REFİK HALİT KARAY’IN “ESKİCİ” HİKÂYESİ ÜZERİNE BİR İNCELEME
Dr. Şerife ÇAĞIN 01 Ocak 1970
ÖZ: Refik Halit Karay’ın Eskici hikâyesi bir çocuğun dünyasını merkeze alarak, ana dilinin insan hayatında ne denli önemli
olduğunu göstermektedir. Yazar büyük bir ustalıkla hikâyeye has
bütün unsurları, özellikle burada fonksiyonel olarak karşımıza çı-
kan insan, tabiat, nesne, çatışma ve empati unsurlarını başarılı bir
şekilde kullanmıştır. Ayrıca cümlelerin, kelimelerin, eklerin, hatta
paragraf, bölüm gibi daha büyük birimlerin belli bir atmosfer yaratacak şekilde düzenlendiğini görmekteyiz. Bu anlamda hikâye, üslup ve muhtevanın paralel yürüdüğünü gösteren başarılı bir örnektir.
Anadilinin önemini yoğun olarak işleyen, adeta bütün unsurları tek
bir etki yaratmak için biraraya getiren Eskici
hikâyesi, gerek üslûbu gerekse yarattığı atmosferle Türk hikâyeciliğinin zirve eserlerindendir. Hikâye ilk bakışta kısalığı ve tabiî üslûbuyla dikkati çekmektedir. Sanat
kaygısından uzakmış gibi duran ifadelerle herkesin yaşantısında mutlaka
bir yeri olan duyguların anlatımı belki de en zor olanıdır. Konusu ve üslûbuyla sadeliğin ve alışılmışlığın sıradanlığını bir anda çarpıcı bir atmosfere dönüştürüveren hangi tılsımdır bu hikâyede?
Hikâyenin incelemesine geçmeden kısaca özetini vermekte fayda
var: Babadan yetim kalan küçük Hasan, anası da ölünce uzak akrabaları
ve komşuların yardımıyla Filistin’in ücra bir kasabasına, halasının yanına
gönderilmek üzere İstanbul’dan bir vapura bindirilir. Başlarda ayrılığın
acısını hissetmeyen, hatta vapurda kendisine eğlenecek bir şeyler bulan
Hasan, ana dilini konuşan yolcuların azalmasıyla gitgide suskunlaşır ve
içine kapanır. Vapur yolculuğu bitip trene bindirildikten sonra ise artık etrafta Türkçe konuşan kimse kalmamıştır. Hasan da tamamen susar. Gitti-
ği yerde, halası, halasının çocukları ve çevredeki insanlar ona tamamen
yabancıdırlar. Hasan, zamanla anlamaya başladığı Arapçayı konuşmamakta büyük bir inat gösterir ve hep susar. Bir gün sokaktan geçen bir satıcı, eski ayakkabıları tamir etmesi için eve çağrılır. Eskici işini yaparken
çocuğun İstanbul’daki hatıraları canlanır. Bir ara nerede, kimlerle oldu-
ğunu unutup dalgınlığından ana diliyle “Çiviler ağzına batmaz mı senin?”
sorusunu sorar. Bu soru eskicinin de Türk olduğunu ortaya çıkarır ve bir
şekilde memleketinden uzak düşmüş olan ihtiyarla çocuk arasında kısa,
fakat oldukça yoğun bir sohbet başlar. Hasan durmadan, heyecanla konuşmaktadır, fakat eskicinin işini bitirip eşyalarını toplamaya başlamasıyla bu mutluluk yerini ayrılığın acısına bırakır.
Çocuk Hasan’ın insanları ve içinde bulunduğu mekanı kendisine
tanıdık bilmesi ya da yabancı hissetmesi hep kelimelerle, dille olur. Bu
anlamda bir atmosferden başka bir atmosfere geçişteki kırılma noktalarında dilin devreye girmesi okurda yadırgatma duygusu uyandırmaz. İncelememizde bu kırılma noktalarını esas alarak hikâyeyi beş bölüme
ayırdık. Bir çocuğun dünyasında ana dilinin ne denli önemli olduğunu
vurgulayan hikâyede öncelikle işlevsel olarak karşımıza çıkan insan, tabiat, nesne, çatışma, empati unsurlarını bölümlere göre inceledikten sonra
ikinci aşamada bir kelime işçisi diyebileceğimiz yazarın dilin imkanlarından nasıl bir seçme yaparak yararlandığı meselesi üzerinde duracağız.
Bu çalışmada Gurbet Hikâyeleri, 2. bs., İstanbul 1965, s. 8-11’de yer alan metin esas
alınmıştır.
Hikâyedeki kırılma noktalarını oluşturan bölümleri şu şekilde gösterebiliriz:
(1. bölümün sonu)
-Hasan gel!
-Hasan git!
demiyorlardı; ismi değişir gibi olmuştu. Hassen şekline girmişti:
-Taal hun yâ Hassen
diyorlardı, yanlarına gidiyordu.
-Ruh yâ Hassen...
derlerse uzaklaşıyordu.
(2. bölümün sonu)
Çok sabretti, dayanamadı, yanındaki askere parmağıyla göstererek
sordu; o güldü:
-Gemel! Gemel! dedi.
