Hilafet’de Osmanlı Dönemi.
01 Ocak 1970
İslâmiyet'in geniş bir coğrafyaya yayılmasıyla birlikte değişik zamanlarda ve yerlerde bazı sultanlar kendi topraklarında halife unvanını kul¬lanmışlardır. Bu anlamıyla hilâfet bir hü¬kümranlık ifadesi olarak değerlendirilmiş ve meseleye şerl bir dayanak bulabilmek için. "Hakka riayetle adaleti yerine geti¬ren ve şeriatı uygulayan sultanlar kendi ülkelerinde halife sıfatını kullanabilirler" şeklinde yorumlar yapılmıştır. Osmanlı sultanları da I. Murad'dan itibaren bu ge¬leneğe uyarak halife unvanını kullanmış¬lardır (I. Murad'dan YavuzSultan Selim'e kadar Osmanlı padişahlarının halife un¬vanını nasıl kullandıklarına dair çeşitli nâme örnekleri için bk. Ibn Kemal, VII, 99, 197, 233, 235, 465, 525; Feridun Bey, I, 95, 96,97-98,99, 102. 103 vd.; Fatih Mehmed II Vakfiyeleri, s. 20-25; Sümer. LVI/217 |1992], s. 696-698).
Yavuz Sultan Selim döneminde Mısır ve Arap yarımadası da Osmanlı hâkimi¬yetine girince padişah "hâdimü'I-Hare-meyni'ş-şerîfeyn" unvanına sahip oldu. Muahhar kaynaklar, Mısır'ın fethi üzerine son Abbasî halifesi 111. Mütevekkil-Alel-lah'ın hilâfeti Yavuz Sultan Selim'e bir me-rasimle devrettiğini yazar. Buna göre Mü¬tevekkil-Alellah Yavuz tarafından Halep'¬te kabul edilmiş ve onun Kahire'ye girişin¬de yanında bulunduktan sonra da İstan¬bul'a gönderilmiştir. Yavuz Sultan Selim'in İstanbul'a dönüşünün ardından Eyüp Ca-mii'nde (Tansel, s. 221) veya Ayasofya Ca-mii'nde (Nâmık Kemal, s. 348; Atâ Bey, s. 93; Danişmend, II, 37) yapılan bir törenle hilâfet kılıcını padişaha kuşatarak unva¬nını yeni sahibine vermiştir. Fakat Yavuz Sultan Selim dönemi kaynaklarında bu olayla ilgili bir kaydın bulunmaması dik-
kat çekicidir; nitekim bu hususta Hoca Sâ-deddin Efendi'de geçen, "Libâs-ı hilâfeti istihkak ile telebbüs eylemişken dervişane kisvet ve libâsı İhtiyar etmişti" ifadesin¬den başka bir bilgi mevcut değildir (Tan¬sel. s. 211). Buna dair ilk rivayet, XVIII. yüzyılın sonlarına doğru kaleme alınan D'Ohsson'un Tableau general de l'em-pire ottoman adlı eserinde yer almakta¬dır (I, 269-270). Modern tarihçiler, böyle bir merasimi belgeleyen orijinal bir kay¬nağın bulunmadığı gerekçesiyle daha sonraki kaynaklarda verilen bilgilerin uy¬durma olduğunu ve Osmanlılar'ın bunla¬rı, hilâfetin mânevi nüfuzuna ihtiyaç duy¬dukları dönemlerde geriye dönük olarak rivayet ettiklerini ileri sürerler (konunun değerlendirilmesi için bk. Asrar. sy. 22 |1983|, S. 91-100; Sümer. LVI/217 |I992|, s. 675-701).
Ancak hilâfetin Osmanlılar'a intikaliyle ilgili tartışmalarda asıl üzerinde durulan meselenin bir devir teslim töreninin ya¬pılıp yapılmadığı konusu olduğu, diğer hukukî esasların dikkate alınmadığı gö¬rülmektedir. Bu tartışmalarda, halifelik hakkının sadece saltanata veya bu unva¬nı birinden devralmaya dayanmadığı göz ardı edilmiştir. Zira hilâfetin intikali için böyle bir merasime şer'an ihtiyaç bulun¬madığı gibi halife unvanının kullanılması¬nın meşruluğu da bir devir teslime bağlı değildir. Nitekim bu kurumun geleneğin¬de resmî bir devir teslim törenine rast-lanmadığı gibi İslâm hukukçuları da bu meseleyi Osmanlı hilâfetinin bir zaafı ola¬rak ele almamış, daha çok Osmanlı sul¬tanlarının Kureyş soyuna mensup olma¬maları üzerinde durmuşlardır. Bu husus bile ilk defa Kanunî Sultan Süleyman za¬manında ortaya atılmış. Sadrazam Lutfî Paşa Halâsü'I-ümme tîma'rifeti'I-eim-me adlı eserinde halife olabilmek için Ku¬reyş kabilesinden gelme şartının bulun¬madığını söyleyerek Sultan Süleyman'ın zamanın imamı olduğunu ve bütün müs-lümanların onun imamlığını tasdik etti¬ğini belirtmiştir (vr. 22ab).
Osmanlılar'ın Hicaz ve Mısır'da hâkimi¬yet kurmalarından sonra İslâm dünyasın¬daki itibarları artmıştır. Nitekim Yavuz Sultan Selim, bu fetihlerin ardından el-Melikü'r-Rahîm Şirvan Şah Şeyh İbra¬him'e gönderdiği mektupta Memlükler'in hac yolunu korumaktan âciz olduğunu ve Allah'ın bu bölgede düzeni sağlamayı şahsına nasip ettiğini bildirerek müslü-man idarecilerin ve bu arada onun da kendisinin hilâfet unvanını kabul etmesi¬ni ve hutbeleri adına okutmasını istemiştir (Feridun Bey, 1,437-444). Yine bu fetih¬ten sonra Hindistan, Orta Asya ve Uzak¬doğu'dan padişaha gönderilen mektup¬larda zaman zaman halife unvanı bir hi¬tap unsuru olarak kullanılmıştır (Mughul, S. 88; Reid, XXVI 11976|, S. 268-274; Öz-can, Pan-İslamizm, s. 11-20).
Kanunî Sultan Süleyman da tahta geç¬mesi münasebetiyle Mekke emîrine gön¬derdiği mektupta Allah'ın kendisini sal¬tanat ve hilâfet tahtına çıkardığını yaz¬mış, emîr de cevabî mektubunda bunu tekrarlamıştır (Feridun Bey, I. 500-501). Kanunî devrine ait çeşitli belgelerde hilâ¬fet unvanının bu şekilde kullanıldığına dair çok sayıda örnek vardır (Gökbilgin, s. 96-99). Nitekim Portekizliler'e karşı Hindistan'dan gelen yardım isteğine mu¬kabil padişah, Allah'ın yeryüzünde kendi¬sini halife kıldığını ve hac yolunun güven¬liğini sağlamanın görevi olduğunu belirt¬miş, Portekiz kralına yazdığı mektupta da, "Hak sübhânehû ve teâlâ hazretleri¬nin ulüvv-i inâyetiyle şimdiki halde hilâ-fet-i rûy-İ zemîn kabza-i tasarruf ve ikti¬darımızda olup ..." ifadesine yer vermiş¬tir (BA, MD, nr. V, s. 70). Benzer ifadeler. Kanunî ve III. Murad tarafından Kuzey Afrika'da hüküm süren Sa'dî sultanları¬na gönderilen mektuplarda da yer almış ve onlardan Osmanlı hilâfetini kabul et¬meleri istenmiştir (A. el-Moudden, U/82 11995], S. 106-108).
