AHMED b. HANBEL
01 Ocak 1970
Ebû Abdillâh Ahmed b. Muhammed b. Hanbel eş-Şeybânî el-Mervezî (ö. 241/855) Hanbelî mezhebinin imamı, muhaddis, fakih. [443]
Hayatı
164 (780) yılı Rebîülevvelinde (veya Rebîülâhir) Bağdat'ta doğdu. Aile¬si Merv'den Bağdat'a göç ederken an¬nesi ona hamile olduğu için Merv'de doğduğunu söyleyenler de vardır. Oğlu Salih'in rivayet ettiği şecereye göre so¬yu Hz. Peygamber'in dedelerinden Nizâr'la birleşerek Hz. İsmail'e kadar uza¬nır. Dedesi Hanbel b. Hilâl Emevîler devrinde Serahs valiliği yapmış, Abbâsîler'in idareyi ele geçirmesinde önemli görevler üstlenmiş, babası da Abbasî or¬dusunda görev almıştı. Ahmed b. Han¬bel. babası otuz yaşlarında Öldüğünden, Şeybânoğullan'ndan olan annesi Safiyye bint Meymûne'nin himayesinde büyüdü. Kur'ân-ı Kerîm'i ezberledikten ve Bağ¬datlı âlimlerden bir müddet gramer ve fıkıh okuduktan sonra hadis öğrenme¬ye başladı (795). İlk hocalarından biri. kendisinden pek çok hadis yazdığı ta¬nınmış muhaddis Hüşeym b. Beşîr olup diğer hocaları arasında Süfyân b. Uyey-ne, Yahya b. Saîd el-Kattân, Abdurrahman b. Mehdî, İmam Şafiî ve Abdürrez-zâk b. Hemmâm gibi âlimler bulun¬maktadır. En çok hadis yazdığı hocası Vekt b. Cerrâh'tır. İmam Şafiî'den ise fıkıh ve usûl-i fıkıh öğrenmiştir, el-Müsned'deki rivayetlerine göre hocala¬rının sayısı 280 kadardır. Birini doğru¬dan, öbürünü başka bir râvi vasıtasıyla ondan iki hadis rivayet eden Buhârf nin yanı sıra diğer tanınmış talebeleri ara¬sında Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesâî, akranlarından Yahya b. Maîn ile Ali b. Medînî. Ebü Zür'a er-Râzî. Ebû Hatim er-Râzî, iki oğlu Salih ve Abdullah bu¬lunmaktadır. Hocaları İmam Şâfif, Abdürrezzâk ve Abdurrâhman b. Mehdî de kendisinden hadis dinlemişlerdir. Yalnız İmâm Şafiî onun adını açıkça söylemek yerine, “Güvenilir kimse bana rivayet etti (haddeşenî eş-şika)n demeyi tercih etmiştir. [444]
Ah¬med b. Hanbel Bağdatlı muhaddislerden faydalandıktan sonra hadis tahsilini tamamlamak üzere önce Kûfe'ye (799), ardından dört defa Basra'ya (802-816 yıl¬lan arasında), ayrıca Mekke, Medine, Dı¬maşk, Halep ve Cezîre'ye seyahatler yaptı. Bunların en uzunu ve en yorucusu, Abdürrezzâk b. Hemmâm'dan istifade etmek üzere ve yeterli parası olmadığı için kervancıların yanında deve bakıcılı¬ğı yapmak suretiyle 198 (813-14) yılın¬da gerçekleştirdiği Yemen yolculuğu¬dur. Fakat elli dirhemi bulunmadığı için Cerîr b. Abdülhamîd'den hadis okumak üzere diğer talebe arkadaşlarıyla birlik¬te Rey'e gidemedi. İkisi (veya üçü) yaya olmak üzere beş defa hacca gitti. Bu seyahatlerinde önemli hedeflerinden bi¬ri de Hicaz'daki muhaddislerle görüşüp onlardan faydalanmaktı. Hadis sahasın¬daki derin bilgisi ve güçlü hafızası ilim muhitlerinde duyulduğu için onu gıya¬ben tanıyan muhaddisler, yanlarına git¬tiği zaman istediği hadisleri memnuni¬yetle kendisine rivayet ederlerdi. Kırk yaşına kadar devam eden talebelik ha¬yatından sonra hadis okutmaya başla¬dı. Çok zaman 5000 kadar hadis tale¬besi onu dinlemek üzere çevresinde toplanır, bunlardan 500 kadan hadis yazarken diğerleri onun tavırlarından, ahlâk ve edebinden faydalanmaya çalı¬şırlardı.
Abbasî Halifesi Me'mûn (813-833), hi¬lâfetinin son yıllarında Mu'tezile mez¬hebi ileri gelenlerinin tesiriyle, devrin tanınmış âlimlerini Kur'an'ın mahlûk ol¬duğu görüşünü kabul etmeye çağırıncaya kadar Ahmed b. Hanbel hadis okutmaya devam etti. Bazı âlimler Ön¬celeri Kur'an'ın mahlûk olmadığını söy¬lemekle beraber işkence ile tehdit edil¬dikleri zaman halifenin zulmüne uğra¬mamak için onun arzusuna uygun ce¬vap verdiler; fakat o, bu görüşü benim-semediğini açıkça belirttikten sonra da kanaatinde ısrar etti. Bu sebeple hapse atıldı. Zulümden kurtulmak maksadıyla halifenin görüşünü kabul eder görün¬mesini tavsiye edenlere gücendi. O sıra¬larda Tarsus'ta bulunan Me'mün onun¬la görüşmek isteyince. halku'l-Kur'ân konusunda kendisi gibi düşünen Muhammed b. Nûh ile birlikte. Bağdat Va¬lisi İshak b. İbrahim tarafından zincire vurularak yola çıkarıldılar. Ancak Rakka'ya vardıklarında halifenin ölüm ha¬beri geldi. Bu sebeple tekrar Bağdat'a gönderildiler. Fakat Muhammed b, Nûh, Ahmed b. Hanbel'den genç olmasına rağmen sıkıntılara daha fazla dayana¬madı ve yolda Öldü. Ahmed b. Hanbel Bağdat'a getirilerek hapsedildi. Yeni halife Mu'tasım (833-842) kardeşinin si¬yasetini takipte kararlı olduğu İçin İbn Hanbelin hapiste tutulmasını istedi. Bir yıl sonra da huzuruna getirterek başkadı Ahmed b. Ebû Duâd ve güvendiği diğer kişilerle birlikte konu üzerinde yaptıkları münakaşaları dinledi. Onun âyet ve hadis dışında ileri sürülen delil¬lere iltifat etmediğini ve kanaatinden vazgeçmediğini görünce işkenceye tâbi tutulmasını emretti. Şiddetli kamçı dar-beleri altında inlediği halde orucunu dahi bozmadığını görünce, uygun bir ifade kullandığı takdirde serbest bıra¬kılacağını söyledi. İbn Hanbel buna da yanaşmadı. İşkencenin hiçbir tesiri ol¬madığını gören halife onu serbest bı¬rakmayı düşündü. Ancak İbn Ebû Duâd, Kur'an’ı mahlûk saymamak suretiyle dinden çıkan bir kimseyi serbest bırak¬manın doğru olmayacağını, halkın bu¬nu, “Mu'tasım kardeşi Me'mün'un yo¬lundan ayrıldı, üstelik İbn Hanbel her iki halifeyi de mağlûp etti diyerek yan¬lış değerlendireceğini söyledi. Bunun üzerine halife kızgın güneş altında cel¬lâtların daha çok kamçılamak suretiy¬le yaptıkları İşkencelere bizzat neza¬ret etti.
Ahmed b. Hanbel iki yıl dört ay süren bu hapis ve işkence hayatından sonra serbest bırakıldı. Yaralan iyileşince yine fetva verip hadis okutmaya başladı. Mu-tasım'ın ölümünden sonra halife olan oğlu Vâsik döneminde (842-847) halku'l-Kur'ân meselesi mekteplerde resmî program içerisine alınarak okutulma yoluna gidilince, bu hareket karşısında galeyana gelip İsyan etmeyi düşünen halk Ahmed b. Hanbel'e başvurdu. Bu¬nun doğru olmadığını ve sabretmek ge¬rektiğini söylemesine rağmen halkla görüşmesi ve hatta halifenin bulundu¬ğu yerde ikamet etmesi yasaklandı. Vâsik'ın Ölümüne kadar evinde göz hapsinde tutuldu. Cuma namazlarına bile gidemedi. Beş yıl boyunca oğulla¬rı dışında kimseye hadis rivayet edeme¬di. [445] Onun bu dö¬nemde hadis rivayetini bırakması. İbn Cevzî'nin bir rivayetine dayanmaya çalı¬şan H. Laousfun iddia ettiği gibi [446], Mu'tezile kadısının başına yeni bir dert açmasından korktuğu için değildir. Mütevekkil devrinde (847-861) halku'l-Kur'ân meselesi sona ermekle beraber, yine de Hz. Ali taraftarların¬dan birini evinde barındırdığı ve ona bi¬at edeceği iddiasıyla evi arandı ve sor¬guya çekildi. İleri sürülen iddiaların asıl¬sız olduğu anlaşılınca halife ona ihsan¬larda bulunarak gönlünü almak istedi. Fakat o bu hediyeleri halifeye kızdığı için değil, içine haram karışmış bir mal olduğu düşüncesiyle kabule yanaşmadı. Bu tavrının kendisine yine zarar getire¬bileceğini düşünen dostları halifenin ih¬sanlarını reddetmemesini söylediler. Bunun üzerine hediyeleri kabul etmek¬le birlikte tamamını ihtiyaç sahiplerine dağıttı. Daha sonraları halifenin hiçbir ihsanını kabul etmeyeceğini kesin bir dille belirttiği halde ailesine maaş bağ¬landı. Bu maaşın kabul edilmemesini istemesine rağmen halifenin ihsanını alan oğullarına gücendi ve bundan son¬ra onların bir lokmasını bile yemedi. Ay¬rıca oğlu Salih'e kadılık görevini kabul ettiğinden dolayı kırıldı. Son günlerinde iyice halsiz düştüğü için halife özel dok¬torunu göndererek onu tedavi ettirmek istedi. Ancak doktor onun bedenen ra¬hatsız olmadığını, az yemek, çok oruç tutmak ve ibadet etmek sebebiyle hal¬siz düştüğünü söyledi. Vefat edeceğini hissedince yanında bulundurduğu Hz. Peygamber'in üç tel saçından ikisini gözlerinin, birini de dilinin üstüne koy¬malarını vasiyet etti. İşkenceye tâbi tu¬tulduğu günlerde yaptığı gibi kelime-i şehâdet getirerek oğullarının ve yakın¬larının buna şahit olmalarını istedi.
Ahmed b. Hanbel 12 Rebîülevvel 241 Cuma günü [447] Bağ¬dat'ta vefat etti. Halifenin muhtelif kimselere yaptırdığı tahminlere göre. cenazesinde altmış bini kadın olmak üzere 800 bin (veya bir milyon) kişi bu¬lundu. Hayatında iki evlilik yaptı. İlk ev¬liliğinden oğlu Salih doğdu. İsfahan ka¬dısı olan Salih'in annesi vefat ettikten sonra ikinci defa evlendi. Bu hanımın-dan da el-Müsned'ı rivayet edecek olan oğlu Abdullah dünyaya geldi. İkinci karısının ölümünden sonra bir câriye al¬dı. Ondan da üç oğlu ile bir kızı oldu. [448]
Şahsiyeti.
