« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

08 Ağu

2011

Unuttuğumuz Mahmut Yesarî

Selim İleri 01 Ocak 1970

Zamanlardan 10 Mayıs 1933. Sedat Simavi'nin İstanbul'da yayımlanan haftalık Yedigün dergisi, "Yedigün için çalışan arkadaşlarımız"ı tanıtıyor. Bu hafta Ömer Rıza (Doğrul), Mahmut Yesarî'yi anlatmış:

"Nice nice geceleri karşı karşıya sabahladık, fakat iş masası etrafında! Yesarî çalışmaya başladı mı, mutlaka sabahlar! Sabahtan akşama kadar çalışmamasının sebebi, günün gürültüsüdür. Fakat gecenin sessizliği ve huzuru kafasını ve kalemini işletir ve Yesarî bütün gece yorulmadan, yorulursa dinlenmeden yazı yazar!"

Tertemiz yazarmış Mahmut Yesarî, bir deftere yazarmış, defterler defterler, hangi sayfayı açsanız, tek bir karalama yok! Devam ediyor Ömer Rıza:

"Yesarî'nin en çok muvaffak olan romancılarımızdan, dilimizi zenginleştiren ve edebiyatımızı kuvvetlendiren muharrirlerden olduğunu, eserleri ispat eder. Bu eserlerin samimi bir rağbet gördüğünü, karileri (okurları) tarafından ne kadar iyi takdir edildiğini ve sevildiğini yakından gördüm. Kendim de bu karilerin sınıfında bulunmakla bahtiyarlık duyarım."

Mahmut Yesarî henüz büyük şöhrettir. Yalnız Yedigün'de değil; dönemin belli başlı gazetelerinde, dergilerinde hikâyeleri, yazıları, tefrika romanları yayımlanır. Okurlar, henüz edebiyattan, sanattan, edebiyatımızın özellikle romantizme açılmış sayfalarından tat almakta. Mahmut Yesarî tarzı edebiyat adamları, yarı romancı yarı gazeteci, okurun ilgisini diri tutmakta.

Mahmut Yesarî'yi görmeme elbette imkân yoktu: Doğumumdan önce ölmüş. Ama onunla gizli, gizemli bir dostluk bağı vardı aramda. Bu, Çulluk'un bendeki öyküsüdür. Daha doğrusu, Çulluk'u 'okuyamama'nın, ya da, yıllar sonra okuyabilmenin öyküsüdür.

Çulluk, Mahmut Yesarî'nin en önemli romanı kabul ediliyor. Ama yazar, daha önce Çoban Yıldızı'yla ünlenmiş. Çoban Yıldızı 1925'te, Çulluk iki yıl sonra yayımlanmış. Çulluk, yeni alfabeye çevrimyazı için 1990'ları bekleyecek. Ancak o tarihte, M. Sabri Koz'un çevrimyazısından Çulluk'u okuyabileceğim...

Bugünün okurları -fonda hemen hep İstanbul'u anlatmış- Mahmut Yesarî'yi tanıyorlar mı? Tanıyanlar, ne ölçüde tanıyor, okuyor? Mahmut Yesarî de, söylemeye gerek yok, edebiyatımızın unutulmuş emekçilerinden. Eserleri galiba yeniden yayımlanmıyor bugün.

5 Mayıs 1895'te doğmuş, İstanbul'da. Büyük hattat Yesarîzâde'nin torunuymuş. Çanakkale Savaşı'na katılmış. Dönüşte yazı hayatına atılıyor, önce, mizah dergilerine karikatürler çiziyor, sonra, 16 Ağustos 1945'te ölünceye kadar, kalemiyle geçinebilme tasası çekecek. Necatigil, sözlüğünde şu sızılı cümleye yer vermiş: "Otuz yılı aşkın sürekli çalışma sonunda, Yakacık Sanatoryumu'nda veremden öldü." Çamlıca'da gömülüymüş. Mezarı duruyor mu? Mezarını arayıp soran var mı?

Yazdığı romanlardan Su Sinekleri'ni (1932) okumamışken, bir ad olarak işitmiştim. Romandan söz açıldığını -nerede, ne zaman; herhalde çocukluğumda, Kadıköyü'nde...- yine işitir gibiyim. Hatta bir bahçe; hasır koltuklar, hasır masa... Su Sinekleri, 'sinema delisi kızlar'ın öykülenmesiymiş. 1930'lu yıllarda, sinema, bizde başlıbaşına toplumsal endişe. Gençliği çılgınlıklara alıp götürmesinden korkuluyor. Mahmut Yesarî toplumdaki yaklaşımı romana aktarmış.

Eseri okuyunca, ister istemez şaşıracaktım: Romanın kahramanı genç kızlar, içlerinden birinin orta yaştaki annesi, sinemaya öylesine kapılıyorlar ki, Hollywood yapımı filmlerdeki serüvenleri İstanbul'da yaşamaya kalkışıyorlar, yıkımdan yıkıma, uçurumdan uçuruma sürükleniyorlar. (1980'lerde bir söyleşimizde, Su Sinekleri'ni Çetin Altan'ın da hatırlayageldiğini öğrenecektim.)

