SEYYİD KUTUP MEZHEPSİZ Mİ? / Millî Fikir Kulübü/ Neşre
Mehmet Ali Demirbaş 01 Ocak 1970
İslâmî Etüdler
Seyyid Kutub bu sapık fikirlerini sadece C. Sulhunda değil, bütün kitaplarında yazmaktadır. Şu anda elimizde İslâmî Etüdler isimli bir kitabı var. Hasan Beşer isimli birisi tarafından tercüme edilmiş, ikinci baskısından bazı pasajlar verelim:
“Diktatörlerin ve taşkınların yüzüne durarak haykırmayanlar, ya bir büyük günah işliyorlar, ya münafık oldukları için böyle davranıyorlar.” İ. Etüdler S. 34
Zaman ve zemin icabı zalim bir hükümdara haykırmamanın büyük bir günah olduğu veya münafıklık olduğu hangi muteber kitapta yazılıdır?
İslâmiyet ne değilmiş, bakalım Seyyid Kutub ne diyor:
“Dualar mırıldanmak, tesbih tanelerini şıkırdatmak, Aman Allah’ım sen koru, sözlerine dayanmak, gökten hayır, doğruluk, hürriyet ve adalet yağacağına güvenmektir.” İ. Etütler S. 35
Tekrar edelim, neler İslâmiyet değilmiş:
1- Dua etmek 2- Tesbih çekmek 3- Aman Allahım sen koru sözlerine dayanmak 4- Yapılan dua vasıtası ile gökten hayır vesaire yağacağına güvenmek.
1- Allahü teâlâ ve Peygamber aleyhisselâm duayı emrediyor. Seyyid Kutub bunlarla alay ediyor. Halbuki dua mü’minin silâhıdır. Dua hakkında dinimizin emri şudur:
“İslâm âlimlerinin çoğuna göre duayı inkâr eden kâfir olur.” Feteva-i Fıkhiyye S.149
2- Âyeti kerime ve hadîs-i şerîflerle tesbih çekmek hem emrediliyor, hem de övülüyor. Tesbih söylemek için çekilen tesbih aleti ise sünnettir. Şıkırdatmak tabirini kullanarak, sünnet olan tesbihle alay ediyor S. Kutub. Halbuki sünnetle alay küfür değil midir?
3- Aman Allah’ım sen koru sözlerine dayanmak Allahü teâlâ’nın emridir. Allahü teâlâ’nın emri ile alay etmek küfürdür.
4- Yapılan dua vasıtası ile gökten hayır yağacağına güvenmek, tevekkül etmek müslümanlık değilmiş. Allahü teâlâ dilerse gökten rızık da yağdırır, hayır da yağdırır, mezhepsizlerin başına taş da yağdırır. Asıl mutlaka yağmayacağına (Allahü teâlâ’nın yağdıramayacağına) inanmak küfürdür.
Seyyid Kutub, diyor ki, duayı falan bırakın, şöyle tedbir alın, böyle çalışın, işte o zaman mücadeleyi kazanırsınız. Tedbir almak, öyle çalışmak, sebeplere yapışmak dinimizin emridir.Ancak bunları kâfirler de yapmaktadır. Biz müslüman olarak hem tedbir alacağız, sebeplere yapışacağız, hem de dua ve tevekkül edeceğiz. Dua eden bir kimsenin tevekküle inanan şahsın tedbir almayacağını söylemek ahmaklıktır. Dua edip de hiç sebeplere yapışmayan olur mu?
Kırkyedinci sayfada ise İslâmiyetin, cemiyetin fertleri arasında hiçbir fark gözetmeden hepsine aynı eşit hakkı teminat altına almasını emrettiğini yazıyor. Daha önce de yazdığımız gibi İslâm herkese aynı gözle bakmaz. Müslümana baktığı gibi kâfire bakmaz.
İctimaî ahlâk eğitiminde yüce ve ilgi çekici idealin ne olduğunu sorduktan sonra şöyle diyor:
“Bazıları bunu milliyetçilik onuru, bazıları da insanî kardeşlik olmasını düşünürler. Her ikisi de saygı değer yüce idealistlerdir.” (i. Etütler S. 61)
Acaba milliyetçilik onuru Seyyid Kutub’un dediği gibi yüce bir ideal midir? İnsanî kardeşlik mi yoksa İslâmî kardeşlik mi? Yazının devamında ben şu ideali tercih ederim diyor. O sevginin ne olduğuna baktık.Allah uğrunda sevgi imiş. Allah uğrundaki sevgi ne ile mukayese kabul eder ki? Ben ikinciyi tercih ederim diyor.
Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı kerîm’inde Hak dinin, doğru dinin ancak İslâm dini olduğunu beyan ederken içtimaî tesanüdün tahakkuku için diğer dinleri de İslâm dîni seviyesine çıkarmaktadır:
“Arap ülkelerindeki içtimaî tesanüdü tahakkuk ettirmek için dini inançları ahlâki eğitimin esas kaidesi olarak, almaya azmettiğimiz zaman bu ülkelerde revaçta olan –yalnız İslâm değil- bütün dinlerin bize yardımcı olacaklarını göreceğiz.” İ. Etütler S. 63
Kutub, bu cümlesinde ne diyor? Dinî inançları, ahlâki eğitimin esas kaidesi olarak aldığımız zaman, bize yalnız İslâm değil diğer dinler de yardımcı olacaktır, diyor. İçtimaî tesanüdün tahakkuku için İslâm kâfi gelmiyormuş gibi diğer dinleri de zikretmektedir. Hak olan İslâm varken, bâtıl olan dinlerden nasıl yardım beklenir ki? Hakk’ın kâfi gelemiyeceğini mi zannetmektedir?
Bilindiği gibi komünizm de mal, cemiyetin mülküdür. Dinimizde ise şahsî mülkiyet vardır. Herkes mülkünün sahibidir. Ancak şahsın, zekâtı ve uşuru Cenab-ı Hakk’ın gösterdiği yerlere, bildirdiği kadar, verme mecburiyeti vardır. Bunun dışında kimseye sadaka vermek, ödünç vermek mecburiyetinde değildir. Ama sevap kazanmak isteyen dilediği yerlere dilediği kadar hayır vermekde serbesttir. Hal böyleyken Seyyid Kutub, müslümanlığı komünistlik sanarak şöyle diyor:
“Aynı zamanda, mal cemiyetin mülkiyetinde olduğundan ve ferdin vazifesi ondan yararlanmaktan öte gitmediğinden, cemiyetin başka fertlerinin de bu mala ihtiyacı olduğundan yahut yararlanmak istediklerinde içtimaî tesanüdü tahakkuk ettirmek bakımından ferd onlara faizsiz borç vermekle mükelleftir.” İ. Etütler S. 74
Seyyid Kutub bu cümlesinde neler söylüyor?
1- Mal cemiyetin mülkiyetindedir demekle komünistler gibi şahsî mülkiyeti yani özel serveti kabul etmemektedir.Etmiş olsa idi, mal cemiyetin mülkiyetindedir diyemezdi.
2- İçtimaî tesanüdü tahakkuk ettirmek için zenginler fakirlere borç para vermekle mükellefmiş. Dinde kaide koymak yalnız Allahü teâlâ’nın hakkıdır. Ondan sonra Allahü teâlâ’nın emirlerinden kaide çıkaran da Peygamber aleyhisselâmdır. Ondan sonra da Kitap ve Sünnetten hüküm çıkaranlar müctehid imamlardır. Kitapta, Sünnette ve Kıyas-ı fukahada kimsenin ödünç verme mecburiyeti yoktur. Bir ferdi ödünç vermeye mecbur etmek, zulüm olur, gasb olur.
İçtimaî tesanüdü tahakkuk için ödünç verme mecburiyeti koymak hangi dinde vardır ki? Allahü teâlâ’nın emrine uyulduğu kaidelere uyulduğu zaman içtimaî tesanüd tahakkuk etmiş olur. Dinimizin koyduğu kaideler ne eksiktir, ne de fazla... Oturup roman yazar gibi kitap yazılacağına senet âlimlerin koyduğu kaideler nakledilmiş olsaydı ne kadar isabetli olurdu. Öyle âlimlerden nakil Seyyid Kutubun onurunabyakışır mı? Onlar âlimse Seyyid Kutup da âlimdir. Aklına geleni yaz. Dine uymuş uymamış orası mühim değil, sosyalistliğe ve hümanistliğe uysun gerisini boşver. Böyle bir zihniyetle kitap yazılırsa bu elimizdeki kitaplar gibi olur.
Zekât, malın belli bir kısmını Cenab-ı Hakk’ın bildirdiği yedi sınıf müslümana vermektir.Mezhebimizde bu yedi sınıftan yalnız birisine de verilebilir. Zengin zekâtını fakirin eline vermesi lâzımdır. Zenginin fakiri görmesi de lâzımdır. Bütün mutemed din kitaplarında böyle yazmaktadır. Uşurları ve diğer üç çeşit zekât malını meşru olan hükûmet alır. Fakat hükûmet de bu zekât paralarını sağa sola harcayamaz, yol, köprü yaptıramaz. Aldığı zekâtı yalnız fakirlere dağıtır.
Seyyid Kutub ise yukarıda bildirdiğimiz İslâm âlimlerinin hükümlerine ters olarak kendi kafasına göre her çeşit zekâtı devlete aldırıyor sonra da şöyle diyor:
“Zekât, elden ele verilen ferdi bir bağış, faziletlinin muhtaca uzattığı bir yardım değildir.” İ. Etütler S. 75
Bir zengin, zekâtını hadîs-i şerifte ve fıkıh kitaplarında bildirildiği şekilde, fakir akrabasının eline verse, Seyyid Kutub’a göre bu şeriata uygun değildir. Dinimizin koyduğu hükmü beğenmeyene ne denir?