Orta boylu, koyu esmer tenli ve güzel yüzlü olan Ahmed b. Han¬bel'in altmış üç yaşından sonra sakalına kına yakmaya başladığı, ağırbaşlı hali ile çevresindekiler üzerinde derin bir saygı uyandırdığı ve son derece müte-vazi olduğu, nüktedan bir kimse olan hocası Yezîd b. Harun'un bu çok sevdiği öğrencisi ile birlikte bulunurken yanın¬da nükte ve şaka yapmamaya dikkat ettiği kaynaklarda zikredilmiş; bir imti¬han saydığı şöhretten çok rahatsız ol¬duğu, Mekke'nin bir mahallesinde ta¬nınmadan yaşamayı arzu ettiği rivayet edilmiştir. Bir gün muhaddis Ali b. Ab-düssamed onun feyzinden faydalanmak düşüncesiyle elini elbisesine sürmüştü. Ahmed b. Hanbel bu harekete kızdı ve eliyle elbisesini silkelerken “Kimden al¬dınız bu âdeti?” diye çıkıştı. Zühd ve takvâsıyla bilinen İslâm büyüklerinin fa¬ziletlerini anar, “Onlar nerede, biz nere¬de!” diye hayıflanırdı. Babasından kalan dokuma tezgâhının kirasından aldığı pa¬ra geçimine yetmediği için bazan ücret¬le kitap İstinsah eder, bazan uçkur (ke¬mer) dokur, bazan da karısının eğirip dokuduğu kumaşı satardı. Ekinler biçil¬dikten sonra tarlada kalan döküntüleri diğer ihtiyaç sahipleriyle birlikte top¬ladığı olurdu. Yakınlarının söylediğine göre, evinde yiyip içecek birşey bulun¬madığı zaman üzülecek yerde sevinir, ekmek kırıntılarını ıslatarak üzerine tuz döküp yerdi. Pahalı yiyeceklere iltifat etmez, bunlar kendisine ikram edilse bile ya biraz tadar veya hiç yemezdi. Tahsil hayatı boyunca da aynı sıkıntıla¬ra katlanmış, bununla beraber kimse¬den yardım istememişti. Kendisinden hadis okumak üzere Yemene kadar kervancıların yanında deve bakıcılığı ya¬parak gittiği hocası Abdürrezzâk b. Hemmâm ona bir miktar yardım teklif edince, “Eğer birinden yardım almayı kabul etseydim senden alırdım” diyerek kabul etmemişti. Kendisini seven bazı tacirlerin ve ona saygı duyanların ısrar-la vermek istediği binlerce dirhem veya dinarı almamış, reddettiği büyük im¬kânları başkalarının geri çevirmediğini söyleyen oğlu Salih'e Tâhâ sûresinin 131. âyetini okuyarak Allah'ın vereceği rızkın daha hayırlı ve daha kalıcı olaca¬ğını ifade etmişti. Aynı konuda sitemde bulunan amcasına da, “Biz paranın pe¬şinde olmadığımız için geliyor, eğer onun peşinde olsaydık gelmezdi” demişti. Mütevazi evinde eşya olarak eski bir hasır ile basit birkaç çanak çömlekten başka birşey yoktu. Bununla beraber uzaklar¬dan ziyaretine gelenleri evinde ağırlar ve onlara kuru ekmek ikram ederdi: da¬ha fazlasını yapamadığı için de gönül¬lerini alırdı. Yardıma muhtaç yakınları¬na veya kendisinden yardım isteyenlere elindeki üç beş dirhemin tamamını ve¬rirdi.
Oğlu Abdullah, mihne olayından ön¬ce onun günde 300 rekât namaz kıldı¬ğını, daha sonra vücudunun zayıflaması sebebiyle ancak bunun yarısı kadar kı¬labildiğini söyler. Her gün Kur'ân-ı Kerîm'in yedide birini okumayı âdet edin¬mişti. Cihad sevabına nail olmak için Tarsus'ta bir müddet sınır bekçiliği yapmış ve savaşa da katılmıştı. Resûl-İ Ek¬rem'in bir tel saçını zaman zaman öpüp gözlerinin üzerine koyması ve suya batırıp bu suyu şifa niyetiyle içmesi, onun minber ve hücresine hayır ve bereket umarak el sürmekte bir beis görme¬mesi gibi oğlu Abdullah'tan nakledilen halleri, Ahmed b. Hanbel'in Hz. Peygamber'e duyduğu sevgi ve hasretin birer ifadesidir [449] Zehebî bu bilgileri verdikten sonra. Ahmed b. Han¬bel'in böyle davranışlara taraftar olma¬dığını ileri sürenlerin ona iftira ettikleri¬ni söyler.
Ahmed b. Hanbel'i yakından tanıyan hocalarının onun hakkında takdirkâr ifadeleri vardır. Meselâ Yahya b. Saîd el-Kattân onun bir derya olduğunu, ta¬lebeleri arasında bir benzerini görmedi¬ğini söylemiş ve bütün kitaplarını (veya hadislerini) istifadesine sunmuştur. İbn Hanbel'in çok sevdiği ve seher vakti kendilerine dua ettiği altı kişiden biri olan İmam Şafiî, Bağdat'ta Ahmed b. Hanbel'den daha faziletli, muttaki, âlim ve fakih bir kimse görmediğini söyle¬miş, diğer hocası Abdürrezzâk b. Hem¬mâm da aynı kanaati paylaşmıştır. Ali b. Medînî ise, “Allah bu dini ridde gü¬nü Ebû Bekir İle, mihne günü de Ahmed b. Hanbel ile yüceltmiştir” demek sure¬tiyle, o çetin imtihanda yapılan işkence¬lere onun kendisinden daha fazla da¬yandığını itiraf etmiştir. Mihne olayın¬da İbn Hanbel'in peygamber sabrı gös¬terdiğine işaret eden devrin tanınmış sûfîsi Bişr el-Hâff, kendisinin aynı sab¬rı gösteremeyeceğini belirttikten son¬ra onun atıldığı ateşten has altın ola¬rak çıktığını söylemiştir. Talebelerinden Ebû Dâvûd, onun ilim meclislerinde uhrevî âlemin zevki bulunduğunu anlat¬mış, Ebû Hatim er-Râzî de, Ehl-i sünnet ile ehl-i bidat taraftarlarını birbirinden ayırmanın en sağlam ölçüsü onu sev-mektir, demiştir.
Ahmed b. Hanbel'in vecize mahiyetin¬de hakimane sözleri vardır. Çok sevdiği Ali b. Medînî bir tavsiyede bulunmasını isteyince ona, “Azığın takva olsun, âhiret hep gözünün önünde bulunsun” de¬miştir. Yakınlarına da, “Değerli buldu¬ğunuz hayırları araya bir engel girme¬den yapmaya bakın” tavsiyesinde bu¬lunmuştur.
Ahmed b. Hanbel'in hal tercümesine dair yazılan eserlerin ilki oğlu Salih'e aittir. Sîretü'1-İmâm Ahmed b. Hanbel adını taşıyan bu risalenin Tunus'ta Sez¬gin, 1, 510 ve İstanbul'da Süleymaniye Kütüphanesi'nde [450] birer nüshası bulunmaktadır. Yine oğlu Salih İle Ahmed b. Hanbel'in talebesi ve amcazadesi İshak b. Han¬bel'in Mihnetü İbn Hanbel adlı birer risaleleri daha vardır [451] İshak'ın eseri basılmıştır (Kahire, ts). Mihne olayı hakkında Cemmâîirden baş¬ka [452] W. M. Patton [453] ve Ali Abdülhakk'm da
[454] eserleri vardır. Menâkıbına dair yazılan kitapla¬rın en önemlileri ise Ebû Bekir el-Beyhakl [455] ile İbnü'l-Cevz’nin (bk. bibi.) eserleridir. Onun hak¬kında Muhammed Ebû Zehre [456] ile Mustafa eş-Şek'a da [457] birer monografi kaleme almışlardır. [458]
Eserleri.
Ahmed b. Hanbel. en önemli eseri olan el-Müsned dışında kendisine nisbet edilen kitapların hiçbirini bizzat kaleme almamış, hatta kendi söz ve fetvalarının yazılmasına izin vermemiş¬tir. Bundan dolayı eserleri, basta oğlu Abdullah olmak üzere diğer talebeleri tarafından ve ölümünden sonra kaleme alınmıştır. Günümüze ulaşan ve hemen hepsi hadise dair olan eserleri şunlar¬dır:
1) el-Müsned'. Ahmed b. Hanbel'in 700 bin hadis arasından seçerek tertip ettiği otuz bin kadar hadise oğlu Abdullah ile talebesi Ebû Bekir el-Katî’nin birçok (bazı kaynaklara göre on bin) ha¬dis ilâve etmesiyle meydana gelen bu eser, en hacimli iki hadis külliyatından biridir diğeri. [459] Sadece sahih hadisleri ihtiva etmesi hedef alınmadığından eser ha-sen ve zayıf hadisleri de içine almakta¬dır. İbnü'I-Cevzî el-Müsned'de otuz se¬kiz mevzu hadis bulunduğunu söylemiş, fakat İbn Hacer el-Askalânî bu iddianın doğru olmadığını göstermek üzere el-Kavlü'l-müsedded fi'z-zebbi'an Müsnedi Ahmed adlı eserini yazmıştır. İbn Hanbel. yalancı olduğu bilinen kimse¬lerden hadis rivayet etmemeyi, doğru sözlülüğü ve dindarlığı herkesçe kabul edilen güvenilir râvilerden hadis alma¬yı prensip edindiği için eserde mevzu hadislerin bulunmaması tabiidir. Ancak uzun hapis hayatı ve bu hayatın getir¬diği çeşitli rahatsızlıklar sebebiyle ki¬tabını tertip etmeye fırsat bulamadı¬ğından bazı zayıf ve epeyce de mükerrer rivayetin eserde yer almasını önle¬yememiştir. [460] Kitapta İslâm'a giriş ta¬rihleri esas alınmak üzere önce aşere-i mübcşşere'nin, sonra Ehl-i beyt, Hâşimoğullan, Mekkeli, Medineli, Kûfeli. Basralı, Suriyeli sahâbîlerin ve en son da kadın sahâbîlerin müsned'leri sıralan¬mıştır. el-Müsned Kahîre'de alt cilt ola¬rak basılmıştır (1313). Ahmed Muhammed Şâkir, yer yer şerhetmek suretiyle eserin yeni bir neşrine başlamış, vefatın¬dan önce üçte birini on altı cilt halinde yayımlamıştır. [461] el-Müsned üzerinde muhtelif ça¬lışmalar yapılmıştır. Nûreddin el-Heyse-mî, bu eserde bulunup da Kütüb-i Sit-te'de yer almayan sahih hadisleri söyetü'1-makşad fî zevâ'idi'l-Müsned adlı kitabında bablara göre tasnif etmiştir. Eserdeki hadislerin güvenilir olup olma¬dığına, râvilerinin hal tercümesine. Hz. Peygamber'den üç râvi ile rivayet edilen hadislerine (sülâsiyyât) dair yazılan ki¬tapların yanı sıra eseri sahabe adlarına göre alfabetik olarak tertip eden. bab¬lara göre yeniden tasnif eden, nâdir (garîb) kelimelerini açıklayan, şerh ve ihtisar eden kitaplar da yazılmıştır. [462]
2) Kitâbü's-Sünne. Vtikâdü Fili's-sünne adıyla da bilinen ve İbn Hanbel'in Cehmiyye, Mürcie. Kaderiyye, Havâric. halku'l-Kurân, kader, deccal. melâike, rüyetullah, kürsî ve âhirete dair görüşlerinin oğlu Abdullah tarafından derlenmesiyle meydana ge¬len eser Mekke'de (1349) ve Kahire'de (ts.), son olarak da Ebû Hacir Muhammed Saîd Besyûnî tarafından Beyrut'ta neşredilmiştir (1405/1985).
3) Kitâbü'z-Zühd. Oğlu Abdullah'ın rivayetlerinden meydana gelen eser başlıca iki bölüm¬den ibarettir. Birinci bölümde Hz. Muhammed ile Âdem. Nûh, İbrahim. Yûsuf. Eyyûb, Yûnus, Mûsâ. Dâvüd, Süleyman, Lokman ve Isâ peygamberlerin zühdü¬ne dair rivayetler, ikinci bölümde de başta Hulefâyi Râşidîn olmak üzere ileri gelen on dokuz sahâbî ile on altı tabiî büyüğünün zühdü ve bu konuya dair sözleri bulunmaktadır. Eser Mek¬ke'de (1357) ve Beyrut'ta (1983) basıl¬mıştır.