Osmanlılar'da hilâfetin nüfuzunun ül¬ke sınırları dışında ne zaman artmaya başladığı hâlâ tartışılagelen bir husus ol¬makla birlikte padişahların hilâfet kuru¬muna ağırlık vermeye yönelmelerinde, genellikle Osmanlı-Rus Savaşı sonrasın¬da imzalanan 1774 Küçük Kaynarca Ant-laşması bir dönüm noktası sayılmaktadır. Bu antlaşma. Batılı bir devletin Osmanlı padişahlarını bütün müslümanların hali¬fesi sıfatıyla tanıdığını gösteren ilk resmî belge olması bakımından önemlidir. An¬cak bu durum zaman içinde ilk hilâfet id¬diası şeklinde yorumlanmıştır. İngiltere'¬de XIX. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çı¬kan Osmanlı hilâfeti karşıtı propaganda¬ların tesirinde kalan bu tür kanaatler, Türkiye'de günümüz tarihçileri tarafın¬dan da genellikle sorgulanmadan kabul edilmiştir. Halbuki Küçük Kaynarca Ant-laşması'ndan çok önce 1727'de III. Ah-med, Afgan hükümdarı Eşref Han ile im¬zaladığı bir antlaşmada kendisini "bütün müslümanların halifesi" olarak nitelemiş¬tir (İnalcık. I, 320). Dolayısıyla Küçük Kay¬narca Antlaşması'nın bu açıdan önemi, Osmanlı halifesinin bu unvanının milletlerarası bir antlaşmada tescil edilmesin¬den gelmektedir. Bu tescil aynı zamanda onun tarihî devamlılığını da gösterebilir. Zira eğer böyle bir anlayış önceleri yok idiyse Babıâli bunu savaşta yenilen taraf olarak ileri süremez ve kimseye kabul et¬tiremezdi. Öte yandan Kırım, Osmanli-lar'dan özel bir hukukla ayrılan ilk İslâm toprağıdır. Osmanlı Devleti daha önce hiç¬bir gayri müsüm devletle, bir zamanlar kendi sınırlan içinde yer alan bir ülkedeki müslümanların geleceğini tartışmamış¬tır. Padişahlar bu tarihten sonra da Os¬manlı sınırları dışındaki müslümanlarla hilâfet hukuku çerçevesinde ilgilenmeyi sürdürmüşlerdir. Meselâ 1782'de İspan¬ya ile bir antlaşma imzalanırken İspan-yollar'ın. Kuzey Afrika müslümanları ken¬dilerine karşı Babıâli'den yardım istedik¬lerinde yardım yapılmaması şartını ileri sürünce Osmanlı Devleti, "cihet-i câmia-i hilâfet" sebebiyle onlara yardım etmenin farz olduğunu ileri sürerek buna uzun sü¬re direnmiştir (Cevdet. Târih, II, 194-200). Yine bu dönemde diğer Batılı devletlerin de Osmanlı sultanlarını "âlemşümul hali¬fe" olarak kabul ettikleri görülmektedir. Hindistan'da Meysûr Sultanı Tîpû'nun kendilerine karşı Fransızlarla iş birliği yapmasından endişe eden İngilizler, "müs-lümanların imamı" şeklinde niteledikleri III. Selim'e başvurarak Tîpû'ya bir mek¬tup gönderip ona nasihatte bulunmasını istemişler, padişah da bunu yapmıştır (Syed Mahmud. s. 77; Bayur, III, 205-206). XIX. yüzyılda Osmanlılar'da bu anlayış, sö-mörgeleşen İslâm memleketlerinden ge¬len yardım talepleriyle daha da kuvvetlen¬miştir. 1819'da tek taraflı olarak Osman¬lı Devletİ'ne biat ve bağlılık yemini edip durumu bir mektupla Babıâli'ye bildiren Buhara Hanı Haydar Şah'a verilen cevap dikkat çekicidir. Burada, Osmanlı padişa¬hının hâdimü'l-haremeyn ve halife sıfa¬tıyla bütün müslümanlann sığınacakları merci olduğu, dolayısıyla Haydar Şah'ın ayrıca biatına ihtiyaç bulunmadığı belir¬tilmektedir (BA, Nâme Defteri, IX, 140). 1850'de Sultan Abdülmecid, II. Selim za¬manından beri Osmanlı himayesinde bu¬lundukları gerekçesiyle Hollandalılara karşı yardım isteyen Uzakdoğu'daki Açe möslümanlarına cevap vererek bu hima¬yenin mevcudiyetini teyit etmiştir f BA, İrade-Meclis-i Mahsûs, nr. 1524; BA, İra-de-Dahiliye. nr. 26941 |1274|).
Tanzimat'la birlikte geleneksel hilâfet anlayışında bir değişiklik meydana gel¬miştir. Daha önceki anlayışa göre halife dinin hadimi ve devletin siyasî reisi ikenTanzimat Ferman’nın öngördüğü İtti-hâd-ı anâsır ve eşitlik hedefleri devletin gayri müslim tebaasını hilâfetten çok sal¬tanat itibariyle kuşatmayı düşünmüştür. Bu durumda hilâfet, padişahın sadece müslümanlann reisi olması dolayısıyla di¬nî riyasete, saltanat ise aynı zamanda gayri müslımleri de kapsadığı için salt si¬yasî riyasete dönüşüyordu. İslâm tarihin¬de daha önce pek rastlanılmayan bu iki¬lik hilâfetin siyasî güç ve nüfuz bakımın¬dan zayıflamasına sebep olmuştur. Bu ayırımın nihaî neticesi, en yüksek dinî-si-yasî makamda bulunan (ülü'1-emr olan) ha¬lifenin siyasî yetkilerini zamanla saltana¬ta terketmesi ve kendisinin sadece dinî (ruhanî) bir alanla sınırlı kalmasıdır. O sıra¬da Osmanlı Devleti'nde hilâfet ve salta¬nat aynı kişide toplandığı için bu ayırımın sonuçlarının nelere yol açabileceği dikkati çekmemişti; ancak hukukî bir aşınmanın mevcudiyeti ortada idi. Nitekim 1876'da ilân edilen Kanûn-i Esâsî'nin 3. maddesi bu sürecin resmî ifadesidir: "Zât-ı Haz-ret-i Pâdişâhî hasbe'l-hilâfe dîn-i İslâm'ın hâmîsi ve bi'l-cümle tebea-i Osmâniyye'-nin hükümdarı ve padişahıdır" (Düstûr, Birinci tertip, IV, 4). Bu cümle, Tanzimat dönemi Osmanlı hilâfet anlayışının bir ifa¬desidir. İslâmiyet sadece Osmanlı Devleti sınırlan içerisine münhasır olmadığından böyle bir himaye, yalnız lafzî manasıyla bile yeryüzünün müslümanlarla meskûn bütün yerlerini içine almaktadır. Şüphe¬siz burada kastedilen şey siyasî himaye değil manevî- dinî himayedir. Ancak uy¬gulamada bu ayırıma her zaman riayet edilmemiştir. Meselâ 1873'te Sultan Ab-dülaziz zamanında Osmanlı Devleti'nin hi¬mayesine girmek isteyen Doğu Türkistan¬lı Yâkub Han'ın yardım talebi kabul edile-rek kendisine askerî yardım gönderilmiş¬tir (BA, İrade-Hariciye, nr. 1524). II. Ab-dülhamid döneminde Osmanlı konsolos¬larının, Hollanda sömürgesi Cava'da hak¬sız yere vergi ödemekten şikâyetçi olan müslümanlar adına Hollanda hükümetine başvurmaları ve padişahın da bunu tas¬dik etmesi buna bir örnek oluşturmakta¬dır. Yine Ermeniler'in saldırısına uğrayan Kafkasya müslümanlarının haklarını sa¬vunup mallarını korumak için Rusya nez-dinde girişimlerde bulunulmuştur (BA, İrade-Hususî, nr 56 [1323]).