Seyyid Kutub da diğer mezhepsizler gibi, dinimizi vahy-i ilâhi olarak kabul edemiyor, kesin hükümler topluluğu olarak inanamıyor. Dinimizi bir teori olarak kabul ediyor. Bilindiği gibi teori veya Arapçası nazariye demek, henüz kesin olmayan, düşünce alanında kalan bilgi demektir. Piyasada bile mezhepsizler tarafından yazılmış, Faiz Nazariyesi, İslâm Nazariyesi gibi kitaplara rastlanır. Sayın Süleyman Ateş bile, evrim nazariyesinin Kur’an-ı kerîm’de bulunduğunu iddiâ etmektedir. Hâşâ Kur’an-ı kerîm’de nazariye olduğu Diyanet Reisi gibi ehil(?) bir kimse tarafından da söylenmiş olması mezhepsizler için kâfi delil olamaz mı? İslâm nazariyesi, İslâm sosyalizmi, İslâm faşizmi, İslâm Felsefesi gibi terimler mazaallah dinimizde şüpheyi gerektiren ifadeler olduğu için İslâm Şeriatına sıkı sıkıya bağlı ehl-i sünnet mensupları tarafından kullanılmamaktadır.
Seyyid Kutub İslâm’a nazariye dediği gibi diğer bâtıl sistemleri de kuvvetli nazariye olarak vasıflandırmaktadır. Yani bâtıl sistemler de nazariye, İslâm da nazariye. Hiç İslâm dini bâtıl nazariyeler ile mukayese edilebilir mi? Mezhepsizler diyorlar ne dersiniz?
Evet Seyyid Kutub’un, İslâm’ı nazariye, insan düşüncesi zanneden cümleleri şöyledir:
“Bugün onları Peygamber (S.A.)’in zamanında yapmış olduğu şekilde, kısa ve mufassal bilgilerle İslâm’a davet etmemiz asla kifayet etmez. O devirde bugünkü gibi İslâm nazariyesi karşısında duran teferruatlı içtimaî nazariyeler yoktu.” İ. Etütler S. 82
Bu cümlede kaç tane azim hata vardır?
1- Bâtıl sistemler, teferruatlı içtimaî nazariyeler olarak zikredilmektedir.
2- Dinimiz ise, İslâm nazariyesi olarak gösterilmekte, teferruatlı veya teferruatsız olup olmadığı zikredilmektedir.
3- Peygamber aleyhisselâm ile ashâb-ı kirâmın davet şekli kifayetsiz bulunmaktadır.
İslâm’a davet bir ibadettir. Her ibadette olduğu gibi bunda da en kâmil daveti şüphesiz Peygamber aleyhisselâm yapmıştır.
En kâmil namazı peygamber aleyhisselâm kılmış ve kıldırmıştır. En kâmil ezan onun asr-ı saadetinde okunmuştur. Bunun aksini hiçbir mezhepsiz iddia edemez. Ne var ki aksini iddia eden mezhepsizler çıkıyor. Diyorlar ki, asr-ı saadette teyp olsaydı, Bilâl-i Habeşi hazretleri teybe ezan okur, teypten ezan hoparlöre verilir, herkes duyardı. Mukabelelerin teyple okunması ve namazın hoparlörler ile kıldırılması gibi işleri Peygamber aleyhisselâmın severek yapacağını iddia ediyorlar ve bunun için Peygamber aleyhisselâmın kıldırdığı namaz hoparlörle kıldırılan namaz kadar kâmil değildir diyorlar.
Şurası muhakkaktır ki, Peygamber aleyhisselâm çeşitli mucizeler göstermiştir. Eğer hoparlörle kılınan namaz kâmil namaz olmuş olsaydı, Cenâb-ı Hak bu nimeti Peygamber aleyhisselâma da nasip ederdi.
Peygamber aleyhisselâmın bildirdiği ibadet tarzından başka şekilde ibadet etmek bid’attır, reformdur.
Şimdi merak ediyoruz acaba Seyyid Kutub’u müdafaa eden hangi mezhepsiz çıkacak da nazariye şeriat demektir, İslâm nazariyesi ise İslâm şeriatı demektir gibi gülünç ve saçma bir iddiada bulunacaktır.
Seyyid Kutub laik ve hümanist bir düşünce tarzından hareket ederek bütün bâtıl ve muharref dinlere de hürriyet verilmesini istiyor. Mutlaka bir inanç hürriyetinin verilmesini savunuyor. Kendi savunması bir şey değil, İslâm böyle emrediyor diyor. Hangi dinden olursa olsun bütün vatandaşlar imtiyazsız olarak aynı haklara sahiptirler diyor. Ahmet Gürtaş gibiler ise nedense böyle bir mezhepsizlik, dinsizlik karşısında susuyor da mezhepsizlik olduğunu söyleyenlere karşı ateş püskürüyor.
Evet Seyyid Kutub şöyle diyor:
“Marksizm, dünya çapında bir nizama davet ettiğini iddia eder. Fakat hangi nizam olursa olsun inanç hürriyetini sağlamadıkça ikame edilemez.” İ Etütler S. 84
Kendisi Kaddafi gibi sosyalist olduğu için Marksizm’in dünya çapında bir nizama davet ettiğini söylemesi yadırganamaz. Fakat hangi nizam olursa olsun ifadesinin içinde İslâm nizamı da vardır. Olduğunu zaten az ileride kendisi de açıklamaktadır. İslâm inanç hürriyetini sağlar diyor. İşte Seyyid Kutub’un bu cümleleri:
“Biz bütün inançları aynı eşitlikle ve hürriyetle gölgesinde ilerliyebileceği bir nizama davet ederiz. Bu nizamda inanç hürriyetini korumak devletin ve müslüman cemiyetin zarurî vazifesidir. Hem bu nizamda gayri müslimler şahsî hallerinde kendi dinlerine intisap edebilirler. Bütün vatandaşlar imtiyazsız olarak aynı haklara sahip, aynı kanunlara bağlı ve eşit mes’uliyetlerle yüklüdür.” İ. Etütler S. 85
Allah katında tek din, hak din, gerçek din yalnız İslâmiyettir. Bu bakımdan Seyyid Kutub’un dediği gibi bütün inançlar aynı eşitliğe ve aynı hürriyete sahip değildir. İslâm nizamında bir müslim ile bir gayri müslim imtiyazsız olarak aynı haklara sahip değildir. Eşit mes’uliyetlerle yüklü değildir.
İslâm nizamında müslümanlar, namaz kılmakla ve zekât vermekle yükümlüdür. Fakat İslâm nizamında yaşayan gayri müslimler, yani zimmîler ise namaz kılmakla ve zekât vermekle yükümlü değildir. Onlar sadece haraç verirler. Kanunlar eşit olarak uygulanmaz. Fasığın şahitliği kabul olmadığı gibi kâfirin de şahitliği muteber değildir. Zimmîler İmam olamadığı gibi Halife de olamaz. Hâkim de olamaz. Daha birçok görevler bunlara verilmez. Nerede imiş o eşit hükümler? Seyyid Kutub salâhiyetli bir İslâm âliminden nakil yapmadan kendi kafasına göre eşit mes’uliyetlerle kâfirlerin yüklü olduğunu söylüyor. Müslim ve gayri müslimlere ayrı kanunlar tatbik edilir. Üç hak mezhepte namaz kılmayan müslümanlar öldürülür, fakat kâfirler öldürülmez, tabii zimmî olan kafirler. Seyyid Kutub kendi kafasına göre yeni bir din kuruyor, yerli mezhepsizler de bu sapık kitapların yayılmasına önayak oluyorlar. Bazı müslümanlar da maşa olarak kullanılıyor, fakat farkında değiller. Müslüman gençlik zehirleniyor. Seyyid Kutub nakil esası üzerine hareket etmiyor. İslâm âlimlerine göre yazmıyor. Belli bir hak mezhebe göre yazmıyor. Kitap ve sünnetten kendi aklına göre hükümler çıkarıyor. Bu hükümler dört hak mezhepten birisine uysun veya uymasın farketmez. Kâfire de müslümana da aynı kanunları eşit olarak tatbik ettiriyor. Namaz kılmayan kâfir dört mezhebe göre de dövülüp öldürülmez. Üç hak mezhebe göre namaz kılmayan müslümanlar öldürülür. Hanefi Mezhebine göre ise hapsedilir ve dövülür. Seyyid Kutub’a göre ise mezhep ve din farkı gözetmeden kanunlar eşit tatbik edilirse mezhepsizlik olur. Seyyid Kutub namaz kılmayan kâfiri öldürürse zulmetmiş olur. Namaz kılmayan müslümanı öldürürse, Hanefi mezhebine göre yine zulmetmiş olur. Namaz kılmayan müslümanı öldürmezse, Şafii mezhebine göre ve diğer iki hak mezhebe göre yine zulmetmiş olur. Yani namaz kılmayan müslümanları öldürmek veya öldürmemek de zulüm oluyor. Nasıl olur? İslâm nizamında mezhepler vardır. Dört hak mezhep vardır. Bunlara göre hükmedilir. Hâkim bu mezheplere göre hüküm verir. Bütün insanlara bir mezheple hüküm verilirse zulüm olur. Şafiî mezhebine göre bir adama hanımını boşa diye zorlasalar o da ölüm korkusu ile boşadım dese, sonra o hanımı ile bir yaşamaya devam etse, Hanefiye göre bu zina olur. Şafiî mezhebine göre ise zina olmaz. Buna hanefi muamelesi yapılırsa zulüm olur. Keza Hanefiye de Şafiî muamelesi yapılırsa yine zulüm olur. Seyyid Kutub kitaplarını belli bir mezhebe göre yazmamıştır. Seyyid Kutub’un bazı fikirleri Şafiîye uyar, bazıları Hanefiye uyar, bazıları da Vehhâbiliğe uyar. Bazıları Rafiziliğe uyar. Bazıları ise sosyalistliğe uyar, bazıları ise dinsizliğe uygundur. Halbuki bir kimsenin yazdığı kitapları hep bir mezhebe uysa, bir tanesi başka bir hak mezhebe uysa mezhepsizlik olur. Bunu Karaman’a Açık Mektup isimli yazımızda vesikası ile zikrettik. Seyyid Kutub’un ise hangi mezhebe göre yazdığı meçhuldür. İncelendiğinde bazen hak mezheplere uyduğu yerleri oluyor,bazen hümanistliğe ve sosyalistliğe uyan yerleri oluyor. Vehhâbiliğe ve diğer sapık mezheplere hiç uymasa dört hak mezhebe uysa, bazen buna göre, bazen öbürüne göre uysa yine mezhepsizlik olur. Tek mezhebe uygun olması şarttır.