4) Kitâbü'l-Verac. Talebesi Ebû Bekir el-Merrûzînin Ahmed b. Hanbel'e sorduğu bazı fetvalar ile zühd ve tak¬vaya dair 100 meselenin yine onun ta¬rafından kaleme alınmasıyla meydana gelen eser önce Kahire'de (1340), daha sonra biri Zeyneb İbrahim el-Kârûtun tahkikiyle Beyrut'ta (1403/1983), diğeri Muhammed Saîd Besyünînin tahkikiy¬le yine Beyrut'ta (1986) yayımlanmıştır. Eserin bir bölümü G. H. Bousquet ile Ch. Dominique tarafından Fransızca'ya ter¬cüme edilmiştir. [463]
5) Kitâbü'l-İlel ve ma'rifeti'r-ricâl. ile konusunda büyük bir otorite olan Ahmed b. Hanbel'in hadis râvileri hak¬kındaki tenkit ve görüşleri talebelerin¬den Ebû Bekir el-Merrûzî. Ebû Bekir el-Esrem, Hallâl ve oğlu Abdullah tarafın¬dan derlenmiştir. Bu kitap Abdullah'ın bir araya getirdiği tenkitleri ihtiva et¬mektedir. İbn Ebû Hatim. Ahmed b. Hanbel'in muhtelif râviler hakkındaki görüşlerini oğlu Abdullah'tan yazılı ola¬rak almış ve bunları el-Cerh ve't-tacdîl adlı kitabında çokça zikretmiştir. Talât Koçyiğit ile İsmail Cerrahoğlu eseri iki cilt halinde yayımlamışlardır. [464]
6) Kitâbü Fezâ'ili'ş-şahâbe. Abdullah b. Ahmed'in ashâb-ı kiramın faziletlerine dair baba¬sından duyduğu hadisleri rivayet etme¬siyle meydana gelen eserin Süleymaniye Kütüphanesinde [465] bulunan tek nüshası, Vasiyyullah b. Mu¬hammed Abbas tarafından hadislerin kaynakları da gösterilerek geniş fih¬ristlerle birlikte Cidde'de neşredilmiştir (1403/1983) Zehebî, Abdullah ile Ebû Bekir el-Katî’nin esere bazı ilâvelerde bulunduklarını söylemektedir. [466]
7) el-Mesâ'il. İbn Hanbel'in gerek talebeleri gerekse baş¬kaları tarafından fıkha, akaid ve ahlâka dair sorulan sorulara verdiği cevaplar, muhtelif talebelerince bu adla bir araya getirilmiştir. Ebû Dâvûd es-Sicistânî ta¬rafından derlenen el-Mesâ’il Kahire'de (1353/1934), Abdullah b. Ahmed'in der¬lediği ise Züheyr eş-Şâvîş'in tahkikiyle Beyrut'ta [467] yayımlan¬mıştır. Diğer talebelerinden İshak b. Mansûr el-Kevsec. Ebû Bekir el-Esrem. Hanbel b. İshak, Abdülmelik el-Meymûnî, Ebü Bekir el-Merrûzî, Harb b. İsma¬il el-Kirmânî. İbrahim b. İshak el-Harbî gibi âlimler tarafından toplanan “Mesâirlerin bir kısmı da günümüze kadar gelmiştir. [468]
8) Kitâbü'ş-Şalât Risâletüş-Şalât adıyla da bilinen eser. İbn Hanbel'in Müsedded b. Müserhed'e yazdığı mektupla birlikte 1311'de Bombay'da [469], 1322'de Kahire'de, eş-Şalât ve mâ yelzemü tîhâ adıyla ve İbn Kayyim el-Cevziyye'nin Kitâbüş-Şalât ve ahkâmı târikihâ adlı eseriyle birlikte yine Kahi¬re'de (1323, 1347) ve son olarak er-Risâletü's-seniyye fiş-şalât adıyla Mu¬hammed Abdürrezzâk Hamza tarafın¬dan neşredilmiştir. [470] Zehe¬bî, Ahmed b. Hanbel'in er-Risâle ti'ş-şalât adlı bir eserinin bulunmadığını, bu kitabın ona sonradan nisbet edildi¬ğini söylemektedir. [471]
9) Kitâbül-Eşribe. Ba¬zı kaynaklarda Kitâbü'I-Eşribeti'ş-şağîr adıyla kaydedilen eser, haram olan İçkilere dair Hz. Peygamberin hadisleri¬ni, ashap ve tabiînin sözlerini ihtiva et¬mektedir. Subhî Câsim el-Bedrî tarafın¬dan Bağdat'ta (1396/1976), Subhî es-Sâmerrâî tarafından da Beyrut'ta [472] neşredilmiştir.
10) er-Red cale'z-zenâdıka ve'1-Cehmiyye. Eser. sa¬hasında yazılanların ilki olması, ilk asır-lardaki inançları ve selef akîdesini ak¬tarması bakımından Önemlidir. Kıvâmüddin Burslan kitabı tercüme ederek Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi [473] nüshasının tıpkı basımıyla birlikte Darülfünun İlahiyat Fakültesi Mecmuası'nda yayımlamıştır. [474] Muhammed Hâmid el-Fakki. Şezerâtul-belâtîn min tayyibâti kelimâti selefîneş-şâlihîn adlı mecmuada [475], ayrıca Muhammed Fihr (Hama 1967) ve Ali Sâmî en-Neşşâr ile Ammâr et-Tâlibî Aka’idü’s-selef [476] adlı kitaplarında eseri neşretmişlerdir. er-Red, M. S. Seale tarafından İngilizce'ye tercüme edilmiştir. [477]
11) el-Akide. On kadar talebesinin naklettiği eser. bazı rivayetlere ait müstakil yazmalar yanında, söz konusu râvilerin çoğunun İbn Ebû Ya'lâ'nın Tabakötü'I-Hanâbile'sindeki biyografilerinde muhtelif ha¬cimlerde zikredilmiş olarak günümüze kadar gelmiştir, el- cAkîde, Abdülvâhid b. Abdülazîz et-Temîmrnin (ö. 410/1019) rivayeti esas alınmak suretiyle M. Hâ-mid el-Fakki tarafından Tabakâtü'1-Ha-ndbiie'nin sonunda (11, 293-308), Ebû Bekir el-Hallâhn (ö 311/923) rivayeti esas alınarak da Abdülazîz İzzeddin es-Seyrevân tarafından neşredilmiştir. [478] Bazı nüshaları Kitâbü'l-İctikâd adıyla bilinmektedir. [479]
12) Kitâbü Fe¬zai’li Alî. İbn Ebü'l-Hadîd'in Şerhu Nehci'l-belâğa'sı içinde bulunmaktadır. [480]
13) Kitâbü'l-Vuküî ve'1-veşâyâ. Hallâl tarafından derlenen eserin Kahire ve Mekke'de birer nüshası bulunmaktadır. [481]
14) Bâbü ahkâmi'n-nisâa. Mekke'de (Mektebetü Muhammed Hamza, 40 varak civarında) yazmaları var¬dır.
15) Kitâbü't-Tereccül. Saç bakımı¬nın önemini fıkhı açıdan ele alan eserin Mekke'de [482] bir yazması mevcuttur. 16) Kitâbü Ehli'l-nülel ve'l-ridde ve'z-zenâdıka ve târiki'ş-şalât ve'1-ferâ 3iz ve nahvi zâlik. Eserin Mek¬ke'de [483] bir nüshası bulunmakta¬dır.
17) Cevâbü'1-İmâm Ahmed b. Hanbel can su’âl fî halki'l-Kur’ân [484]
18) Kitâbü'1-İrcâ Hallâl'ın Kitâbü'l-Câmic içindedir. [485]
19) Kitâbü'I-îmân [486] Rüyasında Hz. Peygamber'den rivayet ettiği söylenen üç hadisin bulunduğu bir varak Zâhiriyye Kütüphanesi'nde [487], akaid ve sünnete dair bazı fikir ve fetvalarının bulunduğu bir di¬ğer varak da Tahran'da Mektebetü külliyeti'l-hukük'tadır (251 C.). Ayrıca ona ölüm, âhiret günü, Allah'tan başkasına baş eğmeme konularına dair bir şiir nisbet edilmektedir. [488]
Ahmed b. Hanbel'in günümüze kadar gelip gelmediği bilinmeyen et-Tefsîr ve Kitâbü'l-Ferâ'iz adlarında iki eseri da¬ha vardır. et-Teisîr’in el-Müsned'den birkaç misli daha hacimli olduğu ve 120 bin hadis ihtiva ettiği söylenmektedir. [489] Zehebî Kitâbü'l-Ferâiz’in bir kısmını gördüğünü söylemektedir. [490]
Ayrıca Kitöbü'n-Nâsih ve'1-mensûh, Kitâbü'I-Menâsik, Kİ-tâbü Tâ'ati'r-Resûl, et-Târih, Hadîşü Şu'be, el-Mukaddem ve'1-mu'ahhar ti'I-Kur’ân, Cevâbâtü'I-Kur'ân, Nefyü't-teşbîh ve el-İmâme adlı eserler de kaynaklarda ona nisbet edilmektedir. Talebesi Ebû Bekir el-Hallâl'in yaptığı uzun seyahatler sonunda diğer talebe arkadaşlarından yüz kadarıyla görüş¬mek suretiyle derlediği, İbn Hanbel'in sözlerini, fetvalarını, ilel, râviler, sünnet ve fıkha dair görüşlerini ihtiva eden ve her biri üçer cilt hacminde olduğu belir¬tilen Kitâbü'1-İlm, Kitâbü'l-'tlel, Kitâbü's-Sünneve Kitâbü'î-Câmi adlı eser¬ler de [491] dolayısıyla onun eser¬leri arasında sayılabilir. [492]
Hadis İlmindeki Yeri.