İşin tuhafı, anababaların endişesi, meselâ Yedigün'ün haberlerine, röportajlarına handiyse hiç yansımamış: Otuzların Yedigün'lerinde boyuna sinema yıldızları, Hollywood beliriyor; yeni çevrilen Türk filmleri, ilk oyuncularımızın yaşama biçimleri, evleri, gardıropları...

Derken, İnkılâp Kitabevi'nin yayınları arasında Pervin Abla'yı buldum. Bu roman ilk kez 1927'de basılmış. İstanbul'un yarı kentsoylu, yarı bohem çevrelerini yansıtıyor. Mahmut Yesarî incelikli ruh çözümlemeleri yazmış. Türk Romanından Altın Sayfalar'ı hazırlarken, Pervin Abla'yı tercih etmiştim. İlk gençliğimde derin iz bıraktığı için. Bugün olsa, belki Çulluk'u seçerdim...

Mahmut Yesarî'nin romancılık anlayışı Hüseyin Rahmi'den uzak izdüşümlerle, Reşat Nuri yatkınlığı ve Aka Gündüz kardeşliğiyle, okura roman sanatını âdeta bir an önce sevdirmek arzusunda odaklandırılabilir. O yıllarda böylesi romancılara 'halk romancısı' denmiş. Romanın, roman okumanın toplum hayatına, ferdin hayatına anlam katacağına gerçekten güvenilmiş.

Sevgi, merhamet dolu, okur yetiştirmeye özlemli bu romancılığı Nihat Sami Banarlı şöyle yorumluyor:

"Umumiyetle aşk maceraları, kadın-erkek yakınlaşmaları etrafında yazılan bu romanlarda hissî ve romantik sahnelerden ziyade, renk değiştirmekte olan bir cemiyetin hayatını karikatürize eden, meraklı ve realist özellikler vardır."

İşte, Sevda İhtikârı (1934) çalışma hayatına atılmış genç kızlarla delikanlıların yeni toplumda birbirlerini tanıma fırsatına eğilir. Sağanak Altında (1943) kadın-erkek ilişkisinin problemli yönlerini tahlil ederek, roman okuruna kişisel sorunları için yanıtlar getirir. Dağ Rüzgârları (1939) onmaz acılardan sonra yaşama sevincine yeniden çağrıdır.

En sevdiğim Mahmut Yesarî kitabı ise Yakacık Mektupları'dır. 1938'de ilk basımı yapılan, öyküler, gözlemler, izlenimler derlemesi, adından da anlaşılabileceği gibi, o zamanki sayfiye yöresi Yakacık'ın, bu arada Yakacık Sanatoryumu'nun topografyasını çıkarır. Yakacık, dingin, pastoral bir görünümle anılmıştır.

Yakacık Mektupları'nda, vereme yakalanmış küçük bir çocuğun bekleyişini, yalnızlık acısını dile getiren "Akşam Garipliği" öyküsü, bence, edebiyatımızın en yalın, en dokunaklı öykülerinden biridir. Sadece "Akşam Garipliği" Mahmut Yesarî'yi yarın da okunur kılacak.

Geçmişin romanlarını öğrenebildiğim antolojisinde, "Olaylar" diye yazmıştı Cevdet Kudret, Çulluk'tan söz açarken, "İstanbul'un bir tütün fabrikasında (birinci bölüm) ve adı verilmeyen bir Anadolu köyünde (ikinci bölüm) geçer. Eser, o devirde hemen hiç değinilmeyen fabrika ve pek az değişen köy çevrelerini ele alması bakımından dikkate değer."

Bu 'fabrika çevreleri' deyişi ilgimi çekerdi. Cibali'de, Eyüpsultan'a giderken önünden geçtiğimiz "Reji" fabrikasının anlatıldığı tek bir romana rastlamamıştım.

Çulluk'u yılların merakıyla okuyacaktım. Cevdet Kudret'in de alıntıladığı "tütün fabrikasının lokantası" sahnesi yurdun birçok yoksulluğunda -ne yazık ki- varlığını bugün hâlâ koruyor:

"Burası kirli çıplak duvarlı, büyük bir oda idi. Döşeme tahtaları yağ lekeleriyle yer yer parlıyordu. İki yanlara, üzerleri çinko kaplı, uzun mustatil (dikdörtgen) masalar, bu masaların kenarlarına da alçak, tahta sıralar konmuştu. Pencere tarafındaki köşede, üstünde yuvarlak bir yoğurt tenekesi, fasulye piyazı, ciğer tavası konulmuş büyük kayık tabaklar, hazırlop yumurta, ekmek, peynir, limon, şıra şişesi duran, çaprazlama yüksek bir tezgâh vardı."

Emile Zola'nın Meyhane'si günümüzde bir klasik olarak okunuyor. Çulluk seksen yıl boyunca hemen hiç okunmadığından olacak, Meyhane'nin Fransa'daki işlevini yerine getirememiş. Çulluk unutulmuş. Birçok işlikte, bugün, çıplak kirli duvarlar şimdi daha ürkünç.

Ziyaret -> Toplam : 125,26 M - Bugn : 16976

ulkucudunya@ulkucudunya.com