecanını ve haşmetli tarihini gönlünde duyup yaşayan bir Türk yazarı olarak Türk Destanını, kendi milletimin destanını yazıyorum." (2000: IV. abç.).
Sepetçioğlu’nun ifadelerine ve eserin yazıldığı dönemin genel entelektüel atmosferine baktığımızda, yazarın ’bizim de kadim bir millet olarak bu türden yazılı destan ve mitoloji literatürümüz olmalı’ yargısından hareket ettiği söylenebilir. Sözlü kültür araştırmalarının Türkiye’deki o günkü teorik seviyesi, olaya daha farklı bir açıdan bakmaya imkân vermiyordu. Oysaki destan ve mitoloji, tabiatı gereği sözlü gelenek kültürü içerisinde üretilen ve aktarılan özelliklere sahiptir. Batı Avrupa ve Amerika’da Homer destanının sözlü doğasını aydınlatmak ve anlamak kaygısıyla Milman Parry ve Albert B. Lord’un öncülüğünde başlayan çalışmalar ve bu çerçevede ortaya konulan ’Sözlü Kompozisyon Teorisi’ (Oral Formulaic Theory) sözlü icranın önemini çarpıcı bir biçimde ortaya koyar.4 Masa başında üretilen sözlü kültür ürünlerinin (fakelore) dünya sözlü kültür araştırmaları perspektifinden pek makbul bir şey olmadığı görülür. Kaldı ki bu konuda incelediğini söylediği doğu ve batı geleneklerindeki destanlar uzun süre halk arasında yaşamış sözlü geleneklerin derlenip yeniden kurgulanması sonucu oluşan metinlerdir. Bu meyanda dünya sözlü kültür geleneğinin en önemli repertuvarlarından birine sahip olan Türk milletinin bu konuda bir eksiklik hissetmesi yersizdir. Ancak eğitim sistemi içerisinde bu unsurlara yeterli düzeyde yer verilmemesinin böyle bir algılamanın oluşmasında etkili olduğu söylenebilir.
Bunun ötesinde Türk epik ve mitolojik geleneğini yazılı edebî kriterler çerçevesinde mitik retoriğe uygun bir biçimde yeniden kurgulayıp yazmak öncü bir yeniliktir. Sepetçioğlu eserinde Yaratılış, Türeyiş, Göç, Bozkurt, Oğuz Kağan, Şu, Ergenekon destanlarını birbirine eklemleyerek ortak bir üslûpla kurgulamıştır.5 Bu destanların teşekkül ettiği zaman, mekân ve boylar farklılık gösterse de içerdiği motifler, anlatım tutumları ve epik kompozisyon bakımından birliktelik gösterir. Sepetçioğlu İslâmiyet öncesine ait bu destanları 6 bütüncül bir bakış açısıyla yeniden kurgulamıştır. Yazar bu tutumunu şu şekilde açıklamaktadır:
"…Türk destanını yazabilmek için yedi destanın oluşum bakımından aralarındaki zaman farkına ehemmiyet vermediğim gibi, Bilhassa Yaratılış destanı ile Türeyiş destanında geçen isimleri değiştirdim. Bu ikinci değiştirmeyi rahmetli hocam Prof. Dr. R. Rahmeti Arat Bey haklı olarak istemişti." ( Sepetçioğlu 2000: IV).
Sepetçioğlu eserini meydana getirirken Oğuzname metinlerinden, Radloff’un meşhurProben serisinde derlediği metinlerden -muhtemelen Prof. Dr. Ahmet Temir’in çevirilerinden- başarılı bir biçimde istifade etmiştir. Hacim olarak kısa olan bu metinleri zengin diyalog ve tasvirlerle gerçek hayat sahneleri tarzında tablolaştırmıştır.
"Kaldırıp başlarını göğe baktılar; gökyüzüne.. kahırdan kapkara kararan gözleri ve utanan, utançtan kıpkızıl kızaran yüzleriyle, kaldırıp başlarını gökyüzüne, baktılar. Par par yanar bir mavilik içre ap-ak, beyazdan da beyaz bir sıcak ve topak topak toplanmış, tüylerden daha yumuşak kanadın üstlerine gerildiğini, Tanrı Ülgen’in kullarına kanat gerip üstlerine eğildiğini gördüler; sevindiler." (Sepetçioğlu 2000: 55-56).