Ahmed b. Han¬bel'in hayatını dolduran yegâne meşga¬le hadis olmuştur. Hayatını hadise göre tanzim etmiş, yazdığı her hadis ile mutlaka amel ettiğini söylemiş, kendisinden istenen fetvaları da hadise dayanarak vermiştir, örnek davranışlarıyla İbn Han¬bel'in takdirini kazanmış olan muhaddis ve zâhid Abdülvehhâb b. Abdülhakem el-Verrâk ona altmış bin fetva so-rulduğunu, hepsini de “Haddesenâ” ve “Ahberenâ” diyerek hadislerle cevaplan¬dırdığını söylemiştir. Ebû Zür'a er-Râzi’nin birlikte yaptıkları müzakerelerde tesbit ettiğine göre Ahmed b. Hanbel mükerrerleriyle birlikte 700 bin (veya bir milyon) rivayeti ezbere bilmekteydi. Oğlu Abdullah da onun bir milyon riva¬yet derlediğini ve yazdığı her rivayeti ezberlemeyi prensip edindiğini söyle¬mektedir. Kuvvetli hâfızasıyla tanınan Ebû Zür'a, onun hıfzının kendisininkin-den çok daha sağlam olduğunu çeşitli Örnekler vererek itiraf etmiştir. Ahmed b. Hanbel'e göre, fakih sayılabilmek için iyi bir muhaddis olmak, en az dört yüz bin rivayeti ezbere bilmek ve sıhhatin¬den emin olunmayan rivayetlerle fetva vermekten kaçınmak gerekir. İshak b. Hânî, “Fetva verme hususunda pek cü¬retkâr davrananlarınız, ateşe atılmakta en cüretkâr olanlarınızdır” mealindeki hadis hakkında görüşünü almak istedi¬ği zaman, hadisteki tehdide muhatap olan kimselerin, duymadığı rivayetlerle fetva verenler olduğunu söylemiştir. Ha¬dis kitaplarına sahip olmayı onların için¬deki rivayetlerle amel etmek için yeter¬li görmemiş, ayrıca bu rivayetlerin ma¬hiyetini bilmek gerektiğini ifade etmiş¬tir. Oğlu Abdullah kendisine böyle bi-rinin durumunu sorduğu zaman, zayıf bir hadisle değersiz bir rivayeti, kuvvet¬li bir senedle çürük bir senedi ayıramayanların kitaplardaki hadislerle amel edebilmek için bu sahalarda otorite olan âlimlere danışması gerektiğini belirt¬miştir. İmam Şâfif, Iraklılar'la yaptığı bir münakaşada ele aldıkları konuya dair hiçbir hadis hatırlayamadığını söyleyin¬ce, ona aynı konuda üç hadis okuyan ta¬lebesi İbn Hanbel'e sahih hadisleri ken¬disinden daha iyi bildiğini itiraf etmiş ve kendi kanaat ve fetvalarının aksine sahih bir hadise rastlarsa haber verme¬sini istemiştir. [493]
Ahmed b. Hanbel'in sahih hadisleri iyi bilmesine rağmen el-Müsned'de zayıf hadislerin bulunması, eserine malzeme toplarken kabul ettiği şartlardan kay¬naklanmaktadır. Hadis münekkitlerince yalancı olduğu ileri sürülen kimseler¬den kesinlikle hadis almamış, bunun yanında doğru sözlülüğü ve dindarlığı ile bilinen râvilerin rivayetlerini Kabul etmekte bir mahzur görmemiştir. Ya¬lancı olmamak kaydıyla rivayet şartları¬nın tamamı kendinde bulunmayan bazı râvilerden hadis almasının sebebi, her¬kesin aradığını bulabileceği büyük bir hadis külliyatı meydana getirme arzu¬suyla yakından ilgilidir. Vefatından bir müddet önce oğlu Abdullah'tan el-Müsned'deki zayıf bir hadisi çıkarmasını is¬temesi, eserini şartlarına uymayan riva¬yetlerden tamamen ayıklayamadiği ka¬naatini uyandırmaktadır. Ayrıca ondan, hem kendisinin hem de yakın arkadaş¬larının helâl ve harama, sünnet ve ah¬kâma dair rivayetleri kabul ederken son derece titiz davrandıkları, fakat bir hü¬küm getirmeyen, sadece faziletli amel¬lere teşvik eden. ayrıca Hz. Peygambere isnad edilmeyen haberlerde aynı titizli¬ği göstermedikleri rivayet edilmektedir. [494] Gerek Ahmed b. Hanbel'in gerekse aynı kanaatte olan bazı muhaddislerin zikredilen konular¬da müsamahakâr davranmaları, buna benzer rivayetleri başka tariklerle tak¬viye edebilecekleri düşüncesinden ileri gelmektedir. Şurası da unutulmamalı¬dır ki Ahmed b. Hanbel zamanında hadisler “Sahih” ve “Zayıf” diye iki kısımda ele alınmakta ve zayıf terimi, daha son¬ra ortaya çıkan hasen rivayetleri de kapsamaktaydı. Onun faziletli ameller konusunda delil olabileceğini söylediği zayıf hadisler bugünkü anlamda zayıf rivayetler değil, en azından hasen riva¬yetlerdir. Kıyasa tercih ettiği zayıf ha¬disler de aynı şekilde hasen rivayetler¬dir. Hasta yatağında bile eserini zayıf rivayetlerden arındırmaya çalışması ve pek güvenilmeyen râvilerden alınmaları sebebiyle garîb sayılan hadislerin ya-zılmasına karşı çıkması, onun bu kabil rivayetlere karşı müsamahakâr davran¬madığının delilidir. Nitekim üçüncü ta¬bakaya mensup hadis münekkitlerinin en titizi olarak Yahya b. Maîn ile Ahmed b. Hanbel kabul edilmektedir. İbn Sa'd, İdî, Ebû Hatim er-Râzi. Nesâîve İbn Hibbân gibi hadis münekkitlerinin onun bu sahada otorite ve güvenilir bir râvi. ha¬disin hem fıkhını hem de tefsirini bilen bir hafız olduğunu söylemeleri hadiste¬ki yerini belirtmeye kâfidir. Rivayet et¬tiği hadisten elde edilecek hükümleri bilmek, ancak büyük muhaddislerde gö¬rülen bir özelliktir. Hadis hafızı Salih Cezere. kendilerine yetiştiği muhaddisler içinde hadislerin fıkhını en iyi onun bil¬diğini belirtmektedir. Diğer taraftan pek az muhaddisin söz sahibi olduğu ilel konusundaki görüşlerini ihtiva eden ve bu sahanın ilk eserlerinden biri olan Kitâbü'l-'İlel ve ma'rifeti'r-ricân de bunu ispat etmektedir.
Ahmed b. Hanbel'in hadis rivayetinde üstün bir yere sahip olmasının çeşitli sebepleri vardır. Rivayet edeceği hadis¬leri ezberinde olduğu halde mutlaka ki¬taba bakarak okuması, bazı hadisler arasındaki fark sadece “Ve”, “Ev”. “Ti”, “Bi”, “İleyhi”, “Aleyhi” gibi şeklî farklar¬dan ibaret bile olsa. bunları büyük bir ti¬tizlikle aynen rivayet etmesi, rivayetler¬de âlî isnad aramanın seleften kalma bir sünnet olduğunu söyleyerek âlî ri¬vayetlere büyük önem vermesi, hadisle¬rin mâna olarak rivayetine [495] taraftar olmaması, bir hadisi ihtiva et¬tiği hükümlere göre ilgili bablarda par¬ça parça rivayet etmeyi [496] uy¬gun görmemesi, kendisine bir hadiste¬ki nâdir (garîb) bir kelimenin sorulma¬sı üzerine, bunun garibi bilenlere sorul¬masını tavsiye ederek Peygamber buy¬ruğu hakkında zan ile konuşamayacağı¬nı söylemesi, onun hadis rivayetinde ne kadar titiz davrandığını göstermekte¬dir. Ebû Zür'a ile hadis müzakere ettiği sırada, nafile ibadete pek düşkün oldu¬ğu halde, farzların dışında hiçbir namaz kılmaması, hadis ile uğraşmayı daha bü¬yük ibadet saydığını göstermektedir. Bu sebeple olmalıdır ki ücretle hadis rivayet etmeye cevaz veren bazı muhaddislere karşılık o böyle kimselerin rivayetleri¬nin kabul edilemeyeceğini ifade etmiş¬tir. Yatsı namazını meşcidde kıldıktan sonra, derin ilmine ve geniş hadis bilgi¬sine hayran olduğu hocası Vekf b. Cer¬rah ile birlikte onun evine kadar yürüye¬rek bazı hadisleri müzakere* ederlerdi. Bir gece bu müzakere kapının önünde sabah namazına kadar devam etmiş, her ikisi de vaktin nasıl geçtiğini farketmemişlerdi. Çünkü bu sırada Ahmed b. Hanbel Vek’in bir hocasından onun duy¬madığı rivayetleri nakletmişti.
Hapishanede veya evinde göz hapsin¬de bulunduğu zamanların dışında ha¬dis rivayetini bırakmamıştır. Halife Mü-tevekkil'in oğlu Mu'tezz'e özel olarak hadis okutmasını istemesi, hadis riva¬yetinde yöneticilere imtiyaz tanımaya karşı olan Ahmed b. Hanbel'i zor du¬rumda bırakmış, bir hadisi baştan so¬na rivayet etmemeye daha Önce yemin etmiş olduğunu söyleyerek halifenin is¬teğini geri çevirmiş ve bu sebeple vefatından sekiz yıl kadar önce aile fertle¬rinin dışındakilere hadis rivayetini terketmiştir. [497]
Fıkıh İlmindeki Yeri.
Ahmed b. Han¬bel'in hadis ilmindeki yüksek seviyesi herkes tarafından kabul edildiği halde fakih olup olmadığı, en azından kendi¬sini takip eden birkaç asır boyunca tar¬tışma konusu olmuştur. Onu fakihler arasında zikretmeyen fıkıh tarihçileri ve mukayeseli fıkıh (hilaf) âlimleri arasın¬da İbn Kuteybe. İbn Cerîr et-Taberî, Tahâvî. Debûsî, İbn Abdülber, Gazzâlî gi¬bi isimler yer almaktadır. Hanbelîler'in sert tepkilerine rağmen bu âlimleri zik¬redilen davranışa sevkeden iki sebep vardır: Bizzat Ahmed b. Hanbel'in bir fakih olarak değil muhaddis olarak bi¬linmesi için sarfettiği gayret, kendisi-ninki de dahil olmak üzere re'yin ve fıkhın yazılmaması konusunda göster¬diği aşırı titizlik. Bu sebeplere, onun fı¬kıh dalında bizzat kaleme aldığı veya talebelerine yazdırdığı önemli bir eseri¬nin bulunmayışı da eklenince, ilk fıkıh tarihi ve hilaf yazarları haklı olarak ona fakihler arasında yer vermemişlerdir. Ancak Ahmed b. Hanbel'i meşhur dört fıkıh mezhebinden birinin imamı yapan, ona bu ölçüde bir fakih payesi veren haklı, tarihî sebepler vardır.
1) Sayıları az da olsa kendisine nisbet edilen fıkıh kitapları mevcuttur. [498]
2) Oğulları ve biz¬zat kendisinden ders alan öğrencilerin¬den başlayarak bunları takip eden ne-sillerin ondan rivayet ettikleri “Mesâil” (fıkıh problemlerine ait çözümler) onlar¬ca cilde ulaşmaktadır.
3) İmam Ebü Yûsuf, İbn Uyeyne ve İmam Safirden fıkıh dersleri almış, Şafiî onun için, “Bağdat'tan ayrıldığımda arkamda Ah¬med b. Hanbel'den daha fakih birini bı¬rakmadım” demiştir.
4) Hayatının sonla¬rına doğru kendisinden fıkıh mesailinin nakledilmesine ve bunların yazılmasına izin vermiştir. 5) Nihayet dört büyük fı¬kıh mezhebinden birisi ona nisbet edil¬miş, bu mezhebin fıkıh ve usul kitapla¬rında onun fıkıh ilmindeki Önemli ve müstakil yerini gösteren sayısız rivaye¬te yer verilmiştir.
Ahmed b. Hanbel'in büyük bir fakih olduğunu kabul edenler de onun rey ve hadis medreselerinden hangisine men¬sup olduğu konusunda birleşememişler-dir. Burada re'ye verilen mânanın (rey kavramının) ayırıcı rol oynadığı anlaşıl¬maktadır. Re'yi kıyas ve istidlal mâna¬sında alanlar. Zahiri olmayanların tama¬mını -bu arada Ahmed b. Hanbel'i- re'yciler içinde zikretmişlerdir. Haber-i vâhid ve sahabe kavli karşısında kıyası kulla¬nanları re'yci telakki edenler ise Ahmed b. Hanbel'i ehl-i hadîs kategorisine sokmuşlardır. Bu mânada Ahmed b. Hanbel'in re'yci olmadığı kesinlik kazan¬makla beraber. H. Laousfun da işaret ettiği gibi, gerek hadisleri hadiselere uy¬gularken gerekse ilk bakışta çelişkili gö¬rünen hadisleri uzlaştırırken re'yi kul¬landığında şüphe yoktur.
İbn Hanbel. insanların hadisten yüz çevirip fıkha yönetecekleri, bir fakihin çeşitli zamanlarda aynı konuda değişik ictihadlarda bulunabileceği ve bunları bir arada görenlerin zihinlerinin karışa¬cağı, reye dayalı fıkhın Kitap ve Sünnet yerine geçeceği düşünce ve korkusun¬dan hareket ederek hem kendisinden fıkıh ve fetva nakledilmesine, hem de bunların yazılmasına şiddetle karşı çık¬mıştır. Kaynaklar bu konuda onun en yakın öğrencileriyle tartıştığını, onları fıkıh ve re'y yerine bunların aslı olan Kitap ve Sünnet'e yönelttiğini kaydet¬mektedir. Öğrencilerinden ve kendisinin fıkhım nakledenlerden biri olan İshak b. Mansûr el-Kevsec'in Horasan'da onun fıkhını rivayet ettiğini işitince kalabalık bir mecliste, “Şahit olun, ben o ictihadların tamamından rücû ettim” demiştir. Ancak Ahmed b. Hanbel'in bu tutumu sonuna kadar devam etmemiş, bilhassa Kur'ân-ı Kerîm'İn mahlûk olmadığı gö¬rüşünde işkencelere rağmen direnme¬sinden sonra şöhreti yayılmış, kendisi¬ne sorulan ve hadis ile sahabe kavlinde açık cevabı bulunmayan binlerce mese¬leye cevap vermek mecburiyetinde kal¬mıştır; bunların emin kişiler tarafından yazılmasına da istemeyerek razı olmuş¬tur. Nitekim Kevsec Horasan'dan gele¬rek rivayet ettiği Mesaili ona yeniden arzetmiş ve tasdikini almıştır. [499]
Ahmed b. Hanbel'in fıkhını şifahî ve¬ya yazılı olarak nakledenlerin başında şu isimler yer almaktadır: Oğulları Salih ve Abdullah. Ebû Bekir el-Esrem. Abdülmelik b. Abdülhamîd. Ebû Bekir el-Merrûzî. Harb b. İsmail el-Kirmânî. İb¬rahim b. İshak el-Harbî. Dağınık mal¬zemeyi el-Câmie adlı eserlerinde önce Ebû Bekir el-Merrûzî. sonra da daha büyük hacimde Ebû Bekir el-Hallâl top¬lamışlardır. İbn Kayyim el-Cevziyye, Hallâl'in eserinin yirmi cilt olduğunu bildir-mektedir. [500] Bu eserin bazı parçalan zamanımıza ka¬dar ulaşmıştır. [501] Hallâl'in eserini kendisinden sonra Ömer b. Hüseyin el-Hırakî ve Gulâmü'l-Hallâl diye meşhur olan Abdülazfz b. Cafer işlemiş, çıkarma ve ilâveler yapmışlar¬dır. Daha sonra gelen Hanbelî fakihler de genellikle bu iki müellifin eserlerin¬den faydalanmış ve Hanbelî fıkhını ge¬liştirmişlerdir. Hanbelî müelliflerin fıkıh kitaplarında uyguladıkları bir usul sa¬yesinde hangi sözün Ahmed b. Hanbel'e, hangilerinin de diğer Hanbelî fakihlere ait olduğunu anlayıp bunları ayırmak mümkün olmaktadır. Şöyle ki: Bu ki¬taplarda “Rivâyât”. “Tenbîhât” ve “Evcüh” ayırımı yapılmaktadır. Rivâyât Ah¬med b. Hanbel'e ait sözler ve görüşler, tenbîhât yine Ahmed b. Hanbel'in açık¬ça söylememekle beraber işaret ettiği görüşler ve hükümler, evcüh ise onun söylediklerine ve usulüne bakarak diğer Hanbelî fakihlerin çıkardıkları hüküm¬lerdir.