Müslüman devlet inanç hürriyetini korumaya mecburmuş. Şimdi komünistler de fikir hürriyetinden bahsediyorlar. İslâmiyette hâşâ fikir hürriyeti yoktur. Herkes düşündüğünü söylemeye yetkisi yoktur. Meselâ İslâm nizamında bir müslüman çıksa, namaz miktarını azaltalım derse, mürted olur ve derhal öldürülür. Mezhepleri kaldıralım dese yine mürted olacağı için hemen öldürülür. Kimse İslâm’ın koyduğu kanunlara aykırı konuşamaz. Müslüman birisi çıkıp da şarap serbest olsun diyemez.Böyle bir hürriyeti yoktur. Solcuların yasalaştırdığı gibi kimse çıkıp da süt kardeşi ile evlenmeyi teklif edemez. Seyyid Kutub’un dediği gibi dinimizde böyle fikir hürriyeti yoktur. Keza zımmî de kendi dinini söyler, fakat müslümanın kanunlarına karışamaz. Şeriatın hükümlerini değiştirmek için herhangi bir teklifte bulunamaz. Bunlar dört hak mezhepde de yoktur. Hattâ Vehhâbilikte bile yoktur. Rafizilikte bile yoktur. Seyyid Kutub bu fikri sosyalistlerden mi öğrendi acaba?
Seyyid Kutub biz insanları şuna çağırırız, biz insanlara şöyle deriz, gibi ifadelerde bulunuyor. Biz dediği kimdir acaba? Dört hak mezhebin mensubu olan böyle diyemez. Bizim mezhebe göre böyledir der. Ancak Kur’ân-ı kerîm’de Cenâb-ı Hak biz insanları şuna davet ederiz der. Seyyid Kutub İslâm âlimlerinden nakil yapmıyor da biz böyle istiyoruz diyor. Söylediği doğru olsa onun davet etmeye yetkisi var mıdır? O şekil konuşmaya yetkisi yoktur. İslâm âlimlerinin verdiği ölçülere göre konuşulur.
Seyyid Kutub’un neye çağırdığına bir misal verelim :
“Biz bütün vatandaşları, umum gelir kaynaklarından müsavi hakka sahip olacakları bir nizama çağırırız. Çünkü bu nizamda, mülkiyet esas itibariyle -Allah tarafından yetki ve selâhiyet verilmiş olan- cemiyete aittir. Ferdî mülkiyet geçicidir ve ancak faydalanma sınırları dahilindedir. Lüzum görüldüğünde fazla malları alma hakkı cemiyetindir.” İ. Etütler S. 86
Seyyid Kutub’un çağırdığı nizam yukarıdadır. Bu nizamda mülkiyet esas itibariyle cemiyete aitmiş. Mülkiyetin cemiyete ait olma yetkisini de Allah vermiş. Böyle diyor Seyyid Kutub. Mülkiyet bilindiği gibi yalnız komünizmde cemiyete aittir.
D i n i m i z d e, y a n i d ö r t h a k m e z h e b i n hiç birisinde böyle bir hüküm yoktur. Seyyid Kutub gibi şeriatçı olduğunu söyleyen Kaddafi devletinin adını Sosyalist Arap Cemahiriyesi koydu. Seyyid Kutub da bir devlet kursaydı, sosyalist İslâm Cemahiriyesi koyması muhtemeldi. Çünkü İslâm’da mülkiyet cemiyetin değildir. Dinimizdeki miras hukukunu bilenler bilir ki, mülk fertlerindir. Fertlerin sahip olduğu bütün mülkün sahibi de ancak Allahü teâlâ’dır. Allahü teâlâ fertlerin bu mülkü nasıl kullanacaklarını beyan etmiştir. Zekât müessesesi vardır. Zekât nazariyesi yoktur. Zekâta giren malların kırkta birisi cemiyete değil, fakirlere aittir. Hangi malların zekâta dahil olup olmadığı mezheplere göre değişmektedir. Meselâ kadının zinet eşyası ne kadar çok olursa olsun Şafii mezhebine göre zekâta tabi değildir. Halbuki Hanefide 20 miskal ve daha fazlası zekâta tabidir. Zekât fakirin hakkıdır, cemiyete verilmez. Malın kiri olduğu için Seyyidlere de verilmez. Cemiyetin malı olsaydı, Seyyidler de bu maldan istifade ederdi.
Seyyid Kutub ne diyor? Lüzumu halinde fazla malları cemiyet alır. Fazla malın ölçüsü nedir? Cemiyet bunu nasıl alır? Hangi mezhebin hangi hükmüne göre alır.? Dört hak mezhebde böyle bir hüküm yoktur. Bugün Rusya’da fazla malları devlet almaktadır. Zarurî yiyecekten başka hepsini devlet almaktadır. Seyyid Kutub ölmemiş olsaydı, Kaddafi gibi bir şeriat(!) devleti kurmuş olsaydı, Rus sosyalizmini mi tatbik edecekti acaba?
Seyyid Kutub yukarıya aldığımız ilk cümlesinde şöyle diyordu:
“Biz bütün vatandaşları umum gelir kaynaklarından müsavi hakka sahip olacakları bir nizama çağırırız.”
Bu nizamın adı olsa olsa Seyyid Kutub nizamı olur. Hangi nizamda gelir kaynaklarından bütün vatandaşlar müsavi hakka sahiptir? Bu nazariye, yalnız teori komünizmde vardır. Dinimize göre ve dört hak mezhebe göre, ferdin mülkü olan arazide çıkan altın ve kömür gibi madenler yalnız ferde aittir. Cemiyet bunu alamaz. Fert yalnız bunun zekâtını vermekle mükelleftir, onu da fakire verir. Zenginler alamaz. Eğer devlet alır da köprü vesaire yaptırırsa, zekât yerini bulamaz. Devletin yaptırdığı köprüden yalnız fakirler bile geçse yine yerini bulamaz. Çünkü zekâtı yalnız fakirin eline vermek lâzımdır. Muteber fıkıh kitapları böyle yazmaktadır.
Seyyid Kutub S. 89 da şöyle bir başlık atmıştır:
“İslâm’ı ya bütün olarak alın yahut bırakın.”
Bu başlık altında aynı fikir savunulmaktadır. Halbuki İslâm âlimleri bir şeyin tamamı mümkün değilse mümkün olanı almak gerektiğini belirtmişlerdir. Seyyid Kutub’dan ilham alarak bir mezhepsiz çıksa, ya şeriatı tam uygulayın veya hepsini terk edin, bize namaz kıldırmayın, oruç tutturmayın, hanımlarımızı zorla açtırın derse yadırganmamalıdır.
Dinimizde zengin sadece zekât uşur, sadaka-i fıtır gibi malî ibadetleri yapmakla yükümlüdür. Bunun haricinde kimse zenginden bir şey alamaz. Halbuki Seyyid Kutub bakın ne diyor:
“Devlet lüzûmu halinde cemiyetini korumak için ihtiyacı olan parayı varlıklı fertlerden kayıtsız şartsız alabilir.” İ. Etütler S. 92
Dinimiz, Zimmîlerden haraç cizye gibi vergilerin haricinde başka bir mal alamaz. Seyyid Kutub’un hiçbir mezhebe uymayan bu bozuk fikirleri komünistliğe oldukça uygundur. Komünistler S. Kutub’un heykelini dikseler kendilerince uygun iş yapmış olurlar.
