« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

25 Tem

2011

Bülbül Sesli Bir Dilden Tekrar Moğol Tokmaklarına Mı?

Nejat Muallimoğlu 01 Ocak 1970

Hamdullah Suphi Tanrı över, 1950'lerde, Pendik Lisesinin bir müsameresinde dil konusuna da temas ederek demişti ki:
“Bir seyahatte idim; vazife ile Avrupa'ya gidiyordum. Yanımda, tanınmış ediplerden biri de vardı. Beraberce, gayet zevkli sohbetlere dalıyorduk. Tren kompartımanında, yolda binmiş bir ecnebi de vardı. Biz konuşurken göz ucu ile adeta takip ediyor, tecessüs gösteriyordu. Bir müddet sonra, gideceği yere inmek üzere hazırlandı, kalktı ve ikimize dönerek Fransızca, "Affedersiniz beyler, merakım o kadar fazlalaştı ki, sizi bir sualimle rahatsız edeceğim" dedi. "Kusurumu hoş gürünüz. Konuşmanızı yol boyunca takip ettim. Hiç duyup işittiğim bir lisan değildi. Diliniz, belli başlı Batı ve Doğu dillerinden pek farklı. Nece konuşuyorsunuz?"

"Biz Türk`üz ve şu konuştuğumuz lisan da Türkçe'dir" dedim.

Ecnebi, büyük bir saygı ile eğildi ve ciddiyetle dedi ki: "Aman ne saadet! Sizler meğer dünyanın en musîkîli diline sahipmişsiniz. Bana kuş dili ve bülbül sesi gibi geldi. İnanın kendimden geçtim. Aman bu güzel dili bırakmayınız. Harikulade bir dile sahipsiniz. Bu büyüleyici ahenk hiç bir Batı dilinde yoktur”

Prof. Dr. Mehmet Altay Köymen de Yaşayan Türkçemiz`de çıkan bir makalesinde (l.c. 264.S. 1981), bir zamanlar Hamburg Üniversitesi’nde adını hatırlayamadığı dünyaca meşhur bir Alman matematik profesörünün de Türk dili derslerine katıldığım görerek hayrete düştüğünü yazar:
"Dersten sonra, Türkçe kurslarına katılmasının sebebini sordum". Dakikalarının bile boş geçmediğini tahmin ettiğim bir ilim adamının Türkçe kurslarına katılmasına ne kadar hayret etmişsem, o da benim bu sualime o kadar hayret etmiş ve biraz da alınmıştı. Ben, bunun üzerine, Türkçe’de matematik dalında faydalanacağı eserler bulunmadığını söylemek zorunda kaldım. Maksadımı anlayan Alman profesör bana verdiği cevap, çok dikkate değer: `Ben, Türk dili kadar âhenkli bir dile rastlamadım. Türkçe, insanın kulağına tatlı bir melodi gibi çarpıyor. Bu dili öğrenmekten büyük zevk duyuyorum."

Türkçe’yi Anadolu Türkçesi Güzelleştirdi

Türkçe, iyi konuşanların dilinde gerçekten dünyanın en musîkîli, âhenkli dillerinden biridir. Dilimiz bu güzelliğin tok ve kapalı seslerini uzun hecelerle âhenkli bir tarzda birleştirmiş olmasına borçludur. Türkiye Türkçesi, "büyük ses uyumu" denen basit ve monoton kuralı kemikleşmekten kurtarmış, Türkçe ve Türkçeleşmiş nice sözde kırıp parçalamıştır. Basit ve monoton bir sesten, zengin seslere giden bir seda hürriyeti, Türkçe'de gerçek bir ses musikîsi gelişmesidir.

Eski Türk dillerinde uzun hece yoktur. Nihat Sami Banarlının dediği gibi, Asya bozkırlarında at koşturan, mütemadiyen yeni ülkeler, daha bereketli topraklar peşinde koşan insanların yaşadıkları bozkır ikliminin sertliğinde, kelimeler üzerinde durarak onlara âhenk ve güzellik vermeye vakitleri olamazdı. Çok defa, bu gün dilimizdeki gel! git! in!kös! vur! kaç! dür! gibi tek heceli kelimelerle konuşuyorlardı. Refik Halit Karay da şunları söyler:
Türkçe, Asya’da bir çığıltı, bir tokurdama, bir gürültüdür. Verdiğimiz ahenk sayesinde, biz onu bir besteye çevirdik. Asya Türkçesi, aslında, zengin ve pek eski olabilirdi; lâkin saklamak abestir: Türkiye Türkçesi’nin yanında çok ahenksizdi. Dedelerimiz, beş asırda ne yapıp ettikler, bir "kakofoni" den bir "melodi" çıkardılar.

