İslâm tarihinde devlet başkanlığı kurumu.
Sözlükte "birinin yerine geçmek, bir kimseden sonra gelip onun yerini almak, birinin ardından gelmek / gitmek, yerini doldurmak, vekâlet veya temsil etmek" gibi anlamlara gelen hilâfet kelimesi, te¬rim olarak İslâm devletlerinde Hz. Pey¬gamber'den sonraki devlet başkanlığı ku-rumunu ifade eder. Halîfe de (çoğulu hu-lefâ, halâif) "bir kimsenin yerine geçen, onu temsil eden kimse" demektir ve dev¬let başkanı için kullanılır. Devlet başkan¬lığının bir adı da imamettir. Devlet başka¬nına, Resûl-i Ekrem'in vekili olarak onun adına toplumu yönettiği için halife, ön¬der ve lider olması sebebiyle de imam de¬nildiği anlaşılmaktadır. Hz. Ömer devrin¬den itibaren "emîrü'l-mü'minîn" tabiri¬nin halife yerine kullanıldığı ve ileri dönem kaynaklarında cemaatle kılınan namaz-lardaki imamlıktan ayırmak için devlet başkanlığına "imâmet-i kübrâ" (imâmet-i uzmâ) denildiği görülür. Şiî literatüründe ise imamet terimi daha yaygın olarak kullanılmıştır.
A) Kavramsal Çerçeve. Kur'ân-I Kerîm'de hilâfet kelimesi yer almadığı gibi hali¬fe de terim anlamıyla geçmez; ancak ha¬life, halâif ve hulefâ kelimeleri kullanıla¬rak insanın Allah'ın yeryüzündeki halifesi olduğu sıkça tekrarlanır (el-Bakara 2/30; el-En'âm 6/165; Yûnus 10/73; en-Neml 27/62; Fâtır 35/39; Sâd 38/26). Bazı âyet¬lerde halifenin sözlük anlamı çerçevesin¬de, fakat ileride oluşacak terim anlamıy¬la da ilgi kurulabilecek şekilde, bir kısım kavimlerin kendilerinden Öncekilerin ye¬rine getirilip yeryüzünde söz sahibi kılın¬dığına işaret edilir (el-A'râf 7/69, 74; Yû¬nus 10/14}- Bu âyetlerin anlatımından in¬sanın hak ve adaleti gerçekleştirmek, ya¬rarlı ve iyi işler yapmak üzere ağır bir so¬rumluluk yüklenerek, bir bakıma Allah'ın güvenine de mazhar olarak yeryüzüne gönderildiği anlaşılmaktadır. İnsanın yer-yüzünde en şerefli varlık sayılması da bu¬nunla ilgilidir.
Hadis kaynaklarında hilâfet kelimesiy¬le birlikte halife, imam, emîr kelimeleri¬nin de yer aldığı ve bunlarla, ileride olu¬şacak terim anlamına da zemin hazırla¬yabilecek şekilde "devlet başkanı, yöne¬tici, lider" gibi anlamların kastedildiği gö¬rülür. Çeşitli hadislerde âdil devlet başkanı övülüp onun kıyamet günü Allah ta¬rafından gölgelendirilmek suretiyle mü-kâfatlandırılacağı belirtilmekte (Buharı, "Zekât", 16; Müslim, "Zekât". 91; Tirmi-zî, "Ahkâm", 4), zalim devlet başkanı ye¬rilmekte (Tirmizî, "Ahkâm", 4; Müsned, ili, 22), devlet başkanının tıpkı bir çoban gibi emri altındakilerin sorumluluğunu taşıdığı (Buhârî, "Cumca", II; Müslim, "İmâre", 20), onun bir koruyucu olduğu ve mâsiyeti emretmediği sürece kendi¬sine itaat etmek gerektiği (Buhârî, "Ci-hâd", 108-109, 164; Müslim. "îmâre", 43; İbn Mâce, "Cihâd", 40; Müsned, VII, 96), hilâfetin Kureyş'e ait olduğu ve halifele¬rin Kureyşli oldukları / olmaları gerektiği (Buhârî, "Ahkâm", 2, "Menâkıb", 2; Müs¬lim, "İmâre", 4. 8-9; Müsned, II, 93; III, 129, 183; IV, 185, 421), iki halifeye biat edilmesi halinde diğerinin / sonrakinin öl¬dürülmesi icap ettiği (Müslim, "imâre", 61), gerçek anlamda hilâfetin (hilâfetü'n-nübüvve) otuz yıl süreceği ve daha sonra saltanata dönüşeceği (Ebû Dâvûd, "Sün¬net", 8; Tirmizî, "Fiten", 48; Müsned. IV, 273; V, 50,220-221) kaydedilmektedir. An¬cak hadis mecmualarında yer alan bu ri¬vayetlerin, özellikle de halife ve hilâfet ke¬limelerine terim anlamı yükleyip Hz. Pey-gamber'in vefatının ardından baş göste¬ren iktidar mücadeleleriyle doğrudan ilgi kurulabilecek bir içeriğe sahip olanların sıhhati konusunda tereddütler bulun¬maktadır (Hatiboğlu, XXIII |1978|,s. 121-214; Ali Hüsnî el-Harbûtlî, s. 34-35; En¬ver er-Rifâî, s. 78; hilâfet hakkında teorik yaklaşımlar için bk. İMAMET).
Müslüman toplumlarda devlet başkan¬lığına hilâfet denmesi, halifenin risâlet görevi hariç Hz. Peygamber'in yerine ge¬çerek onun dünyevî otoritesini temsil et¬mesi, yeryüzünde dinin hükümlerini uy¬gulamak, dünya işlerini düzene sokmak üzere Allah'ın yeryüzündeki hâkimiyetini veya bütün müminlere ait olan hilâfet ve yetkiyi temsil etmesi gibi sebeplerle açık-lanır. Dolayısıyla bu makamdaki kişiye "halîfetü Resûlillâh" da denilmiştir (İbn Sa'd.HI, 183,281). İlk dönemlerden itiba¬ren halifenin "halîfetullah" (Allah'ın halife¬si) tabiriyle anılması temayüllerine rast¬lanırsa da bunun yaygın bir kullanım ol¬duğu İddiasını (Crone-Hinds, s. 4-23) ih¬tiyatla karşılamak gerekir. Kaynaklarda. Hz. Ebû Bekir'in kendisine Allah'ın hali¬fesi diye hitap eden bir kişiye tepki gös¬tererek Allah'ın değil Resûlullah'ın halife¬si olduğunu ve buna da rızâ gösterdiğini söylediği (İbn Sa'd, III, 183; Müsned, I, 11), Hz. Ömer ile Ömer b. Abdülazîz'in de aynı şekilde buna karşı çıktıkları (Taberî, IV, 209; Kalkaşendî, Şubhu'l-a'şâ, V, 445) kaydedilmektedir. Watt, bu rivayetin kay¬nağını teşkil eden İbn Ebû Müleyke'nin İbn Zübeyr'İn Emevîler'e karşı isyanı sı¬rasında kadılık makamında bulunduğu¬nu, dolayısıyla rivayetin o sıralarda Mek¬ke'de uydurulmuş olabileceğini belirt¬mektedir [Iran and İslam, s. 572). Halife¬ye âdeta ilâhî bir yetki ve vekâlet atfe¬den böyle bir adlandırma İslâm âlimleri tarafından hiç kullanılmadığı gibi kamu¬oyunda da kabul görmemiştir.