Seyyid Kutub ya hep ya hiç fikrinde şöyle ısrar etmektedir:
“Bugün İslâm adına, kadının parlâmentoya girmesini istemiyen, çalışmaktan menedilmesi, kol ve etek örtüsünün uzatılması için haykıranlar –kendilerini bu tarafa iten duygularına saygımla birlikte- meselelerin hepsini bu ayrıntılara inhisar ettirmekle İslâm’ı kolaya ve eğlenceye aldıklarını söylememe müsaade etsinler.” İ. Etütler S. 94
Mısır’da bazı müslümanlar, şeriatın tamamının tatbikinin, dejenere olmuş bir hükûmetten istemenin abesliğini düşünerek, bir kısmının olsun şimdilik tatbik edilmesini istemişlerdir. Seyyid Kutub bunlara kızıyor, ya tamamını isteyeceksiniz veya hiç diyor. Sonra bu müslümanları İslâm’ı eğlenceye almakla itham etmektedir. Eğer bunlar İslâm’ı eğlenceye almışlarsa küfre düşmüşlerdir. Küfre düşen bu insanların bu fikirlerine nasıl saygı duyulur? Küfür olan bir fikre saygı duymak küfür değil midir? Seyyid Kutub bu müslümanların bu duygularına saygı duyduğunu da belirtiyor, Seyyid Kutub için fikir fikirdir. Bâtıl da olsa saygıya hürmete lâyıktır. Hümanistler için çok görmemek lâzımdır. Türkiye’de de her fikrin serbest olmasını isteyen mezhepsizler az değildir. Bâtıl olan bir fikrin serbest olması nasıl istenir? Bir şartla istenebilir. Eğer hak olan Fikrin yayılma ihtimali kuvvetli ise, bâtıl olan fikirlerin yayılma ihtimali zayıf ise o zaman her fikrin yayılmasını istiyoruz gibi bir fikir ileri sürülebilir. Böyle bir durum ise ne Mısır’da ne de Türkiye’de mevcuttur. O halde bütün fikirlere inanç hürriyeti tanımak Seyyid Kutub’a ve onun yolundan giden mezhepsizlere has bâtıl bir taktiktir.
Bilindiği gibi komünistler özel mülkiyete düşmandırlar. Durmadan zenginlerin aleyhine yazıp çizerler. Dinimiz meşru yoldan kazanılan zenginliği mübarek sayar. Uşur ve zekât gibi paralı ibadetlerle belli bir nisbette zenginleri mükellef tutar. Fakat Seyyid Kutub, bu hususta ne diyor? Komünizm görüşünü mü savunuyor, yoksa kapitalist görüşü mü? Şöyle diyor S. Kutub:
“Şayet bu işler için zekât kâfi gelmezse, hükûmet zenginlerin elindeki fazla malları alıp fakirlere iade eder.” İ. Etütler S. 98
Fakir zengin herkesi eşit yapmak istiyor S. Kutub. Fazla mallar ne demektir? Zenginlerin malları fakirlerden ne kadar fazla ise o miktar malları almakla bilimsel sosyalizme uygun bir rejim mi kurmak istiyor S. Kutub?
S. Kutub komünizm’in aleyhinde görünür gibi bir tavır takınmakta İslâmiyeti sol açıdan izah etmektedir. Kâfirleri Müslümanlarla eşit tutmaktadır. Kâfirlerin özgürlüğe kavuşması için savaşmayı müslümanın vazifesi olarak göstermektedir. Yani cihad olarak kabul etmektedir. Kâfir memleketlerindeki keferelerin bütün hak ve güvenlik içinde yaşamalarına müslümanların müsaade ettiğini yazabilmektedir. İşte ispâtı:
“İslâm dünyası, beşeriyet tarihinde tek başına kendisine muhalif inanç sahiplerinin bütün haklara ve güvenliklere erişerek yaşamalarına müsaade etmiştir..” İ. Etütler S. 209
S. kutub bu feci ifadelerinden sonra Cenâb-ı Hakk’a iftira ederek, inanç hürriyetini Kur’ân-ı kerîm’in savunduğunu zikrediyor. Şöyle bir meal yazıyor:
“Şayet Allah insanları birbirine itmeseydi, manastırlar, kiliseler, havralar, camiler yıkılırdı.” İ. Etütler S. 210
Hemen arkasından şunu ilâve ediyor:
“Müslümanların ibadet yeri cami, nihayette, hıristiyanların, yahudilerin tapınakları olan manastır ve havralardan sonra zikrediliyor. Öyle değil mi kültürlü beyler?” İ. Etütler S.210
Ne demek istiyor S. Kutub? Havra ve manastır camilerden önce zikredilmiştir, diyor. Yani camiler havra ve manastırdan sonra zikredilmiştir diyor. Yani havra ve manastırı camiden önemli tutuyor demek istiyor.(!)
Biz de soralım kültürlü beylere (!) Öyle değil mi? Yoksa baksana havra ve manastıra, kiliseye Cenâb-ı Hak ne kadar önem veriyor mu diyor. Bunların hangisi olursa olsun küfürdür. Batıla önem verilmez. Âyet-i kerîme’den bir şey anlarım zannediyor. Kur’ân-ı kerîm’de yazılan her şey kıymetli midir? Kur’ân-ı kerîm’de Ebu Lehep kâfirinden de bahsedilmektedir. Yine Kur’ân-ı kerîm’de “Siz onların putlarına sövmeyin, onlar da sizin Allah’ınıza sövmesin,” gibi ifadeler yer almaktadır. Burada putlara sövmeyin demekle hâşâ putlar övülmüş müdür? İnsanlar sulh içinde yaşamasaydı, kiliseler camiler yıkılırdı, demek kilisenin övüldüğü anlamına gelir mi? Allah kiliseyi camiden önce bahsediyor demekle S. Kutub acaba hangi kâfire yaranacak ki?
İslâmda Sosyal Adalet
Buraya kadar S. Kutub’un iki kitabını inceledik. Bozuk plâk gibi hep aynı şeyleri söylemekte, ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından nakil yapmamakta, kendi görüşünü din gibi ortaya sürmektedir. Şu anda elimizde İSLÂM’DA SOSYAL ADALET ismiyle Türkçeye Yaşar Tunagür ve Dr. M. Adnan Mansur tarafından çevrilmiş bir kitabı daha var. Elimizdeki 5. baskısıdır. Sayfa numaralarını takip etmek için baskısını da zikrettik.
Nâşir önsözünde şöyle diyor:
“İslâmiyetin ibadet kısmına dair eserler varsa da, İslâm’ın içtimaî ve ahlâkî vechesine müteallik maksadı temin edecek Türkçe bulunmamakta idi.” İ. S. Adalet S. 7
Seyyid Kutub bu kitabında nelerden bahsediyor? Hemen her kitabında aynı konular üzerinde durur. Nedir bunlar? Ferdi mülkiyet, cihad, faiz, kumar, miras ve zina gibi konular işlenmektedir. Bunlar nedir? Bunların hepsi dinî hükümlerdir. Bazılarını yapınca sevab kazanılır, bazılarını yapınca günah kazanılır. Bunların ibadet olmadığını söylemek acaba neye hizmettir?
Önsözde bu sapık kitabın iki milyon Arapça nüshasının basıldığını büyük bir rağbete mazhar olduğunu zikrediyor sayın nâşir. Bir kitabın çok basılması bütün insanlar tarafından rağbete mazhar olması onun doğru ve hak olduğunu göstermez. Bâtıl gazete ve kitaplar hak olanlardan çok basılıp çok rağbet görüyor. Mesele hak ve doğru olmasındadır. Hak ve doğru ise edille-i Erbaaya göre tesbit edilir. Bizim gibi mukallidler için delil ise kıyas-ı fukahadır, yani ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği hükümlerdir. Bir hüküm bunların bildirdiklerine uygun ise doğru, değilse yanlıştır.
Bakalım bu sapık kitabda neler yazıyor:
Kitabın her satırı aslında suç unsurudur. Biz daha bariz olanlarını hemen her okuyucunun anlayabileceği noktaları işaret etmek istiyoruz. Sayfa 27 de bu sual çok samimi sorulmuştur, denerek İslâmiyetin her asra göre değişmesini isteyen ifadeler yer almaktadır. Halbuki Dört hak mezhep bütün asırlara kâfi gelecek şekilde hükümler koymuşlardır.
Fakat S. Kutub ne diyor?
“İslâm’ın bir asırda getirmiş olduğu nizamın o asra nisbetle değişen bir çok şartları muvacehesinde (karşısında) tevali eden (daha sonraki) asırların hepsinde aslını kaybetmeden kabili tatbik olduğuna bizleri kim temin edebilir.” İ. S. Adalet S. 27
Hemen bu cümlenin devamında şecaat arz eder gibi “bu sual çok samimi sorulmuştur.” deniyor.
Bilindiği gibi komünistler tarihî tekamüle inanırlar. Tarihî tekamül neticesinde mutlaka komünizm gelecektir, derler. Seyyid Kutub da tarihî tekamüle inanmakta ve sosyal, iktisadî ve fikrî inkılâpların, yani devrimlerin olacağına inanmaktadır. Seyyid Kutub tarihî tekamülle sosyal, iktisadî ve fikrî inkılâplar, bugünkü tabirle devrimler gelecektir diyor. 14 asır evvelki İslâm nizamının, bir bölümü olan, iktisat nizamının ve diğer nizamlarının bugün uygulanmasının kabili tatbik olmadığını zikrediyor. Asırların hepsinde kabili tatbik olduğuna bizi kim temin edebilir diyordu. Büyük harflerle yazılan paragrafı aynen şöyledir:
“İslâm: Bu kâinatı, ondaki yenilikleri ve bu yeniliklerin tarihî tekamülünü, getireceği sosyal, iktisadî ve fikrî inkılâpların neticelerini en dakik olarak hesabeden ve bunu herkesten iyi bilen Allah tarafından tesis edilmiş bir dindir.” İ.S. Adalet S. 27
Evet S. Kutub dinimizi böyle anlatmaktadır. Tarihî tekamül neticesinde sosyal inkılâpların geleceğine inanmaktadır.