Buyurun, Asya Türkçesindeki bazı kelimeler: Adhak, batrak, bedhük, bıdhik, dudgay, eckü, emgek, kadhgu, kapga, karanggu, kaguk, kıragu, kızlamık, konkül, kesni, koglek, kudgug, ergak, sarıçga, targak, tegir, tengiz, Tengri, tirsgek, yamgur, yapurgak, yogurkan, yumgak.
Ziya Gökalp, "G"li sözler istemeyiz, diyordu. Yukarıdaki kelimeleri sesli okursanız, gerçekten tok ve kaba seslerden oluştuklarım daha iyi göreceksiniz. Şimdi de, bu kelimelerin Türkiye Türkçesinin fonetik çarkından geçtikten sonra nasıl ahenk kazandıklarına dikkat ediniz: Ayak, bayrak, büyük, bıyık, buğday, keçi, emek, kaygı, büyük kapı, karanlık, kayık, kırağı, kızamık, gönül, komşu, gömlek, kuyu, orak, çekirge, tarak, değer, deniz, Tanrı, dirsek, yağmur, yaprak, yorgan, yumak. Asya Türkçesi, gördüğünüz gibi "Moğol tokmakları" île dolu idi. Yine Kaşgarlı Mahmud zamanında Türk dillerinde bulunan fakat artık kullanılmayan kakofonik seslerle dolu kelimelerden bazıları:
Kıdhıglık, "kenarlı külah"; bukagu, "hırsızların ellerine vurulan kelepçe"; buturgak, "pıtrak, fıstık biçiminde çengel bir diken"; çançarga, "serçe kuşu"; çiçalak, "serçe parmağı"; çiçamuk, "yüzük parmağı"; çifşeng, "ekşi, ekşimiş"; kakkuk, "kurutulmuş et veya meyva"; kakurgan, "yağ ile yoğurulup fırında veya tandırda pişirilen bir hamur"; tabuzgak, "bilmece"; tuturkan, "pirinç"; yagak, "ceviz".

Türkiye Türkçesinin fonetik çarkı, bu "Moğol tokmakları"nı öğüterek ehlileştirdi, kulağı okşayan munis sesler haline getirdi. Bununla beraber, fonetik çarkın tesirini göstermesi oldukça zaman aldı. Dede Korkut Hikayeleri’nde (8-13-yüzyıl) Han Tur Ali adında bir Türk hükümdarının adı geçer. Halk, zamanla Han Tur Ali`yi "Kanturalı" yaptı. Yine 14.asrın sonlarına doğru Akkoyunlu devletinin kurucusu Tur Ali Bey’in adım Türkler, yine eski Türk seslerine sadık kalarak "Turalı" diye seslendirdiler.

Fatih Sultan Mehmet`in ordusu İstanbul'u zapt ettiği zaman, bu şehrin bir semtinde Cebe Ali Bey adında bir Türk kumandanı karargâh kurmuştu. Bu karargâha gidip gelen Türkler, o semte bu Türk kumandanının adım verdiler. Eski Türk telaffuzuna göre, semte "Cebeli" veya "Cabalı" demeleri gerekiyordu. Fakat öyle olmadı. Türk, bu İstanbul semtini "Cibali" âhengi ile güzelleştirdi. Çünkü Türkiye Türklerinin dilinde artık uzun hece zevki vardı. Bu zevk, Nihat Sami Banarlı’nın kelimeleriyle, "yeni bir vatanın, yeni bir coğrafyanın terennümü idi." Türkiye Türkçesi, o Türkçenin en büyük temsilcisi Yunus Emre’nin dilinde zirveye erişti:

Ben Yunus-u biçareyim / Dost elinden avâreyim
Baştan ayağa yâreyim / Gel gör beni aşk neyledi.