II. Abdülhamid, Osmanlı Devleti'nin bü¬yük sıkıntılar içinde bulunduğu bir za¬manda tahta geçti. Devlet bir taraftan Tanzimat tecrübesiyle ortaya çıkan yeni problemlerle uğraşırken diğer taraftan da Rusya ile girişilecek büyük bir savaşın eşiğindeydi. Avrupa ülkelerinin gittikçe artan müdahaleleri sonucunda gayri müs¬lim tebaa arasında ayrılıkçı temayüller hız kazanmıştı. Dış siyasette ise devlet gide¬rek bir yalnızlığın içine itilmekteydi. II. Abdülhamid'in önündeki iki âcil mesele birliği korumak ve gittikçe artan dış bas¬kılardan kurtulmaktı, öte yandan Osman-lılar'ı baskı altında tutan Avrupalı devlet¬lerin bir kısım sömürgelerinin müslüman-lardan meydana gelmesi, M. Abdülha-mid'i siyasî varlık mücadelesinde içeride ve dışarıdaki müslüman unsurlara yaslan¬mak gerektiği sonucuna götürdü. Bu an¬lamda hedef kitle dünya müslümanları olunca onlara yönelik siyasî tavırda hilâ¬fetin ön plana çıkarılması tabii idi. Esa¬sen hilâfet geleneği de buna müsaitti. Ayrıca Osmanlı aydınlarının "ittihâd-ı İs¬lâm" fikri müslüman kamuoyunu bu he¬defe yönlendirmişti. Bu dönemde hilâfet artık devletin ve milletin bekası için içeri¬de, devletlerarası rekabette bir koz ola¬rak da dışarıda çok önemli bir fonksiyona sahip olacaktı. 11. Abdülhamid, daha sal¬tanatının başlarında Osmanlı hilâfet id¬dialarını hem teoride hem pratikte kuv¬vetlendirme gereğini duydu. Onun hilâ¬fet unvanı kullandığı için Fas emîrine gön¬derdiği mektuptaki ifadeler, bu dönem¬de Osmanlı hilâfet anlayışının mahiyetini ve nasıl temellendirildiğini net bir şekilde göstermektedir (BA, YEE, nr. 36-139/9-139-XVII1).
Buna göre Osmanlı hilâfetinin meşru¬luğu şu dört esasa dayanmaktadır: İlâhî iradenin tecellisi; ecdattan tevarüs et¬mek; siyasî ve askerî güç sahibi olarak İ'lâ-yi kelimetullah için fütuhatta bulun-mak; ulemâ, devlet adamlan, askerler ve halkın tasvip ve biati. Bu husus Osmanlı Devleti'nin resmî salnamelerinde de yer almıştır. Burada klasik teorideki Kureyş'-ten gelme şartından bahsedilmemekte-dir. Zira Osmanlı anlayışına göre bu şart Hulefâ-yi Râşidîn dönemine münhasırdır. II. Abdülhamid zamanında gerek lâyiha¬ları gerekse diğer yazıları ile tıpkı Kanunî döneminde Lutfî Paşa'nın yaptığı gibi Os¬manlı hilâfetini savunan Cevdet Paşa'ya göre ashabın çoğunluğunun halifenin Ku-reyş'ten olmasını istemesi bu kabilenin Araplar arasındaki itibarı dolayısıyladır. Ulemânın çoğuna göre ise hilâfet gibi imamet de din ve dünya işlerinde "riyâ-set-i umûmiyye" demektir ve bu şekilde ümmetin işlerini üzerine alan kimseye imâmü'l-müslimîn denir. Hilâfet müslü¬manlar arasında birliği sağlayan bir mü¬essesedir ve ancak güç ve kuvvetle ayakta kalabilir. Güç ve kudret sahibi olan hü¬kümdara itaat etmek ise farzdır (Kısas-ı Enbiyâ, s. 416). Bu sebeple Osmanlı sul¬tanlarının hilâfetleri meşru olup onlara karşı gelenler âsi kabul edilir (Tezâkir, I, 149). Cevdet Paşa hilâfet ve saltanatın kesinlikle birbirinden ayrılmaması gerek¬tiğini söyler. Ona göre Abbasîler zamanın¬da devlet zaafa düşünce hilâfet bir "kuv-ve-i rûhâniyye1* hükmüne girmiş ve hali¬felerin hükümeti bir "emr-i itibarî" şek¬linde kalmışsa da (Târih, 1,23,24) Yavuz Sultan Selim saltanat ve hilâfeti birleş¬tirerek Osmanlı Devleti'ni yüceltmiş ve müslümanlar yeniden eski güçlerine ka¬vuşmuştur {a.g.e., I, 39).