S. Kutub’un, mezheplerin birleşmesinden bahseden bir cümlesi de şöyledir:
“İslâmiyet bir bütündür, ayrılan cüzleri birleşmeli, ihtilaflar ortadan kalkmalıdır.” İ. S. Adalet S. 35
S. Kutub dört hak mezhebi ihtilaf olarak kabul etmektedir. Bu ihtilaflar birleşmelidir diyor. İhtilaflardan maksadı sapık mezhepler değildir. Öyle olursa daha tehlikeli olur. Hak ile bâtılın birleşmesine zaten imkân yok. Hak mezhepleri de birleştirmek telfik oluyor ki bu da icma-i ümmet ile bâtıldır. S. Kutub hocası mason Abduh gibi mezhepleri ayrılan cüzler kabul etmekte ve birleşmesini istemektedir. Mezheplerin çıkması, ihtilafları rahmet iken, S. Kutub diğer mezhepsizler gibi bunları birleştirmek, yani kaldırmak istemektedir.
İhtilaflar ortadan kalkmalıdır cümlesinin hemen arkasından şöyle demektedir:
“Aralarındaki farklı mezhepler (doktrinler) birbirlerine yardımcı olmalıdırlar ki emniyet ve salâh için tabiat kuvvetlerinden elbirliği ile istifade mümkün olsun.” İ. S. Adalet S.35
S. Kutub bu cümlesi ile mezheplerden maksadı hak mezhepler midir yoksa sapık mezhepler midir? Hak mezhepler ise onlar zaten icma-i ümmet ile bir rahmet olarak çıkmışlar, birbirlerine yardımcı olmalıdır gibi bir ifade kullanılamaz. Eğer sapık mezheplerin birbirine yardımcı olmasını istiyorsa bu daha kötüdür.
S. Kutub sosyalizmin tesiri altında kaldığı için tabiat kuvvetleri diye bir kuvvetten bahsetmektedir. Hani şu İbrahim aleyhisselâmı yakamıyan ateş gibi tabiat kuvvetlerinden (!) tabiat kuvvetleri diye bir şey yoktur, hepsi ilâhi kuvvetlerdir. Sosyalist kültürle beyni yıkananlar böyle zırvalar işte.
Bilindiği gibi en kıymetli ibadetlerden birisi de Allah için sevmek, Allah için buğzetmek, düşmanlık etmektir. Allah dostlarını sevmek mecburiyetinde olduğumuz gibi, Allah düşmanlarına da düşmanlık beslemek mecburiyetindeyiz. Cihad bu bakımdan kıymetli ibadetlerden biridir. Fakat S. Kutub hümanist kültürüne dayanarak şöyle demektedir:
“İslâm nazarında hayat, anlaşarak yardımlaşmadır. Harb ve düşmanlık değildir.” İ. S. Adalet S.42
Halbuki dinimizde dostluk gösterilmesi gerekene dostluk göstermek, düşmanlık gösterilmesi gerekene düşmanlık göstermek lâzımdır.
Diğer mezhepsizler gibi Seyyid Kutub da mutlak eşitlikten, insanî eşitlikten bahsediyor. Şöyle diyor:
“İslâm nazarında ise adalet, insanî müsavattır.” İ. S. Adalet S. 43
Halbuki dinimizde adalet vardır, eşitlik yoktur. Bunu evvelki sayılarımızda açıklamışsak da birkaç satır da burada yazalım. Dinimizde ücret eşitliği de yoktur. Kâfir –müslüman eşitliği de yoktur. Hattâ mûttaki- fâsık eşitliği de yoktur. İslâm’da adalet vardır. Her eşitlik adalet değildir, fakat adalet bazan eşitlik olabilir. Adalet bazan eşitlik oldu diye dinimizde mutlak eşitlik olduğundan, insanî bir eşitlik bulunduğundan bahsetmek yersizdir. Dinimizde insan yaptığı işe göre ücret alır.Tahsil ve kıdem aranmaz. İcabında tahsilsiz bir insan üniversite mezunundan daha fazla ücret alabilir. Burada adalet vardır, eşitlik yoktur. Kanun nazarında da herkes eşit değildir. Fakat kanun adaletle hükmedilmesini emreder. Namaz kılmayan bir mümin cezalandırıldığı halde, namaz kılmayan zimmî cezalandırılmaz. Kısacası eşitlik yok, adalet vardır. Zimmîden, kâfirden hâkim olmaz. Yani insanlara eşit muamele yapılmaz. Dinin emrettiği şekilde adaletle muamele edilir.
S. Kutub İslâm şeriatı tabirini kullanmaktan çekinerek hep İslâm’ın görüşü tabirini kullanmaktadır. Bilindiği gibi görüş insanların düşünce mahsulüdür. Dinin zamana göre değişeceğinden bahsetmesi de İslâm’ın insan düşüncesi olduğunu, bir görüş olduğunu belgelemektedir. Evet şöyle diyor:
“İnsanlık hakkındaki İslâm’ın görüşü ile yapılan bu fikrî hamlenin bir eşini henüz tarih kaydetmemiştir.” İ. S. Adalet S. 69
Seyyid Kutub böylece İslâm’ın görüşü ile fikrî hamlede bulunduktan sonra feminist bir zihniyet içinde kadın-erkek eşitliğinden bile bahsederek diyor ki:
“İslâm, (iki cins arasında) erkekle beraber kadın için tam bir eşitliği teminat altına almıştır.” İ. S. Adalet S. 75
Hemen aşağıda da her iki cinsin dinen ve manen birbirine eşit olduğundan bahsediyor. Halbuki bilindiği gibi kadın erkekle hiçbir zaman eşit değildir. Nikâhta eşit değildir. Erkek karısına boş ol dedi mi kadın boş olur. Kadın boş ol dese bir şey gerekmez. Şahitlikte iki kadın bir erkektir. Kadın hâkim ve devlet reisi olamaz. Mirasta erkeğin aldığı hisseyi alamaz. Bütün bunlar eşitlik değildir, fakat adalettir.
S. Kutub, “Erkekler kadınlar üzerine hakimdirler.” âyet-i kerîmesini açıklarken şöyle diyor:
“Bu hâkimiyet, erkeğin kabiliyeti, ihtisas ve hayatta yüklendiği mes’uliyet gibi hususa taalluk eder. Erkek analık mükellefiyetinden kurtulduğu ve uzun müddet hayatın çeşitli sosyal meseleleri içinde kaldığı için fikri gelişme sağlar.” İ. S. Adalet S.76
Diyelim ki S. Kutub’un dediği gibidir, yani erkek ,sosyal meseleler içinde yoğrulduğu için kadınla erkek eşit değildir ve erkek kadına hâkimdir. Hangi sebeple olursa olsun erkek, kadına hâkimdir. Bu âyet-i kerîme ile de belirtilmiştir. Hâlâ kadın erkek eşitliğinden bahsetmekle hangi feministe yaranacak ki? S. Kutub’un zihniyetine göre, S. Kutub’un cümlesini aynen yazıyoruz, erkek yerine kadın kelimesini koyarak yazıyoruz. “Kadın analık mükellefiyetinden kurtulduğu ve uzun müddet hayatın çeşitli sosyal meseleleri içinde kaldığı için fikri gelişme sağlar.” Peki kadın fikri gelişme sağlarsa erkekle eşit olur mu? Tersine iki kadın şahit yerine bir kadın şahit, bir erkek şahit yerine iki erkek şahit mi lâzım olur? Boşanma hakkı kadından erkeğe mi geçer? Kadı ve devlet reisi kadından mı olur? S. Kutub demek istiyor ki, erkek kültürlü olduğu için kadından üstündür. Yok kadın kültürlü olursa erkekten üstün olur. Bu bakımdan kadın ve erkek birbirine eşittir. Allahü teâlâ erkek kadına hâkimdir, buyuruyor. S. Kutub ise kadın-erkek eşitliğinden bahsediyor. S. Kutub böylece kendi kafasına göre yeni bir din meydana çıkarıyor.
S. Kutub dinde de kadın erkekle eşittir, diyor. Erkeğe Cuma namazı farz iken kadın Cuma namazına gitmez. Burada da eşitlik yoktur, adalet vardır.
S. Kutub kadından iki şahit getirilme mevzuunda da şöyle diyor:
“Burada asıl mesele, bir cinsi diğer cinsten üstün tutma ve eşitsizlik değil, hayatta amelî iltiması önleme meselesidir.” İ. S. Adalet S. 78
S. Kutub gibi mezhepsizlere soruyoruz, neden Allahü teâlâ iltiması önlemek için bir erkek yerine iki kadın şahit istiyor da, bir kadın yerine iki erkek istemiyor? Mezhepsizler belki bu suale şöyle bir cevap verebilirler: “O zamanki kadınların kültürü olmadığı için iki şahit istenmiştir, bugün tek şahit yeter.”
Dinsizlerin, namaz o zamanki Araplara inmişti demesine benzemektedir. Allahü teâlâ’nın dininde reform yapmak isteyenler, dünyada ve âhirette rezil olurlar.
S. Kutub kadın-erkek eşitliğinden bahsederken, Fransız idaresini şöyle kötülüyor:
“Bunun yanında kadına gizli ve alenen her türlü gayrî ahlâkî davranışlarında hürriyet vermiştir. İslâm ise kadını sadece bu son hakkından mahrum ediyordu. İnsanlık şeref ve haysiyetini korumak maksadıyle bu hakkı erkekten aldığı gibi.” İ. S. Adalet S. 81
Görüldüğü gibi kadının ve erkeğin zina etmesini, bir hak olarak gösteriyor S. Kutub. Fransızlar zina hürriyeti vermiş, fakat İslâm bu haktan mahrum etmiş. Mezhepsizliğin bu kadarı görülmüş müdür? Haktan mahrum etme gibi bir tabir kullanılıyor. Zinaya da hürriyet deniyor. Hürriyet hakka esir olmaktır. Yoksa başıboşluk değildir. Allahü teâlâ’nın emirlerine esir olduğun müddetçe hürsün, yoksa esirsin. Mezhepsiz bunları nereden bilsin?