"Hulin Dağı olacakları bilmiş, dağlığı ve odağ büyüklüğü ile geleceğe dönmüş, bekliyordu. / İçinde bir yüce milletin saklı olduğu aktan da ak yumaklı ışık geldi o basamak basamak bulutlardan, Hulin Dağının tepesinde durdu; morardı.. bir tatlı mavi oldu; karanlık içre durmadan par par yanardı. Hulin Dağının tepesinde durduğu sürece çevre yan ve dağ, bir mutlu mavilikle ağardı." (Sepetçioğlu 2000: 71).
Sepetçioğlu destanı yazarken Türk Halk Edebiyatı (Anonim, Âşık ve Tekke), Divan Edebiyatı, Yeni Türk Edebiyatı ile Türk tarihi ve İslâmiyet ile ilgili pek çok alıntı yapmış ve göndermede bulunmuştur. Türk Halk Edebiyatı’ndan doğrudan ve dolaylı yapılan alıntıların kaynakları: Dadaloğlu, Dede Korkut, şaman duası, Sivas türküsü, Hacı Bayram Veli, Süleyman Çelebi, Orta Anadolu’dan bir ninni, Köroğlu, Hun türküsü, Gaziantepli Şahin Bey ağıtı, Karacaoğlan, Vardar türküsü, Seyrani. Klasik Türk edebiyatı şairleri: Nailî-i Kadim, Şeyh Galib, Necatî Bağdatlı Ruhi, Baki, Enderunlu Vâsıf. Yeni Türk Edebiyatı: Yahya Kemâl, Abdülhak Hâmid, Namık Kemâl, A. H. Tanpınar, İsmail Safa, Ziya Gökalp, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Mithat Cemâl Kuntay, Ahmet Kutsi Tecer, İ. Alâeddin Gövsa. Türk tarihiyle ilgili kaynaklar: Bilge Kağan, Atatürk, İsmet İnönü, Osman Gazi, Cevdet Paşa, Yavuz Sultan Selim, Peçevî, Kanunî Sultan Süleyman, Sokollu Mehmet Paşa, Gazi Giray. İslâmiyet ile ilgili olan kaynaklar: Hz. Ebubekir. Bu metinlerden kolaj tekniği ile alıntılar yapar. Bunu, doğrudan veya dolaylı alıntılarla, ayrıca kaynak metinleri kısmen değiştirip uyarlayarak gerçekleştirmiştir. Eserin ilk baskısında söz konusu alıntı ve uyarlamaların kaynaklarına işaret edilmemişti. Daha sonraki baskılarda alıntı yapılan sanatkârlar ve eserleri belirtilmiştir.
Eserde, farklı destanlar birbiriyle başarılı bir biçimde mecz edilmiştir. Anlatımda bir yeknesaklık, kopukluk ve tutarsızlık yoktur. Faruk K. Timurtaş eserin bu tarafını şöyle değerlendiriyor:
"Yazar, eserde dilimizin bütün imkânlarını kullanmıştır. Eski ve yeni bütün büyük sanatçıların üslûp özelliklerinden faydalanmıştır. Başkalarına ait olup yerli yerinde kullandığı benzetmeleri, tasvirleri, deyimleri, söyleyişleri tırnak içerisinde göstermiştir. Bu husus kitaba ayrı bir değer katmaktadır." (Timurtaş 1965: 18).
Yusuf Çotuksöken ise, eserin bu özelliğini "Türk edebiyatçılarının hafızalara mal olmuş deyişlerini eser bütünü içine alarak meydana getirdiği terkibî destan denemesi Yaratılış ve Türeyiş(1965) ilgi çekici bir eser olarak dikkati çeker" diye değerlendirmektedir (Çotuksöken 1997: 265).