Ahmed b. Hanbel'in fıkhının dayandı¬ğı kaynaklar ve kullandığı metodoloji. yalnızca kendisinden rivayet edilen çö¬zümlerden çıkarılmamıştır; bunun ya¬nında ondan, doğrudan usule ait riva¬yetler de İntikal etmiştir. [502]. Onun usulünün iyi bir hulâsası İbn Kayyim el-Cevziyye tarafından veril¬mektedir. [503] Buna göre İbn Hanbel'in birinci kaynağı muteber (sahih) naslardır. Burada naslardan maksat, Kitap ve Sünnetteki il¬gili metinlerdir. Ahmed b. Hanbel fıkhî bir konuda böyle bir metin bulunca bu¬na hiçbir re'yi, uygulamayı (ameli), kıya¬sı, sahabe kavlini ve -muhalifi bilinme¬yen mânasındaki icmâı tercih etme¬mekte, değişmemektedir. “Herkesin bil¬diği dinî hükümler” (zarûrât-ı dîniyye) dışında kalan meselelerde İcmâ iddiası, “Bu konuda muhalif görüşü olan birisi bilinmemektedir” mânasına gelir ve Ah¬med b. Hanbel'e göre muhalifin bilin¬memesi, icmâın bilinmesi demek değil¬dir. Bu gibi iddialar karşısında hadis terkedilemez. Birinci çeşit icmâda ise hüc¬cet olan icmâ değil. Kitap ve Sünnet'in nassıdir. İbn Hanbei'in ikinci hüküm kaynağı sahabe kavlidir. Sahabeden bi¬risi bir konuda belli bir hükmü açıkla¬mış veya fetva vermiş olur, diğerlerinin de buna karşı bir görüş ileri sürdükleri bilinmezse, bu mânadaki sahabe kavli¬ne hiçbir re'y, kıyas ve uygulama tercih edilemez. Bir konuda birden fazla sa¬habenin birbirine aykırı hüküm ve fet¬vaları varsa bunlar arasında Kitap ve Sünnet'e en yakın, en uygun olanı ter¬cih edilir. Bu ölçüye göre tercih müm¬kün olmuyorsa hepsi nakledilir. Böyle bir hüküm kaynağı da bulunamadığı takdirde sıra zayıf ve mürsel hadise ge¬lir. Ahmed b. Hanbel'in zayıf hadisten maksadı, daha sonraları “Hasen” ismiy¬le anılan ve uydurma olması ihtimal da¬hilinde bulunmayan hadis çeşididir. Ona göre böyle bir hadise de kıyas tercih edilemez. Mürsel veya zayıf (hasen) ha¬dis de bulunamazsa, çözüm bekleyen bir hadisenin hükmü kıyasa başvurularak elde edilir. Hallâl'in İbn Hanbel'den nak-lettiği, “Kıyas ancak zaruret halinde kul¬lanılır” sözü, “Daha önce zikredilen de¬lillerin bulunmaması halinde kullanılır” şeklinde anlaşılmıştır. Abdülkâdir Bedrân'ın tesbitine göre Ahmed b. Hanbel istishâb, istihsan. mesâlih ve sedd-i ze-ria delillerini de kullanmıştır. [504]
İstishâb. nasların genel mâ¬nasından anlaşılan hükümlerin, değişti¬ren özel bir nas bulunmadıkça halde ve gelecekte var sayılması, devam etmesi¬dir. Nasların genel hükümlerine göre her şey insanlar İçin yaratılmıştır; şu halde yasaklayan bir nas bulunmadıkça eşyada aslolan ibâhadır (mubah olmak¬tır). Naslann genel hükmüne göre iba¬deti koyan Allah'tır, O bir ibadeti buyurmadıkça yükümlülük söz konusu değil¬dir; meselâ altıncı bir vakitte namaz kı¬lınamaz. İstihsan, daha kuvvetli bir delil sebebiyle kıyası terketmek ve bu delile göre hükmetmektir. Kıyasa göre te¬yemmüm abdest gibidir, bozuluncaya kadar onunla namaz kılınır. Ahmed b. Hanbel istihsana dayanarak, her vakit için yeniden teyemmüm edilir, demiştir. Onun, Mushafı satmak caiz değildir, fakat satın almak caizdir, hükmü de istihsana dayanmaktadır. Mesâlihten maksat, dinin itibar edip etmediği bi¬linmeyen, bu konuda bir delili (şahidi) bulunmayan faydalı nesne ve davranış¬tır ki “Mesâlihu'l-mürsele” diye bilin¬mektedir. İbn Hanbel sahabe uygula-masına bakarak bu kaynağı da kullan¬mıştır. “Halkı dinin hedeflediği amaca ulaştırmak için alınan tedbirler” mâna¬sındaki siyâsetü'ş-şer'iyye Hanbelîler'de çokça kullanılmış ve mesâlih prensibine dayandırılmıştır. Ahmed b. Hanbel'in, “Fayda mütalâa olunduğu takdirde ca¬sus ve bid'atının propagandasını yapan bid'atçı katledilebilir”; “Barınacak yeri bulunmayan kimse, meskeninde boş ve uygun yeri bulunan kimsenin mülk mes¬kenine oturabilir”; “Başka çare yoksa ipek elde edebilmek için ipek böcekleri öldürülür” gibi fetvaları siyaset ve me¬sâlih kaynağına dayalı örneklerdir. [505] Sedd-i zerîa. şekil bakımından meşru görülen tasarrufla¬rın, meşru olmayan maksatlara ulaştırıcı olması göz Önüne alınarak iptal edil¬mesi, geçersiz sayılmasıdır. Ahmed b. Hanbel'in, damping yapan kişilerden mal satın alınmasını, anarşi dönemle¬rinde silâh satılmasını caiz görmeyen fetvaları bu esasa dayşndığı gibi. genel¬likle Hanbelîler'in kanuna karşı hile konusundaki yaklaşımları aynı temelden kaynaklanmaktadır.
Ahmed b. Hanbel'in usul, ictihad ve fetvalarının ışığında, çoğu müstakil ve¬ya mezhepte müctehid olan talebe ve tâbilerinin geliştirdiği Hanbelî fıkhı¬nın ayırıcı vasıflarını şöylece sıralamak mümkündür: Ahmed b. Hanbel'in fıkhı re'y ve kıyastan çok âsâra {âyet, hadis, sahabe kavli) dayanmaktadır. Kendisine sorulan fıkıh meselelerinin büyük bir kısmına “Bana ulaşan filân hadise, fi¬lân habere göre” diye cevap vermiştir. [506] Ebû Hanîfe ve Şafiî, henüz ortaya çıkmamış fıkıh problemle¬rini tasavvur (takdir) ederek bunlara cevap hazırladıkları halde Ahmed b. Hanbel ancak fiilen ortaya çıkmış prob¬lemler üzerine eğilmiş, bunların çözümü için ictihadda bulunmuştur. Yaygın şöh¬reti sebebiyle Horasan. İran, Irak. Su¬riye. Hicaz gibi bölgelerden kendisine birçok mesele gelmiş, bu sebeple cevap verdiği fıkhî meselelerin sayısı tasavvu¬ra dayalı problemlerden az olmamış, ayrıca bu tutumu onun fıkhına canlılık ve uygulanabilirlik vasıflarını kazandır¬mıştır. Âsâra dayalı bir fıkhın değişen ve gelişen toplum hayatına ayak uyduramayacağı, geride kalacağı düşünüle¬bilir. Halbuki İbn Hanbel, âsâr ile istishâb metodunu birlikte kullanıp kendine göre yorumlamak suretiyle ibadet ve muamelât (hukuk, ekonomi, politika sahasını) birbirinden ayırmış, birincisine darlık, ikincisine genişlik ve yumuşaklık getirmiştir. Ona göre Allah müşrikleri iki sebeple kınamıştır: O'nun haram kıl-madığı şeyleri haram kılmaları, O'nun koymadığı usullerle O'na kulluk etmeye kalkışmaları. Şu halde, “Allah'ın koydu¬ğu ibadetler dışında ibadet yoktur, ya¬saktır”; bu noktada darlık vardır ve bu sayede bid'atların kapısı kapanmakta¬dır. “Allah'ın yasaklamadığı muamele ise serbesttir”; bu sahada da genişlik ve esneklik vardır. Diğer bazı müctehidler kıyas ve kaidelerine bağlı kalarak muamele, şart ve akid sahasını daral¬tırken İbn Hanbel kaide ve kıyası değil, naslan sınırlayıcı telakki ettiği için bun¬ların yasaklamadığı akid, şart ve mua¬mele şekillerini muteber saymış, en ge¬niş akid ve şart hürriyeti onun mezhe¬binde ortaya çıkmıştır. Naslarla çeliş¬mediği müddetçe maslahatı da de¬ğerlendiren, faydalıyı elde etme, zarar¬lıyı ortadan kaldırma sonucunu doğu¬ran tasarruflara meşruiyet tanıyan İbn Hanbel, bu prensibi ile de fıkhına haya¬tiyet sağlamıştır. İmam Şafiî ve Hanefîler, gerek irade nazariyesinde gerekse akidlerin tefsirinde objektif nazariyeyi benimsemişler, dışa vuran söz ve dav¬ranışlardan hareket etmişler, sebep ve saiklere önem vermemişlerdir. Ahmed b. Hanbel ise sedd-i zerîa prensibini ge¬liştirerek sübjektif nazariyesine temel kılmış, dışa vuran söz ve davranışlar ya¬nında kişilerin maksatlarını, hukukî ta¬sarrufların sonuçlarını göz önüne almış.
şekil bakımından meşru görülen huku¬kî tasarrufları, meşru olmayan saik ve sonuçlarını göz önüne alarak iptal et¬miştir. Ona göre meşru yollarla ancak meşru sonuçlara gidilebilir; meşru ol-mayan sonuca ulaştıran yollan meşru saymak mümkün ve caiz değildir. [507]
Akaid Konularına Dair Görüşleri.