S. Kutub’un bütün bu görüşleri, saçmaları, bir mezhebe göre değil, doğrudan doğruya âyet-i kerîmelere dayanarak yapıldığı iddia edilmektedir. Hep delil olarak âyet-i kerîme gösterilmiştir. Hiç bir hak mezhep gösterilmemiştir. Âyet-i kerîmelerden dört hak mezhep çıkmıştır. S. Kutub dört hak mezhepten bahsetmediğine göre kaçıncı mezhebi kuracaktı ki?
S. Kutub S. 103’te mutlak vicdan hürriyetiyle tam insanî eşitlikten bahsetmektedir. Dinimizde mutlak vicdan hürriyeti yoktur. Dinimizin bildirdiği şeylere inanmak mecburiyetindeyiz. Vicdanımız hür değildir. Dînin bildirdiğine inanmayıp mutlak vicdan hürriyeti olanlar kâfirdir. Daha önce de bahsettiğimiz gibi insanî bir eşitlik yoktur. Tam bir adalet vardır. İnsanîliğin ölçüsü milletten millete değişirse de dinimize göre müslümanlığa uymayan bir şey insanilik değildir.
S. Kutub zekâtın bir kısmının muhtaçlara ait olduğunu söyledikten sonra şöyle demektedir:
“Diğer kısmı da ferdî mülkiyetten çıkarak belirli yerlere sarf edilmek üzere cemiyetin malı olur.” İ. S. Adalet S. 157
Komünizmin yarı tatbik şekli derler buna. Zekât yalnız fakirin hakkıdır, Cemiyetin onda hakkı yoktur.
S. Kutub aynı sayfada “Aslolan bütün mallar umumiyetle cemiyetindir.” demektedir. Bu cümlenin başına komünizm eklersek şöyle olur. “Komünizmde aslolan bütün mallar umumiyetle cemiyetindir.” Fakat S. Kutub bu İslâm’dadır, diyor. Kafasındaki komünizmi bize İslâm olarak takdim etmek istiyor.
S. 158’de yine “İslam nazariyesi” tabirini kullanmıştır.
Ehlince bilindiği gibi İslâm nizamında zengin de vardır, fakir de vardır. Ancak zenginler zekâtlarını fakirlere vermekle mükelleftir. Zengin fakirin hakkı olan zekât ve diğer malî ibadetleri ifa ettikten sonra istediği kadar zengin olma hakkına sahiptir. Eshâb-ı kirâm arasında gayet fakir kimseler yanında Aşere-i mübeşşereden Abdurrahman bin Avf gibi milyoner kimseler de vardı. Zenginlik suç ve ayıp değildir. Meşru yoldan kazanıp meşru yolda harcadıktan sonra mal mübarektir. Bu mal ile köşk ve saray yaptırmak günah değildir. İbrahim aleyhisselâmın yarım milyon sığırı vardı. Süleyman aleyhisselâmın zenginliği, köşkü dillere destan idi. Fakat S. Kutub zenginin köşk ve saray yaptırmasına karşı çıkıyor. Sosyalist kafası ile şöyle diyor:
“Milyonlarcasının basit bir meskene yirminci asırda sac veya adi tenekeden, kerpiçten başını sokacağı bir elbiseye muhtaç bulunduğu bir memlekette, milyonlarca lira sarfederek (Daha sade ve mütevazı olması mümkün iken) muhteşem köşkler ve saraylar yaptırmak israf ve haramdır. Ölçü budur.” İ. S. Adalet S. 189
Sosyalist ölçüyü gördük. Devamlı şekilde zenginlik ve servet düşmanlığı... Adam meşru yoldan kazanıp, meşru yollarda harcıyorsa, zekât ve uşrunu veriyorsa ne diye düşmanlık beslenir? Hiçbir delile dayanmadan köşk yaptırmaya haram demek mezhepsizce bir cürettir. İmâm-ı Şafii çok fakir olduğu halde, İmâm-ı A’zam çok zengin idi.
Hal böyle iken, S. Kutub şecaat arzeder gibi diyor ki:
“Zaman ve Ahvalin değişmesiyle İslâm’ın değişen hududu budur.” İ. S. Adalet S. 189
S. Kutub demek istiyor ki, eskiden zenginlik helâl idi, şimdi zaman değişti, haram oldu. Dinde reform diye buna derler.
Nâşir kitabın başında islâmiyetin ibadet kısmına dair eserler varsa da içtimaî vechesine müteallik eserlerin bulunmayışından söz ediyordu. Zekât ibadet değil midir diyorduk. S. Kutub ZEKÂT BORCU başlığı altında bunu gizlemeden açıklıyor:
“Zekât malın hakkıdır. Bir cihetten ibadet sayılır. Diğer cihetten içtimaî bir vecibedir. İbadet ve içtimaiyatta İslâm nazariyesine göre taabbudi ve içtimaî bir vecibedir demek lâzımdır.” İ. S. Adalet S. 191
İslâmiyette ibadet olmayan hiçbir emir yoktur. Zekât da ibadettir. S. Kutub’un dediği gibi bir cihetten ibadet diğer cihetten içtimaî bir bir vecibe ne demektir? İçtimai vecibe ibadet değil midir? İçtimai vecibe dediği husus Allah’ın emri değil midir? İslâm nazariyesine göre ne demektir? Nazariye düşünce alanında kalan bilgilerdir. Darwin nazariyesi gibi. İslâm’a ancak dinde reform isteyen mezhepsizler nazariye derler, gafiller de böyle mezhepsizlerin kitaplarını okurlar, satarlar ve yayılmasına çalışırlar.
S. Kutub diğer taraftan da İslâm’ın, fakirliği çirkin gördüğünü bildirmektedir? S.190 ve191
Halbuki fukara-i sabirinden olmak övülmüştür. Fukara-i sabirin agniya-i şakirinden üstün tutulmuştur. Yani s a b r e d e n f a k i r, ş ü k r e d e n zenginden üstün tutulmuştur. Fakat azdıran zenginlik kadar azdıran fakirlik de kötüdür. Ne fakirlik çirkindir, ne de zenginlik haramdır. S. Kutub herkesi komünizmde olduğu gibi eşit tutarsa zengin ve fakirliği istemez. Herkes aynı seviyede olsun der. Hemen altında gerekçe olarak da izzet ve şerefe lâyık bir insanın hayatın maddî zaruretinden uzak olması gerektiğinden bahsetmektedir. Sanki Maddî zaruret içinde bulunmak çirkinmiş gibi. Ne kadar fakir evliya var idi. Eshâb-ı kirâm arasında da ne kadar fakir var idi. Fakirliğe veya zenginliğe çirkin demek Allahü teâlâ’nın koyduğu nizama çirkin demek olur. Cenâb-ı Hak, zengin zekâtını fakire verecektir, demekle, zenginliği ve fakirliği meşru kılmaktadır. Bunlara çirkin demek Allah’a isyandır. Rızık Allahü teâlâ’nın üzerinedir. Rızkı o verir. Hayır şer ondandır. İnsan çalışmakla zengin olmaz, fakat çalışmak Allah’ın emridir. Zengin olmak için değil, Allah emrettiği için çalışırız. Peygamberimiz gibi azdıran zenginlik ve azdıran fakirlikten Allah’a sığınırız.
S. 252’de İbni Teymiyye gibi sapık olan İbni Hazmı övmekte böylece mezhepsiz olduğunu gizlememektedir. Aynen şöyle bir ifade kullanmaktadır.
“Büyük İslâm âlimlerinden El-imam İbn Hazm’in bir fetvasına göre.”İ. S. Adalet S. 252
İbni Teymiyye’nin fikrindeki İbni Hazmı imam olarak zikretmesi mezhepsiz olması için kâfi bir delildir.
S. Kutub’un Eshâb-ı kirâma ve birkaç halife hariç diğerlerine düşmanlığı gizli değildir. Halbuki Eshâb-ı kirâm’dan birini sevmemek, Allahü teâlâyı sevmemek olduğunu 12. sayımızda vesikaları ile izah etmiştik. S. Kutub kaç asırdır süren Halifelik müessesesine krallık diyecek kadar dilini uzatıyor. Bilindiği gibi Halifelerin hemen hepsi evliya idi. S. Kutub bunlara ağza alınmadık hakaretler yapmaktadır. Şöyle demektedir:
“Müsamahakâr hilafet müessesesi, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (R.A.) dan sonra gelen üç dört halife müstesna babadan oğula veraset yolu ile intikal eden bir nevi krallığa inkılâp etti. Milletin malı bu şahısların akrabalarına, etrafına, dalkavuklarına mübah, Allah C.C. ve Resulünün şeriatına bağlı hakiki istihkak sahiplerine ise haram kılınmış idi.” İ. S. Adalet S. 253
Halifelerin dalkavukları varmış, hem de bunlar Allah ve resulüne bağlı değilmiş, bunlara devletin malı mübahmış. Fakat Allah ve Resulüne bağlı kimselere ise haram imiş. Böyle bir ifadeyi ancak mezhepsiz rafiziler söyler.