Bir milletin bütün fertleri için en güzel ve sesli sözler, çocuklarına verdikleri adlardır. Bakın, Türkiye Türkleri, dikkate değer bir çoğunlukla, çocuklarına nasıl adlar veriyorlar; Ayten, Aysel, Aygül, Aytül, Bilge, Bengi, Erdal, Erkal, Erol, Gülali, Gülay, Gülnur, Güner, Güvenay, îlker, Meral, Özcan, Pelin, Selçuk, Sevay, Seda, Süha, Tülay, Tülinay. Bütün bu adlar ve daha pek çok sayıda eski ve yeni isimler, acaba neden iki üç hece içinde hep inceden kalma veya kalından inceye giden seslerle örülmüştür? Bir millet, bu ses değişiminden zevk almasa, bu ufacık kelimelerde bu kadar kesin iniş çıkış yapar mıydı?

Türkçe’nin, Türkiye'de işlemeye başlayan fonetik çarkı, kendinden olmayan kelimeleri de almış, zaman zaman akla hayale gelmeyecek işlemlerden geçirerek, tanınmayacak bir şekilde değiştirmiş, kendine mal etmiştir. Cameşüy, guuşe, şüban, Çeharşenbih, Pençsenbih İranlı`nın, "çamaşır", "köşe", "çoban", "Çarşamba" ve "Perşembe" Türkündür. Türk, Farsça`da "çiçek" manasında kullanılan gul’u muayyen bir çiçeğe izafe etmiş ve "gül" sesi ile güzelleştirmiştir. Yine, şeft-alü İranlının, "şeftali" Türkün, zedr-alü onların, "zerdâli" bizimdir. Evet, ateş Türkçe değil, Farsçadır. Ama İranlının "ateş"inde, Yusuf Ziya Ortaç'ın dediği gibi, Türk'ün "ateş"inde olmayan bir met, bir çekiş vardır. Türk’ün dilindeki "ateş"e İranlı "a’teş" der.

Dilimizdeki Arapça asıllı kelimelerin de Türkçeleştirilmesinde aynı işlemin tesirini görüyoruz: manalara, neva, sahih, na'na, sahlap, Arabın, minâre, hava, sahi, nane ve salep Türkündür.
Türk, zapt ettiği şehir ve kasaba adları ile o ülkelerin dillerinden alıp kendine mal ettiği kelimeleri de Türkçeleştirmiştir. Böylece, Yunanca'daki Anatolus, Türkçede "Anadolu", Adriyanapolis, "Edirne", Aya-Nikola "İnegöl", Selanikos "Selanik" oldu. Gerçek`den "kulbe" şeklinde Farsça`ya geçen kelime, Türkiye`de "kulübe" oldu. Yunan'ın kestanon'u, Türk'ün "kestane"si oldu.
Doğru, "düş" Türkçe. Ama Türk onu bin yıl önce terk etti. Neden mi? "Hayal"deki, "hülya"daki, "rüya"daki ses güzelliği "düş"te yoktur da onun için.

Katlettiğimiz Güzel Türkçe

Hamdullah Subhî Tanrıöver'in tren yoldaşı ecnebiyi hayran bırakan "bülbül sesli" Türkçe, dil zevkinden mahrum insanların ağızlarında "karga sesli" bir dil haline gelmek üzere. Bir dili en iyi konuşanların basında, ülkenin tiyatro sanatkârlarının gelmesi icap eder. Ama her meslekteki her sınıf halkımızın konuştukları Türkçe gibi, sahne Türkçesi de yozlaşmaya başladı.

