Nejat Muallimoğlu: Hayat mı, Eser mi?
Hasan Seçen 01 Ocak 1970
29 Temmuz 2003, Çarşamba günü Çapa Kan Merkezi’nin karşısında Küçükhamam Odabaşı Camii avlusuna saat 11 sularında cenaze arabasından bir tabut indirildi. Yazarın sağlığında hitabet kursu verdiği iş adamlarının gönderdikleri çelenklerden çok daha fazlası yazarın işadamı olmayan okuyucularından geliyor ve özellikle iki çelenk ilgi çekiyordu: “Türkçe Gönüllüleri” ve “Nejat Muallimoğlu Okuyucuları”.
Bir müddet sonra, yazarın ölümünü duyan okuyucuları ve dostları cami avlusunda mütevazı bir topluluk oluşturdular. Bir gazeteci şöyle diyordu: “Şurada, yazdığı kitapların pek çoğunu belki bir yüz yıl kimsenin yazmaya teşebbüs bile edemeyeceği bir kültür adamı yatıyor ve basının şu ilgisizliğine bakın arkadaşlar! Yazıklar olsun bize, biz gerçekten ölmüşüz!”
Evet, aziz okuyucu, “nasıl yaşarsanız, öyle ölürsünüz! Nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz!” hikmetli sözü, Türk yazı hayatının mümtaz ismi Nejat Muallimoğlu için de tezahür etti. Kalemiyle, Türk toplumunun her mes’elesine karşı duyarlı, hususi hayatında son derece mütevazı ve münzevi bir şahsiyet olan Muallimoğlu, son gününe kadar, okumaya, yazmaya devam etti, münzevi bir şekilde öldü ve mütevazı bir cenaze töreniyle toprağa verildi. Nejat Muallimoğlu ve eserlerini, yazarın yakın dostlarından Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Kimya Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Hasan Seçen, Tarih ve Düşünce okuyucuları için yazdı.
Tarih ve Düşünce
Erzurum’a son gelişinde, “Hitabet” konulu konuşmasından önce dinleyicilere O’nu şöyle takdim etmiştim:
Babası çok kötü konuşan çocuğuna “yavrum, bu konuşma tarzınla hayatta hiçbir sahada başarılı olamazsın. Kitaplığın üst rafında bulunan Muallimoğlu’nun Hitabet kitabını al ve her gün o kitaptan on sayfa oku” deyince çocuk babasına dedi ki “Babacığım, Muallimoğlu’nun Hitabet kitabını okumayı ben de düşündüm. Ama baktım ki, bırak hitabeti, herkes düzgün konuşmaktan bile vazgeçmiş, hitabet mitabet kimsenin umurunda değil, ben de vaz geçtim”
Sevinelim ki, bu ülkede çocuğun söylediklerinin aykırı örnekleri hâlâ var: Güzel konuşma üzerine konferanslar tertipleniyor ve bu konferanslar, dinleyici bulabiliyor.
Sayın Konuklar,
“Hayat mı? Eser mi?” sorusuna “Eser!” diye cevap veren, dünyada kaç insan vardır bilinmez ama, biz bugün onlardan birini aramızda misafir etmenin bahtiyarlığını yaşıyoruz. Üniversitemiz Öğrenci Kitap Kulübü’nün Misafiri olarak aramızda bulunan Nejat Muallimoğlu, ortaokulda adını söyleyemeyecek kadar kekeme bir öğrenciydi. Bir gazete yazısında, Eski Yunan’ın ünlü hatiplerinden Demeston’un çakıl taşlarıyla kekemeliğini yendiğini okuduktan sonra, çakıl taşlarıyla talim yaparak kekemeliğini yendi ve lise talebesi iken İstanbul Halk Evi’nin tertiplediği ve jüri başkanlığını Hamdullah Suphi TANRIÖVER’in yaptığı bir hitabet yarışmasında birinci oldu. Pittsburg Üniversitesi’nde kimya tahsili yaparken de Hitabet kürsüsünden dersler aldı. 1955’de üniversite tahsilini bitirdikten sonra yalnızca üç ay kimyagerlik yaptı.
“Ormanda yol ikiye ayrıldı
Ben ise yürüdüm pek yürünmeyen yolda
Bu oldu diğerleriyle farkım da…”
diyen şair gibi yolun yürünmeyenini tercih etti, gazeteciliğe ve yazı hayatına atıldı. İlk eserini 1957 yılında yayınlayan Nejat Muallimoğlu, bu zamana kadar, Türk Edebiyatına toplam sayfa sayısı 12 bine ulaşan -telif ve tercüme- 26 kitap kazandırdı. Şimdi 76 yaşında olan Nejat Muallimoğlu, yaşadığı sağlık problemleri ve 8 numara gözlükleriyle, hâlâ yeni eserler üzerinde çalışıyor. Hitabet konusunda Türkiye’de eser veren insanlar arasında en önde gelen isim olan Nejat MUALLİMOĞLU, bugün bizlere “Nüktelerle, Şiirlerle, İktibaslarla Hitabet”i anlatacak . Nejat MUALLİMOĞLU!...