(3. bölümün sonu)
Bir aralık nerede ve kimlerle olduğunu keyfinden unuttu dalgınlı-
ğından ana dille sordu:
-Çiviler ağzına batmaz mı senin?
(4. bölümün sonu)
Hasan, yüreği burkularak sordu:
-Gidiyor musun?
İnsan unsuru bakımından baktığımızda, ilk bölümde hikâyemizin
kahramanı olan Hasan kalabalığın içerisindedir. Tek tek şahsiyetlerden
ibaret olmayan bu “kalabalık”, akrabalar, konukomşu şeklinde genel ve
çokluk bildiren kelimelerle ifade edilir. Bu kalabalıkla birlikte ilk cümlelerde Hasan’ın da hikâyede henüz bir şahsiyet olmadığını söyleyebiliriz.
İlk paragrafta o bir “yolcu”dur. Aynı şekilde onu rıhtımdan yolcu eden
kişiler için de “çocukcağız”dır. Vapurdaki yolcular ise bir başka insan kalabalığıdır. Burada daha yakın olması beklenen akrabalardan ayrılmanın
çocuk üzerinde hiçbir tesir uyandırmamasına karşılık, hiç tanımadığı gü-
vertedeki yolcuların seyrekleşmesinin Hasan’da yarattığı durgunluk dikkat çekicidir. Babadan yetim olan ve kısa süre önce annesini de kaybeden
Hasan’ın durgunlaşmasına sebep olan birbirinden farkı olmayan bu insanlardan ayrılmak değildir. Çocuk artık farkında olmadan benimsediği,
kendisine o kadar yakın olan kelimeleri, ana dilini duymaz olmuştur.
Ana dilinin büsbütün işitilmez olduğu ikinci bölümde ise insan unsuru üzerinde hiç durulmaz. Çünkü Hasan’ın gözünde ana dilini konuşmayan bu insanlar artık silinmiştir. Burada tabiat unsurları insan unsurunun yerini alır. Ayrıca birinci bölümde üzerinde durulmayan Hasan’ın
psikolojik yönünü öne çıkaran, “Hasan köşeye büzüldü; bir şeyler soran
olsa da susuyordu, yanakları pençe pençe, al al olarak susuyordu. Portakal bahçelerine dalmış, göğsünde bir katılık, gırtlağında lokmasını yutamamış gibi sert bir düğüm, daima susuyordu” gibi ifadelerle bakışımız
genelden özele, dıştan içe doğru kaymaya başlar.
Üçüncü bölümde ise artık yolculuk bitmiş, Hasan bundan böyle ya-
şayacağı yere gelmiştir. Yine burada da şahsiyeti belli olmayan bir yığın
kalabalık vardır. Genel ve çokluk ifadelerle Hasan’ın bu defa da yabancı
bir insan topluluğunun içine düştüğü görülür: Halası, halasının yanındaki
kadınlar ve çocuklar.
Hasan’ın bir anlık dalgınlıkla ağzından çıkıveren,
-“Çiviler ağzına batmaz mı senin?”
sorusuyla hikâyenin zirve noktasına çıkılır. Her şey adeta bu cümlede gizlidir. Bu bölümde insan unsurunu Hasan ve eskici oluşturur. İkinci bö-
lümden itibaren gerek doğrudan gerekse dolaylı olarak psikolojik yönü ön
plâna çıkarılan Hasan, ilk defa burada karşısındakine bir kalabalık olarak
değil, özel bir şahsiyet olarak bakar. Çocuk üçüncü bölümün sonunda ortaya çıkan eskicinin yüzüne hiç bakmamış, sadece malzemeleri ve yaptığı
şey ilgisini çekmiştir. Eskicinin, memleketlisi olduğunu öğrendikten sonra ise Hasan bir anda şahsiyet kazanıveren ihtiyarın yüzüne dikkatle
bakmıştır. Yalnız buradaki dikkat, diğer insanlara bakışındaki dikkatten
oldukça farklıdır. Şimdi halanın tasviri ile ihtiyarın tasvirini bu anlamda
karşılaştıralım:
“Gerdanından, alnından, kollarından ve kulaklarından biçim bi-
çim, sürü sürü altınlar sallanan kara çarşaflı, kara çatık kaşlı, kara iri
benli bir kadın göğsüne bastırdı. Anasınınkine benzemeyen, tuhaf kokulu,
fazla yumuşak, içine gömülüverilen cansız bir göğüs...”
“Eskicide saç sakal dağınık, göğüs bağır açık, pantolonu dizlerinden yamalı, dişleri eksik ve suratı sarı, sapsarıydı; gözlerinin akına kadar
sarıydı. Türkçe bildiği ve İstanbul taraflarından geldiği için Hasan, şimdi
onun sade işine değil, yüzüne de dikkatle bakmıştı. Göğsünün ortasında,
tıpkı çenesindeki sakalı andıran kırçıl seyrek bir tutam kıl vardı.”