Resûl-i Ekrem hayatta iken hem pey¬gamber olarak Allah'tan aldığı vahyi in¬sanlara tebliğ etmiş hem de müslüman-lann dünyevî işlerini düzene koymuş, hu¬kukî ihtilâflarını çözümlemiş, ahlâk bakı¬mından onları eğitmiş, siyasî birliğin ta¬mamlanmasından sonra devlet başkan¬lığı ve ordu kumandanlığı görevlerini üst¬lenmiştir. İslâm âlimleri Hz. Peygam¬ber'in vefatıyla peygamberliğin sona er¬diği, buna karşılık toplumun idaresiyle il¬gili diğer işleri bir kişinin üstlenip bunları tek başına veya bazı görevleri yetkili şa¬hıs ve mercilere devrederek yürütmesi, böylece müslümanlann düzen içinde ya¬şamasını temin etmesi gerektiği üzerin¬de görüş birliğine varmışlardır. Ancak bir kısım âlimler, devlet başkanının İslâm'ın dünyevî ve içtimaî hükümlerini uygulama görevini göz önünde bulundurarak bu işe dinî bir karakter atfederken bir kısmı da İnsanların siyasî birlik ve düzen içinde ya¬şamasını ve bu amaçla devlet kurmasını aklî ve tabiî bir ihtiyaç olarak görür.
Kur'an'da ve hadislerde hakka ve ada¬lete bağlı olma, meşveretle iş görme, zulmü önleme, İslâm'ın emir ve kuralla¬rına uygun davranma ve onları uygulama¬da birlik ve bütünlükten ayrılmama gibi kamu yönetimini de ilgilendiren genel il¬kelerden söz edilse de devlet başkanlığı, devlet başkanında bulunması gereken şartlar, bu kişinin görevve sorumlulukla¬rı gibi konularda ayrıntılı hükümler yer almaz. Resûl-i Ekrem'in tatbikatında dev¬let ve kamu yönetimiyle ilgili birçok ör¬nek vardır. Hz. Peygamber'in vefatından sonra ilk dört halifenin iş başına geliş usulleri ve yönetim tarzları, bunu takip eden Emevt ve Abbasî iktidarları müslü-man âlimler için Önemli bir bilgi birikimi ve gözlem konusu olmuş, hilâfetle ilgili görüşler de bu bağlamda dile getirilmiş¬tir. Gerek çeşitli eserlerde ifade edilen gö¬rüşler gerekse V. (XI.) yüzyıldan itibaren yazılan "el-ahkâmü's-sultâniyye" türü eserlerde yer alan ifadeler müslüman âlimlerin kendi şartlan, gelenek ve im¬kânları içinde en iyi yönetim biçimini ara¬ma, mevcut sistemi iyileştirme çabalan olarak değerlendirilebilir. Bunun için de krallık, şeflik, mutlakıyet ve saltanat dı¬şında yönetim biçiminin bilinmediği bir devirde halifenin "ehlü'l-hal ve'l-akd" de-nilen bir kurui veya kesim tarafından se¬çilmesi, halkın biatinin alınması, dinî ku¬ralları açıkça çiğneyen halifenin görevden azli, halifenin ilâhî bir gücünün bulunma¬dığı ve ümmete ait hâkimiyeti temsil et¬tiği, ferdî olarak Allah'a karşı sorumluluk taşıması yanında görevi sebebiyle müslü-manlara karşı da sorumluluk taşıdığı gi¬bi hususların ele alınıp tartışılması am¬me hukuku tarihi ve doktrini açısından ileri bir merhaledir. İslâm dini, müslli¬manların nasıl bir siyasî organizasyon içinde kimler tarafından yönetileceği ko¬nusundan ziyade ehil olanın iş başına gel¬mesi, onun da hak ve adaleti hâkim kıl¬ması, ferdî ve uhrevî sorumluluk taşıma¬sı, Allah'ın huzurunda hesap vereceğinin bilincinde olması, kötülük, haksızlık ve zulmü önlemesi, katı ve baskıcı olmayıp insanlarla istişare ederek iş görmesi gibi temel esaslar üzerinde durmuş, kişilerin böyle bir dinî ve ahlâkî yetişkinlikte olma¬sına Öncelik vermiştir. Esasen üst bir ku¬rum olan devletin yönetim biçimi ve siya¬sî yapılanma konuları toplumların gele¬nek, kültür ve sosyal değerleriyle yakın¬dan ilgili olduğundan İslâm dininin bu ko¬nularda ayrıntıya girmemesi onun temel niteliklerinin tabii gereğidir. Dolayısıyla İslâm amme hukukçularının hilâfet ve ha¬lifeyle İlgili olarak ileri sürdükleri görüş ve önerileri bu bağlamda değerlendirmek gerekir.
Klasik dönem İslâm amme hukuk dokt¬rininde halifede bulunması gerektiği dü¬şünülen şartlar. Özellikle halifenin o top¬lumda en bilgili, erdemli, itibarlı ve liya¬katli kimse olması gereği ve bunu sağla¬yacak tedbirler üzerinde ayrıntılı biçim¬de durulur. Halifenin şûra veya ehlü'l-hal ve'l-akd denilen (ümmetin bilgili, seçkin ve toplumda saygınlığı olan temsilcile¬rinden oluşan) kurulun seçimiyle veya bir nevi genel seçim demek olan halkın bi-atıyla iş başına gelmesinin önemi vurgu¬lanır. Mevcut halifenin kendi yerine ge¬çecek kişiyi belirlemesinin aday göster¬me mi yoksa tayin mi olduğu hususu müslüman amme hukukçuları arasında tartışılmıştır. İslâm hukukçuları genelde, her durumda halktan veya ehlü'l-hal ve'l-akdden biat alınması gereği üzerinde durarak halifenin yetkisini veraset ve salta¬nat usulünden değil ümmetten aldığı fik¬rini vurgulamaya çalışırlar. Zorla iş başı¬na gelen ve halkın kendine itaat etmesi¬ni sağlayan kimsenin de Allah'ın hüküm¬lerini açıkça çiğnemediği sürece meşru halife sayıldığı yönünde klasik kaynaklar¬da yer alan İfadeler, fiilî durumu kabullen¬me veya kuvvet karşısında suskun kalma¬yı teşvik olarak değil ümmeti fitne ve kar¬gaşaya sürüklemekten çekinme, ümme¬tin birlik ve dirliğini koruma fikrine ağır¬lık verme olarak değerlendirilebilir. İslâm âlimleri bu tutumu benimserken âdil -za¬lim, iyi-kötü, dindar-fâsıkgibi niteleme¬lerin Özellikle siyasî çekişmenin arttığı dö¬nemlerde izafî bir karakter taşıyacağı nok¬tasını da göz önünde bulundurmuş olma-lıdır.