28 Temmuz 2003, pazartesi akşamı, saat 9 sularında ev telefonum çaldı. Arayan, Avcıol yayınevinin sahibi Âta Avcıol beydi. Âta bey, kederli bir sesle “Hasan Bey! Nejat bey’i...!” der demez anladım: Muallimoğlu’nu kaybetmiştik.
Kaderin hazin örgüsüne bakın ki bir gün önce Türkiye gazetesinde köşe yazısı yazmaya başlamış, ilk yazımda kendisinden bahsetmiş, okuyuculara kendimi tanıtırken O’nun girizgahını kullanmış“tütününü metheden şaşkın tiryaki gibi olacak ama ben de kendi halinde bir sentezciyimdir” diye yazmıştım.
Kendisini ilk olarak henüz bir lise talebesiyken okuyucusu olduğum, Ömer Öztürkmen’in sahipliğini, Ahmet Güner’in genel yayın müdürlüğünü yaptığı, rahmetli Erol Güngör’ün başyazı, Cemil Meriç’in “Fildişi Kuleden”, Necip Fazıl’ın “O ve Ben”i yazdığı “Ortadoğu” gazetesinde tanımıştım.
İşin doğrusu Muallimoğlu, çok tuhaf bir yazardı! “Milliyetçi” bir gazetede yazıyordu ama, “milliyetçilik” adına savunduğumuz bazı fikirlerimizi hiç çekindmeden tenkit ediyordu. 14 yaşında “bir kutsal davaya baş koymuş” gençler olarak bu adama karşı sessiz kalamazdık. Birçok arkadaşım gazete yönetimine yazılar yazıyor, “Atın bu Amerikan’cıyı gazeteden!” diyorlardı. Gerçi ben “atın bu adamı” diye yazmadıysam da 14 yaşın cesareti ve gözü pekliğiyle kendisine mektup yazıp onun tenkit ettiği fikirlerimizin ne doğru fikirler olduğunu anlatmaya çalıştım. Muallimoğlu ise mektubuma, kitaplarını tanıtan bir broşür göndermek suretiyle mukabele etti. Bu centilmence davranış karşısında, kendisinden, o meşhur kitabı “Bir Türk Vatana Döndü”yü istemiş, doğrusu o kitaptan hiç bilmediğim şeyler öğrenmiştim. Daha sonra, “Politika’da Nükte”, “Bütün Yönleriyle Komünizm” gibi kitapları kütüphanemi süsleyen kitaplar oldu. “Süsleyen” diyorum, çünkü, Muallimoğlu’nun kitapları, muhtevası kadar, dizgisi, baskısı ve cildiyle de albenisi olan kitaplardı ve hâlâ da öyledirler.
Zaman, bazı açılardan bizi, bazı açılardan Muallimoğlu’nu haklı çıkardı. Biz 14 yaş milliyetçileri, hayatın binbir türlü değişkenliği karşısında milliyetçiliğimizin evrensel değerlerle de beslenmesi gerektiğini, zamanla, daha iyi öğrendik.
80’li yıllarda Muallimoğlu, Türk basınında yoktu. Yine Amerika’ya gitmişti. 1996 yılında, Türkiye gazetesinde Ayşe Göktürk Tunceroğlu, Muallimoğlu’nun hitabet kurslarından ve “Düşünen İnsana Hazine” kitabından bahseden bir yazı yazdı. Yazısında kitabın isteme adresini de verdiği için kendisine bir mektup yazıp kitabından bir adet “ödemeli” olarak göndermesini rica ettim. Tatil dönüşümde masamda Muallimoğlu tarafından kargo ile gönderilmiş kocaman bir kitap buldum. İçinde kısaca şöyle bir not vardı: “Hasan Seçen bey kardeşim, Son dört yıldır, sizler gibi eski okuyucularımdan aldığım mektuplar beni çok sevindirdi. Eliniz değdiği bir gün 2 milyon lira gönderebilirseniz memnun olurum”. Muallimoğlu yine bir centilmenlik yapmıştı. Kitabın ücretini bankaya yatırır yatırmaz, kendisini telefonla arayarak haberdar ettim. Telefonda: Hasan bey kardeşim! Dedi. Elimde iki yüzü aşkın İngilizce roman, tiyatro vb. edebiyat kitabı var. İstanbul, Ankara gibi şehirlerdeki üniversitelerin kütüphaneleri zengin sayılır! Bunları sizin üniversiteye göndersem kütüphaneye alırlar mı? Ayrıca, Erzurum’u görmek, bu arada Türkçe ve Hitabet üzerine iki konferans vermek istiyorum. Bunu düzenleyebilir misin? Dedi. O zaman Ağrı Eğitim Fakültesi’nin dekanı, şimdi Atatürk Üniversitesi’nin rektörü olan Prof. Dr. Yaşar Sütbeyaz’la konuyu müzakere ederek, kitapların Ağrı Eğitim Fakültesi’ne bağışlanmasının daha iyi olacağına, bu arada Erzurum konferanslarının Ağrı Eğitim Fakültesi’nde de tekrarının çok faydalı olacağına kanaat getirdik. Bir İstanbul çocuğu olan, üstelik ömrünün önemli bir kısmını Amerika’da yaşamış bir yazar, kütüphanesinin çok önemli bir kısmını “Ağrı”daki bir eğitim kurumuna bağışlıyordu! Türk vatanını bölmek isteyenlere bundan daha güzel bir cevap verilemezdi!