Gerçekte bu yozlaşma yıllarca önce başladı. Uzun yıllar Muhsin Ertuğrul'un yanında çalışan sahne sanatkârı Yusuf Ayhan, Tercüman gazetesinde "Türkçecilik Türkçe`yi iyi konuşmaktır" başlıklı yazısında (17 Mayıs 1980) "Üç Saat" operetinin provaları sırasında, o günlerdeki Türk tiyatrosunun her şeyi Muhsin Ertuğrul'un "tiyatro ölüyor" diye sızlandığım yazdı. Muhsin Ertuğrul'u bilhassa kızdıran şey, sanatkârların, Türkçeyi yanlış telâffuz etmeleri imiş.
Yusuf Ayhan, bu yazısında Muhsin Ertuğrul`un, yılların tanınmış kadın sanatkârı Bedia Muvahhid'e "sertçe" bağırdığım yazar: "Bedia, kelimeleri ağzında pestil gibi ezme. Ne konuşuyorsun? Ne söylüyorsun? Rumca mı, Türkçe mi konuşuyorsun? Ne söylediğin"! evvela ben anlamalıyım."

Yusuf Ayhan, Muhsin Ertuğrul’un biraz sinirlendiğim ve "pek sevdiği arkadaşlarım bile haşlamışken, ihtârı biraz daha ileri" götürdüğünü, Türkçe’yi yanlış ve bozuk kullanmamak gerektiğim, "adeta bir karargâh kumandanı emri gibi" tekrarladığımı da ilave ediyor:

"Dil meselesi, bizim meselemiz değildir; amma bizim vazifemiz, Türkçe’yi kusursuz ve güzel konuşarak korumaktır.” "Bi" değil "bir", "yapacız" değil "yapacağız", "beycim" değil "beyciğim" (benim ilavem: "abi" değil "ağabey") diye konuşacağız. "Sora" diye bir şey yok, "sonra" vardır. Fonemleri ağızımızda gevelemeyeceğiz."

Önceki tiyatro sanatkârı Yusuf Ayhan, Muhsin Ertuğrul'un "fonem" dediği şeyin "ses parçaları" olduğunu belirttikten sonra, "iyice kükrediği"ni söyler:

"Kaşdı" değil "kaçtı" deyiniz. Güzel Türkçe’yi siz daha güzel konuşmaya mecbursunuz. Unutmayınız, dilci değil, Türkçeci değil, ama hepsinin üstünde tiyatrocusunuz."

Tiyatrocuların dillerinin nasıl bozulduğunu Türkçemiz (1958) adlı kitabı ile Türkçe’yi kurtarmak için çırpınanların arasında yer alan Nüvit Özdoğru, Cumhuriyet`teki bir yazısında (23 Eylül 1971) meslekdaşları (yani tiyatrocular) arasında Türkçe'yi bozuk konuşanların bir hayli olduğunu şöyle anlattı:
"Geçen yıl, elli beş tiyatro oyuncusu arasında yaptığım bir ankette, hatırası yerine "hatırâsı", hülâsası yerine `hülâsâsı", asası yerine "âsâsı", gazabı yerine "gazâbı", zarif yerine "zârif, lisan yerine "lîsân", maiyet yerine "mâiyet", mantıkî yerine "mantıkî", kavî` yerine "kaavi", herkes yerine "herkez" diyenler çoğunluktaydı.

Yanlışlar elbet Arapça, Farsça asıllı kelimelerle bitmiyordu. Aynı ankette, hayır yerine "hayır", yârın yerine "yarın" , yanlış yerine "yalnış", umûdu yerine "umudu" "kat`î" anlamında kesin yerine "kesîn" diye") yüzde otuz ile yüzde elli arasındaydı.

Fransızca “ün” anlamına gelen prestij ile Farsça "tapınma" anlamına gelen perestij kelimesini birbirine karıştıran yaşlı başlı oyuncular görüyoruz. Çok sayıda tiyatro oyuncusunun nüfus ile nüfuz’u, delâlet ile dalâlet’i, seri ile serîyi karıştırdığına, parlamento, panorama, koleksiyon, karakter, üniversite, mekanizma, pitoresk, akıbet, ahize, kelime, râkip, târikat, mâkam, âleni, şevkat, tavsiye, mahsur, seyyahat, yanlız dediklerine şahit oluyoruz.”
Yusuf Ayhan, .Jonüa bahsettiğimiz yazısında, "Muhsin Ertuğrul tiyatroda Türkçe’yi güzel konuşmaya mecbur eden böyle bir otorite vardı” diyor. “Biz buna TRT ekran ve mikrofonlarında daha da titiz bir anlayışla dikkat etmeliyiz. Amma, nerede o kaygı, nerede o ruh, nerede o otorite?”
Önceki yılların sahne sanatkârı şöyle devam ediyor:

“Üst üste üç dört gece kulaklarıma dolan kelimelerin şu çirkinliğine bakınız: vicdan yerine “vicdan”, içtu yerine “uştu”" deyip geçiyorlar. Cereyan da "ceryan" olmuş.
Hele şu son su baskını ve toprak kayması gecelerinin birinde, mikrofonun başındaki adam heyelan`a "heylan" deyince kafamın tası attı."