Ahmed b. Hanbel. akaide dair yazdığı eserler¬den ve Mu'tezile'ye karşı yürüttüğü mü-cadelelerden anlaşıldığına göre, ünlü bir muhaddis ve fakih olmakla birlikte ay¬nı zamanda akaid problemleriyle yakın¬dan ilgilenerek selef akidesini savunan ve Ehl-i sünnet inancının yerleşmesine tesir eden bir akaid âlimidir. Onun aka¬ide dair fikirlerinin yayılmasında oğul¬ları Abdullah ve Salih'in yanı sıra Müsedded b. Müserhed, İsmail b. Yahya el-Müzenî. Ebû Bekir el-Hallâl, Ahmed b. Ca'fer el-İstahrî. Abdülvâhid b. Abdüla-zîz et-Temîmî ve Rızkullah b. Abdülvehhâb et-Temîmî gibi râvilerin önemli rol¬leri olmuştur. Zehebî, bu râvilerin İbn Hanbel'e atfettikleri bütün görüşlere güvenilemeyeceğini belirterek onun itikadî fikirlerini tesbit etmenin zorluğuna işaret eder. [508] Hanbefiler'in, imamları hakkında kabul edilmesi imkânsız bazı mübalağalı bilgiler nakletmeleri [509], hatta ona muhalefeti Hz. Peygambere ve as¬haba muhalefet şeklinde yorumlama¬ları [510], bun¬lara ilâve olarak teşbih ve tecsim görüşünü benimseyen bazı grupların İbn Hanbel'İn gölgesine sığınarak kendi fikirlerini ona aitmiş gibi gösterme çabalan [511], Zeheb’nin bu tesbitini haklı gösteren sebepler ara¬sında sayılabilir. Diğer taraftan Mu'tezile kelâmcılannın, İbn HanbeH Hz. Peygamber'in getirdiği dini değiştirmekle, hatta Maniheizm'i benimsemekle suçla¬yacak kadar tenkitte aşırı gitmeleri de [512] onun itikadî cephesini gerçek hüviyetiyle belirlemeyi zorlaştıran hususlardandır. Buna bir de siyasî baskılar ve mihne olayı eklenecek olursa işin daha da karmaşık bir şekil alacağı ortaya çıkacaktır. Zira karşılıklı tenkit ve hücumların, ayrıca devlet eliy¬le uygulanan işkencenin meydana ge¬tirdiği psikolojik gerginlik fert ve top¬lum üzerinde olumsuz etkilere sebep olmuş, bunun sonucunda aşırılığa sa¬panlar görülmüştür.
İbn Hanbel'den bahseden kaynakların çoğu, onun naslara sımsıkı bağlı oldu¬ğu, bu sebeple kelâm metodunun kul¬lanılmasına karşı çıktığı noktasında birleşirse de bu tür rivayetlerden, onun itikadî konuların aklî istidlallerle teyit edilmesini reddettiği sonucunu çıkar¬mak kolaylıkla savunulabilir bir görüş kabul edilmemelidir. Zira İbn Hanbel'İn itikadî konuları Mu'tezile mensuplarıyla münakaşa ettiği ve bu münakaşalarda kelâmı sayılabilecek deliller kullandığı bilinmektedir. [513] Meselâ Cehmiyye ve Mu'tezile'nin görüşlerini reddetmek için yazdı¬ğı er-Red 'ale'z-zenâdika ve'l'Cehmiyye adlı eserinde kelâm ilminde sık sık baş¬vurulan “İhtimalleri tartışma” usulünü kullanır. [514] Ayrıca bazı âyet¬lerde arttığı ifade edilen imanın [515] eksilebileceğini savunurken. “Artması mümkün olan bir şeyin eksilmesi de mümkündür” [516] şeklinde kıyas yaparak görüşünü ispata çatışır. Bütün bunlar, onun kelâm metoduna yakın bir yol ta¬kip ettiğini gösteren işaretlerdir. Ah¬med b. Hanbel'in reddettiği şey mutlak mânada kelâm metodu değil, aklı na¬kilden üstün tutan ve akaid meselele¬rini, dolayısıyla metafiziği akılla çözmeye çalışan bid'atçıların kullandığı me¬tottur. Ahmed b. Hanbel her ne kadar Hz. Peygamber'İn ve ashabın açıklamaya gi¬rişmediği problemleri münakaşa konusu yapmayı bid'at kabul etmişse de karşı¬laştığı sosyal ve siyasî olayların tesiriyle, teorik olarak benimsediği prensiplerden pratikte vazgeçmek zorunda kalmıştır. Meselâ kendi döneminde önemli tartış¬ma konularından birini teşkil eden hal-ku'l-Kur'ân meselesinde, “Kur'an mah¬lûk değildir” tezini benimsemiş, Kur'an ve Sünnet'te açık bir şekilde yer alma¬yan bu tezi savunup ispatlamaya kendi¬sini mecbur hissetmiştir. Bu tutumuy¬la o, prensip olarak benimsemediği ve bid'at olarak nitelendirdiği kelâma gir¬miş oluyordu.
Kur'an ve Sünnet'in te'vil edilemeye¬ceği hususunda Ahmed b. Hanbel'e at¬fedilen görüşler de dikkatli bir tenkit süzgecinden geçirilmelidir. Başta Gazzâlî olmak üzere çoğunluğun kabul etti¬ği görüşe göre o. naslan zahirî mânala¬rında anlamış ve mütcşâbih'lerin as¬la te'vil edilemeyeceğini savunmuştur. [517] Beyhaki ve İbn Teymiyye gibi selef âlim¬leri ise İbn Hanbel sadece Cehmiyye ve Mu'tezile'ye ait asılsız te'villeri reddettiği görüşündedirler [518] Ah¬med b. Hanbel'in temel görüşünün de bu olması gerekir; çünkü o Kur'an'daki bazı âyetlerin mecazi mânada kullanıl¬dığını belirtmekte ve bir kısmı “Am”, bir kısmı “Hâs” olan âyetlerin zahirî mâna¬larına göre açıklanamayacağını ısrarla savunmaktadır. [519] Nitekim er-Red 'alez-zenâdıka ve'l-Cehmiyye'y. Hz. Peygamber'in yaptığı açıklamaları terkeden, âyetler arasındaki bağlantıları göz Önünde bu¬lundurmadan Kur'an'ı sadece zahirine göre tefsir etmeye çalışan fırkaları red¬detmek için yazmış olması, onun te'vil konusundaki tutumuna açıklık getir-mektedir. Ona göre Kur'an'ın akide ile ilgili âyetleri müteşâbihtir. Müteşâbihâtın te'vili ise ancak Hz. Peygamber'den rivayet edilen bir açıklama varsa o dik¬kate alınarak yapılabilir. Meselâ, “Sen beni asla göremezsin” [520] mealindeki âyeti, “Dünyada asla göre¬mezsin” şeklinde yorumlaması, ayrıca, “Nerede olursanız olun O sizinle bera¬berdir” [521] ve “Biz ona şah damarından daha yakınız” [522] âyetlerindeki “Beraberlik” ve “Yakınlık”a ilim, sem' ve basar sıfatlarını dikkate alarak “Allah'ın yarattıklarından haberdar olması” mânasını vermesi, onun yaptığı te'villere örnek gösterilebilir. [523]
Ahmed b. Hanbel'in, üzerinde önemle durduğu itikadı meselelerin başında Al¬lah'ın (sübûtî ve haberî) sıfatları, rü'yetullah, halku'l-Kur'ân, cennet ve cehen¬nemin ebedîliği, iman, günah ve tekfir konulan yer alır. Onun akaide dair gö¬rüşlerini şöylece özetlemek mümkündür: [524]
1) İlahiyat Konuları.
a) İlâhî Sıfatlar. Zâtı. sıfatlan ve fiilleri bakımından bir ve tek olan Allah sade¬ce Kur'an ve Sünnet'te bildirilen sıfat¬larla nitelendirilebilir. Aklın kendiliğin¬den O'na sıfat nisbet etmesi veya nas¬lan dikkate almadan sıfatlannı açıkla¬ması mümkün değildir. Çünkü akıl. ma¬hiyet ve keyfiyetini bilemediği ilâhî sıfat ve fiiller hakkında hataya düşmekten kurtulamaz. [525] Allah Teâlâ'nın ilim, hayat, irade, kudret, ke¬lâm, sem' ve basar sıfatları vardır. Zira Kur'an'da alîm, hay, kadîr diye nitelen¬dirilmesinin yanında Onun “İlm”inden [526] ve “Kuvvetin”den [527] bahsedilmiş ve bu sıfatlar ilimle âlim, kudretle kadir olduğu şek¬linde yorumlanmıştır. Allah'ın bütün sı¬fatları ezelî ve kadîm olup âlemi yarat¬tıktan sonra bunlara sahip olmuş de¬ğildir. Şayet onun sıfatları yaratıkların mevcudiyetine bağlı olsaydı vahdaniyeti de ancak tevhid ehlinin onu birlikle ni¬telemesine bağlı olurdu. Böyle bir akıl yürütmenin tutarsızlığı ise açıktır. Ha¬dis olan şey nasıl ki zâtı ve sıfatlanyla birlikte hadis ise kadim olan Allah da zâtı ve sıfatlarıyla kadîmdir. [528] Sıfatların kadîm oluşu tevhid inancıyla çelişmez, çünkü sıfatlar zâtın aynı olmadığı gibi gayrı da değildir. [529]
Ahmed b. Hanbel, ihtiyarî fiillerde ku¬la tam bir serbestlik tanıyan Mu'tezile'nin irade görüşü ile bu tür fiillerin meydana gelişinde kulun hiçbir rolü ol¬madığını iddia eden Cebriyye'nin kader¬ci görüşünü reddederek ikisi arasında mutedil bir yol bulmak istemiştir. Ona göre kulların kötü fiillerini ilâhî irade¬nin dışında tutmak, bu iradeyi sınırlan¬dırmayı ve dolayısıyla ulûhiyyet hakkın¬da acz ve eksikliği gerektireceğinden mümkün değildir. Fakat söz konusu fi¬iller kulun iradesinin tamamen dışında da kabul edilemez. Aslında akıl, Allah'ın İradesi ile kulun iradesi ve fiilleri ara¬sındaki İlişkiyi tam anlamıyla çözmeye
muktedir değildir. [530] Ahmed b. Hanbel'e göre Al¬lah'ın kelâm sıfatı vardır ve ezelîdir. Al¬lah sesle konuşur. Bu O'nun ağız, dil ve dudaklara sahip olmasını gerektirmez. Çünkü konuşmak için bu vasıtaların mutlaka mevcut olması şart değildir. Nitekim Kur'an'da konuştukları veya kı¬yamette konuşacaklan bildirilen arzın, göklerin, dağların ve bazı insan uzuvla¬rının [531] söz konusu organlan mevcut değildir. İbn Ebû Yala, Ahmed b. Hanbel'in Allah'ın ağız vasıtasıyla ko¬nuştuğu görüşünde olduğunu nakle¬derse de [532] teş¬bih ve tecsim ifade eden bu rivayetin ona ait olması mümkün değildir. Ayrıca bu görüş oğlu Abdullah'ın naklettikleriyle çelişmektedir. [533]
Ahmed b. Hanbel'e göre Allah'ı naslarda belirtilen (sübûtî) sıfatlarla nite¬lendirmek teşbihi gerektirmez. Onu yaratıklara benzetmek nasıl hatalı ise on¬lara benzetmemek için naslarda bildiri¬len sıfatları nefyetmek de aynı şekilde hatalıdır. Çünkü tenzihte aşırı gitmek başka türlü bir teşbihe yol açar ve ya¬ratıcının görmeyen, işitmeyen, konuş¬mayan cansız varlıklara (putlar) benze¬tilmesine yol açar. [534] Buna göre, teşbih ve aşırı tenzih görüşünün taşıdığı mahzurlardan kur¬tulmanın yegâne yolu, naslarda bildiri¬len sıfatları kabul edip bunlann mahi¬yet ve keyfiyet itibariyle yaratıkların sı¬fatlarından farklı olduğuna inanmaktır.
Bazı rivayetlerde yer alan iddiaların aksine [535] İbn Hanbel bîr kısım haberi sıfatlan te'vil etmiştir. Ona göre istivâ'nın mânası Allah'ın arşın üstüne yükselmesi, “Nüzul” ise ilâhî rahmetinin inmesi demektir. [536]
Al¬lah arşın üstünde olmakla birlikte üze¬rinde oturmuş veya ona temas etmiş değildir. Yedinci kat göğün üstünde bu¬lunan arş ile Allah arasındaki münase¬bet bizim bilgi sınırlanmızı aşan bir du¬rumdur. [537] İbn Han¬bel, Cehmiyye tarafından ileri sürülen Allah'ın her yerde mevcut olduğu fikrini naslara aykırı bulduğu gibi bunu man¬tık açısından da tutarlı kabul etmez. Çünkü mekân kavramı beraberinde sı¬nırlılık kavramını da getirmektedir. Ay¬rıca âlemin zât-ı ilâhiyyenin dışında ya¬ratılmış olmasının gerekliliği de bu düşüncenin yanlışlığını gösterir. Zira Allah vardı. Ondan başka hiçbir varlık yoktu. Âlem hadis olduğuna göre mevcudatın Onun zâtı dışında yaratılmış olması zo¬runludur, aksi görüşler ulühiyyetle bağ¬daşmaz. [538] İbn Hanbel, Allah'ın gökte ve üst cihette bu¬lunduğuna dair görüşünü birçok âyet ve hadise dayanarak ispat etmeye çalı¬şır. Haberi sıfatlardan sayılan yed. vech, nefs, gazap ve rızânın Allah'ın zâtına mahsus sıfatlar olduğunu ve bunlara mecazi mânalar vermenin yanlış olaca¬ğını savunur. Bunların insanlar tarafın¬dan anlaşılabilecek mâkul te'villeri mev¬cut değildir. [539]
Ahmed b. Hanbel Allah'ın bütün isim¬lerinin kadîm olduğunu belirtmekle bir¬likte kelâmciların isim-müsemmâ tar¬tışmasına girmemiştir. Ebû Ya'lâ el-Ferrâ onun. Kur'an ve Sünnet'te yer alma¬mış olsa bile Allah'ı zâtına yaraşır güzel isimlerle anmayı caiz gördüğünü nakle¬der. [540] Ancak Ahmed b. Hanbel'in naslara sımsıkı bağlı kalma ilkesiyle bu anlayışı bağdaştırmak ol-dukça zordur.
b) Halku'l-Kur'ân. Kaynaklar Ahmed b. Hanbel'in Kur'an'ın mahlûk olup ol¬madığına dair görüşüyle ilgili olarak bir¬birinden çok farklı bilgiler naklederler. Bunları dört grupta toplamak mümkün¬dür.