İkisi de somut ve oldukça canlı birer tablo görünümünde. Halanın
tablosundaki karalık insana ürküntü verirken, eskicinin yüzündeki sarılık
tam tersine insanda merhamet duygularını uyandırmakta ve hüzün vermektedir. Hala “biçim biçim, sürü sürü altınlar”la tamamen donuk bir
maddiyattan ibaretken, eskici dağınık saçları, dizlerinden yamalı pantolo-
nu, eksik dişleri, göğsündeki kırçıl, seyrek sakalıyla Van Gogh resimlerinden fırlamış gibidir.
Yine Hasan’ın eskiciye anlattığı kesik kesik hatırlayışlarında yer
alan, “komşunun oğlu Mahmut”u ve “anası”nı bu bölümdeki insan faktö-
rü arasında düşünebiliriz.
Beşinci bölüm kişiler bakımından dördüncü bölümün devamı sayı-
lırken, atmosfer itibarıyla tezat teşkil etmektedir. Dördüncü bölümdeki
kavuşmanın coşkusu, heyecanı burada yerini ayrılığın acısına bırakmıştır.
Sadece ikinci bölümde yoğun bir şekilde hissetmemize rağmen, hikâyenin diğer yapı ve muhteva özellikleriyle sıkı bir şekilde ilişkili olması bakımından tabiat, insandan sonra önemli bir diğer unsurdur. Hasan’ın
kabuğuna çekilip suskunlaşması insan üzerinde oldukça etkili olan çevre
tasvirleriyle verilmiştir. İkinci bölüm eğer hikâyenin ilk bölümü olsaydı
Hasan’ın yavaş yavaş içine çöken gurbet duygusu bu kadar başarılı verilemezdi: Önce genel özellikler, neşeli bir atmosfer, vapur yolculuğu, sonra bitkilerin gitgide azaldığı, insanı boğan sıcak bir atmosfer. Hikâyenin
diğer unsurlarında olduğu gibi burada da tedric sanatı başarılı bir şekilde
uygulanmış mekân tasvirleri ayrıntıdan sıyrılarak belli bir duyguya hizmet eder şekilde verilmiştir. Öyle ki her paragraf bir arka fona geçildi-
ğinde gittikçe silikleşen bir manzara resmi gibidir
İkinci bölümün ilk paragrafında “Portakal bahçelerine dalmış, göğ-
sünde bir katılık, gırtlağında lokmasını yutamamış gibi bir sert düğüm,
daima susuyordu” ifadesi henüz tabiatın canlılığını kaybetmediğini göstermekte, buna karşılık Hasan’da ana dilini işitmemekten ileri gelen bir
durgunluk görülmektedir.
“Fakat hem pür nakıl çiçek açmış, hem yemişlerle donanmış güzel,
ıslak bahçeler de tükendi; zeytinlikler de seyrekleşti.”
Hasan’ın yalnızlık duygusuyla doğru orantılı olarak tabiat da canlı-
lığını kaybetmekte, insanda serinlik, ferahlık hissi uyandıran yeşil tonlar
yerini donuk renklere bırakmaktadır.
“Yamaçlarında keçiler otlayan kuru, yalçın, çatlak dağlar arasından geçiyorlardı. Bu keçiler kapkara, beneksiz kara idi; tüyleri yeni otomobil boyası gibi aynamsı bir cila ile, kızgın güneş altında, pırıl pırıl yanıyordu.”
Bu parçada aynı zamanda “ç” ve kalın “k” gibi ses tekrarlarıyla
atmosferin insanın içini karartan, rahatsız edici yönü daha da ön plâna çı-
karılmıştır.
“Bunlar da bitti; göz alabildiğine uzanan bir düzlüğe çıkmışlardı;
ne ağaç vardı ne dere ne ev! Yalnız arasıra kocaman kocaman hayvanla-
ra rastgeliyorlardı; çok uzun bacaklı, çok uzun boylu, sırtları kabarık,
kambur hayvanlar trene bakmıyorlardı bile... Ağızlarında beyazımsı bir
köpük çiğneyerek dalgın ve küskün arka arkaya, ağır ağır, yumuşak yumuşak, iz bırakmadan ve toz çıkarmadan gidiyorlardı.”
Trenin gidişi esnasında tabiata ait güzelliklerin kaybolması ile Hasan’ın yalnızlaşması ve sessizleşmesi arasındaki paralellik dikkat çekicidir. Çocuğun içindeki mutluluk da develerin “dalgın ve küskün arka arkaya, ağır ağır, yumuşak yumuşak, iz bırakmadan ve toz çıkarmadan” gidişleri gibi kaybolmaktadır.
Buradaki insanın içini karartan tabiat manzaraları dördüncü bölü-
mün sonundan itibaren ihtiyarın ve çocuğun geçmişi hatırlayışlarıyla iç
açıcı esintilere dönüşür. Hasan’ın nefes almadan çabuk çabuk konuşması
ihtiyara yurdunun diğer güzellikleriyle birlikte “dere”sini, “rüzgâr”ını hatırlatır.
Artık işi biten ihtiyar yavaş yavaş eşyalarını toplamaya başlamıştır.