Muallimoğlu, 1997 yılında Erzurum’a geldi. Bizim kimya bölümü gençlerinin öncülüğünde edebiyat sever bir grup gencin tertiplediği “Sevda gecesi”nde Türkçe’yi, Atatürk Üniversitesi konferans salonunda da “Hitabet” konferansını verdi. Dinleyenler, öğrendiklerini kendilerine saklayarak sadece şunu diyorlardı: “Türkçe bu kadar güzel konuşulabiliyor muymuş? Türkçe bu kadar güzel bir dil de, biz dilimize neden sahip çıkmıyoruz?”
Muallimoğlu, Türkçe ve Hitabet konferanslarını Ağrı Eğitim Fakültesi’nde de verdi. Ağrı’nın mahalli televizyonunda bir konuşma da yaptı.
Kendisi, 2002 yılında da Erzurum’a geldi. “Türkçe’nin geleceği”ni ve “Nüktelerle, Fıkralarla, İktibaslarla Hitabet”i anlattı. Atatürk Üniversitesi kütüphanesine yine çok sayıda kitap bağışladı.
En son olarak, konulara göre tasnif edilmiş“Bütün dünyadan atasözleri, deyimler, vecizeler” üzerinde çalışıyordu. Kendisi şundan şikayetçiydi: “Atasözleri yazılıyor : A harfiyle başlıyor! Ak akçe kara gün içindir! Diye devam ediyor. Halbuki böyle olmamalı! İktisatla ilgili atasözü, deyim, vecize ne varsa iktisat başlığı altında verilmeli. Tevazuyla ilgili sözler “tevazu” adlı bir başlıkta toplanmalı! Böylece herhangi bir konuda konuşacak ve yazacak kimse, konu hakkındaki sözleri kolayca bulabilmeli, konuşmasını veya yazısını bu sözlerle zenginleştirmeli!” Benden de bir ricası olmuştu: Hasan bey kardeşim! demişti: “Tasavvuf kültürüne vakıf değilim. Sonradan öğrendikçe bu eksikliğime hayıflanıyorum! İslam mutasavvıflarının sözlerini de sen yaz! Onları da kitaba alalım! Böylece mükemmel bir eser olsun!” Ama, nasip, olmadı.
Nejat Muallimoğlu, kontrolsüz artan nüfusun, beraberinde ahlâki yozlaşmayı da getireceğini söyleyerek, 70’li yıllarda 2000’li yılları görürcesine şunları yazıyordu: “Avrupa’nın teknik seviyesinden fersah fersah gerilerde bulunmamıza , zengin petrol kaynaklarına sahip olmamamıza , işsizler ordusuna her sene yüz binlerce insanın katılmasına, ziraatımızın genellikle iklim şartlarına bağlı bulunmasına rağmen, nüfusumuzun , yarınımızdan endişe ettirircesine helozonlaşması aklı başında insanları dahi düşündürmüyor”
Politika’da Nükte’nin yazarı olarak hümörü (nükteyi) çok severdi. Bana çok çalıştığımı söylediğinde “Üstat, ben arkadaşlarıma yetişmek için çalışıyorum. Gerçek çalışkanlar, saat 5’te işlerini bitirip okey masasının başına kurulanlardır” dediğimde “müthiş bir hümör!” demişti!. Bir kere daha Erzurum’a gelseydi, siyah-beyaz karikatürlerle süslenmiş “Ezop Masalları” kitabının, bizim ufaklıklar tarafından boyama kitabı gibi renklendirilmiş halini kendisine göstermeyi çok istiyordum. Muhakkak ki çok gülerdi! 7 yıllık dostluğumuz boyunca bana “kaç çocuğunuz var, Hasan Bey?” diye sormadı. Sorsaydı, ona kahkahalar attıracak şu cevabı kafamda tasarlamıştım: “Şimdilik 5 tane üstat! Sizin nüfus meselesi hakkındaki görüşlerinize bittecrübe katılıyor, nüfus artışını durdurmamız gerektiğini bütün samimiyetimle kabul ediyorum !”
O yaşarken, onun hışımlı kaleminden çekindikleri için kaynak vermeden kitaplarından tek bir cümle bile almaya çekinen kimseler, O’nun aramızdan ayrılmasından sonra korkarım ki Muallimoğlu kitaplarından kesme-yapıştırma resimler yapabilirler! Olsun, bu da Türk okuyucusu adına bir kazançtır!...Kendisine Cenab-ı Hak’tan rahmet diliyorum.