1) Kur'an Allah kelâmıdır, onun hak¬kında “Mahlûktur” demek küfür, “Mah¬lûk değildir” demek ise bidattir. Zira konuyla ilgili olarak Hz. Peygamber ve ashabından bize intikal etmiş inanılması gereken bir esas mevcut değildir. [541]
2) Nasıl düşünülürse düşünül¬sün, hangi cümlede kullanılırsa kullanıl¬sın Kur'an Allah kelâmı olup mahlûk de¬ğildir. Sayfalarda yazılı bulunan harfler ile dillerde okunan sesler Allah'ın kelâ-mını ifade eden (hikâye eden yani do¬laylı olarak aksettiren) metinler ve söz¬ler değildir. Aksine bunlar bizzat ilâhî kelâmın ta kendisidir ve yaratılmış de¬ğildir. Çünkü ashap, tabiîn ve tebeü't-tâbiîn Kur'an'ın mahlûk olduğunu söyle¬memiş, bilakis onun mahlûk olmadığına inandıkları nakledilmiştir. Bunun aksini iddia etmek bid'at ve küfürdür. [542]
3) Kur'an Allah kelâmıdır, onun için “Mahlûktur” diyen küfre gireceği gibi “Kur'an'ı okuyuşum {telaffuz edişim) mahlûktur” diyen de bid'atçılık yapmış olur. Bu sebeple sadece, “Kuran Allah kelâmı olup mahlûk değildir” demekle yetinmek ve Kuran'ı telaffuz edişin mahlûk olup olmadığı tartışmasına gir¬memek gerekir. [543]
4) Ne şekilde ifade edilirse edilsin Kur'an ya¬ratılmış değildir, fakat (Kuranı okuma ve yazma) fiillerimiz yaratılmıştır. Dola¬yısıyla Kur'an'ı telaffuz edişin yaratılmış olduğunu kabul etmek, Cehmiyye'nin görüşünü paylaşmak mânasına gelmez. [544]
Bu rivayetlerden anlaşıldığına göre Ahmed b. Hanbel'e atfedilen görüşler, Kur'an"ın yaratılmışlıkla vasıflandırılamayacağı noktasında birleşmektedir. “Kur'an mahlûktur” demeyen müslü-manları kâfir kabul edip eşlerinin ken¬dilerinden boşanmış sayılacağına hük¬meden [545] ve bu aşırı gö¬rüşlerini Halife Mu'tasım ve Vâsik'ın si¬yasî nüfuzlarından faydalanarak bütün İslâm âlimlerine zorla benimsetmek İs¬teyen Mu'tezile'ye karşı İbn Hanbel'in mücadele verdiği ve “Kur'an mahlûk de¬ğildir” tezini savunduğu, her şeyden ön¬ce mihne olayı ile sabittir. Buna göre ona atfedilen ve yukarıda birinci sıra¬da yer alan “Kur'an mahlûk değildir de¬mek bid'attır” tarzındaki görüşü, onun nihai fikri olarak kabul etmek imkân¬sızdır. Nitekim oğlu Abdullah'ın rivaye¬tinden anlaşıldığına göre, Mu'tezile'nin “Kur'an mahlûktur” iddiasıyla ortaya çıkmasından önce diğer bütün Sünnî âlimler gibi o da sadece “Kur'an'ın Al¬lah kelâmı olduğu'na inanmaktaydı ve bunun ötesinde “Mahlûk değildir” tar¬zında bir beyanı yoktu. Ne var ki Mu'tezile konuyu tartışma alanına koyup ken¬di iddiasını yaymaya başlayınca onlar da muhalefet etmek için “Kur'an'ın Al¬lah kelâmı olduğu” inancını, “Kur'an Al¬lah kelâmı olup mahlûk değildir” şek¬linde ifade etmeye başlamışlardır. [546]
Ahmed b. Hanbel'in görüşlerini aynen benimseyen ve onun¬la aynı dönemde yaşamış olan Ebû Saîd ed-Dârimî de onun bu konudaki tu¬tumunu daha açık bir şekilde dile geti¬ren şu bilgileri kendisinden nakleder: “Mu'tezile Kur'an'ın mahlûk olduğu me¬selesini gündeme getirmeden önce bu konuda sükût etmeyi tercih ediyorduk; fakat onlar böyle bir tezle ortaya çıkın¬ca biz de iddialarını çürütmeyi gerekli gördük” [547]
Eğer İbn Hanbel'in, “Kur'an mahlûk de¬ğildir demek bid'attır” tarzında bir ka¬naati olmuşsa bile, daha büyük bir kö¬tülüğü önlemek maksadıyla bu bid'atı işlemek mecburiyetini hissetmiştir.
Bazı katı tutumlu Hanbelîler tarafın¬dan Ahmed b. Hanbel'e atfedilmiş olan ikinci ve üçüncü sıradaki görüşlerin de onunla bir ilgisi olmaması gerekir. Zira İbn Hanbel'in vefatından itibaren aslın¬da ona ait olmayan bazı görüşlerin ken¬disine nisbet edildiği hususu üzerinde çok durulmuş ve bu ihtimal onunla or¬tak İtikadî görüşleri paylaşan ve aynı asırda yaşayan bir kısım ünlü hadis âlimleri tarafından da varit görülmüş¬tür. Bunların başında. İbn Hanbel'in takdirini kazanan ve kendisinden hadis rivayet eden Buhârî gelir. O, halku'l-Kur'ân meselesinde her iki fırkanın da İmam Ahmed'in görüşündeki inceliği anlamadan onu kendilerinden göster¬meye çalıştıklarını ve kendisinden pek çok nakilde bulunduklarını, halbuki ona isnat ettikleri rivayetlerin çoğunun asıl¬sız olduğunu belirtir. Buhâri’ye göre bu konuda Ahmed b. Hanbel ile diğer Sün¬nî âlimlere ait olarak bilinen tek şey şu¬dur: “Kur'an Allah kelâmıdır ve mah¬lûk değildir, diğer her şey (kulların fiille¬ri de dahil) mahlûktur”. Zaten Ahmed b. Hanbel gibi âlimler zor ve karmaşık ko¬nuları derinliğine araştırmayı tasvip et¬memişlerdir. [548]
Rivayet ilminde büyük bir otorite olan ve nakillere son derece değer veren Bu¬hârî gibi meşhur bir muhaddisin İbn Hanbel ile ilgili rivayetleri sabit görme¬yip reddetmesi, bu konuda dikkate alın¬ması gereken önemli bir husustur. Bu¬na ilâve olarak, “Kur'an'ı telaffuz edişin insanın fiili olması itibariyle mahlûk olduğunu benimseyen Buhâri’nin [549] İbn Hanbel'den hadis rivayet et¬mesi ve onun da Buhârfden, “Hora¬san'da Buhârî gibi bir âlim daha yetiş¬memiştir” [550] tarzında tak¬dirle bahsetmesi, o devirde din âlimleri arasındaki ilişkilerin kopmasına yol açacak derecede önemli bir rol oynaya¬bilen “Lafzu'l-Kur'ân” meselesinde aynı görüşü paylaşmış olmaları ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Diğer bir mu-haddis olan İbn Küteybe de ikinci ve üçüncü sırada ifade edilen görüşlerin Ahmed b. Hanbel'e ait olamayacağı hu¬susunda Buhârrnin kanaatine katılır ve onu teyit eder. [551] Akidede selefi olan Beyhakî ise konuya biraz daha açıklık getirerek İmam Ah¬med'in, Kur'an'a mahlûk sıfatını verme¬nin mümkün olmadığı görüşünü be¬nimsediği için lafız tartışmasına girmek İstemediğini ve bu sebeple, “Nasıl ifade edilirse edilsin Kur'an mahlûk değildir” tezini savunduğunu belirtir. Beyhakfye göre İbn Hanbel, sadece Kur'an kaste¬dilerek onu telaffuz edişin mahlûk ol¬duğunu söylemeyi caiz görmemiş ve yaratilmışlığın Kur'an'ın sıfatı olarak kullanılmasının yanlışlığına hükmetmiş-tir; yoksa kulların fiillerinin mahlûk ol¬madığını savunmamıştır. [552]
Abdullah b. Ahmed'in babasından naklettiği bir rivayet de Beyhakî'nin bu yorumunu doğrulayıcı mahiyettedir: “Kim lafız ile Kur'an'ı kas¬tederek mahlûk olduğunu söylerse o Cehmiyye'dendir” [553] İbnü'l-Cevzî ile Zeheb’nin kaydettiği¬ne göre Ahmed b. Hanbel, “Kur'an'ı te¬laffuz edişim mahlûk değildir” tarzında bir görüşü kendisinden nakleden birini huzuruna çağırmış ve “Ben sana öyle bir şey söyledim mi, niçin bu sözü be¬nim adıma başkalarına naklediyorsun? Kime anlatmışsan git, benim böyle bir şey söylemediğimi ona bildir!” [554] diyerek ken¬disini azarlamıştır. Yukarıda birinci sı¬rada İfade edilen görüşün Ahmed b. Hanbel'in son kanaati olmadığını diğer rivayetler nasıl ispat ediyorsa, bu riva¬yet de ikinci ve üçüncü sırada belirtilen görüşlerin ona ait olmadığını göster¬mektedir. Su halde halku'l-Kur'ân me¬selesinde Ahmed b. Hanbel'e ait kanaat şu olmalıdır: “Kur'an Allah kelâmı olup mahlûk değildir; kulların (Kur'an'ı oku¬ma ve yazma) fiilleri ve bunların sonucu olan ses ve yazılar ise mahlûktur”.