Şu satırlarda, sevilenden uzaklaştıran tren pencereleri, yine geride kalan
güzellikleri ve hüzünleri temsil eden tabiat unsurlarıyla birleşerek çocu-
ğun duygularına tercüman olmaktadır:
“O zaman gördü ki, küçük çocuk, memleketlisi minimini yavru ağ-
lıyor... Sessizce, titriye titriye ağlıyır. Yanaklarından gözyaşları birbir
arkasına, temiz vagon pencerelerindeki yağmur damlaları dışarının rengini, geçilen manzaraları içine alarak nasıl acele acele, sarsıla çarpışa
dökülürse öyle, bağrının sarsıntılarıyla yerlerinden oynayarak, vuruşarak
içlerinde güneşli mavi gök, pırıl pırıl akıyor.”
“... Arabistan sıcağıyla yanan kızgın göğsüne bir pınar sızıntısı
kadar serin, ürpertici döküldüğünü duydu” cümlesinde ise ihtiyarın göğ-
sünde bir serinlik hissi uyandıran gözyaşları tabiat unsurlarıyla birlikte
belki de bir daha yaşayamayacağı güzel bir hissi telkin edecek bir şekilde
verilmiştir.
Hikâyede fonksiyonel olarak kullanılan ve genel atmosferin oluş-
masına hizmet eden nesneler hemen hemen her bölümde değişik şekillerde karşımıza çıkmaktadır. İlk bölümde vapur ve vapur yolculuğu hareketli, neşeli bir atmosfer oluşturmaya hizmet etmektedir. Henüz Hasan memleketinin iklimini teneffüs etmekte, en önemlisi memleketinin insanlarıyla
ana dilinde konuşmaktadır. Ne zamanki sıcak memleketlere yaklaşılır,
vapurdaki yolcular seyrekleşir ve ana dili duyulmaz olur. İşte o zaman
başka bir atmosfere geçildiğini anlarız. Vapur da memleketinin iklimiyle,
insanlarıyla, en önemlisi ana diliyle birlikte geride kalmıştır.
Hareketin, eğlencenin hakim olduğu ve arka plânda denizin insana
ferahlık veren çağrışımlarını da beraberinde getiren vapur, ikinci bölümde
yerini yalnızlık, ayrılık, gurbet duygularını ön plâna çıkaran ve bir kara
taşıtı olan trene bırakır. Bu iki nesneden özellikle trenin çağrışımları, toplumsal şuuraltı düşünüldüğünde bizi ferdî boyuttan evrensel bir boyuta da
taşıyacaktır. Tren aynı zamanda Hasan’ı ana dilinden uzaklaştıran bir vasıtadır. Her ne kadar daha vapurdayken etrafındaki Türkçe konuşmalar
azalıyorsa da daha sonra trene bindiğinde “artık ana dili büsbütün işitilmez” olmuştur. Bu durum hikâyenin sonunda da benzer şekilde karşımıza
çıkar. Eskicinin işini bitirip gitmek üzere olduğunu fark eden Hasan’ın
gözyaşları yağmurda hızla yol alan bir trenle özdeşleştirilmektedir: “...
temiz vagon pencerelerindeki yağmur damlaları dışarının rengini, geçilen manzaraları içine alarak nasıl acele acele, sarsıla çarpışa dökülürse
öyle...”.
Hasan halasının yanına geldiğinde halasının çocuklarıyla karşılaşır.
Bunlardaki ilk dikkatini çeken şey kıyafetlerinin tuhaflığıdır. Bir süre
sonra kendisine tuhaf ve yabancı gelen bu kıyafetleri Hasan’ın üzerinde
görürüz. Bu da yabancı unsurların artık Hasan’ı kıyafetlerine kadar sardı-
ğını göstermektedir. Bütün bunlara katlanmasına rağmen katlanamadığı
bir şey vardır: Etrafındaki insanların Türkçeden başka bir dille konuşması. Hasan bu yabancılığa ya da bu yabancılığı ifade eden bütün maddî unsurlara katlanırken dil konusunda bilinçli bir tavır gösterir ve susmaya
devam eder.
Yazarın en başarılı olduğu hususlardan biri atmosfer yaratma yeteneğidir. Refik Halit’in bu özelliği diğer hikâyelerinde de görülür. Sözgelimi Şeftali Bahçeleri’nde hikâyenin başındaki tasvir, insanı tembelleştiren, rehavete sevk eden bir anlatımla verilir. Yazar bu anlatımla öyle bir
atmosfer oluşturur ki hikâyenin sonunda idealist bir devlet memurunun
rahatını düşünen bir insana dönüşmesi okuyucuyu hiç şaşırtmaz. Bu hikâyede de Hasan’ın eskiciyi seyrederken onu İstanbul’da gördüğü maymunlara benzetmesi bir rastlantı değildir. Gerek eskiciyi İstanbul’da gördüğü bir maymuna benzetmesi gerekse eskicinin kullandığı malzemeler
ve onların kullanılış şekilleri bir anda Hasan’ı tanıdığı bir atmosferle kar-
şı karşıya bırakmıştır. O yüzden de “keyfinden” nerede ve kimlerle oldu-
ğunu unutmuştur. Böylelikle yazar diğer bölümlerde olduğu gibi burada
da nesnelerle yarattığı atmosfer değişikliğiyle, Hasan’ın bir anlık dalgınlığa gelerek ana diliyle sorduğu “Çiviler ağzına batmaz mı senin” sorusuna zemin hazırlamıştır.