Halife ve hilâfet konusunda klasik lite¬ratürde yer alan öneri ve bilgilerde, o gü¬ne kadarki geleneğin ve o günün hilâfet ve saltanat sisteminin olumlu ve olum¬suz yönlerinin tesiri açıkça görülür. Çün¬kü tarih boyunca İslâm toplumunda hiç¬bir zaman eksik olmayan saltanat kavga-larının ve siyasî görüş farklılıklarının âlim¬leri de etkileyerek, onları mevcut siyasî ik¬tidarın yanında veya karşısında tavır al¬maya zorlamış ve bu konumlarının görüş¬lerini de belirlemiş olabileceğini göz ardı etmemek gerekir. Nitekim halifede ara¬nan şartlar, biatin şekli, seçici kurulun sa¬yısı ve özellikleri, halifenin meşruiyetini belirleme yolları gibi konularda kaynak¬larda yer alan bazı değerlendirmeler in¬celendiğinde bunların ilk dört halifenin meşruiyetini vurgulama, Emevî halifele¬rinin hilâfetini gayri meşru gösterme gi¬bi gayretlerin ürünü olduğu izlenimi edi¬nilmektedir, öte yandan İslâm hukukçu¬ları görüşlerini, kendi dönemlerinde mev¬cut siyasî ve içtimaî yapıyı, ayrıca dört ha¬life dönemini model alarak ve ikisi arasın¬da mukayeseler yaparak açıkladıkların¬dan kaynaklarda bugün için fazlaca pra¬tik değeri bulunmayan bazı yargılarla kar¬şılaşmak da mümkündür. Dolayısıyla ha¬lifenin hak ve yetkileri, görevleri, görev süresi ve azli, şûra meclisiyle ilişkileri, devletin temel organları ve yapısı gibi ko¬nularda ileri sürülen görüş ve önerilerin bu bağlamda değerlendirilmesi gerekir. Bu konulan İslâm hukukçularının ayrıntılı şekilde ele almış olması ve mevcut dokt-riner görüş farklılıkları, onların müslü¬man toplumlarda en iyi yönetim biçimini bulma, hak ve adaletin gerçekleşmesini sağlama gayretlerinin bir ürünüdür. Fa-kihlerin halifeye "Allah'ın halifesi" veya "Allah'ın yeryüzündeki gölgesi" denmesi¬ni genelde doğru bulmayıp onu "Peygam-ber'in halifesi, imam, müminlerin emîri" gibi vasıflarla anmaları -fıkıh usulündeki hüküm kaynağı anlamında hâkimiyetin Allah'a ait olmasına karşılık- İslâm amme hukukunda idarî yetki anlamında hâkimi¬yetin kaynağının ümmet olduğunu, hali¬fenin de ilâhî bir güce sahip bulunmadı¬ğını vurgulamayı amaçlar. Bundan dolayı İslâm düşüncesinde devlet başkanının mutlak bir yetkisinin olmadığı, bu yetki-nin İslâm'ın genel ilkeleriyle ve ilâhî ira¬deyle sınırlı kabul edildiği, bu sebeple de yöneticiye mutlak yetki öngören yönetim biçimlerinin İslâm'ın özüne ve amacına aykırı düştüğü söylenebilir. Ümmete ait olan hâkimiyetin nasıl kullanılacağı, adı¬nın ne olacağı, dünyada müslümanların tek bir devlet veya organizasyon altında birleşmeleri, anayasal kurumların oluşum ve görev dağılımı gibi daha çok şekille il¬gili konular ise İslâm'ın genel ilkelerine aykırı düşmediği sürece her toplumun şart ve imkânları ışığında belirleyip karar vereceği hususlar olarak görülebilir (ay¬rıca bk ANAYASA; DEVLET)
B) Tarihî Süreç. Hz. Ebû Bekir'den iti¬baren devlet başkanları için halife tabiri¬nin kullanılmaya başlandığı bilinmekle be¬raber İslâm kültür ve medeniyetindeki hi¬lâfet kavramı ve kurumu uzun bir tarihî gelişimin, birbirinden hayli farklı uygula¬maların ürünüdür.
Hulefâ-y" Râşİdîn Dönemi, islâm tari¬hinde hilâfet müessesesi, Hz. Peygam-ber'in vefatının ardından Hz. Ebû Bekir'e biat edilmesiyle ortaya çıkmıştır. Resûl-i Ekrem, kendisinden sonra kimin halife olacağına dair herhangi bir kanaat belirt¬mediği için devlet başkanının tesbiti hu-susu müslümanlara bırakılmıştır. Resû-lullah'ın vefatıyla sarsılan sahâbîler İslâm toplumunun birliğinin bozulmaması için bir lidere ihtiyaç bulunduğunun bilincin-deydiler. Henüz Hz. Peygamberin naaşı toprağa verilmeden ensardan bazı kim¬seler Sakîfetü Benî Sâide'de toplanarak Hazrec kabilesi reisi Sa'd b. Ubâde'ye bi¬at etmek üzere harekete geçtiler. Ancak toplantıyı haber alan Hz. Ebû Bekir. Ömer ve Ebû Ubeyde b. Cerrâh'ın da katılması ile olayın seyri değişti ve yapılan tartışma¬lardan sonra Hz. Ebû Bekir'e biat edildi (Taberî, III, 206). Bu tartışmalarda ensar İslâm'a olan hizmetlerini, muhacirler de Kureyş'in Araplar arasındaki nüfuz ve otoritesini gerekçe göstererek içlerinden birinin halife seçilmesini istediler. Bu top¬lantıda aktif rol almayan Hâşimîler ise Resûl-i Ekrem'e nesep açısından yakınlığın esas alınması gerektiğini zaman zaman dile getirdiler. Belli sayıdaki sahâbî tara¬fından Hz. Ebû Bekir'e yapılan bu biata "el-be/atü'l-hâssa" denilmektedir. Daha sonra Mescid-i NebevTye giden Hz. Ebû Bekir'e burada bütün Medineliler gelerek biat ettiler ve buna da "el-bey*atü'l-âm-me" adı verildi. Sa'd b. Ubâde Hz. Ebû Be¬kir'e ömrü boyunca biat etmemiş, fakat aleyhinde de herhangi bir faaliyette bu¬lunmamıştır. Sakifetü Benî Sâide'de top¬lantı sürerken Hz. Peygamber'in cenaze¬sinin yıkanmasıyla meşgul olduğu için gö¬rüşmelere katılamayan ve Hz. Fatma'nın vefatına kadar da bu işle ilgilenmeyen Hz. Ali başta olmak üzere Abbas, Zübeyr b. Avvâm. Utbe b. Ebû Leheb, Ebû Zer el-Gıfârî, Ammâr b. Yâsir, Übey b. Kâ'b ve Selmân-ı Fârisî gibi sahâbîler Hz. Ebû Be¬kir'e daha sonra biat etmişlerdir. İslâm tarihindeki bu ilk biat ileriki dönemlerde, halifenin kamuoyu nezdinde meşruiyet kazanabilmesi için müslümanların veya onların ileri gelenlerinin desteğini alma¬sının şart olduğu fikrinin kaynağı ve ge¬rekçesini teşkil etmiştir.
Hilâfetin Hz. Ebû Bekir'in hakkı olup ol¬madığı hususu Sünnîler ile Şiîler arasın¬da tartışmalıdır. Ancak Hz. Ali seçimden sonra hilâfet konusunda hiçbir şekilde hak iddiasında bulunmadığı gibi Hz. Ebû Bekir'e biat eden sahâbîler de halife se¬çiminde Şiîler'in ileri sürdüğü nasla tayin veya veraset faktörünü göz önünde bu-lundurmamışlardır. Onlar Hz. Ebû Bekir'i, gelişme yolundaki İslâm devletinin savun¬ma ve yayılmasını gerçekleştirip birlik ve düzeni koruyabilecek kabiliyette gördük¬leri için, ayrıca Kureyş'e mensubiyeti, ya¬şı ve tecrübesi sebebiyle etrafında saygı uyandırması, İslâmiyet'i kabuldeki önce¬liği ve Resûlullah'm en yakın arkadaşı ol¬ması gibi vasıflarından dolayı halife seç¬mişlerdir.
Abdurrahman b. Avf, Hz. Osman ve Üseyd b. Hudayr gibi bazı sahâbîlerin de görüşlerini alan Hz. Ebû Bekir kendisin¬den sonra Hz. Ömer'in halife olmasını va¬siyet etti ve Hz. Osman'ı çağırarak vasi¬yetnamesini yazdırdı. Bu uygulama, da¬ha sonraki dönemlerde İstismar edilerek saltanat sistemi içinde yapılagelen veli¬aht tayinlerine dayanak olarak gösteril¬miştir. Halbuki Hz. Ömer'in bu yolla hilâ¬fete gelişi, sahabenin büyük çoğunluğu tarafından benimsendiği gibi ileri dönem¬lerde asabiyet (soy, nesep) esas alınarak yapılan veliaht tayinlerinden de oldukça farklı bir mahiyet arzeder.
Hz. Ebû Bekir'e "halîfetü Resûlillâh" diyen sahâbîler, Ömer'e "halîfetü halîfeti Resûlillâh" (Resûlullah'ın halifesinin halifesi) demeye başladılarsa da bu ifade dile zor geldiğinden, ayrıca daha sonraki halife¬ler için de uzayıp gideceğinden halifeye "emîrü'l-mü'minîn" şeklinde hitap etme fikri benimsendi (Taberî, IV, 208; DlA, XI, 156).