Büyük oranda Cevdet Paşa'nın fikirle¬rine göre şekillenen II. Abdülhamid'in hilâfet anlayışında bu unvanın taşıdığı önem kaynağını doğrudan Kur'ân-ı Ke-rîm'den almaktadır. Halife bir ülü'1-emr-dir ve ona itaat Allah ve Resulü'ne itaat¬tir (en-Nisâ 4/59). Ahmed Midhat Efen¬di, padişahın isteği üzerine sunduğu lâyi¬hasında bu anlayışı üç noktada değer¬lendirerek Allah'ın halifeye insanlığın üs¬tünde bir makam verdiğini, Allah ve Re¬sulü'ne itaat emredildiği gibi halifeye de itaatin farz olduğunu, bu emre karşı ge¬lenlerin mürted kabul edileceğini ve bü¬yük günah işledikleri gerekçesiyle öidürü-lebüeceklerini söylemiştir (BA, DUİT, nr. 71/1515 113151). Ülke içinde ve dışında milyonlarca müslümanı harekete geçire¬bilme potansiyeline sahip bir güç olan hi¬lâfete karşı II. Abdülhamid son derece hassas davranmış ve bu kuruma yönelen her türlü tehdide karşı tedbir almıştır. 1878-1880 yıllan arasında İngiltere'nin İs¬tanbul büyükelçisi olan Henry Layard'ın şu sözleri de bu hassasiyeti doğrulamak¬tadır: "Sultan, halifelik sıfatı hakkında gösterdiği hassasiyeti başka hiçbir me¬selede göstermemektedir... Onun en bü¬yük gayelerinden biri unvanını muhafaza etmektir... Halife unvanını sultan unva¬nından daha kutsal ve ehemmiyetli gör¬mektedir" (Layard Papers, nr. 38938/7). 11. Abdülhamid'in en büyük hedefi Os¬manlı hilâfetini tartışılmaz bir gerçek ola¬rak ortaya koymaktı. Nitekim İngilizler başta olmak üzere bazı Avrupalıların, Ku-reyş soyundan gelmediği gerekçesiyle Abdülhamid'in gerçek halife sayılamaya¬cağı yönündeki propagandaları karşısın¬da çok sayıda risale ve broşür yazdırıldı. Ayrıca İngiltere, Hindistan ve Mısır'daki bazı gazetelere bu hususu destekleme¬leri için malî destek sağlandı. Hac mev¬simlerinde özel çalışmalar yapıldı; İslâm âleminden itibarlı kişiler davet edilerek misafir edildi. Bu arada İslâm ülkelerin¬deki Osmanlı konsolosları da büyük çaba harcadılar. Bu faaliyetler aynı zamanda devlete baskı yapan Batılı devletlere göz¬dağı vermek amacına yönelikti.
II. Abdülhamid, İngilizlerin Araplar'ı kışkırtıp Osmanlı Devleti'ni parçalamak için hilâfet meselesini devamlı şekilde gün¬deme getirdiklerine inanıyordu. 1882'de Mısır'ın işgalini de bir hatife olarak taşıdı¬ğı itibara karşı en büyük darbe olarak ka¬bul etti. Ona göre İngiltere'nin asıl hede¬fi, Araplar'dan bir halife ortaya çıkararak hilâfet merkezini Cidde veya Mısır gibi bir yere taşımak ve hilâfeti kendi maiye¬tinde bir alet haline getirerek bütün müs-lümanları istediği gibi yönetmekti (BA, YEE, nr. 9-2638-72). Esasen İngiltere'nin hilâfete olan ilgisi XVIII. yüzyılın sonların¬da başlamış ve Tîpû Sultan zamanında Osmanlı halifesinden yardım istenmişti. İngilizler ayrıca, 1857'de bağımsızlık için Hindistan'da ortaya çıkan ayaklanma sı¬rasında Osmanlı halifesinin yardımına başvurmuşlardı. Nitekim Sultan Abdül-mecid'in müslümanlara sükûnet tavsiye eden bir mektubunun Hindistan camile¬rinde okunduğu ve çok etkili olduğu kay¬dedilmektedir (Özcan, IX |1995], s. 269-280). Ancak 1870'lerde İngiltere-Osmanlı ilişkilerinde meydana gelen soğukluk ve İngiltere'nin müslüman sömürgelerinde ortaya çıkabilecek direnişlerin hilâfet et¬rafında güçlenmesi ihtimali İngilizler'i bu kurumun manevî nüfuzu hakkında endi¬şelendirdi. İngiliz basınında Osmanlı hilâ¬fetinin meşru olmadığı yolunda yazılar yayımlanmaya başlandı. Ardından siya¬setçiler ve devlet adamları da Osmanlı hi¬lâfetinin bir meşruiyetinin bulunmadığı¬nı öne sürdüler. Bu arada İngilizler müs¬lüman kamuoyunu etkileyebilmek için id¬dialarını bazı esaslara dayandırmaya ça-lışıyorlardı. Bu esaslar kısaca şunlardır: Osmanlılar'ın hilâfet iddiası yeni olup İs¬lâm âleminin tamamı tarafından kabul edilmiş değildir; Osmanlılar Kureyş so¬yundan gelmemektedir; Osmanlı hilâfeti biatla değil zorla ve tevarüsle gerçekleş¬miştir. Bu hilâfet tartışmalarında İngiliz-ler'in adayı Mekke emîri idi. Buna karşılık İngiltere'de tartışmaları ciddi bulmayan ve Osmanlilar'la iyi ilişkilerin sürdürülüp Osmanlı hilâfetine destek verilmesini is¬teyen gruplar da mevcuttu. Osmanlı Dev-leti'nin sonuna kadar devam eden bu ka¬bil tartışmalar, esasen İngiltere'nin Ba¬bıâli ile olan ilişkilerinin durumuna göre değişebilecek alternatif politika arayışlarının bir tezahürüdür. Bunun sonuçları da 1916'da Şerif Hüseyin'in isyanıyla orta¬ya çıkmıştır. Bu dönemde Araplar arasın¬da hilâfetin kendilerine intikalini savunan bazı hareketler ortaya çıktıysa da bunlar dar çevreyi aşamamış ve genel kabul gör¬memiştir.
Otuz üç yıllık saltanatı boyunca II. Ab¬dülhamid İslâm dünyasını genel olarak Osmanlı hilâfeti etrafında birleştirmeyi başarmış ve ortak bir kamuoyu oluştur¬muştu. Ancak ülke içinde kendisine karşı başlatılan bazı hareketler yüzünden onun gerçek halife olamayacağı yönünde neş¬riyat yapılmıştır (Osman/ı, nr. 58, 15 Ni¬san 1900; nr 75, 1 Kânunusâni 1901). II. Meşrutiyet döneminde ise hilâfetin ka¬zanmış olduğu milletlerarası mahiyet ko¬runmaya çalışılmış, fakat iç siyasetteki konumu daraltılmak istenmiştir. II. Meş¬rutiyetin ilanıyla birlikte ortaya çıkan ye¬ni hukukî durumla ilgili görüşler kısaca şöyledir: Hilâfet bir vekâlettir, vekâleti veren de müslüman ümmet veya millet¬tir; dolayısıyla halifenin millet üstünde değil halifeyi tayin eden milletin onun üzerinde hâkimiyeti vardır. Bu konumda¬ki halife meşrutî bir İdarede hükümet re¬isi makamında olup hak ve yetkileri sa¬dece icra ile sınırlıdır; teşrî ve kaza İse başkalarına aittir. Bu tür yaklaşımların hilâfetin ülke içindeki ağırlığını azaltma¬yı, buna karşılık meclis ve anayasa gibi ye¬ni kurumlan güçlendirmeyi hedef aldığı açıktır. Zira meşrutiyetin ilânından sonra tek kişinin yönetimine rızâ gösterilmedi¬ği gibi meşrutiyetin tabiatı da kuvvetler ayırımını gerektiriyordu.
Hilâfet kurumu. Otuzbir Mart Vak'a-sı'ndan sonra çıkarılan S Şaban 1327 (22 Ağustos 1909) tarihli kanunla halifenin hak ve yetkileri daha da sınırlandırılarak güç ve itibar kaybına uğratıldı. Fakat bir müd¬det sonra İslâm âleminden bu yeni du¬rumla ilgili tepkiler gelmeye başlayınca İttihat ve Terakkîyönetimi, hem bu tep¬kiler sebebiyle hem de içerideki müslü-manların devlete bağlılığını devam etti¬rebilmek ve dışarıdaki müslüman kamu¬oyunun desteğini sağlayabilmek amacıy¬la tekrar hilâfet kurumuna atıflar başlat¬tı. Buna göre Osmanlı Devleti bir makâm-ı hilâfet, hilâfetin devamı da bütün müs-lümanian ilgilendiren bir mesele idi ve dünya müslümanlannın hilâfetten başka sığınacakları bir merci bulunmadığından Osmanlıların el birliğiyle güçlendirilmesi ortak bir sorumluluktu.