Yazarın, yarattığı bu atmosferden sonra artık yabancı insan faktö-
rüne, Hasan’a sıkıntı veren tabiat unsurlarına, nesnelere ve çatışma unsurlarına yer vermediği görülmektedir. Sadece, son iki bölümde bazı tabiat
unsurlarından coşkuyu ve ayrılığı ifade eden duyguları karşılamak için
benzetme unsuru olarak faydalanılmıştır. Bu unsurların yerini burada dillerine hasret kalmış biri çocuk, diğeri ciddi bir suç işlemiş, belki de katil
iki insanın heyecanı ve yine bu iki insanın ayrılıktan doğan gözyaşları
almıştır.
Üzerinde durmamız gereken bir diğer unsur ise ana dilinden gitgide uzaklaşan Hasan’ın çevresiyle yaşadığı çatışmalardır. İlk kısımda Hasan’ı vapura bindiren akraba ve komşular vapur Marmara’ya doğru uzaklaşmaya başlayınca, “üzerlerinden ağır bir yük kalkmış gibi” ferahlarlar.
Yine yazarın, “Hayırlı bir iş yaptıklarına herkesi inandırmış olanların uydurma neşesiyle, fakat gönülleri isli evlerine döndüler” ifadesi, daha hikâyenin başında okurun bu kişilere karşı tavır almasını ve hiçbir şeyden
habersiz uzun bir yolculuğa yapayalnız çıkarılmış Hasan’a sempati duymasını sağlamaktadır. İlk bölümün sonlarına doğru insanlarla Hasan arasındaki çatışma etkisini göstermeye başlar ve Hasan pasif bir tavır alarak
bir köşeye çekilir ve susar. Burada çatışmayı yaratan ve etkisini gittikçe
arttıracak olan temel unsur, Hasan’ın ana dilinin konuşulmadığı bir çevreye girmiş olmasıdır. İkinci bölümde insanlardaki yabancılık bu defa tabiata sirayet etmiştir. Bu bölümde Hasan’ın yanındaki askere yabancısı
olduğu develeri sorması, henüz bu çatışmanın bir sonraki bölümdeki gibi
şiddetli olmadığını göstermektedir. Hasan’ın bundan sonra konuştuğunu
görmeyiz. Çatışmanın şiddetinin doruğa ulaştığını gösteren, “Anlamaya
başladığı Arapçayı, küçücük kafasında beliren bir inatla konuşmayarak
sustu. Daha büyük bir tehlikeden korkarak deniz altında nefes almamağa
çalışan bir adam gibi tıkandığını duyuyordu, yine susuyordu” ifadeleri
Hasan’ın susarak dış dünyaya karşı adeta savaş açtığını göstermektedir.
Bu arada Hasan’ın kıyafeti de değişmiştir. Artık onun da diğer çocuklar
gibi kuşaklı entarisi, ceketi, takkesi, kırmızı merkupları vardır. Saçlarının
ortası sıfır makine ile kesilmiş, alnına perçemler uzatılmıştır. Hasan deri
gibi sert tandır ekmeğine de alışmış, yer sofrasında bunu hem kaşık hem
çatal yerine kullanmayı öğrenmiştir. Fakat bunların dışında Hasan susmakta, kendi dilinden başka bir dille konuşmamakta ısrar eder. Daha
ikinci bölümün başındaki “Portakal bahçelerine dalmış, göğsünde bir katılık, gırtlağında lokmasını yutamamış gibi sert bir düğüm, daima susuyordu” ifadesi, yukarıya aldığımız parça, “sustu” kelimesinin değişik şekillerde sık sık karşımıza çıkması ve son olarak “Bu dört yanı duvarlı, tek
kat, basık ve toprak evde öyle canı sıkılıyordu ki” cümlesi her şeye alışabilen Hasan’ın ana dili konusundaki ısrarını göstermektedir. Hikâyenin
bu şekilde kurulmasıyla aynı zamanda okur olarak biz de dikkatimizi
başka yerlere harcamak yerine sadece Hasan’ın susması üzerinde toplarız.
Bütün bu çatışmalardan, bir unsurun ısrarla tekrarından ve tek başına bı-
rakılmasından sonra, Hasan’ın bir anlık dalgınlıkla eskiciye, “Çiviler ağ-
zına batmaz mı senin” diye soruvermesi bize oldukça çarpıcı gelir. Adeta
buraya kadar her şey bu cümle için hazırlık mahiyetindedir.
Bundan sonra ise hikâyeye çatışma değil, Hasan ve eskiciyle birlikte okurun da içinde yer aldığı bir dünyada, kurulan empati hakimdir. Şu
cümleler sadece Hasan’ın değil, kendini Hasan’ın yerine koyan herkesin
çocukluğundan canlı, masum, küçük birtakım kesitlerdir:
“Sonra Kanlıca’daki evlerini tarif etti; komşunun oğlu Mahmut’la
balık tuttuklarını, anası doktora giderken tünele bindiklerini, bir kere de
kapıya beyaz boyalı hasta otomobili geldiğini, içinde yataklar serili oldu-
ğunu söyledi.”