Ben, son iki yıl içinde on dört-on beş yerde Türkçe üzerinde konuştum, hitabet dersleri de verdim. Üniversite mezunu, bir holdingle iyi bir mevki sahibi olan ve yabancı bir dil bilen otuz-otuz beş yaşlarındaki kimselerin Türkçeleri beni hayrete boğdu. Onlar da Nüvit Özdoğru'nun tiyatrocuları gibi, yarın, hayır, makam, avize kelimelerinin nasıl telaffuz edileceklerini bilmiyorlardı. Suç, tabiî onlarda değil. Gerçi Türkçelerini geliştirmek yolunda hiçbir şey yapmamaları oldukça bir kusur sayılırsa da her gün işittikleri ve okudukları Türkçe karşısında başka türlü konuşmaları da güç. Hastahane'nin "hastane", postahane'nin "postane", kütüphane'nin "kütüpane", eczahane`nin "eczane", Molla Gürani Sokağı'nın "Molla Gürani Sokak" haline getirildiği bir ülkede güzel Türkçe de neymiş? Bunlara bir de dillerindeki kelime sayısının iki yüz elliyi geçmeyen güya okumuşların sık sık tekrarladıkları "yadsımak", "saptamak", "kargımak", "anımsamak", "aygıt", "olanak" gibi Moğol tokmaklarım da eklerseniz, Hamdullah Subhî Tanrıöver`in tren yoldaşı ecnebinin hayranlık duyduğu güzel Türkçe’nin fatihasının henüz okunmasa bile, okunmak üzere bulunduğunu söylemek aşırı karamsarlık mı olur? (Merak ediyorum: Molla Gürani Sokağı "Molla Gürani Sokak" oluyor da Atatürk Caddesi niye "Atatürk Cadde" olmuyor?)

Evet, Türkçe’nin istikbalini karanlık görüyorum. Ama yine de dilimizin bir gün aydınlığa kavuşacağı ümidimide yitirmiş değilim. Dante, İlahî Komedi`sinde, cehenneme girmek üzere olanlara şunları söyler: "Lasciate ogni speranza, voi ch’entrata- Buraya girenler, ümitlerinizi terkediniz."

Eğer bizler, gerçek ve güzel Türkçe’yi sevenler, kendimizi el birliği ve dil birliği ile dilimizi kurtarmaya adarsak, dünyanın en güzel ve en bol sesli dillerinden biri olan Türkçe, cehennemin kapısından geçmeyecektir. Ben, bütün karamsarlığıma rağmen, buna inanıyorum. Doğru, yıllar yılı Türkçe üzerinde oynana gelen oyunlar neticesi, zaman zaman aşılması güç engellerle karşılaşabilirsiniz. Ama güzel ve zengin Türkçe yoluna çıkmaya bir defa karar verirseniz, emin olun, bütün engellerin hakkından geleceksiniz. Yeter ki, o kararı verin. Bir Çin ata sözünün dediği gibi: "En uzun yolculuk, bir adımla başlar."

Ve nihayet, "zihnî faaliyet’in sizi daha sıhhâtli bir insan yapacağım da aklınızdan çıkarmayın. Amerika’daki dünyaca meşhur Mayo Kliniği Müdürü Dr. William Menninger`e zihnî sıhhatin nasıl elde edileceği sorulduğu vakit şu cevabı verdi: "Hayatta kendinize bir görev seçin ve onun üzerinde ciddiyetle düşün," Sizin görevinizin de Türkçe’yi daha iyi konuşmak ve yazmak olmaması için bir sebep mi var?

Ziyaret -> Toplam : 125,28 M - Bugn : 33803

ulkucudunya@ulkucudunya.com