Sepetçioğlu eserini yazarken orijinal metinlerin epik kompozisyonuna sadık kalmıştır. Motif sırası tıpkı asıl destan metinlerinde olduğu gibidir. Kendisinin katkısı bu motifleri genişleterek daha zengin bir içeriğe kavuşturmak şeklindedir. Ayrıca anlatım tutumu farklı olan bu metinleri bir tek bakış açısı ve anlatıcı ağzından uyumlaştırmıştır.
Metindeki olaylar, diğer mensur halk edebiyatı ürünlerinde olduğu gibi "hakim/ilahî bakış açısı" ile anlatılır. Vak’a, tek zincirli bir tarzda kurgulanmıştır. Zaman, yer yer mitik zamanı andırsa da, bazen tarihsel zaman anlayışına –gün, gece, mevsim, saat gibi bölünmüş zaman dilimlerine- da rastlanır. Bazen de geçmiş, şimdiki ve gelecek zamanların duyumlarını bir arada gösterir mahiyette -yani fütüristik- kehanetlerde bulunulur.
"’Biliyorum..’ dedi; ’Gece gördüğün düşün bir benzerini ben de gördüm. Kutlu ve mutlu olsun; ağaç, sensin.. dallar, senden gelecek nesillerdir. Öyle bir nesil ki, Tanrı soyundan gelme, nice yıllardan sonra bir yıl gelecek ve Tanrı, senin neslini bir daha kutsayacak, o neslin kendi ordusu olduğunu saklamayacaktır.’" (Sepetçioğlu 2000: 67-68).
" Altay’da sabah oluyordu. / Kızlar, aynı ânda, gün ve saat tamam olmuş gibi göz göze geldiler. Bir içli ve gizli ürperişle ürperdiler; bir içten yanışla bakıştılar. El ele tutuştular, gözleriyle gülüştüler…"(Sepetçioğlu 2000: 69).
Eserin sonuç kısmı Orhun Abideleri’nden -Bilge Kağan kitabesinden- alınmıştır. Bilge Kağan’ın Türk milletine olan hitabı ve vasiyeti aynen verilmiştir. ’Kıssadan hisse’ veya ’geleceğe öğüt’ maksadı taşıyan bu bölüm Sepetçioğlu’nun yazarlık serüveninin tamamında mevcut olan pedagojik kaygıyı bariz bir biçimde ortaya koyan bir niteliği haizdir.
Dünyadaki belli başlı edebî geleneklere baktığımızda -özellikle Batı Avrupa ve Rus-, Romantizm’den Klasisizm’e oradan Postmodernizm’e kadar olan farklı edebî mekteplerin mitoloji ve epik geleneğiyle -geniş anlamda sözlü geleneği- motif repertuvarını çok başarılı bir biçimde işleyerek, o mirastan yararlandıkları, o mirası kullandıklarını ve zamanı aşan eserler ürettiklerini görürüz. Bizim modern edebiyat serüvenimizde ’gelenek’ten ’biçim’ ve ’içerik’ olarak yararlanma, hep problemli olagelmiştir. Bu ilişkinin çoğu zaman sağlık bir biçimde kurulduğu söylenemez. Türk epik geleneği ve mitolojisi üzerine değerlendirmelerinde Atsız’ın şu görüşü dikkate değer:
"Geçmiş zamanı, tüller arkasından görülen müphem manzaralar gibi gösterip bizi büyük karanlıklardan kurtaran, bir ırkın istikbâli hakkındaki ümitlerini hayâl meyâl belirten, bir milletin yüksek edebiyatının tohumlarını taşıyan millî destan, millî hazinenin en yüksek değerli mücevherlerinden biridir. Fakat bu mücevherin tam değerini bulabilmesi için yüksek bir sanatkârın elinde yıllarca işlenmesi, şekillendirilmesi lâzımdır. Bu işin en mükemmel örneği diye İran destanı ile onu işleyip ’Şehname’ haline koyan ’Firdevsî’ gösterilir." (Atsız 1992a: 265).