Gaibi ancak Allahü teâlâ bilir. Gaipten bildiğini söyleyene kâfir denir. (Evliyaların durumu müstesnadır.)
S. Kutub’un kehanetleri şöyledir:
“Ben şu kanaatteyim ki, Hz. Ömer (R.A.) birkaç sene daha hilafette kalsaydı veya Hz. Ali (R.A.) üçüncü halife olsa idi veya Hz. Osman (R.A.) iktidara geldiğinde yirmi yaş daha genç bulunsaydı İslâm tarihinin çehresi daha başka olurdu.” İ. S. Adalet S. 253
Burada Allahü teâlânın takdirine itiraz vardır. Cenâb-ı Hak buyuruyor ki, “Eğer bana herkes muti olsaydı, âsi olacak kavimler yaratırdım.” Niçin yaratırdı, bilemeyiz, hikmetini de sual etmeyiz. Allahü teâlâ dileseydi İslâmı dünyaya hâkim kılardı. Hayır şer ancak Allahü teâlâdandır. Şu başa geçseydi, şu olurdu, öbürü geçseydi şöyle olurdu gibi gaipten haber vermek bir müslümana yakışmaz. Hazreti Osman radıyallahü anh yirmi yaş daha genç olsaymış. Yani Hazreti Osman radiyallahü anhın iyi idare edemediğini söylemek istiyor. Dolayısıyla onu halife seçen Eshâb-ı güzine dil uzatmış oluyor. Niçin böyle idare edemiyen bir kimseyi seçtiniz diye. Dört halifeyi bütün Eshâb-ı kirâmdan üstün bilmek, Ehl-i sünnet i’tikadındandır. Böyle bilmeyen ve kendisinin sünnî olduğunu iddia eden bir kimse Ehl-i sünnetten çıkar ve kâfir olur.
Sapık fırkalar tekfir edilemez. Bugün sapık fırkalar da dejenere olduğu için saf bir mutelize yoktur. Bu bakımdan Ehl-i sünnetten kıl payı ayrılan küfre düşer.
S. Kutup Eshâb-ı kirâma böyle atıp tuttuktan sonra tercim S. 254’de dipnotta şöyle diyor:
«Müellif bu görüşlerin şahsi kanaati olduğunu tasrih etmektedir.”
Sanki kitap nakil esası üzerine yazılmış da arasıra böyle birkaç da kendi görüşünü ilave etmiş gibi dipnot eklenmiş. Baştan sona kendi görüşü bulunmaktadır. Delil olarak bazen ileri sürdüğü âyet-i kerimelere verdiği mana da yine kendi görüşleridir. Bariz hatalar müellifin şahsi görüşüdür demek mütercimin işgüzarlığı olmaz mı? Müellif yani S. Kutup bunlar benim şahsi görüşüm, şunlar da Ehl-i sünnet alimlerinin hükümleridir dediği varit midir? Değildir. Bir fetva, mezhepsiz ibni Hazm’dan bahsetmiş o kadar. Bir iki nakil de bazı gâvurlardan bahsetmiş hepsi bu kadar. Diğerleri tamamen kendi görüşüdür.
S. Kutup, Ehl-i sünnet itikadında olmadığı için devamlı hataya düşmektedir. Hayır ve şer Allah’tan olduğu halde S. Kutup tesadüfe bağlamaktadır. Ve şöyle demektedir:
«Yine tesadüf, ama iyi bir tesadüf hilâfet ruhuna sahip bir hükümdarı Ömer ibni Abdülaziz’i İslâmın başına getiriyor.” İ. S. Adalet S. 256.
Ömer bin Abdülaziz’i İslâmın başına kim getiriyor? Tesadüf getiriyormuş. Hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmayan bir kimse için böyle sözler normaldir.
Aynı sayfada Ömer bin Abdülaziz övülerek şöyle deniyor:
«Buna dün Ömer bin Abdülaziz muktedir olmuş, bugün de bütün müslümanlar olabilirler .” S. 256.
Yavuzlar, Kanuni ve Abdülhamidler halifeliği iyi idare edememiş de bugün Mısır’ın sosyalist yazarları Ömer bin Abdülaziz gibi iyi idare edeceklermiş. Pisi pisine ölmek marifet değildir. Peygamber aleyhisselâm Hendek kazdırmıştır. Düşmanın üzerine gidip de birçok şehit verdirmek istememiştir. Sosyalist bir deva için dinsiz Nasır’a kellesini vermek budalalıktır. İhvan-ı müslimînin budalaca hareketi yüzünden bugün Mısır’da dinden kopmalar çoğalmış., mevcut müslümanlara da baskılar artmıştır. Hükûmet adamları devamlı müslümanların peşindedir. Bunlar ihtilâl yapacak diye devamlı kontrol altında yaşıyorlar. Dinimizde müdara esas iken sol bir dava uğruna kelleyi vermek budalalıktır.
S. Kutup, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer radiyallahü anhümayı solculukla itham ederek şöyle demektedir:
«Hz. Ömer’in siyaseti, Hz. Ebu Bekir’in yaptığı gibi zenginlerin artan mallarını (şeriat dahilinde) alıp fakirlere eşit olarak tevzi etmek idi.” (İ. S. Adalet S. 254.)
Burada sadece Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer suçlanmakla kalmıyor. Eshâb-ı kirâmın zenginleri fakirlere yardım etmediği iftirası da yapılmaktadır. Eshâb-ı kirâmın zenginleri vazifelerini yapmayınca Halife müdahele ediyor, mallarını alıp fakirlere dağıtıyormuş. S. Kutup kurmak istediği düzene İslâm komünizmi diyecek de her nedense bir türlü diyemiyor.
Bir hikaye anlatalım. Zamanın birinde zalim bir kral varmış. Atını çok severmiş. Kim ölüm haberini getirirse, atın öldü derse boynunu vuracağını bildirmiş. Günün birinde atı ölür. Fakat haber nasıl verilecek? Akıllı vezirlerinden birisi krala gider. Şöyle der:
- Efendim, atınız yattı kalkmıyor.
- Yorulmuştur sonra kalkar,
- Efendim, ayaklarını da yukarı dikmiş.
- Ne olacak diktiyse?
- Hiç nefes de almıyor efendim.
- Öldü desene.
- Valla ben demedim efendim, öldü diye siz dediniz.
Böylece haber veren kelleyi vermekten kurtarır. S. Kutup da İslâmiyet ile komünizm karışımı bir düzen kurmak istiyor. Zenginlerden alınır, fakirlere verilir diyor, zekat yerine hisse senetleri verip fabrikalara ortak olunsun diyor. Bütün mallar aslında cemiyetindir diyor. Kralın dediği gibi buna komünizm desene diyeceğiz. Ben söylemedim, siz söylediniz diyecek. Gerçek şudur ki at ölmüştür, kim derse desin. S. Kutub’un düzeni de sol bir adı düzendir, adı ne olursa olsun.
Kur’ân-ı kerim’de zekatın verileceği yerler, açıkça bildirilmiştir. Mezhep imamları zekât ile ilgili âyet-i kerimeyi açıklamışlardır. Fakire nasıl faideli olacağını bildirmişlerdir. Fakat S. Kutup hiç bir mezhebe uymayan bir yol takip ederek, yani mezhepsizlik yaparak zekâtı kendi kafasına göre vermek istemektedir. Zekât sistemini değiştirelim dediği yazısı şöyledir:
«Keza, Hz Ömer (R.A.) müellefet-ül kulub’a (İslâma yeni girmiş, kalbleri kazanılmak istenen kimselere) zekât giderlerinden bazı farklı tasarruflarda bulunabiliriz. Ve meselâ bunu ancak muayyen bazı zümrelere hasredebiliriz. Nakid veya ayn olarak vermeyebilir, onlar için fabrika ve sanayi tesisleri kurabiliriz. Veya bazı tesis ve teşekküllerde onlar için hisse senetleri alabiliriz. Ta ki onlara bugünün medenî icapları ile bağdaşmayan ve heba olup giden muvakkat ihsan manasından uzak, daimi bir rızk ve gelir kaynağı temin edilmiş olsun.” İ. S. Adalet S. 304-305.
S. Kutub’un ne dediğini özetleyelim:
1- Zekât giderlerinden bazı farklı tasarruflarda bulunalım.
2- Fabrika kurabiliriz.
3- Fabrikalardan hisse senetleri alabiliriz.
4- Zekât sistemi bugünün medenî icaplarıyla bağdaşmıyor. Daimi bir rızk kapısı
açalım.
Bunları söylemenin dindeki hükmü nedir?
1- Zekât giderlerinin nereye ve nasıl verileceği mezheplerde belirtilmiş ve icma’ halini almıştır. Hele zekâtın verilecek yerleri Kur’ân-ı kerim’de açıkça bildirildiği için farklı içtihadda bulunulmaz. Farklı tasarruflarda bulunmaya kalkmak Kur’ân-ı kerim’in bildirdiği hükmü beğenmemek olur ve kendisini din koyucu yerine geçirmek olur. Kur’ân-ı kerim’de zekâtın yedi sınıf müslümana verilmesi emredilmektedir. Yedi sınıf müslüman şunlardır; fakir, miskin, âmil, Hac ve gazada olan kimse, mal ve mülkünden uzak kalmış olan yolcu, borçlu, azad olacak köle.