Hz. Ömer kendisinden sonraki halifeyi şahsen belirlemeyip seçimi altı kişilik bir şûra heyetine bırakmıştır. Bu altı kişi yap¬tıkları görüşmeler sonunda kendi arala¬rından Hz. Osman'ı seçmiş, ardından da halkın biati alınmıştır. Bu uygulama, ile¬riki dönemlerde teşekkül edecek olan hi-lâfet nazariyelerinde halifenin ehlü'1-hal ve'l-akd tarafından seçilmesi halinde meşruiyet kazanacağı fikrine temel teş¬kil etmiştir.
Hz. Osman'ın bazı uygulamalarının ge¬rek muhacir ve ensar gerekse taşradaki insanlar arasında hoşnutsuzluk uyandır¬ması, halifeliğinin altıncı yılından sonra iç karışıklıkların giderek artması ve halife¬ye karşı sert bir muhalefetin oluşması, Hz. Osman'ın da görevde kalmakta ısrar etmesi ve neticede şehid edilmesi, hali¬fenin sorumluluğu, halifenin görevini ifa¬da kusur ettiğinde hal'edilip edilemeye¬ceği, isyan ve siyasî muhalefet gibi konu¬larda farklı görüşlerin ileri sürülmesine zemin hazırlamıştır.
Hz. Osman'ın şehid edilmesi üzerine boşalan hilâfet makamı için farklı talep ve öneriler gündeme gelmişse de isyancı¬ların ısrarı neticesinde Hz. Ali'ye biat edil¬di. Ancak Hz. Osman'ın şehid edilmesiyle başlayan bu süreç Hz. Ali'nin icraatına karşı gösterilen tepkiler, Muâviye'nin Hz. Osman'ın kanını bahane ederek başlattı¬ğı iktidar mücadelesi, ashabın ileri gelen¬lerinin de katıldığı iç çatışmalar, sonuçta binlerce müslümanın ölümü, bu dönem¬den itibaren müslümanlar arasında baş gösteren ve günümüze kadar devam eden siyasî ihtilâfların başlangıcını teşkil etmiştir.
ölüm döşeğinde iken Hz. Ali'den ken¬disinden sonra halife olacak kişiyi belirle¬mesi istendiğinde onun. "Hayır, sizi Resû¬lullah'ın bıraktığı gibi bırakıyorum. Allah sizi onun vefatından sonra birleştirdiği gibi birleştirir" cevabını verdiği, oğlu Ha-san'a biat edilmesi hususundaki görüşü sorulunca da, "Bunu size ne emrederim ne de yasaklarım; siz daha iyi bilirsiniz" dediği rivayet edilir. Hz. Ali bu davranışıy¬la, halifenin iş başına gelmesinde veliaht tayininin usul haline gelmesini önlemek ya da çocuklarını sonu gelmez iktidar mücadelesinden uzak tutmak istemiş ola¬bilir. Hz. Ali'den sonra Kûfe'de Kays b. Sa'd'ın girişimiyle Hz. Hasan'a biat edil¬diyse de, Muâviye b. Ebû Süfyân'ın ısrarı üzerine müslümanlar arasında yeni bir savaşın çıkmaması için halifelikten çekil¬di ve görevi Muâviye'ye devretti (41/661).
Emcvîler Dönemi. Hz. Hasan'ın halife¬likten feragat etmesinden sonra Küfe Mescidi'nde Muâviye'ye umumi biatta bulunulmasıyla İslâm toplumundaki ikti¬dar mücadelesi geçici bir süre için sona erdi ve bu yıla "birlik yılı" adı verildi. Hu-lefâ-yi Râşidîn'e halîfetü Resûlillâh veya emîrü'l-mü'minîn denilmesine karşılık toplumun kayıtsız şartsız itaatini sağ¬layabilmek için "halîfetüİlah" unvanını kullanan Muâviye ile (Taberî, V. 223; Cro ne-Hinds, s. 6-7) İslâm tarihinde yeni bir dönem başlamıştır. Hilâfetin salta¬nata dönüşmesi olarak tanımlanan bu değişiklik, onun yakın akrabası sıfatıy¬la Hz. Osman'ın kanını dava etme gerek¬çesiyle başlattığı kabile hâkimiyeti yönü ağır basan bir mücadeleyi kılıcının kuvve¬tiyle kazanması neticesinde ve ilk dört ha¬lifenin seçilme usullerinden tamamen farklı biçimde ortaya çıkmıştır. Dört hali¬fenin seçiminde ilk müslümanlardan ve Hz. Peygamber'in yakın arkadaşlarından biri olma ve İstişare yoluyla seçilme pren¬sipleri dikkate alınmışken Muâviye'nin si¬yasî ve askerî mücadele sonunda hilâfet makamını ele geçirmesi hilâfet sistemi¬nin özünde büyük değişiklikler meydana getirmiştir. Bu değişiklikler. Hz. Osman'ın intikamını almanın hilâfet meselesiyle hiçbir ilgisi olmadığı halde olayı istismar ederek hilâfet makamına oturan Muâvi¬ye'nin oğlu Yezîd'İ veliaht göstermesi ve böylece halifeliğin intikalinde veraset sis¬teminin ortaya çıkmasıyla yeni bir boyut kazanmıştır. Muâviye, Hulefâ-yi Râşidîn döneminde hayli belirginleşen seçim ve biat ilkesini tamamen reddetmemekle birlikte oğlu Yezîd'İ veliaht ilân edip onun halifeliğini garantiye alacak şekilde saray çevresinde kendini destekleyenlerden oluşan ehlü'1-hal ve'l-akd uygulamasını ve seçimden ziyade kayıtsız şartsız itaat anlamı içeren bir biat usulünü uygulama-ya koymuştur. II. Muâviye ve Abdülmelik b. Mervân'dan sonraki halifelere de bu şekilde biat edilmiş, böylece hilâfet, baba¬dan oğula veya hanedanın başka bir üye¬sine geçmek suretiyle saltanata dönüş¬müştür. Bu husus Emevî döneminin en belirgin özelliğidir. Yezîd'e biati kabul et¬meyen Hz. Hüseyin Medine'den Mekke'ye gitmiş ve bu durumu öğrenen Kûfeli-ler onu şehirlerine davet edip kendisine halife olarak biat edeceklerini bildirmiş¬lerdir. Hz, Hüseyin de Müslim b. Akîl'i gönderip Kûfeliler'in biatini almış, fakat kendisi Kûfe'ye ulaşamadan Kerbelâ'da şehid edilmiştir. Abdullah b. Zübeyr ise Muâviye'nin, oğlu Yezîd'i veliaht tayin et-mesine ve hilâfeti saltanata dönüştürme¬sine karşı çıkarak hilâfet iddiasında bu¬lunmuş, emîrü'l-mü'minîn unvanıyla ha¬lifeliğini ilân edip o günkü İslâm toplumu¬nun önemli bir kesiminin biat veya des¬teğini almıştır. 0 dönemde başka kişiler de halifelik iddiasında bulunmuşlarsa da bunların başarılı olmayışı hilâfetin intika¬linde alternatif usullerin gündeme gel¬mesine engel olmuştur. Veliaht tayini usulüyle halife olan 1. Yezîd ve II. Muâviye dönemlerinde saltanat usulü iyice yerleş¬tiği ve Emevî hanedanı toplumda baskın bir hâkimiyet sağladığı için çocuğu olma¬yan 11. Muâviye'nin ölümünden sonra ik¬tidar aynı aile içinde Süfyânîler'den Mer-vânîler'e geçmiş ve sistemde bir değişik¬lik olmamıştır.