İşte hikâyenin bireyden kopup kelimelerden, virgüllerden, seslerden sıyrılıp pek çok benliğe sirayet etmesi ve aşkın bir boyut kazanması:
“Asıl konuşan Hasan’dı, altı aydan beri susan Hasan... Durmadan,
dinlenmeden, nefes almadan, yanakları sevincinden pembe pembe, dudakları taze, gevrek, billur sesiyle bir teviye konuşuyordu. Aklına ne gelirse söylüyordu. Eskici hem çalışıyor, hem de ara sıra “Ha! ya? öyle
mi?” gibi dinlediğini bildiren sözlerle onu söyletiyordu; artık erişmeyeceği yurdunun bir deresini, bir rüzgârını, bir türküsünü dinliyormuş gibi
hem zevkli, hem yaslı dinliyordu; geçmiş günleri, kaybettiği yerleri düşü-
nerek benliği sarsıla sarsıla dinliyordu.”
Bunlar bir çocuğun telaşıyla, heyecanıyla, sadeliğiyle kurulan,
peşpeşe akan cümleler. Eskicininse yarı zevkli, yarı yaslı babacan bir tavırla, “Ha!”, “Ya?”, “Öyle mi?” karşılıkları. Sıcak bir iklimde serinlik ta-
şıyan bu duygular, bir ihtiyarın ansızın çocuklaşıvermesi, sevinçle, üzüntünün içiçe yaşanması...
Hasan’ın yüreği burkularak sorduğu, “Gidiyor musun?” cümlesiyle
atmosferin bir anda değişiverdiği görülür. Aslında burada giden sadece
eskici değildir ya da geride bırakılan sadece bir çocuk değildir. İkisinin
de birbirinin içinde buluştukları, eridikleri vatanlarıdır geride kalan.
Hikâyenin kurgusuyla sıkı ilişki içerisinde olan insan, tabiat, nesne
unsurları ve bu unsurların yarattığı çatışma ve empati üzerinde durduktan
sonra şimdi hikâyenin bütün malzemesini estetik bir kalıba döken dilin
kullanımını ele alalım. Hikâyede cümlelerin, kelimelerin, eklerin hatta
paragraf, bölüm gibi daha büyük birimlerin belli bir atmosfer yaratmak
için özenle düzenlendiğini görmekteyiz. Yalnız burada bu unsurları birbirlerinden bağımsız ele almak yerine konteks içinde birbiriyle ilişkilendirerek ve anlam çağrışımlarını da dikkate alarak ortaya koymanın daha
isabetli olacağı düşüncesindeyiz. Çünkü çoğu zaman aynı cümle yapıları
farklı atmosferlere hizmet edebilmekte, ilk baştaki tespitimiz bir süre sonra çürüyebilmektedir. Ayrıca dilin gerçek anlamını konteks içinde buldu-
ğu gerçeğini unutmamak gerekir.
Dışa yönelik gözlemlerin ağırlığı teşkil ettiği ve heyecan olgusunun ön plâna geçmediği ilk bölümde daha çok tahkiye anlatımı hakimdir.
Gerilimin ve duygu yoğunluğunun en az olduğu bu bölümde cümleler basit, birleşik, yüklemi sonda olan düzenli yapılardır. Diğer bölümlerde sık-
ça rastlayacağımız birbirini açan sıralı, eksiltili, devrik cümlelere bu kı-
sımda yer verilmemiştir. İfadeler de anlam bakımından daha somut ve
daha genel göndermeler içermektidir.
Hasan’ın suskunlaştığı ve tabiat unsurlarının bile Hasan’ın ruh hâ-
lini anlatmaya hizmet ettiği ikinci bölümden itibaren duygu yoğunluğunun yükselip alçalmasına, bakışın iç ve dış unsurlara yönelmesine göre
cümle yapılarında ve kelimelerde bir çeşitlilik görülür. Tasvir cümlelerinin ağırlığı teşkil ettiği ikinci bölümde, benzer cümle kuruluşları içerisinde psikolojik tasvirlerle, çevre tasvirlerinin farklı atmosferler yarattıkları
dikkati çekmektedir:
“Hasan köşeye büzüldü; bir şeyler soran olsa da susuyordu, yanakları pençe pençe, al al olarak susuyordu. Portakal bahçelerine dalmış, göğsünde bir katılık, gırtlağında lokmasını yutamamış gibi bir sert
düğüm, daima susuyordu.”
“Yamaçlarında keçiler otlayan kuru, yalçın, çatlak dağlar arasından geçiyorlardı. Bu keçiler kapkara, beneksiz kara idi; tüyleri yeni otomobil boyası gibi aynamsı bir cilâ ile, kızgın güneş altında, pırıl pırıl yanıyordu.”