Trablusgarp ve Balkan savaşları sırasın¬da İslâm âleminden ve özellikle Hindistan'dan gelen maddî ve manevî destek Jön Türkler'i hilâfetin sahip olduğu po¬tansiyel hakkında yeterince bilgilendir-mişti. Bu tecrübenin ardından halifenin ilân edeceği bir cihâd-t ekberden de fay¬da umularak 1. Dünya Savaşfna girildi. Ancak İngiltere. Fransa ve Rusya kendi möslöman sömürgelerinde gereken ted¬birleri almış ve halkı harekete geçirmesi muhtemel bütün kişi ve kuruluşları tas¬fiye etmişlerdi. Dolayısıyla savaş yılların¬da sömürge durumunda olan İslâm ülke¬lerinden beklenen tepki görülemedi. Ak¬sine İngiltere'nin Araplar'a yönelik çalış¬maları sonuç verdi ve Şerîf Hüseyin Os¬manlı Devleti'ne isyan etti. Osmanlılar'ın savaşa girmesinden sonra İngiltere'nin Mısır'daki görevlilerinden Henry McMa-hon, Şerîf Hüseyin'in beklentilerine uygun olarak onu kendi saflarına çekebilmek için hem bağımsızlık hem de hilâfet vaad et¬mişti. Fakat Şerif Hüseyin İngilizlerin ya¬nında savaşa katıldıktan sonra İslâm âle¬minin tepkisinden korkulduğu için kendi¬sine hilâfet meselesini gündeme getirme¬mesi ve savaş bitimine bırakması tavsiye edildi. Savaştan sonra da İngilizler İslâm âleminden gelen tepkiler üzerine hilâfet meselesine karışmak istemediklerini bil-dirdiler. Ancak Şerif Hüseyin bu konuda¬ki ısrarını sürdürdü ve en son 1923'te Lo¬zan görüşmeleri sırasında kendisine ve¬rilen sözü gündeme getirdi. İngiltere bu defa da ona destek vermedi ve 1914teki taahhüdü, savaş şartlarında bazı görev¬lilerin yetkilerini aşması olarak nitelendi¬rip bunun İngiliz hükümetini bağlamaya¬cağını açıkladı (İndia Office Records and Library. UP & S/18.B.222; L/P & S/10/ 895). İngilizler'i böyle bir davranışa götü¬ren en önemli sebep, Hindistan'da baş¬layan kıpırdanmalar ve ortaya çıkan Hin¬distan Hilâfet Hareketi idi. Zira savaş sı-rasında İngilizler, Hindistan müslüman-larının tepkisini yatıştırmak için Osmanlı hilâfetine ve mukaddes bölgelerdeki hâ¬kimiyetine halel gelmeyeceğini taahhüt etmişlerdi. Savaştan sonra ortaya çıkan gelişmeler ve Sevr Antlaşması bu taah¬hüdün yerine getirilmeyeceği gerçeğini ortaya koydu. Bunun üzerine Hint müs-lümanları Osmanlı hilâfetinin hukukunu korumak üzere büyük bir eylem başlattı¬lar. Hindistan Hilâfet Hareketi denilen bu eylem, aynı zamanda Anadolu'da başla-yan Millî Mücadele'nin de dışarıdaki en büyük destekçisi oldu.
I. Dünya Savaşı'ndan mağlûp çıkan dev¬letlere uygulanacak yaptırımlar galipler arasında tartışılırken hilâfeti elinde bulunduran Osmanlılar'ın daima potansiyel bir panislâmist tehdit oluşturacağı ve bu tehdidin bertaraf edilmesi gerektiği fikri arka planda mevcuttu: nitekim Sevr Ant-laşması'nın şartları da aynı zamanda bu hedefe yönelikti. Ancak Türkiye'de baş¬layan Millî Mücadele hareketi buna im¬kân vermedi. İstanbul işgal altında iken Ankara'da kurulan yeni meclis, padişah-halifenin durumunun "padişah ve halife cebir ve ikrahtan âzâde olduğu zaman" ele alınacağını belirtiyordu. 1921 anaya¬sasında da meclis görevi, "hilâfet ve sal¬tanat ve vatan ve milletin İstihlâs ve istik¬lâlinden olan gayenin husulüne kadar" olmak kaydıyla kabul etti.
Millî Mücadele'nin zaferle sonuçlanma¬sından sonra Lozan Konferansı'na katıla¬cak Türk heyetinin tesbiti, Ankara ve İs¬tanbul'da mevcut iki hükümetten kay¬naklanan iki başlılığın sıkıntılarını günde¬me getirdi. İngilizler her iki merkezden de temsilci çağırdılar. Ancak ülkenin iki başlılıktan kurtarılması gerektiğine inanan meclis 1 Kasım 1922"de saltanatı hi¬lâfetten ayırarak lağvetti. Hilâfet ise çe¬tin müzakereler sonunda çıkan kanuna göre sadece dinî muhtevalı bir kurum ola¬rak devam edecek ve halife hiçbir siyasî faaliyete katılmayacaktı. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin bu kararını kabullene¬meyen son padişah VI. Mehmed, hem can güvenliğinden endişe ettiği hem de un¬vanlarını korumak istediği için 16-17 Ka¬sım 1922 gecesi İngilizler'e sığındı.
Bunun üzerine veliaht Abdülmecid Efendi ile görüşülerek kendisinden sal¬tanat iddiasında bulunmayacağına dair bir belge alındı. Yeni bir halifenin seçile¬bilmesi için gereken fetva Şer'iye Vekili Mehmed Vehbi Efendi tarafından yazıldı. 19 Kasım'da yapılan oturumda, hilâfet makamını terkeden Vahdeddin'in yerine Abdülmecid Efendi'nin halife seçildiği belirtildi. Aynı gün Abdülmecid Efendi'¬nin bir halife olarak nasıl davranması ge¬rektiğini belirleyen bir de çerçeve hazır¬landı. Buna göre Abdülmecid Efendi sadece "halîfe-i müslimîn" unvanını kullana¬cak, bu unvana başka sıfatlar eklenmeye-cekti. Ayrıca İslâm dünyasına hitap eden bir beyanname hazırlayarak onaylanmak üzere Ankara'ya gönderecekti. Bu beyan¬namede Abdülmecid Efendi halife seçil¬mesinden dolayı duyduğu memnuniyeti ifade edecek, bu arada Vahdeddin'in dav¬ranışı tenkit edilecek. Türk Devleti ve Bü¬yük Millet Meclisi'nin bütün İslâm âlemi için çok hayırlı ve faydalı olduğu belirti¬lecek. Türk hükümetinin hizmetlerinden takdirle bahsedilecek ve halife siyasî sa¬yılabilecek başka hiçbir beyanda buluna¬mayacaktı (Atatürk. II, 695-696).