Halkın yönetiminde Kitap ve Sünnetin uygulanmasını sağlayan, Hz. Peygam-ber'in vekili sıfatıyla iş gören ve devletin menfaatiyle şahsî ve ailevî menfaatlerini birbirinden ayıran Hulefâ-yi Râşidîn'in ye¬rini Emevîler döneminde kuvvete dayana¬rak devlet idare eden halifeler aldı. Bun¬dan dolayı Emevî hilâfetinin meşruiyeti İslâm tarihi boyunca tartışılan bir konu olmuştur. Dinî ve siyasî niteliklerin yanın¬da mahallî ve kabilevî sebeplere dayanan çeşitli ayaklanmalarda da daima bu meş¬ruiyet gerekçesi kullanılmıştır. En kuvvet¬li şekliyle Kûfe'de görülen bu dinî muhale¬fet otoriteye değil yönetimin meşruiyeti¬ne karşı çıkıyordu. Muâviye'yi hilâfeti sal¬tanata çevirmekle suçlayan âlimler halife¬liğin Hulefâ-yi Râşidîn ile sona erdiğine inanıyor, ancak toplumu iç savaşa sürük¬lemekten kaçınmak amacıyla mevcut ida¬reye itaati tercih ediyorlardı. Devlet mer¬kezinin bulunduğu Suriye'dekiler hariç İrak, Hicaz, İran ve Mısır bölgesinde yaşa¬yan âlimlerin büyük çoğunluğu Emevî re¬jiminin karşısında olduklarından genellik¬le Haricîler dışındaki diğer isyanları des¬teklediler ve hilâfet hakkının Ali evlâdına ait olduğu inancını benimsemedikleri hal¬de onların isyanlarını haklı gördüler.
Abbasîler Dönemi. Abbasî hilâfeti,
Emevîler'e karşı yürütülen ihtilâlin önde¬ri İmam Muhammed b. Ali'nin oğlu Ebü'l-Abbas Abdullah'a biat edilmesiyle baş¬lamıştır. Hilâfet merkezini Kûfe'den HâŞimiye'ye, oradan da Enbâr'a nakleden Ebü'l-Abbas ölünce (136/754) yerine kar¬deşi Ebû Ca'fer el-Mansûr halife oldu. Bir¬çok bakımdan Abbasî hanedanının ger¬çek kurucusu sayılan Mansûr Bağdat şeh¬rini (Medînetüsselâm) tesis ederek hilâfet merkezini buraya nakletti.
Abbasîler de Emevîler gibi saltanat sis¬temini korumuşlardır. Fakat ümmet için¬de kötü bir intiba bırakmış olan Emevî hilâfetinin alternatifi olma avantajını iyi kullanmışlar ve Hz. Peygamber'e nesep itibariyle yakınlığı da meşruiyetleri için temel gerekçe yapmışlardır. Meselâ Me'-mûn kendisine veliaht olarak hanedan dı¬şından birini, Ehl-i beyt soyundan Ali er-Rızâ'yı tayin etmişse de bu değişiklik ha¬nedan içinde tepkiyle karşılanmış, onun yerine Me'mûn'un amcası İbrahim b. Mehdrye biat edilmiş. Ali er-Rızâ'nın Ölü¬mü, Me'mûn'un da tekrar duruma el koy-masıyla bu teşebbüs sonuca ulaşama¬mıştır.
Halife Me'mûn'un Ölümünden sonra kardeşi Mu'tasım Türkler'in desteğiyle hilâfet makamına geçti. Mu'tasım, ordu¬nun büyük bir kısmını Türkler'den mey¬dana getirdiği gibi 836 yılında Sâmerrâ şehrini kurarak hilâfet merkezini oraya nakletti. Bu dönemde Türk kumandan¬ları ile halifeler arasında nüfuz mücade¬lesinin başladığı, hatta Halife Mütevek-kil'den itibaren Türkler'in halifelerin iş ba¬şına gelmesinde veya azledilmesinde et¬kin rol oynadıkları görülür.
945 yılında Büveyhîler'in Bağdat'ı işgal etmeleri Abbasî hilâfeti İçin yeni bir dö¬nemin başlangıcı oldu. Abbasî Halifesi Müstekfî, Büveyhîler'den Ahmed'e Muiz-züddevle unvanıyla emîrü'l-ümerâlık pa¬yesi vermek zorunda kaldı. Kısa bir süre sonra Muizzüddevle Ahmed, Halife Müs-tekfî'nin gözlerine mil çektirerek yerine Mutî'-Lillâh'ı halife ilân etti ve böylece Abbasî hilâfeti bu Şiî hanedanın baskısı altına girdi. Büveyhîler'in Bağdat'a hâkim oldukları bir asırdan fazla zaman içinde halifeler onların kontrolü altına girmiş, bütün siyasî ve askerî otoritelerini kay¬betmişlerdi. Bununla birlikte Büveyhîler, dinî liderlik açısından merkezî hüküme¬tin meşruiyet kaynağı olan Sünnî Abbasî halifeliğinin devamına karşı çıkmadılar ve Şiî bir halifelik kurma yoluna gitmedi¬ler. Sadece Adudüddevle, kızını Abbasî Halifesi Tâi' - Ullâh ile evlendirerek Büvey-hî emirliğiyle Abbasî halifeliğini aynı hanedanda birleştirmeyi düşünmüşse de bunu gerçekleştirememiştir. Büveyhîler halifeliği kendi kontrolleri altında bulundurmakla hem devlet içindeki Sünnîler, hem de diğer müslüman devletler nez-dinde itibar görmeyi amaçlıyorlardı.
447 (1055) yılında Bağdat'a gelen Tuğ¬rul Bey'in Büveyhî hâkimiyetine son ver¬mesi ve Abbasî hilâfetinin Selçuklu hima¬yesine girmesi yeni bir dönemin başlan¬gıcı sayılır. Tuğrul Bey, 449'da (1058) Ku¬zey Irak'taki Şiîler'i tesirsiz hale getirip Musul'da Fatımî halifesi adına hutbe oku¬tan Arslan Besâsîrî karşısında zafer elde ettikten sonra Bağdat'a döndü ve muh¬teşem bir merasimle karşılanarak hilâfet sarayına götürüldü. Özerinde Hz. Peygam¬berin bürdesi ve elinde asâ İle tahtına oturmuş olan halife Kâim-Biemrillâh, Tuğrul Bey'i yanında hazırlattığı ikinci bir tahta oturttu. Onu İslâmiyet'e yaptığı hizmetler sebebiyle övdü. Zulmü ortadan kaldırıp adaleti yeniden tesis ettiği için şükranlarını dile getirdikten sonra başı¬na çok değerli bir taç koydu, hil'atler giy¬dirdi, kılıç kuşattı ve "melikü'I-meşrik ve'1-mağrib" diye hitap ederek kendisine çeşitli sancaklarla ve ahidnâmesiyle bir¬likte "rüknü'd-dîn" ve "kasîmü emîri'l-mü'min" (halifenin ortağı) unvanlarını ver¬di. Ayrıca topraklarının idaresini ve bura¬larda yaşayan halkın korunmasını da ona bıraktığını belirtti (Kalkaşendî, Me'âşi-rü'l-inâfe, II, 238). Bu husus, bazı araştır¬macılar tarafından halifenin dinî-mane¬vî, sultanın ise dünyevî iktidarı temsil et¬tikleri şeklinde yorumlanırsa da İslâm di¬ninde böyle bir ikili sistem öngörülme¬miştir.
Tuğrul Bey'in Kâim-Biemrillâh tarafın¬dan "melikü'I-meşrik ve'1-mağrib" ilân edilmesiyle hem halifenin hem de sulta¬nın görev ve yetkilerinin sınırları değişti. Buna göre halifenin görevi, meşru sulta¬nın isminin hutbelerde kendi adından sonra zikredilmesini sağlamaktan ve sal¬tanat makamınca hazırlanan temliknâ-me ve menşurları mecburi tasdikten iba¬ret kaldı. Devlet idaresi, saltanat ve hü¬kümranlıkla siyasî nizam ve asayişin temi¬ni gibi işler sultana devredildi. Ancak sul¬tanlar halifelik makamına âzami saygıyı göstererek İslâm dünyasında yeniden iti¬bar kazanmasını sağladılar. Abbasî hilâ¬fetinin rakibi olan Şiî~Fâtımîler'e karşı mücadele ettiler. Sultan Melikşah'ın son günlerinde halifeyi Bağdat'tan çıkarmak istemesi hariç tutulursa Selçuklu sultan¬ları, halifeliği ortadan kaldırmak veya mevcut halifeyi değiştirmek gibi bir giri-şimde bulunmamışlardır. Sultan Sencer'-den itibaren devlet merkezinin doğuya kayması ile İrak'ta meydana gelen otorite boşluğundan faydalanan halifelerin kaybetmiş oldukları iktidarı yeniden ele geçirmeye çalıştıkları görülür.