İlk parçada “susmak” eylemi hem sıralı cümle hem de kendisinden
sonra gelen basit, fakat uzun cümle yapısı içerisinde yanına yine psikolojik çağrışımlara götürecek başka kelimeleri de alarak yoğun bir atmosfer
oluşturur. İlk cümlenin basit, ikinci cümlenin sıralı olduğu diğer parça ise
daha yüzeysel bir atmosfer oluşturmaktadır. Burada tabiat unsurları, özellikle “keçiler”in dış görünümü ön plâna çıkarılarak, dolaylı olarak Hasan’ın ruh hâli verilmiştir. Ayrıca heyecanın yüksek olduğu ilk parçada
kelime ve ek tekrarlarıyla sağlanan ahenk dikkati çekmektedir. Bu tekrarlar hem anlama hizmet ederek vurgu sağlayacak şekilde kullanılmış hem
de bu yapılarla nesri şiire yaklaştıran ahenk unsurları elde edilmiştir. Hasan’ın suskunluğu üzerinde ısrarla durulan bu parçada etki sağlayacak şekilde fizikî tasvirlerden psikolojik tasvirlere doğru bir geçiş söz konusudur. “Büzüldü”, “susuyordu” şeklinde başlarda zarfsız kullanılan fiiller
daha sonra “pençe pençe, al al olarak susuyordu”, “daima susuyordu”
şeklinde Hasan’ın içinde bulunduğu ruh hâline paralel olarak kullanılmış-
tır. Ayrıca “bir” sıfatının tekrarı “pençe pençe, al al” ikilemeleri hikâyenin geneline hakim olan “-di”, “-yordu” gibi zaman bildiren eklerin “ş”,
“s” ünsüzlerinin “a”, “o”, “u” ünlülerinin tekrarı ahenk sağlayarak ifadeleri daha akıcı ve etkileyici kılmıştır.
“Gerdanından, alnından, kollarından ve kulaklarından biçim bi-
çim, sürü sürü altınlar sallanan kara çarşaflı, kara çatık kaşlı, kara iri
benli bir kadın göğsüne bastırdı. Anasınınkine benzemeyen, tuhaf kokulu,
fazla yumuşak, içine gömülüverilen cansız bir göğüs...”
Bazen de burada olduğu gibi ahenk, aynı yapıdaki kelimelerin
yanyana getirilmesiyle sağlanmıştır. Önce iyelik ve ablatif ekleri birlikte
peşisıra kullanılmış, sonra ikilemelerle ek tekrarlarından doğan monotonluk kırılmış, arkasından ise “-li” yapım ekinin tekrarıyla ahenk unsurları
çeşitlendirilmiştir. Ayrıca hikâyenin genelinde değişik ruh hâllerini vurgulamak için faydalanılan ikilemelerin buradaki kullanımı, “kara” kelimesinin ve “k”, kalın “k”, “ç” ünsüzlerinin tekrarıyla kadının korkunçlu-
ğu ve soğukluğu daha etkileyici bir şekilde gösterilmiştir.
“Halasının yanındaki kadınlar da sarıldılar, öptüler, söyleştiler,
gülüştüler. Birçok çocuk da gelmişti; entarilerinin üstüne hırka yerine elbise ceket giymiş, saçları perçemli, başları takkeli çocuklar...”
Burada da yine sıralı cümle yapısı içinde verilen ek tekrarları dikkat çekicidir. Geçmiş zaman ekiyle kullanılan çoğul ekleri ve isimden
isim yapan “-li” ekinin tekrarı bir taraftan ahenk oluştururken diğer taraftan arka arkaya kullanılarak anlamda bir tekdüzelik yaratmaktadır ki, bu
da amaçlanan sıkıcı atmosferin oluşmasına hizmet etmektedir. Ayrıca bu
örnekte de “susmak” fiilinde olduğu gibi “çocuk” kelimesi bir önceki
cümleyi açan sıralı cümle yapısı içerisinde tekrar oluşturacak şekilde kullanılmış ve cümle tamamlanmadan bırakılmıştır.
“Anasınınkine benzemeyen, tuhaf kokulu, fazla yumuşak, içine
gömülüverilen cansız bir göğüs...”
“Bu dört yanı duvarlı, tek kat, basık ve toprak evde öyle canı sıkılı-
yordu ki...”
gibi ifadelerde de benzerlerine rastladığımız eksiltili cümle yapıları daha
çok Hasan’daki duygu yoğunluğunun arttığı yerlerde karşımıza çıkmaktadır. Bunlar bir can sıkıntısının, umduğunu bulamayan bir çocuğun ruh
hâlini veren cümlelerdir.
Daha çok hikâyenin son iki bölümünde konuşma cümlelerinde kar-
şımıza çıkan,
“-Çiviler ağzına batmaz mı senin?”
“-Türk çocuğu musun be?”
“-Ne diye düştün bu cehennemin bucağına sen?”
“-Ağlama be!”
“Ağlama diyorum sana!”
gibi devrik cümle yapıları ise bir çeşitlilik getirmekle birlikte anlama da
hizmet etmeleri bakımından önemlidir. Bize hiç zorlama gelmeyen ve bir
çocuğun, bir ihtiyarın ağzından duyduğumuzda hiç yadırgamayacağımız
bu cümlelerde dikkat edilirse zamirler ve seslenme edatları sona çekilmiş,
böylece etki arttırılmıştır. Ayrıca sona çekilen bu unsurlar, iki kişi arasında kurulan samimiyeti ve yakınlığı da göstermektedir. Hasan’la ihtiyarın
dışındaki hikâye kişilerinde kullanılan çokluk ifadeler ve genellemeler
düşünüldüğünde, yakınlaştırma ve özelleştirme bildiren “sen” zamirleri
daha çok anlam kazanır.