Durumun Abdülmecid Efendi'ye res¬men bildirilmesi üzerine yeni halife An¬kara ile temasa geçip 21 Kasım 1922'de halifeliğe seçilme merasimi yapılmasını, imzasının üstünde "halîfe-i müslimîn ve hâdimü'l-haremeyn eş-şerîfeyn" unvanı¬nın bulunmasını, cuma selâmlığında hil-'at giymesine ve Fâtih Sultan Mehmed'in-ki gibi bir sarık takmasına izin verilmesi¬ni istediğini ve İslâm dünyası için hazırla¬yacağı beyannamede eğer uygun görü¬lürse Vahdeddin hakkında bir şey yaz¬mak istemediğini bildirdi. Abdülmecid Efendi'nin bu isteklerine karşı "halîfe-i müslimîn" ile birlikte "hâdimü'l-haremeyn eş-şerîfeyn" unvanını da kullanabileceği, fakat Fâtih tarzı bir kıyafetin kesinlikle söz konusu olamayacağı. Vahdeddin'in adını anmadan da olsa mutlaka onun zamanın¬da yaşanan olumsuzluklardan bahsetme¬si gerektiği cevabı verildi. Birkaç gün son¬ra Abdülmecid Efendi kendisinden iste¬nen bildiriyi yayımladı fakat Ankara hü¬kümetinin hoşlanmayacağı biçimde gös¬terişli bir törenle halifeliği üstlendi.
Ancak gerek yeni halife seçimi sırasın¬da meclisteki hilâfet taraftarlarının mu¬halefeti gerekse Abdülmecid Efendi'nin yayımladığı bildirideki üslûbu çeşitli tar¬tışmalara sebep oldu. Meclisin yeni seçim dönemine yaklaşması İle bu tartışmalar daha da şiddetlendi. Mustafa Kemal Pa¬şa, hem seçim gezisi yapmak hem de son gelişmelerle ilgili halkın beklentilerini öğ¬renmek için 13 Ocak 1923'te bir yurt ge¬zisine çıktı. Bir gün sonra da meclisteki muhalefet grubu, Karahisansâhib mebu-su Hoca Şükrü Efendi'nin hazırladığı "Hi-lâfet-i İslâm ve Büyük Millet Meclisi" baş¬lıklı bir risale dağıttı. Risalede saltanatın kaldırılmasının uygun görüldüğü, ancak hilâfetin asla kaldırılamayacağı, halifenin sadece ruhanî sorumluluklarının değil dünyevî görevlerinin de bulunduğu ve içinde yaşanan olağan üstü şartların normale dönmesiyle halifenin bunları yerine getireceği belirtiliyor ve İslâm âlemine sa¬bırla beklemesi tavsiye ediliyordu. Mus¬tafa Kemal Paşa bu durumu bir basın toplantısı İçin hazırlıkların yapıldığı İz¬mit'te öğrendi. Toplantının ağırlıklı konu¬sunu hilâfet meselesi teşkil etti. Yapılan konuşmalar ve Mustafa Kemal Paşa'nın değerlendirmeleri bundan sonra meyda¬na gelecek olayları açıklar mahiyetteydi; İstanbul başşehir olarak kalmayacak, meclis başkanı aynı zamanda devlet baş¬kanı olacak, gerekirse hilâfet kaldırılaca¬ğı gibi Osmanlı hanedanı da sürgün edi¬lebilecek ve inkılâp kanunları uygulana¬caktı. Bu arada bir gazetecinin hilâfetin Osmanlı hanedanında bırakılmasının sa¬kıncalı olacağını belirtmesi üzerine Mus¬tafa Kemal Paşa halifelerin, aleyhine bir hareketleri olduğu takdirde milletin onla¬rı başından defedebileceğini söyledi (Arar, S. 51).
Bu sırada Lozan'da barış konferansı başlamıştı. Bir taraftan müzakereler de¬vam ederken diğer taraftan mecliste mu¬halefet gittikçe sertleşerek hükümetin gerek Lozan'daki politikasını gerekse re¬formlarla ilgili tavrını eleştirmekteydi. Hi¬lâfet ve saltanat meselesi bu eleştiriler arasında üzerinde en çok durulan husus¬lardı. Lozan Antiaşmasfnın meclisin salt çoğunluğu tarafından onaylanmasını is¬teyen Mustafa Kemal Paşa mevcut du¬rumun buna uygun olmaması sebebiyle meclisi yenilemeye karar verdi. 15 Nisan 1923te gerçekleştirilen meclisin son otu¬rumunun arkasından seçimlere gidildi. Meclisin kapalı bulunduğu günlerde yapı¬lan ikinci Lozan görüşmelerinden sonra antlaşma 24 Temmuz 1923te imzalan¬dı. İlk toplantısını 11 Ağustos 1923'te ya¬pan yeni meclis aynı gün bu antlaşmayı onayladı.
29 Ekim 1923'te Cumhuriyet ilân edil¬di. Bundan sonra sıra sosyal, ekonomik, hukukî, siyasî ve kültürel reformlara gel¬mişti. Gündemin İlk sıralarında İse hilâ¬fet kurumunun statüsü yer alıyordu. An¬cak bu süreç içerisinde mecliste hilâfet etrafında bir muhalefet grubu oluştu ve Halife Abdülmecid Efendi'nin istifa ede¬ceği söylentileri çıktı. Bunun üzerine İs¬tanbul Barosu başkanı Lutfı Fikri Bey ve Tanın gazetesi başyazarı Hüseyin Cahit Bey gibi hilâfet taraftarlarının basında hilâfet kurumunun Türkler'in elinde bulu¬nan manevî bir güç olduğu, bunun mut¬laka korunması gerektiği yolunda yazı¬ları çıkmaya başladı. Bu arada Rauf Bey, Kâzım Karabekir Paşa. Ali Fuad Paşa. Re-fet Paşa ve Abdülhak Adnan (Adıvar) gibi kişilerin Abdülmecid Efendi'yi ziyarete gitmeleri de kamuoyunu etkilemişti. An¬kara'da ciddi rahatsızlıklara sebep olan İstanbul'daki bu gelişmelerden sonra 22 Kasım 1923'te gerçekleştirilen Cumhuri¬yet Halk Fırkası toplantısında fırkanın ge¬nel başkanlığına seçilen İsmet Paşa hali¬fenin ziyaret edilmesine temas edip, "Ta¬rihin herhangi bir devrinde bir halife zih¬ninden bu memleketin mukadderatına karışmak arzusu geçirirse o kafayı behe-mahal koparacağız" diyerek net bir tavır ortaya koydu (ismet Paşa'nın Siyasî ue İçtimaî Nutuktan, I, 8). Ancak İsmet Paşa'nın bu tavrı hilâfet yanlısı basında eleştirildi. Türkiye'de bu tartışmalar sü¬rerken İslâm âleminde, yeni Türkiye'de ruhanî bir konumda değerlendirilen hali-fenin hilâfet kurumunun geleceğiyle ilgi¬li endişeleri dile getiriliyordu. Bu sırada Londra'da bulunan Ağa Han ve Seyyid Emîr Ali. Hindistan müslümanları adına Başbakan İsmet Paşa'ya bir mektup gön¬dererek hilâfet kurumunun etkin bir ko¬numda muhafaza edilmesini istediler.