Sepetçioğlu bu eseriyle daha önce pek fazla denenmemiş bir kulvarda –diğer çalışmaların manzum oldukları düşünülecek olursa- yeni bir çığır açmıştır. Tabii ki 7000 yıllık bir tarih ve kültür mirasına sahip olan Türk milletinin bu zengin kültür hazinesi içinde önemli bir yer tutan mitoloji ve epik geleneği, böylesine bir solukta ’dört başı mamur’ bir biçimde yeni bir duyarlılıkla ele alınamaz. Fakat Sepetçioğlu’nun açtığı çığır, perspektifi ve derinliği olan bir bakış açısını yansıtmaktadır. O güne kadar bu kültürel zenginliklerin farkında olmayan orta sınıf Türk aydını, Sepetçioğlu’nun bu girişimi ile bir ’farkında olma’ bilinci geliştirmeye başlamıştır. Eser, yazıldığı tarihten itibaren Türk sağının, politik-romantik milliyetçi düşüncenin ve söylemin içeriğini bir ölçüde etkilemiştir. Ortalama Türk okuyucusu Türk kimliğini ve geçmiş dinî tasavvurlarını bu metinlerle anlamaya çalışmıştır.7
Bugünün bakış açısıyla epiği ve miti yeniden yazmak, edebî olarak pek bir anlam ifade etmez. Zira, sözlü ve yazılı kültür ortamlarının kendi yasa ve ilkeleri çerçevesinde işleyen ve birbirini karşılıklı olarak etkileyen yapısının, epiğin ve mitin sözel doğası içerisinde çok daha kıymetli ve anlamlı olduğunun görülmesinden sonra, bu çabalar değerini kaybetmiştir.
Türk destan ve mitoloji geleneğinin en büyük talihsizliği, güzel sanatlarla karşılaşamamış, onunla kucaklaşamamış olmasıdır. Karşılıklı etkileşim ve iletişim çerçevesinde, bu metinlerin güzel sanatların bütün alanlarında ele alınması ve yeni metinler olarak farklı dışavurum malzemeleri ile ifade edilmelerinin Türk kültür hayatına yenileyici bir soluk getireceği görünen bir gerçektir.
* İlk yayını için bk. Sepetçioğlu Armağanı, (ed. Hülya Argunşah), Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 2007, s. 182-191.
Dipnotlar:
1-Gökalp’ın ’folklor’ konusundaki görüşlerinin şekillenmesinde von Herder’in (1744-1803) felsefî düşünceleri etkili olmuştur. Bu hususta bk. Çobanoğlu 2002a-b, Görkem 2006.
2-"Türkçü devre" ve "Sentezci devre" terimleri Dursun Yıldırım’dan ödünç alınmıştır: bk. Yıldırım 1998a, 1998c.
3-TKAE yay. Ank. 1965 (1. b.), MEB 1000 Temel Eser Serisi, İst. 1969 (2. b.), Akçağ Yay., Ank. 1972 (3. b.), Veli Yayınları, İst. 1992 (4. b.), İrfan Yay., İst. 1992 (5. b.). Sonraki iki baskı da İstanbul’daki İrfan Yayınevi tarafından yapılmıştır.
4-Homer meselesi ve sözlü kompozisyon teorisi hakkında ayrıntılı bilgi ve eleştirisi için bk. Çobanoğlu 2002: 241-265 ve Yıldırım 1998d.
5-Nedendir bilinmez, Sepetçioğlu bu destanlara ’Alp Er Tunga’ destanını dâhil etmemiştir. Bu hususta kendisinin hiçbir açıklaması da yoktur.
6-İslâmiyet Öncesi, İslamiyet sonrası tasnifi burada İslâmiyetle tanışmış olan boy ve topluluklar için geçerlidir. Az da olsa Türk boylarının Çuvaş, Altay, Gagavuz, Karaim gibi boy ve toplulukları İslâmiyetle hiç tanışmadıklarından, bu tanımlama ve sınıflandırma onlar açısından pek geçerli değildir.