Abbasîler hilâfeti ele geçirdiklerinde, Emevîler'in benimsediği devlet anlayışı¬nın aksine halifelik fikir ve idealini temsil eden kimseler olarak karşılandılar. Hali¬fe cuma namazlarında Hz. Peygamber'in bürdesini giyiyor, çevresinde devlet işle¬rinde görüşlerini aldığı din âlimleri bulu¬nuyordu. Abbasî halifeleri, yerlerine geç¬tikleri Emevî halifeleri gibi dünyevî zihni¬yet ve temayülde oldukları halde etrafa karşı dindar görünmeyi ihmal etmiyorlar¬dı. Ancak Abbasîler devrinde halife bir hü¬kümdar, hilâfet de verasete dayalı bir hü¬kümdarlık şeklinde devam etti; veliahtlık kurumu pratikte halifeliği Abbasî ailesi¬nin elinde tutabilmek amacıyla korundu. "Halîfetü Resûlillah" yerine "halîfetullah" veya "zıllullah fi'l-arz" (Allah'ın yeryüzün¬deki gölgesi) unvanlarını taşıyan halifenin gücünün kaynağı böylece ilâhî bir temele dayandırılıyordu. Hulefâ-yi Râşidîn'e ve Emevî halifelerine adlarıyla hitap edilir ve huzurlarına rahatlıkla girilirken Abba¬sî halifeleri saray hiyerarşisinin teşrifatı ve debdebesiyle halktan ayrılmışlardı. Ha¬life nazarî olarak şeriatın bütün hükümle¬rine uymak mecburiyetinde olmakla bir¬likte uygulamada hiç de öyle değildi. Hi¬lâfet düzenli askerî kuvvetlere dayanıyor ve iktidar ücretli bürokrasiyle sağlanıyor¬du.
Abbasîler devlet teşkilâtında vezirlik kurumunu ihdas ettiler. Vezir halifenin vekili ve idarî teşkilâtın başı idi; halifeden sonra gelen en önemli icra organı olması dolayısıyla geniş yetkilere sahipti. Özel¬likle tefvîz vezirliğine tayin edilenler hali¬fenin naibi sıfatıyla hilâfet mührünü ta-şırlardı. Halifeyi suikastlara karşı koru¬mak ve kendisini halkın meşgul etmesini önlemek için hâciblik müessesesi kurul¬muştu: görüşmeler ancak belli vakitler¬de ve özel salonlarda yapılabiliyordu. Si¬yasî otoritenin zayıflaması üzerine devlet erkânı arasında ortaya çıkan iktidar mü¬cadelesine son vermek amacıyla teşkilâ¬ta Halife Râzî- Billâh tarafından 936 yılın¬da emîrü'l-ümerâlık mercii getirildi. Ge¬niş yetkilere sahip bulunan emîrü'1-üme-rânın adı hutbelerde halifeninkinden son¬ra zikrediliyor ve sikkeler üzerinde de yer alıyordu. Abbasî ordusunun beş kolundan birini "haresü'l-halîfe" denilen ve başşe¬hirde doğrudan halifeye bağlı olarak gö¬rev yapan muhafız birliği meydana geti¬riyordu.
Abbasî halifeleri kazâî yetkilerini fakih-ler arasından seçilen kadılar vasıtasıyla kullanırlardı. Başlangıçta eyaletlerdeki kadılar vali tarafından tayin edilirken da¬ha sonra halifeler merkezde veya eyalet¬lerde kendi adlarına görev yapacak kadı¬ları bizzat tayin etmeye başladılar. Ancak Hârûnürreşîd devrinde kâdılkudâtlık mü¬essesesi kurulunca kadı tayini zamanla bu kurumun yetkisine bırakıldı.
Bu dönemde giyim kuşam konusunda daha çok Sâsânî etkisinde kalınmış, böyle¬ce İran tarzı giysiler Abbasî sarayının res¬mî kıyafeti olmuştu. Halifeler kıymetli mücevherlerle süslü bir kuşak takar ve başlarına siyah bir külah üzerine sarık sa¬rarlardı; valiler ve asilzadeler de halifeyi taklit ederlerdi. Halifeler merasimlerde siyah veya menekşe renginde dizlere ka¬dar uzanan bir hırka giyerlerdi. Dinî bay¬ramlara büyük önem verildiğinden hali¬feler bayram namazlarını kıldırır ve yapı¬lan törenlere katılırlardı. Sarayda İranlı-lar'ın nüfuzu giderek artınca onların Nev¬ruz. Mihrican ve Râm günleri de törenler¬le kutlanmaya başlandı. Cuma ve bayram namazlarına diğer merasimlere olduğu gibi hilâfet alayı ile giden halifeler, bu sı¬rada bellerine siyah bir kuşak bağlayıp üzerlerine siyah bir kürk alırlardı; başla¬rında sarıklı uzun bir külah, ellerinde de Hz. Peygamber'in kılıcı bulunurdu.
Abbasî sınırları içinde merkezî otorite¬nin zayıflaması sebebiyle çeşitli zaman¬larda birçok devlet ortaya çıkmışsa da bunlar hilâfetin manevî otoritesini kabul etmişlerdir. Bir hükümdarın hâkimiyeti¬nin meşruiyet kazanması için halife tara¬fından resmen tanınması gerekiyordu. Halife bir hükümdara yeni bir mülk edin¬me yetkisini verirse bunun halk üzerinde ve o yerin zaptında rolü büyük oluyordu. Bundan dolayı hükümdarlar halife ile olan ilişkilerine büyük önem veriyor ve kendi¬lerini onun hizmetinde sayıyorlardı.
Hz. Ebû Bekir'den itibaren her halife değiştiğinde biata başvurulurdu. Ancak Emevîler döneminde veliaht tayini esası¬na geçildiğinden biatin bağlılık sunma an¬lamı ağır basmaktadır. Biat için çeşitli tö¬renler düzenlenmiştir; bu törenlerin özel¬likle Endülüs Emevî Devleti'nde önemli bir yer tuttuğu ve günlerce sürdüğü bilin¬mektedir (bk. BİAT).
Resûl-i Ekrem'den sonra hutbe dinî fonksiyonu yanında siyasî hâkimiyetin sembolü olarak da önem kazanmıştır. Ca¬milerde okunan hutbeler sırasında dev¬rin halifesinin ismini anmak hâkimiyeti¬nin tanınması anlamına geliyordu. Bu âdet Hz. Ali'nin halifeliği zamanında ortaya çıkmıştır. Hutbede ismi geçen halife¬nin adının yanında halife sıfatını da söy¬leme âdetinin ise Abbasî Halifesi Emîn'-den itibaren başlatıldığı kaydedilmekte¬dir (Kalkaşendî, Me'âşırü'i-inâfe, 11, 231). Siyasî bakımdan hutbenin bir önemi de halife ile sultan veya eyalet valileri ve ma¬hallî hanedanlar arasındaki güç dengesi¬nin bir işareti olmasıdır. Bir hükümdarın meşruiyet kazanması onun saltanatının halife tarafından tasdik edilmesine bağlı olduğundan hükümdarlar ülkelerinde ha¬life adına hutbe okuturlardı. Bağdat Ab¬basî halifelerinin güçlerini kaybettikleri günlerde yeni ortaya çıkan devletlerin hü¬kümdarları kendi isimlerini de halifenin-kiyie birlikte hutbelerde okuttular; bunu ilk defa uygulatanın Halife Tâi' - Lillâh za¬manında Büveyhî Hükümdarı Adudüd-devle olduğu nakledilmektedir (Kalkaşen¬dî, a.g.e., II, 232). Hulefâ-yi Râşidîn döne¬minden itibaren genellikle halifeler na¬mazlarda bizzat imamlık yapmakta ve cuma günleri hutbe okumaktaydılar; vi¬lâyetlerde ise bu İş valiler tarafından ya¬pılıyordu. Abbasî Halifesi Râzî-Billâh'tan sonra halifeler cuma günleri nadiren hut¬be okumuş ve bu dönemden itibaren gö¬rev hatiplere bırakılmıştır (Kalkaşendî, a.g.e., II, 230-231).