Son bölümde çocuğun ve ihtiyarın kısa süreli bir sevinç yaşadıktan
sonraki durumlarını anlatan şu iki parça birbirini açan, genişleten ifadelerle oldukça etkileyicidir:
“O zaman gördü ki, küçük çocuk, memleketlisi minimini yavru ağ-
lıyor... Sessizce titriye titriye ağlıyor. Yanaklarından gözyaşları birbir arkasına, temiz vagon pencerelerindeki yağmur damlaları dışarının rengini,
geçilen manzaraları içine alarak nasıl acele acele, sarsıla çarpışa dökü-
lürse öyle, bağrının sarsıntılarıyla yerlerinden oynayarak, vuruşarak iç-
lerinde güneşli mavi gök, pırıl pırıl akıyor.”
“Bunları derken onun da katı, nasırlanmış yüreği yumuşamış, şiş-
mişti. Önüne geçmeye çalıştı amma yapamadı, kendisini tutamadı; gözlerinin dolduğunu ve sakallarından kayan yaşların, Arabistan sıcağıyla yanan kızgın göğsüne bir pınar sızıntısı kadar serin, ürpertici döküldüğünü
duydu.”
İlk parçadaki kısa kısa ve gittikçe etkisini arttıran ifadelerle biz,
küçük, sessiz gözyaşlarının kesik kesik şiddetli hıçkırıklara dönüştüğünü,
ikinci parçada ise bir çocuğunkinden farklı olan yaşların sessizce, içten
içe, daha büyük birkaç damla hâlinde döküldüğünü hissederiz.
İlk parçadaki kullanılan kelimeler bir çocuğun tazeliğine, kalp vuruşlarına, heyecanına ne kadar yakışıyorsa ikinci parçadaki kelimeler de
pek çok acıyı, hasreti içine akıtmış, yılların yorgunluğunu üzerinde taşı-
yan bir ihtiyara o kadar yakışmaktadır.
Bu bölümle ilgili kayda değer bulduğumuz bir noktaya daha temas
etmeden geçmeyelim. Hikâyeye hâkim olan zaman daha çok geçmiş zamanın hikâyesi olmakla birlikte sadece son bölümde şimdiki zamanın hikâyesi kullanılır. “Eskici başka söz bulamamıştı. Bunu işiten çocuk hıçkı-
ra hıçkıra, katıla katıla ağlamaktadır; bir daha Türkçe konuşacak adam
bulamayacağına ağlamaktadır” cümlelerinde zamanda bir kırılma oldu-
ğunu görmekteyiz. Burada daha geniş bir zaman dilimini içine alan ve geleceğe de uzanan “-makta” eki “-dır” kuvvetlendirme ekiyle birlikte iki
defa aynı kelime içinde kullanılmıştır. Böylece geçmiş zamanın kullanı-
mıyla kurulan aradaki mesafe ortadan kalkmış, adeta okur da bu tabloya
katılmıştır.
Hikâyede baştan beri aşamalı olarak incelediğimiz bütün bu unsurlar estetik bir atmosfer içinde belli bir düşünceyi işlemek için kullanılmış-
tır. Yazarın burada esas vurgulamak istediği gurbet duygusundan çok ana
dilinin insan hayatındaki önemidir ya da başka bir şekilde ifade edecek
olursak insanda gurbet duygusunu uyandıran en önemli unsurun dil oldu-
ğu düşüncesidir. Yalnız bu, hikâyenin içinde bir mesaj ya da empoze
edilmeye çalışılan didaktik bir öge olarak değil, bizzat hikâyenin kendisi
olarak karşımıza çıkmaktadır. Söz gelimi Hasan, hikâyenin başında akrabalarından ayrılıyor olmasına rağmen kendisini eğlendirecek birtakım
şeyler bulabilmiştir, ama ne zamanki etrafında ana dilini konuşan kimse
kalmamıştır, o zaman atmosferdeki bu değişiklik onun durgunlaşmasına
sebep olur. Uzun bir yolculuktan sonra akrabası olan halası bile onu sevindirmemiş, halasının göğsünü yabancı bir göğüs olarak algılamıştır.
Kuvvetle muhtemeldir ki eğer Hasan’ın etrafında Türkçe konuşulmaya
devam edilseydi atmosferin değişmesi onu rahatsız etmeyecek, develere
askerle birlikte gülecek, halasına sarıldığında annesi kadar olmasa bile bir
sıcaklık hissedebilecekti. Tıpkı aynı mekânda olmasına rağmen Türkçe
konuşan eskicinin karşısında bütün o sıkıntılarını unutup coşkuyla konuşması gibi. Yazar, görüldüğü gibi eserdeki bütün atmosfer değişikliklerini ana dilinin önemini vurgulamak ve eserin sonuna okuyucuyu hazırlamak için düzenlemiştir. Bunu yaparken hikâye kahramanı olarak bir çocuğu ön plâna çıkarmış olması tesadüf değildir. Saflığı ve temizliğiyle insanda merhamet duygusu uyandıran çocuğun, hikâyenin etkileyiciliğini
arttırması kaçınılmazdır.