Onlara göre hilâfet hakkındaki belirsizlik müslümanlar arasında ciddi rahatsızlık¬lar uyandırıyordu ve halifenin itibarının azalması İslâm'ın zayıflamasına yol açabi¬lirdi (TheTimes, 14.12.1923). Başbakan¬la birlikte aynı anda gazetelere de gönde¬rilen bu mektup Ankara'ya ulaşmadan birkaç gün evvel 5 Aralık 1923 tarihinde İstanbul gazetelerinde yayımlandı. Konu¬nun bu şekilde gündeme gelmesi Anka¬ra'da büyük bir öfkeye sebep oldu ve İn-gilizler'in bir taktiği olarak değerlendiril¬di. 8-9 Aralık gecesi mecliste yapılan gizli oturumda İstanbul'a İstiklâl Mahkemesi gönderilmesi kararlaştırıldı. Tanın, İk¬dam ve Tevhîd-i Efkâr gazetelerinin sa¬hipleri ve sorumlu müdürleri hilâfet me¬selesindeki tutumları sebebiyle Hıyânet-i Vataniyye Kanunu'na göre yargılanmak üzere tutuklandılar.
Bu sırada Cumhurbaşkanı Mustafa Ke¬mal Paşa İzmir'e gitti. Başbakan İsmet Paşa 22 Ocak 1924 tarihli bir telgrafla kendisine gazetelerde hilâfet hakkında çıkan yazılardan rahatsızlık duyduğunu. Halife Abdülmecid Efendİ'nin hilâfet öde¬neğinin arttırılması ve İstanbul'a gelen resmî heyetlerin kendisini de ziyaret et¬meleri yolunda isteklerde bulunduğunu bildirdi. Mustafa Kemal Paşa cevabında söz konusu olumsuzluklara halifenin ken¬disinin sebebiyet verdiğini, davranışlarıy¬la padişahların yolunu takip eder gibi gö¬ründüğünü, cuma alayları düzenleyip ya¬bancı devlet temsilcileriyle ilişki kurduğu¬nu, halifenin ve hilâfet makamının ger¬çekte ne dinî ne de siyasî bir dayanağının bulunduğunu ve Türkiye Cumhuriyeti İçin sadece tarihî bir hâtıradan ibaret kaldı¬ğını belirterek halifenin yabancı devlet temsilcileriyle görüşme isteğini Türkiye Cumhuriyeti'nin istikbaline açık bir teca¬vüz olarak nitelendirdi ve halifeyi salta¬nat hülyası içinde olmaması için uyardı {Nutuk, ıı, 846). Mustafa Kemal Paşa bundan sonra şubat ayı boyunca İzmir'¬de ordu kumandanları ve basın mensup¬larıyla toplantılar düzenleyerek onlardan hilâfetin kaldırılması konusunda destek istedi ve genel olarak bu desteği aldı. An¬cak Hüseyin Cahit ve Veüd Ebüzziyâ gibi yazarlar hilâfet yanlısı tutumlarını devam ettirdiler.
25 Şubat 1924'te bütçe görüşmeleri sı¬rasında mecliste halifenin ve hanedanın ödeneği hususunda sert tartışmalar ce¬reyan etti. Basında da hilâfet kurumu¬nun gereksizliği yönünde yoğun bir neş-riyat sürdürülüyordu. 3 Mart 1924 günü Halk Fırkası grubunda alınan karar doğrultusunda Urfa mebusu Şeyh Saffet Efendi ve elli üç arkadaşının hazırladığı, hilâfetin kaldırılmasına dair on iki madde¬den oluşan bir kanun teklifi meclise geti¬rildi (Düstûr, Beşinci tertip, lü, 323). Tek¬lif okunduktan sonra halifenin hal'edildi-ğini ve hilâfetin kaldırıldığını bildiren 1. maddenin müzakeresine geçildi. İlk sözü Rize mebusu Ekrem Bey alarak tekiifın le¬hinde bir konuşma yaptı. İkinci olarak söz alan Gümüşhane mebusu Zeki Bey aleyh¬te görüş belirtti ve Kurtuluş Savaşı'mn halifeyi kurtarmak vaadiyle kazanıldığını ileri sürdü. Daha sonra Adliye Vekili Sey-yid Bey tasarının lehinde bir konuşma yaptı. Bu konuda çalışma yaptığını ve bir de kitap yazdığını belirten Seyyid Bey'e göre dünyevî bir mesele olan hilâfet hü¬kümet etmek demekti ve bu da esasen milletin işiydi. Son konuşmayı yapan Baş¬bakan İsmet Paşa, asıl tereddütlerin hilâ¬fetin İlgasında değil dinî açıdan ve bu ka¬rarın halk tarafından nasıl karşılanacağı meselesinde olduğunu, halbuki İslâmî ku¬rallar yine yürürlükte kalacağı için böyle bir endişeye mahal bulunmadığını belirt¬ti. Türkiye'nin iki başlılığa katlanamaya¬cağını. Türk milletinin bağımsızlığının Türkiye'nin varlığı için her idealden önce gelen bir esas olduğunu söyledi. Bundan sonra oylamaya geçildi ve 1. madde ka¬bul edildi. Hanedan üyelerinin yurt dışı¬na çıkarılmasına dair 2. madde hakkında Trabzon mebusu Muhtar Bey kadınların hariç tutulmasıyla ilgili bir önerge verdi. Bozok mebusu Süleyman Sırrı Bey ise bu¬nun saltanat özlemlerini sürdüreceğini ileri sürerek önergenin reddedilmesini is¬tedi. Yapılan oylamada 2. madde de ay¬nen kabul edildi. Ardından diğer madde¬ler de kabul edilerek önerge kanunlaşmış oldu. Hanedan üyelerine yurt dışına çık¬maları için on günlük bir süre tanınmış¬ken Abdülmecid Efendi aynı gece on bir kişilik ailesiyle beraber Çatalca İstasyo-nu'ndan trene bindirildi; sınıra kadar ken¬disine İstanbul valisi ve emniyet müdürü refakat ettiler.