Halifeler törenlerde Hz. Peygamber'in şair Kâ'b b. Züheyr'e hediye ettiği hırkayı (bürde) giyerlerdi. Muâviye b. Ebû Süfyân zamanında Kâ'b'ın vârislerinden satın alı¬nan bu hırka veraset yoluyla Emevî hali¬felerine ve onlardan da Abbâsîler'e geç¬miş, daha sonra Yavuz Sultan Selim tara¬fından diğer mukaddes emanetlerle bir¬likte İstanbul'a getirilmiştir (bk. hırka-i SAADET).
Hz. Peygamber'in, üzerinde "Muham-med Resûlullah" yazılı mührü Hz. Osman dönemine kadar halifeler tarafından kul¬lanılmış, bu mührün kaybolmasından sonra da her halife kendi adına mühür kazdırmıştır. Halifenin mührüne büyük önem verilir ve hilâfet makamından çıkan yazılar bununla mühürlenirdi.
Emevîler ve Abbâsîler'de halifeye mah¬sus en önemli alâmet olarak kullanılan asâ (aneze. kadîb) tahta çıkan halifeye hır¬ka ve mühürle birlikte sunulurdu. Hz. Peygamber'e mahsus minberin yanında asası da özel ilgi görmüş ve ikisine birden "ûdeyn" adı verilmiştir. Muâviye b. Ebû Süfyân'dan itibaren bazı Emevî halifele¬rinin Resûl-i Ekrem'den kalan minber ve asayı Medine'den Dımaşk'a nakletme hu¬susundaki gayretleri (Taberî, V, 238-239), bu alâmetlerin hilâfetin meşruiyeti açısından taşıdığı önemi göstermektedir. Asâ Fâtımîler'de de önemli bir hilâfet alâ¬meti sayılmış ve halifeler tarafından tö¬renler sırasında elde taşınmıştır.
Sikke bastırmak da hilâfet ve hâkimi¬yet alâmetlerindendi. Emevî Halifesi Ab-dülmelik b. Mervân, o güne kadar İslâm devletinde kullanılan Bizans ve Sâsânî pa¬ralarını tedavülden kaldırıp üzerinde ken¬di adı bulunan yeni altın (dinar) ve gümüş (dirhem) sikkeler bastırmış ve bu uygula¬ma daha sonraki halifeler tarafından da sürdürülmüştür.
Endülüs Emevî Hilâfeti ve Batıda Ku¬rulan Diğer Halifelikler. Abbasî ihtilâlin¬den sonra başlayan Emevîler'e yönelik katliamdan kurtularak Endülüs'e kaçan Halife Hişâm b. Abdülmelik'in torunu Ab-durrahman ed-Dâhil 756 yılında burada bağımsız bir emirlik kurmayı başarmışsa da III, Abdurrahman'a kadar hükümdar¬lar halife unvanını kullanmamışlardın III. Abdurrahman'ın yarım asırlık hükümdar¬lığı hem Endülüs hem de hilâfet tarihi açısından yeni bir donem oldu. III. Abdur-rahman bir yandan kurduğu siyasî birliği sürdürebilmek, öte yandan da Kuzey Af¬rika'da hızlı bir biçimde yayılan Şiî Fâtı-mîler'le mücadele edebilmek için 316'da (929) kendisini Nasır-Lidînillâh unvanıyla halife ilân etti. Böylece Endülüs Emevî Emirliği Endülüs Emevî Halifeliği'ne dö¬nüştüğü gibi İslâm dünyasında Abbasî ve Fâtımîler'den (aş. bk.) başka üçüncü bir halifelik daha ortaya çıkmış oldu, İH. Abdurrahman 317 (929) yılından itibaren bastırmaya başladığı altın paraların üze¬rine adını "el-İmâm en-Nâsır-Lidînillâh Abdurrahmân emîrü'l-mü'minîn" şeklin¬de yazdırdı ve valilerine gönderdiği mek¬tuplarda bundan böyle hutbelerde kendi adının bu unvanla birlikte zikredilmesini istedi.
111. Abdurrahman'dan sonra oğlu 11. Ha¬kem Müstansir-Billâh unvanıyla halife ol¬du. II. Hakem'le birlikte Endülüs Emevî-leri'nin hilâfet unvanları da yerleşmiş ol¬du. Bununla beraber 11. Hakem'in vefatın¬dan sonra hilâfet kurumunun otorite ve etkinlik açısından karakteri değişikliğe uğramaya başladı. Bu durum İbn Ebû Âmir el-Mansûr'un öldürülmesine kadar sürdü. Hem siyasî iktidarı hem de orduyu kontrolü altında tutan Hâcib İbn Ebû Âmir. Mansûr lakabını ve 386 (996) yılın¬da el-Melikü'1-Kerîm unvanını almıştı. Hutbelerde halifeden sonra adını zikret¬tiriyor ve resmî yazıları da genellikle ken¬disi imzalıyordu.
Endülüs Emevî Halifeliği 422 (1031) yı¬lında ortadan kalkmakla birlikte kaynak¬larda Endülüs'te halifeliğin bu tarihte so¬na ermediği, daha sonraki mülûkü't-ta-vâif döneminde de bazı hükümdarların kendi meşruiyetlerini kabul ettirebilmek amacıyla hilâfeti sürdürdükleri, hatta ay¬nı anda dört emîrin kendilerini halife ilân ettiği belirtilmektedir (Kalkaşendî, Şub~ hu'l-aışâ, V, 479).
Bundan sonra yine İslâm âleminin ba¬tısında yeni Sünnî devletler kuruldu. Hı-ristiyanlara karşı kazandığı zaferlerle meşhur olan Murâbıtlar'ın hükümdarı Yûsuf b. Tâşfîn'in Mağrib ve Endülüs'ü ele geçirmesi, özellikle VI. Alfonso'ya kar¬şı Zellâka (Sagrajoş) Savaşı'nı kazanması üzerine (479/1086) Abbasî Halifesi Muk-tedî-Biemrillâh tarafından kendisine bir menşur gönderilmiş ve emîrü'l-müslimîn unvanı verilmiştir. Murâbitlar emîrü'l-müslimîn unvanını benimsemekle bir ne¬vi mahallî hilâfet kuruyor, metbû tanıdık¬ları Abbasî halifelerinden bir derece aşa¬ğıda bulunduklarını kabul ediyorlardı. Muvahhidler ise emîrü'l-mü'minîn unva¬nını kullanarak Abbasî hilâfetine rakip ol¬duklarını göstermişlerdir. Muvahhidler Devleti'nin kurucusu Abdülmü'min el-Kû-mî, hocası ve hareketin lideri Muham-med b. Tûmert el-Mehdî"nin ölümünden sonra halife ilân edildi (1133). Muvahhid-ler'in ardından Hafsîler de emîrü'l-mü'¬minîn unvanını kullandılar. Muvahhidler'e son verip Hafsî hanedanını kurmuş olan Emîr Ebû Zekeriyyâ'nın oğlu Muhammed, 650 (1252) yılında Müstansır-Billâh laka¬bını ve emîrü'l-mü'minîn unvanını aldı; Bağdat'ın Moğollar tarafından zaptı üze¬rine de Mekke şerifi kendisine Abbasî ha¬lifesinin vârisi olduğunu belirten bir be¬rat gönderdi. Böylece başlangıçta emîr ve sultan denilen Hafsî hükümdarları nü¬fuzlarını genişletince halife ve emîrü'l-mü'minîn unvanlarını taşımaya başladı¬lar ve adlarına hutbe okutup para bastır¬dılar. Merînîler ise önceleri Murâbıtlar gi¬bi emîrü'l-müslimîn, Vlll. (XIV.) yüzyıldan itibaren de emîrü'l-mü'minîn unvanını kullanmışlardır.