7-Sanat hayatının 50. yılı vesilesiyle, Sepetçioğlu ile yapılan bir röportajdan bir bölüm aktarmak istiyoruz:
"Destan da kendisine cazip gelmektedir. Ortaokul yıllarından itibaren Türk destanları yazmaya yönelmişti zaten. Yaradılış ve Türeyiş destanları kendi üslûbu ile 1965’te yeniden kaleme alır. O yıllarda bütün Türk destanlarını bir kitapta toplamak arzusundadır. Ancak kitabın yayınlanmasından sonra yaşadığı olaylar bu düşüncesini değiştirir. Bu değişimi ilk defa anlatan Mustafa Necati, yazı hayatını kökünden etkileyen olayları şöyle sıralıyor: ’Beyoğlu’nda bir sahafa giren gençler kendilerinin şaman olacağını söylerler. Şamanizmin bir kitabının bulunmadığı söyleyen sahafa, Sepetçioğlu’nun Yaradılış ve Türeyiş kitabını gösterirler. Yine Kayseri’de Meditasyon tarikatı kuran iki kişi kendilerine kitap olarak bu destanı seçtiklerini açıklarlar.’ Bu iki örnekten sonra eski Türk dinî tarihi ile ilgili çalışmalarını bırakır. Zaten babası da yazdıklarına karşıdır. Annesi ise ’Oğlum madem bir şeyler yazıyorsun. Hz. Muhammed’in (s.a.v.) hayatını yaz da okuyalım’ der. Sepetçioğlu kendi sanat düşüncesindeki bu dönüşümü şöyle anlatıyor: ’Hata ettiğimi anlamıştım. Annemin bu ikazı da beni çok düşürdürdü. Millî bir ruh vermek istiyordum. Eserlerimde ama bu mesaj yanlış anlaşılıyordu. 1960’lı yıllarda Türk destanlarından, İslâm destanlarına döndüm ve bu isimde kitabımı [bk. Sepetçioğlu 2005)] çıkarttım. Bu tarihten itibaren de Türk-İslam tarihini, bir nehir roman dizisi ile anlatmak fikri doğdu.’ " (Eren 1996: 20-21).
Kaynakça
ATSIZ, [H.Nihal] (1992a) "Türk Destanı Üzerinde İncelemeler-1 Türk Destanı" (1951), Makaleler –I-, İstanbul: Baysan Basım ve Yayım Sanayi A.Ş., s. 265-269.
ATSIZ, [H.Nihal] (1992b) "Türk Destanı Üzerinde İncelemeler-2 Türk Destanı Üzerinde Çalışanlar" (1951), Makaleler –I-, İstanbul: Baysan Basım ve Yayım Sanayi A.Ş., s. 271-275.
ATSIZ, [H.Nihal] (1992c) "Türk Destanı Üzerinde İncelemeler-3 Türk Destanını Tasnif Etmek Tecrübesi" (1951), Makaleler –I-, İstanbul: Baysan Basım ve Yayım Sanayi A.Ş., s. 277-282.
ATSIZ, [H.Nihal] (1992d) "Türk Destanı Üzerinde İncelemeler-4 Türk Destanını Nazma Çekme Teşebbüsleri" (1951), Makaleler –I-, İstanbul: Baysan Basım ve Yayım Sanayi A.Ş., s. 283-289.
ATSIZ, [H.Nihal] (1992e) "Türk Destanı Üzerinde İncelemeler-5 Kopuzlama ve Oğuzlama" (1951),Makaleler –I-, İstanbul: Baysan Basım ve Yayım Sanayi A.Ş., s. 291-297.
ÇALIK, Etem (1993) " Mustafa Necati Sepetçioğlu Hayatı Sanatı ve Eserleri", (Basılmamış Doktora Tezi), Erzurum: Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, V+430 s.
ÇOBANOĞLU, Özkul (2002a) Halkbilimi Kuramları ve Araştırma Yöntemleri Tarihine Giriş, (2. baskı), Ankara: Akçağ Yay.
ÇOBANOĞLU, Özkul (2002b) "Türk Halk Bilimi Çalışmaları Tarihinde Türk Ocaklarının Yeri ve Önemi Üzerine Tespitler", Uluslararası Tarih- Dil-Edebiyat Sempozyumu: Bildiriler Kitabı-II (3-5 Mayıs 2001), Trabzon: Trabzon Valiliği Yay., s.1-11
ÇOBANOĞLU, Özkul (2003) Türk Dünyası Epik Destan Geleneği, Ankara: Akçağ Yay.