Hilâfetin kaldırılması sürecindeki tar¬tışmalarda üzerinde en çok durulan hu¬suslar, genelde hilâfetin Türkler'e daima yük olduğu ve bu yüzden pek çok feda¬kârlığa katlanıldığı. yeni Türkiye'de hali¬fenin görev ve yetki alanlarının mutlaka belirlenmesi gerektiği, aksi halde anlaş-mazlığın sürüp gideceği veya hilâfete yö¬nelik gelişmelerin arkasında Mustafa Ke¬mal Paşa'nın kendini halife seçtirme plan¬larının bulunduğu gibi meselelerdi. An¬cak saltanatla hilâfetin ayrılmasından sonra gelişen olaylar, yeni halifenin ken¬dine tanınan sınırların dışına çıkması, halkın ve bir kısım siyasetçilerin halifeye olan teveccühünün artarak devam etme¬si ve nihayet basında başlayan sert tar¬tışmalar, gelişmeleri hilâfetin kaldırılma¬sı yönüne sürüklemiştir. Bu arada Emîr Ali ve Ağa Han'ın mektubunun üzerinde çok durulmuştur. Bunun sebebi ise mek¬tubun önem taşıması değil zamanlama açısından bir gerekçe olarak değerlendi¬rilmeye imkân vermesidir. Bu durumdan faydalanan İsmet Paşa, mektubun arka¬sında İngiliz hükümetinin varlığına işaret eden kuvvetli delillerin bulunduğunu söy¬leyerek İngilizlerin hilâfetin kaldırılması¬nı istemedikleri şeklinde yorumlanabile¬cek bir beyanla meseleye başka bir boyut kazandırmıştır. Hilâfetin kaldırılmasında etkisi görülen gerekçeleri şu şekilde sıra¬lamak mümkündür: 1. Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa, halkın ve bazı siya¬setçilerin hâlâ bağlılık gösterdiği İstan¬bul'da oturan halife ile hiçbir şekilde bir otorite paylaşımına girmek istememiş¬tir. 2. Ankara hükümetine muhalif olan¬ların halifenin etrafında toplanarak bir cephe oluşturmaları ihtimal dahilindedir. 3- Yeni devletin cumhuriyetçi karakteri¬nin ve öngörülen seküler reformların dinî muhtevalı eski bir müessese ile bir arada yürümesi mümkün değildir. 4. Hilâfetin tarihî geçmişi Batılı devletler nezdinde daima panislâmist ihtiraslar gündeme getirmiştir; bu ise Türkiye Cumhuriyeti'¬nin mevcudiyeti için her zaman bir tehdit unsuru oluşturacaktır. Nitekim Rauf Bey son Lozan görüşmelerinde İsmet Paşa'-ya bu yönde telkinler yapıldığını söylemiş (Kandemir, s. 96), İngilizler de paşanın, hi¬lâfetin kaldırılması durumunda İngiliz-ler'in Türkiye hakkındaki şüphelerinin or¬tadan kalkacağı ve Musul meselesinde zorluk çıkarmayacakları şeklinde bir ka¬naat taşıdığını ifade etmişlerdir (İndia Office Records and Library. L/P & S/10/ 895). Aynı şekilde Mustafa Kemal Paşa da İzmit'te gazetecilerle yaptığı toplantı¬da Türkiye'de hilâfetin siyaseten bir men¬faat ve kuvvet değil bir zaaf olduğunu belirtmiştir (Arar, s. 50).
Hilâfetin kaldırılması İslâm âleminde büyük bir şaşkınlığa, arkasından da yo¬ğun tepkilere ve çalkantılara yol açtı. ön¬ce bu habere inanılmadı; haber doğrula¬nınca da karar genellikle İslâm dışı olarak değerlendirildi. Hindistan'dan, Mısır'dan ve Uzakdoğu'dan gelen tepkilerde Anka¬ra hükümeti geri adım atmaya ve bütün müslümanları ilgilendiren bu konuda yalnız başına karar vermeyip İslâm âleminin kanaatlerine değer vermeye davet edil¬di. Bütün bunlar sonuçsuz kalınca Mus¬tafa Kemal Paşa'ya halife unvanını bizzat kendisinin alması önerildi. Ancak bu tek¬lif de kabul görmedi. Daha sonra bu şaş¬kınlık, çeşitli yerlerde birçok halife adayı¬nın ortaya çıkmasıyla yerini bir bekleyişe bıraktı; Vahdeddin ile Abdülmecid Efen-di'den başka Fas Kralı Yûsuf, Yemen İma-mı Yahya, Mekke Şerifi Hüseyin, Asîr Emî-ri Sudanlı Şeyh el-Merâgi, Afgan Kralı Emânullah Han, Haydarâbâd Nizamı Os¬man Ali Han ve Şeyh Senûsî gibi isimler ortaya atıldı. Önceleri genel eğilim Abdül¬mecid Efendi'nin halifeliğinin devam et¬mesi şeklindeydi. Hindistan'da ve Mısır'¬da Türkiye'nin kararı şiddetle kınanarak çözüm arayışlarına başlandı. Abdülmecid Efendi de bu çabalara katılıyor, İsviçre'¬de yaptığı açıklamalarda bu hususta ka¬rarın İslâm âlemine ait olduğunu söyleye¬rek Türkiye'nin uygulamasını İslâm'a ve İslâm'ın menfaatlerine aykırı bulduğunu belirtiyordu. Aslında Abdülmecid Efen¬di bir dinî kongre düzenleyerek meseleyi çözmeyi düşünüyordu; bu amaçla İslâm âlemine yayımladığı bildirisini halife sıfat ve unvanlanyla imzaladı. Türkiye'den ge¬len sert tepkiye de, "Bildirim Türkiye'ye karşı değildir, bana biat etmiş olan müs-lümanlara karşı bir görevim vardı; yoksa şahsen duçar olduğum feci haksızlığı va¬tana olan büyük sevgimle unuturum" şeklinde cevap verdi (Koloğlu, s. 353). An¬cak kendisi sürgünde bulunduğu, yardım¬larla geçindiği ve kararını destekleyecek siyasî güçten mahrum olduğu için kısa sürede gündemden düştü.
Hilâfet konusunda ilk kongre 1926'da Kahire'de yapıldı. Kral Fuâd'ın kendini ha¬life ilân ettirmek amacıyla 1925'te plan¬ladığı, fakat birkaç defa ertelemek zorun¬da kaldığı kongre öncesinde İslâm dünya¬sından tepkiler gelmeye başladı. Bu du¬rumda hilâfet meselesi ciddi olarak ele alınmadan kongre 1926 Mayısında sona erdi. Bir diğer önemli kongre de 1931'de Kudüs'te gerçekleşti. Henüz hazırlık aşa¬masında iken Hindistanlı Şevket Ali'nin Abdülmecid Efendi'yi kastedip, "Müslü¬manların halifesi şu anda Nice'de sürgün¬dedir, kalbimde ve ruhumda halife odur" şeklinde bir açıklama yaparak hilâfet me¬selesinin tartışılmasına gerek bulunma¬dığını söylemesi dikkatleri kongreye çek¬ti. Abdülmecid Efendi bu ümitle toplan¬tılara katıldı ve hâlâ halife olduğunu id¬dia etti. Türkiye ise gelişmelere sert tep¬ki gösterdi. Kongre, düzenleyiciler arasında çıkan anlaşmazlıklar üzerine bir sonuç almamadan dağıldı.
Daha sonraki yıllarda hilâfet meselesi İslâm âleminin gündemindeki ağırlıklı ye¬rini kaybetti ve hilâfet daha çok idealist aydınlar ve muhafazakâr halk kesimleri tarafından önemsenmeye devam edildi. Günümüzde de dinî ya da siyasî nedenler¬le böyle bir kuruma İhtiyaç duyulduğunu ifade eden çevreler bulunmaktadır. Meselâ Hİzbü't-tahrîr hareketinin amaçla¬rından biri hilâfetin ihyası olup Almanya'da Hilâfet adıyla bir dergi çıkarmaktadırlar.