Fatımî Hilâfeti. Fatımî Devleti, imame¬tin Ca'fer es-Sâdıktan sonra oğlu İsma¬il'e ve onun soyuna ait olduğunu savunan Ubeydullah el-Mehdî tarafından 297 (909) yılında İfrîkıye'de kurulmuş, daha sonra Kuzey Afrika, Mısır ve Suriye bölgeleriyle birlikte geniş bir coğrafyada hâkimiyet sağlamış ve Abbasî hilâfetinin karşısına güçlü bir rakip olarak çıkmasının yanı sı¬ra Endülüs Emevî hilâfetinin doğmasına da zemin hazırlayan sebeplerden birini oluşturmuştur. Fatımî halifeliği Şiîliğin İs-mâiliyye kolunun anlayışını esas almıştır; Abbasî ve Endülüs Emevî hilâfetleriyle re¬kabetinin temelinde de bu husus yatmak¬tadır. Abbâsîler'in kontrolünden kurtul-mak isteyen İmam Ubeydullah Ağlebî-ler'İn başşehri Rakkade'ye girdi ve Meh-dî-Lidînillâh lakabı ve emîrü'l-mü'minîn unvanıyla halife ilân edildi (29 Rebîülâhir 297/15 Ocak 910).
Fâtımîler'de masum kabul edilen hali¬feler kutsal bir mahiyet kazanmış ve ken¬dilerine mutlak itaatin gerektiği anlayışı benimsenmiştir. Bu devlette her yeni ha¬life Abbâsîler'de olduğu gibi halktan biat almakla birlikte imam (halife) vasiyet ve¬ya nasla belirlendiği için biat. halifenin tayin veya seçimi anlamından ziyade ona saygı niteliği taşımaktaydı. İmam olarak davetin başı ve bütün bilgilerin kaynağı olan halife şeriatı da yorumlardı. Halife Allah'ın dostuydu (velî) ve bundan dolayı velayet de imanın esaslarından biri hali¬ne gelmişti.
Fatımî halifeleri, Abbâsîler'in yanı sıra Sünnî Endülüs Emevî hükümdarlarını da kendilerine rakip olarak görmüşler ve on¬larla mücadele etmişlerdir. Muiz-Lidînil-lâh, 955 yılında III. Abdurrahman'dan ge¬len ve aralarındaki anlaşmazlığın barış yo¬luyla çözülmesini isteyen mektubu Ab¬durrahman'dan emîrü'l-mü'minîn diye söz edildiği için geri çevirmiş ve elçiye hi-lâfetin kendilerinin hakkı olduğunu, ayrı¬ca Allah'ın kendilerinden başka hilâfet id¬diasına kalkışacak kişilerle savaşmalarını emrettiğini söylemiştir (Nu'mân b. Mu¬hammed, s. 168).
Şiîler'in İsmâiliyye kolunun üç asra ya¬kın bir süre devam eden Fatımî halifeli¬ğini kurmasına karşılık İmâmiyye kolu böyle bir imkâna kavuşamamış ve ümidi¬ni MehdTnin gelmesine bağlamıştır. Şiî¬ler'in diğer bir kolu olan Zeydîler ise Hz. Hasan'ın soyuna mensup imamların yö¬netiminde İH. (IX.) yüzyılın ortalarında Ta-beristan'da ve aynı asrın sonlarına doğru Yemen'de iki ayrı devlet kurmuşlardır. Bunlardan daha uzun süre yaşayan Ye¬men Zeydî Devleti'nin kurucusu Yahya b. Hüseyin, halifeler gibi Hâdî-İlelhak laka¬bını ve emîrü'l-mü'minîn unvanını almış¬tır. Zeydîler'e göre imam masum değil fa¬kat müctehiddir. Ona mutlak itaat söz ko¬nusu olmayıp Kur'an ve Sünnet'ten ayrıl¬dığı zaman peşinden gitmek gerekmez. Ayrıca imametin babadan oğula geçmesi şartı yoktur, İmamın Hz. Ali soyundan gelmesi yeterlidir. Yine onlara göre Hz. Peygamber tarafından ismen olmasa da vasfen tavsiye edilen Hz. Ali kendisinden önceki üç halifeden daha faziletlidir. Bu¬nunla birlikte çok faziletli olanın yerine daha az faziletli kişilerin imametini de caiz görerek ilk üç halifeyi meşru sayar¬lar.
Mısır Abbasî Hilâfeti. 1258 yılında Moğol istilâsıyia Bağdat Abbasî halifeliği so¬na erince İslâm âlemi üç yıl halifesiz kal¬mıştı. 1260 yılında Aynicâlût Savaşı'nı ka¬zanarak Moğol istilâsını durduran ve ar¬dından Sultan Kutuz'u öldürüp Memlûk tahtına geçmeyi başaran Sultan I. Bay-bars, Moğollar'ın Bağdat'ı tahribi sırasın¬da Dımaşk'a giden son Abbasî halifesi Müsta'sım-Billâh'm amcası Ebü'l-Kâsım Ahmed'i hilâfeti canlandırmak amacıyla Kahire'ye davet etti. Baybars tarafından törenle karşılanan Ebü'l-Kâsım Ahmed'in Abbasî hanedanına mensubiyetini gös¬teren ve Abbas b. Abdülmuttalib'e kadar uzanan şeceresi ilim adamları, devlet bü¬yükleri ve kadılardan oluşan bir heyetin huzurunda okundu ve Kâdılkudât Tâced-din Abdülvehhâb b. Bintü'1-Eaz tarafın¬dan onaylandı; arkasından da kendisi Müstansır-Billâh lakabıyla halife ilân edil¬di ve halktan biat alındı (9 Receb 659/9 Haziran 1261). Böylece Abbasî hilâfeti üç yıllık bir aradan sonra yeniden kurulmuş oldu. Baybars'ın Abbasî hilâfetini yeniden kurmaktaki asıl hedefi tahtının meşrui¬yetini sağlamak ve İslâm âlemi nezdinde itibar kazanmaktı. İsmen halife olmakla birlikte gerçekte yetkileri bulunmayan Mısır'daki Abbasî halifelerinin adlan sik¬ke ve hutbelerde Memlûk sultanlarıyla birlikte anılıyordu.
Bununla birlikte Kahire'deki Abbasî ha¬lifelerinin İslâm dünyasında manevî nü¬fuzlarının devam ettiği görülmektedir. Bazı müslüman hükümdarlara hüküm¬darlık menşuru gönderiyorlar ve bu şekil¬de halifeden menşur alan devletler de İs¬lâm dünyasında daha fazla tanınma İm¬kânı bulmuş oluyorlardı; meselâ Yıldırım Bayezid Niğbolu zaferinden sonra I. Mü¬tevekkil -Alellâh'tan sultan unvanını al¬mıştı. Osmanlı padişahları baştan beri sultan unvanını kullanmakla birlikte bu olay onların daha iyi tanınmasına ve İslâm dünyasındaki itibarlarının artmasına ve-sile olmuştur. Mısır Abbasî halifeleri fırsat bulduklarında siyasî olaylara da karışıyor¬lardı. Meselâ 815 (1412) yılında Sultan Nâsır'ın ölümü üzerine Halife Adil kendi¬sini sultan ilân etmiş, ancak üç gün son¬ra Müeyyed Şah tarafından makamından indirilerek öldürülmüştür.