ÇOTUKSÖKEN, Yusuf (1977) "Destan" maddesi, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, c. II, İstanbul: Dergâh Yay., s. 263-266.
DEMİREL, Hamide (1995) Türk Destanlarında Güzellik Destan Masal ve Din Unsurları ile Yabancı Destanlarda Türk Kahramanları, İstanbul: Ötüken Neşriyat.
EREN, M. Ali (1996) "Destanımızı Yazan Romancı", Aksiyon, S. 90, 24-30 Ağustos 1996, s. 20-21.
GÖRKEM, İsmail (2006) "Türk Kimliğinin İnşası Bağlamında Ziya Gökalp’ın Folklor Olgusuna Bakışı", Doğumunun 130. Yılında Ziya Gökalp, Erciyes Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, 10 Mayıs 2006. (Basılmamış bildiri).
GÖZAYDIN, Nevzat (1992) "Yine Folklor Üzerine" , Türk Dili, S. 486, s. 1018-1021.
KAYA, Muharrem (2004) Türk Romanında Destan Etkisi, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay.
KOCATÜRK, Utkan (1971). Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara: TDK. Yay.
ÖGEL, Bahaeddin (1971) Türk Mitolojisi (Kaynakları ve Açıklamaları ile Destanlar), c. I, Ankara: Selçuklu Tarih ve Medeniyeti Enstitüsü Yay..
ÖGEL, Bahaeddin (1995) Türk Mitolojisi (Kaynakları ve Açıklamaları ile Destanlar), c. II, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yay.
ÖZTÜRKMEN, Arzu (1998) Türkiye’de Folklor ve Milliyetçilik, İstanbul: İletişim Yay.
SEPETÇİOĞLU, Mustafa Necati (2000) Yaratılış ve Türeyiş (1965), (7. baskı), İstanbul: İrfan Yay., 191 s.
SEPETÇİOĞLU, Mustafa Necati (2004a) Karşılaştırmalı Türk Destanları (1972), (7. baskı), İstanbul: İrfan Yay., 228 s.
SEPETÇİOĞLU, Mustafa Necati (2004b) Dedem Korkut’un Kitabı (1972), (10. baskı), İstanbul: İrfan Yay., 221 s.
SEPETÇİOĞLU, Mustafa Necati (2005). Türk-İslâm Efsaneleri (1967), (7. baskı), İstanbul: İrfan Yay., 200 s.
TİMURTAŞ, Faruk K. (1965). "Türk Destanları", Türk Kültürü, c. III, S. 33, Temmuz 1965, s. 13-18.
TOPÇU, Ümmühan Bilgin ( 2005). "Hilmi Ziya Ülken’de Türk Rönesansı Arayışı ve Destan", Millî Folklor, S. 65, Bahar 2005, s. 102-105.
www.ufukötesi.com // 24 Ekim 2006. [M. N. Sepetçioğlu Son Röportajını Ufuk Ötesi ile Yaptı: Vasiyet Gibi Röportaj- 15 Şubat 2006].
YILDIRIM, Dursun (1998a) "Türkiye’de Folklor Araştırmalarının Gelişme Devreleri", Türk Bitiği, Ankara: Akçağ Yay., s. 43-60.
YILDIRIM, Dursun (1998b) "Türkiye’de Folklor Hareketlerine Kısa Bir Bakış", Türk Bitiği, Ankara: Akçağ Yay., s. 61-64.
YILDIRIM, Dursun (1998c) "Türk Folklor Araştırmalarının Problemleri", Türk Bitiği, Ankara: Akçağ Yay., s. 65-75.
YILDIRIM, Dursun (1998d) "Orta Asya Bozkırlarından Urumuneli’ne <Türk Sözlü Şiir Sanatının Yayılması Üzerine>", Türk Bitiği, Ankara: Akçağ Yay., s. 180-195.
www.haberakademi.net sitesinden alınmıştır...