Hiç şüphesiz Ahmed b. Hanbel böyle bir hükme varırken ilhamını Kur'an, Sünnet, ashap ve tabiînden alıyordu. Nitekim Kur'an'a “Allah kelâmı” denilir, çünkü âyetlerde ona bu ad verilmiştir. [555]
Hz. Peygamber, ashap ve tabiîn de Kur'an için “Kelâmullah” tabirini kullanmışlar¬dır. [556] Kur'an Allah kelâmı olduğuna göre yaratılmamış ol¬ması gerekir. Ahmed b. Hanbel bu ko¬nuda şu delilleri de getirir: Kur'an Al¬lah'ın ilmindendir ve O'nun güzel isim¬lerini ihtiva etmektedir. [557] Allah'ın isimleri ve İlmi mahlûk olamayacağına göre Kur'an da mahlûk olamaz. Kur'an'da “Emir” ile “Halk” (yaratma) atıf edatı olan “Vav” İle birbirinden ayrılarak zik¬redilmiştir. [558] Bu onların mahiyet itibariyle farklı oldukiannı gös¬terir. Şu halde Allah Teâlâ'nın “Ol!” sözünden ibaret olan “Emir” mahlûk değildir. Çünkü Allah emirle yaratır. Eğer emir mahlûk olsaydı yaratıkların onun vasıtasıyla meydana gelmesi imkânsız olurdu. [559] Ah¬med b. Hanbel, Cehmiyye ile Mu'tezile'nin Kur'an'ın mahlûk olduğunu ispat etmek için Kurandan getirdikleri delil¬leri de tenkit ederek bunların halku'l-Kur'ân iddiasını ispat edici nitelikte ol-madığını belirtir. Çünkü ona göre Ceh¬miyye, müteşâbih olan bu âyetlerin za¬hirî mânalarından hareket ederek hü¬küm çıkarmıştır. Halbuki müteşâbihatı zahirî mânada anlamak yanlıştır. [560]
c) Rü'yetullah. Allah âhirette mümin¬ler tarafından görülecektir. Zira âyet ve hadisler bu hususu açıkça belirtmekte¬dir. Âyette, “Rablerine bakan yüzler” [561] ifadesinin yer atması konunun açık bir delilidir. Çünkü Allah'a gözlerle bakmak kastedilmemiş olsaydı bakmanın “Yüz” ile birlikte zikredilme-mesi gerekirdi. Gözlerin Allah'ı idrak edemeyeceğini ifade eden âyetin [562] hükmü ise âhirete değil dünyaya aittir. Yani gözler bu dünyada Allah'ı göremez demektir. Şayet Allah âhirette müminler tarafından görülmeyecekse, o takdirde inkarcıların rable-rinden mahrum bırakılacağını belirten âyetin [563] bir anlamı kalmaz ve bu konuda müminle kâfir eşit tutulmuş olur. Ahmed b. Hanbel'in Allah'ın dünyada görülemeyeceğini ka-bul etmesine rağmen bazı rivayetlerde onun, Hz. Peygamber'in mi'racda Allah'ı gördüğü şeklindeki telakkiyi benimsedi¬ği belirtilir. [564]
Ebû Ya'lâ el-Ferrâ da bu rivayeti tercih eder, ancak görüşünü doğrulayan her¬hangi bir delil getirmez. [565]
İbn Hanbel'in rü'yetullah konusun¬da Cehmiyye ve Mu'tezile'ye karşı ileri sürdüğü deliller dikkate alınırsa onun, Hz. Peygamber dahil olmak üzere. Al¬lah'ın hiç kimse tarafından bu dün-yada görülemeyeceği inancını benimse¬diği söylenebilir. [566]
2) Nübüvvet ve Ahiret.
a) Nübüvvet ve Velayet. Ahmed b. Han¬bel'in akidesinden bahseden kaynaklar¬da nübüvvetle ilgili görüşleri hakkında pek az bilgi vardır. Onun bu konulara dair bazı görüşleri şöyledir: Bütün pey¬gamberler hata ve günah işlemekten korunmuştur. Peygamberlerin bir kısmı diğerlerinden üstündür. Hz. Muhammed peygamberlerin en üstünüdür. Mucize, benzeri meydana getirilemediği için peygamberlerin nübüvvetini ispat eder. Velînin keramet göstermesi mümkün olmakla birlikte harikulade olay göster¬mek kişinin velî olduğunu ispatlamaz. Çünkü kimin velî olduğunu bilmek mümkün değildir. Ashâb-ı kiramdan çok sayıda kerametin vuku bulmayışı, onların imanlarını kuvvetlendirecek va¬sıtalara muhtaç olmayışlanndandır. [567]
b) Ahiret Halleri. Ahmed b. Hanbel. bü¬tünüyle naklin bildirmesine bağlı olan ahiret hallerini naslarda haber verildiği şekliyle kabul eder ve bunlardan, daha çok cennet ve cehennemin ebedîliği ko¬nusu üzerinde önemle durur. Zira Ceh¬miyye zümreleri bazı nasları delil gös¬tererek cennet ve cehennemin ebedî olamayacağını öne sürmüşlerdi. Ahmed b. Hanbel bu görüşleri reddederek cen¬net ve cehennemin şu anda mevcut ol¬duğunu ve ebediyen devam edeceğini savunmuştur. Ona göre âyetler açıkça bu görüşü ifade etmektedir. [568] Cehmiyye'nin. Allah'-tan başka her şeyin yok olacağını bildi¬ren âyeti [569] kendi görü¬şüne delil göstermesini ise geçerli say¬maz. Çünkü söz konusu âyetteki “Her şey” ifadesi cennet ve cehennemi ihtiva etmemektedir. Aksi takdirde ahiret hayatının ebedî olacağını ifade eden âyet¬lerin bir anlamı kalmaz. [570]
c) İman ve Günah Meselesi. Kaynaklar imanın tarifi konusunda Ahmed b. Hanbel'e iki görüş atfeder:
1) İman söz ve amelden ibarettir;
2) İman kalp ile tas¬dik, dil ile ikrar ve uzuvlar ile ameldir. [571]
Bu tariflerden ikincisinin ona ait olma¬sı daha kuvvetli bir ihtimaldir. Çünkü onun, kalbiyle tasdik ve diliyle ikrar edip itaati terkeden kimseye “İmanı ek¬sik mümin” nazarıyla akması [572], kalp ile tasdiki imanın rükünlerinden biri olarak kabul ettiğini gös¬termektedir. Buna göre o, imanı, gönül¬den samimi bir şekilde inanıp bağlan¬ma, bu inancı dil ile ifade etme. inanıp dil ile ifade edilenin gereğini hayata hâ¬kim kılarak bilfiil uygulama şeklinde üç unsurdan ibaret saymıştır. Kur'an'da imanın arttığını bildiren âyeti ise [573] imanın iyi amel ile artıp kötü amel ile eksileceği şeklinde yorumlamıştır.
Nitekim Kur'anda iman ile amel-i sâlihin daima birbirini tamamlar mahiyette zikredilmesi [574], bu görüşün doğruluğunun bir baş¬ka delili sayılabilir. Ahmed b. Hanbel'in amelin imana dahil bir unsur olduğunu ısrarla savunmasındaki asıl gaye, kâmil bir iman için kalbin tasdikini yeterli gören Mürcie'yi reddetmek olmalıdır. O, amelin imandan bir cüz olduğunu kabul etmesine rağmen, imanı olduğu halde itaati terkeden kimseyi kâfir sayma¬mıştır. Bu sebeple onun amel-i sâlihi kâmil mümin olmanın şartı olarak gördüğü söylenebilir. Nitekim insan için iman, İslâm ve küfür mertebeleri bulun¬duğunu kabul etmiş, iman ile İslâm'ın ayrı ayrı şeyler olduğuna hükmetmiş ve ikrar ettiği halde itaati terkeden kişinin İslâm mertebesinde bulunduğunu söy¬lemiştir. [575]
İmanda istisnayı, yani “İnşallah mü¬minim” demeyi caiz gören [576] İbn Hanbel'e gö¬re küçük veya büyük günah işleyen bir müslüman dinden çıkmış olmaz. Çünkü Kur'an'da günah işleyenler de “Mümin” kelimesinin kapsamına dahil edilmiştir. [577] Ancak bunların tövbe etmeleri farz-ı ayındır. Tövbe etmeden ölenin durumu ise ilâhî iradenin tecellî¬sine bağlıdır. Allah Teâlâ böylelerini di¬lerse bağışlar, dilerse azap eder. Tekfir konusunda Ahmed b. Hanbel'e iki farklı görüş nisbet edilir.
1) Allah'a şirk koş¬mayan ve kıbleye yöneüp namaz kılan bir kimse tekfir edilemez.
2) Allah'ın sı¬fatları ve iman esaslarıyla ilgili konuların açıklanmasında Ehl-i sünnetten farklı yorumlar getiren bütün ehl-i bid'at fır¬kaları tekfir edilir. Bu sebeple Allah'ın sıfatlarını gerçek mânasından saptırıp hadis kabul etmek, Kur'an'ın mahlûk olduğunu söylemek, rü'yetullahı inkâr etmek, kadere iman etmemek, Hz. Peygamber'in ashabına dil uzatmak İslâm'¬dan çıkmayı gerektirir. [578]
Bu görüşlerden ikincisinin Ahmed b. Hanbel'e ait olması uzak bir ihtimal¬dir. Zira Ehl-İ sünnet akidesini savunan birinin, savunduğu zümrenin görüşüne uygun olarak ehl-i bidati tekfir etme-mesi gerekir. Gerçi onun, daha çok bid¬at fikirlerini müdafaa eden ve bunun öncülüğünü yapanları tekfir ettiği riva¬yet ediliyorsa da [579] böyle bir anlayışı dahi Ehl-İ sünnet çoğunluğunun görüşü ile bağdaştırmak mümkün değildir. Ahmed b. Hanbel'e ait olması daha kuvvetli bir ihtimal olan birinci görüş de Ehl-i sünnet prensipleri açısından pek tutarlı görünmemekte¬dir. Çünkü burada bir taraftan günah işleyen kimsenin tekfir edilemeyeceği belirtilirken diğer taraftan namazı terkedenin kâfir olacağı ifade edilmekte¬dir. Halbuki Ahmed b. Hanbel büyük günah işleyen kimsenin tekfir edileme¬yeceğini söylerken nefsine zulmedenle-rin de (cennet için) seçilmiş kutlar arası¬na gireceğini bildiren âyeti [580] delil göstermiştir. [581] Namazı terkeden kişi nefsine zulmet¬miş sayılacağına göre, iman sahibi ol¬duğu için onun da seçilmiş kullar arası¬na girmesi gerekir. Namaz kılmayanı kâfir kabul etmek, İbn Hanbel'in günah konusundaki görüşünü ispat etmek için getirdiği delil ile çelişiyorsa da o, ko¬nuyla ilgili hadisleri sahih görerek ve muhtemelen namaz kılmayı mümini kâfirden ayıran bir alâmet telakki ede¬rek bu görüşü benimsemiş olabilir. [582]
3) İmamet ve Tafdîl.
İbn Hanbel'e göre müslümanların din ve dünya işlerini yürütecek bir imam (halife) seçmeleri gerekir. İmamın. Hulefâ’yi Râşidîn'in seçilme şekillerinden biriyle belirlenmesi mümkün olmakla birlikte ehlü'1-hal ve'1-akd'in tensibiy-le seçilmesi daha uygundur. İmametin Kureyş'e ait ve yukarıda belirtilen seçim yollarından biriyle belirlenmesi gerekli olmakla birlikte, onu zorla elde eden kişi fitneye sebep olmamak için meşru halife kabul edilir. Bundan dolayı Muâviye de meşru halifedir. [583]
Muhammed Ebû Zehre, Ahmed b. Hanbel'in. hilâfetin herhangi bir Arap soyu¬na tahsis edilmesini gerekli görmediği¬ni belirtirse de [584] bu ona atfedilen görüşlere uymamaktadır.
Hulefâyi Râşidîn'in fazilet dereceleri imamet sırasına göredir. Fazilet sırasın¬da daha sonra Zübeyr, Talha, Abdurrahman b. Avf. Bedir Savaşfna iştirak edenler ve hicret sırasına göre diğer ashap yer alır.
Ahmed b. Hanbel itikadî konularda genellikle Ebû Hanîfe. İmam Mâlik ve Şafiî ile benzer görüşleri paylaşmıştır. Fakat namaz kılmayanı tekfir etmek gerçekten ona ait bir görüş ise bu gö¬rüşüyle o diğer üç mezhep imamından ayrılmış olmaktadır. Ameli imandan bir cüz kabul etmek, İman ve İslâm'ın ay¬rı ayrı dinî mertebeler olduğunu savun¬makla Ebû Hanîfe'den, Allah'ın zâtıyla âlemin üstünde ve yaratıklarından uzak¬ta olduğunu benimsemekle de Eş'ariyye ve Mâtürîdiyye kelâmcılarından ayrılır.
Ahmed b. Hanbel akaidde Selefıyye'ye öncülük etmiş ve bu mezhebin imamı sayılmıştır. Görüşlerini kendisinden son¬ra her asırda savunan taraftarları var olagelmiştir. Ebû Saîd ed-Dârimî, İbn Huzeyme. Beyhak. Ebû Ya'lâ el-Ferrâ, İbn Ebû Yala, İbnü'l-Cevzî. İbn Teymiyye, İbn Kayyim. İbn Ebü'l-İz. İbn Kudâme onun görüşlerini benimseyen meş¬hur âlimlerden bazılarıdır. O. Selefıyye dışında Sünnî kelâm âlimlerine de etkili olmuştur. Bizzat Eş'arî, kendi üzerinde¬ki tesirini eserlerinde açıkça ifade et¬mektedir. [585] Sübkîde Eşar’nin Ahmed b. Hanbel'den etkilendiği¬ni çeşitli nakillerle teyit eder. [586]