Müellefetül kuluba da zekât verilmesi emredilmişse de bunu Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem Efendimiz nesh eylemişlerdir. Nesh ile ilgili hadis-i şerif kütüb-i sittede mevcuttur. Kütüb-i sitte adı ile maruf altı hadis-i şerif kitabındaki bütün hadis-i şeriflerin sahih olduğunda icma vardır. İcma Peygamber aleyhisselâm zamanından sonra olur. Nesh ile peygamber aleyhisselâm tarafından olur. Müellefetül kuluba zekât verilmemesini Peygamber aleyhisselâm emretmiştir. S. Kutup bunları bilmediği için Allah’ın emri olan Müellefetül kuluba zekât vermeyi Hz. Ömer kaldırmıştır, diğerlerini de biz onlara benzeterek kaldırabiliriz diyor. Mezhepsizliğin bu kadarı görülmüş şey değildir.
2- S. Kutup ne diyor, zekât parası ile fabrika kurabiliriz veya hisse senetleri alabiliriz diyor. Şeriatta (dört hak mezhepte) bunun yeri yoktur.. zekât sisteminin bugünün medeni icapları ile bağdaşmadığını söylüyor ki, Allahın emrine bu şekilde bir dil uzatmak küfür değil midir? Daimi bir rızk kapısı açılsın diyor. Hâşâ Allah daimi bir rızk kapısı açılmasını bilmiyor muydu? Sonra rızkı Allah’tan başkasını mı veriyordu? Bu ne biçim saçmalık? S. Kutub’un zırvası bir tarafa, bu kitabın Türkiye’de beşinci baskısının yapılması mezhepsizliğin her tarafa yayıldığını göstermez mi? Bilerek veya bilmeyerek insanlar mezhesiz oluyor?.
3- S. Kutup zekâtı değiştirmekle kalmıyor. Mirasa da elini ve dilini uzatıyor. Mirascı olmayan akraba, yetim ve yoksullara da miras verilmesini istiyor. Zekâtta olduğu gibi mirasta da bazı değişiklikler ve tahsisler yapılabileceğinden bahsetmektedir. Dini kendi kafasına göre değiştirmek ve reform yapmak isteyen S. Kutup’un Miras Teşrii başlığı altında yazdığı yazıyı aşağıya alıyoruz:
«Miras taksim olunurken (mirasçı olmayan) hısımlar, yetimler, yoksullar da hazır bulunursa kendilerini (ondan bir şey vererek) rızıklandırın, (gönüllerini alacak) güzel sözler de söyleyin.» (Nisa sûresi)
Bu Kur’ân’ın nassıdır. Ve akraba, yetimler ve fakirlerin mirasta hisse alacağını sarahatle ifade etmektedir. Tabiî olarak Şâriin (şer’i kanunları vazedenin)tasarruf hakkı vardır. –Hz. Ömer (R.A.)’ın müellefetül kulub (islâma yeni girmiş ve kalblerinin kazanılması istenen kimseler) için tasarruf hakkını kullandığı gibi- Mirasta değişiklikler ve bazı tahsisler yapılabilir.
Bazı hisseleri varislerin ve toplumun haline göre tayin edilebilir. Şunu da tenbih edelim ki âyet-i kerîme’de hazır bulunursanız manâsı hükmen hazır bulunmak, yani mevcut olmak manasındadır. Zira her toplumda yetim ve fakirler mevcuttur. Yoksa bunlar her mirasın taksimi ânınde ferd her meclise hazır bulunmaları icap etmez. Çünkü onlar her zaman ve mekânda hazırdırlar. Şarie düşen, bunlara yardım etmekle vicdanların infaz edemediği bir farizayı devlet başkanına infaz ettirmektedir.» İ. S. Adalet S. 309
Mütercim de buradaki galiz hatayı anlamış olmalı ki S. Kutub’un sözlerini tevil ederek dipnotta şöyle diyor:
«Şeriatte serahatle tayin ve tesbit edilmiş bu nisbetler dışında bazı tadilât veraset vergisi ismiyle varislerden alınacak muayyen bir nisbetin varis olmayan akraba, yetim ve fakirlere tehsisi mümkündür.»
Önce müellifin, sonra mütercimin hatalarını açıklayalım.
Nisa sûresinde belirtilen âyet-i kerimenin tefsiri için muteber tefsir kitaplarına bakmak icap ederken S. Kutup kendi kafasına göre tefsirler yapmaktadır. Muteber tefsirlerin bildirdiğine göre mirascı olmayan akraba ile yetim ve yoksullara miras verilmesi emredilmiyor, bunlar miras taksiminde bulunurlarsa gönüllerini almak için bir şeyler verilmesinin iyi olacağını bildirmektedir. Muteber tefsirler böyle diyor. S. Kutup ne diyor. Taksimde hazır bulunsun veya bulunmasın nerede ne kadar yoksul ve yetim varsa o mirastan onlara vermek de Allah’ın emridir diyor. Bu apaçık nas diyor. Hazret-i Ömer’e iftira ederek Müellefetül kuluba zekât vermediği gibi, mirasta bazı değişiklikler yapılabileceğini alenen söylüyor. Âyet-i kerime’de değişiklik yapmak kimin haddinedir? Hangi müctehid hangi âyet-i kerimeyi değiştirmiştir haşa? Âyet-i kerimeyi değiştirmek nesh etmek ancak Allahü teâlâya mahsustur. Herkes kendi kafasına göre âyet-i kerimeyi değiştirirse ortada din mi kalır? Reform üstüne reform olur?
S. Kutup sonra ne diyor, her yoksula ve her yetime vermeyen çıkarsa dinde reform yapan kimse devlet başkanına başvurup mirascının mallarını bu kimselere zorla taksim ettirecektir.
Mütercim ne diyor? Varislerden veraset vergisi adı altında bir vergi çıkarıp varis olmayan akraba, yetim ve yoksullara verilmesi mümkündür diyor. Dört kitaba, dört mezhebe uymayan bir ifade. Bay Mütercim âyet-i kerime’den veraset vergisini nasıl çıkardın? Herkes aklına göre bir vergi çıkarırsa din kalır mı ortada?
Evet S. Kutup ve onun yolunda gidenlerin durumu bu.
İstakbal İslâmındır - İslâm ve Medeniyetin Problemleri
S.Kutub’un bütün kitabları böyledir. Hepsini incelemeye imkan var mıdır? Bir iki kitabından birkaç kelime daha yazalım.
İstikbal İslâm’ındır, isimli, kitabında (s.94’te) İbni Teymiyyeye İMAM diyor. Ve o sapığı övüyor.
İslâm ve Medeniyetin Problemleri isimli kitabında ise İslâm toplumunu inşa ederken İslâm fıkhına bağlı kalmamak gerektiğini yazdıktan sonra şöyle diyor:
«Bu fıkha yabancı kalmıyorsak da bağlı olduğumuz şey, İs1âm yolu, İslâm düsturu, İslâm anlayışıdır.»
Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdıkları fıkh kitapları sanki islâm yolu değilmiş de S. Kutub’un yazdığı saçmalar İs1âm yolu imiş.
Fizılâlil Kur’ân Tefsiri
Birkaç kelime de şu Fizılalil Kur’ân’dan bahsedelim. S. Kutup da kitabına Fizılal-il Kur’ân demiştir. Yani Kur’ân’ın gölgesinde demektir. Fi-tefsiril-Kur’ân dememiştir. Fakat Türkiye’deki meddahları Fi-zilâl tefsiri demektedirler. Bu kitabın epey reklâmı yapıldı. Konferanslar verildi, broşürler her yere dağıtıldı. Şimdi bu broşürlerden bir tanesi hakkında birkaç kelime konuşmak istiyoruz. S. Kutub’un adamları Ramazan sonlarına doğru (1975 yılının) Trabzon’da da konferans verdiler, çöp tenekesinden bir broşür bulduk. El ilanı gibi bir şey. Çoluk çocuğun ellerin de yerlerde dolaşıyor. Broşürde âyet-i kerime aslî harfleriyle yazılmış, altında latin harfleriyle yazılı yazılar var. Âyet-i kerimeli bu broşür yerlerde sürünüyor, çöp tenekelerine atılıyor. Mezhepsizlerin kitapları Türkiye’ye yayıldı. Kur’ân-ı kerim’e hürmet kalmadı, birçok satıcılar Kur’ân-ı kerim’e hürmet göstermiyor, teşhir için Kur’ân-ı kerimleri göbekten ve dizden aşağı yerlere koyuyorlar. Âyet-i kerîmeleri latin harflerinin arasına yazıp piyasaya sürüyorlar. Bunun önüne geçmek için her müslüman İslâm harfleriyle, latin harflerinin karışık olduğu kitapları almazlarsa, bu iş nisbeten halledilmiş olur.
S. Kutub’un dağıtılan el ilânında şöyle bir cümle vardır:
«Fizılâlil Kur’ân Tefsiri, şimdiye kadar yazılan Kur’ân tefsirlerinin hiç biriyle kıyas edilemiyecek derecede harikulâde vasıflara haizdir.»
Hemen altında Hikmet Yayınları sunar diye yazılıdır .
Sanki deterjan reklamı yapar gibi bir şey. Şimdiye kadar çıkan deterjanların en üstünüdür. Şimdiye kadar yazılan tefsirlerin en üstünüdür. Muhalfarz şimdiye kadar çıkan tefsirlerden üstün olursa din diye bir şey kalmaz ortada. Çünkü İslâm bugüne kadar anlaşılmamış ve anlatılmamış demek olur ki maazallah büyük suçtur. Dinde eksik olan neymiş de S. Kutup yeni ilâveler yapmış ve harikulâde vasıflara haiz bir kitap yazmış acaba? Gerçekten de Fizılâl, şimdiye kadar yazılmış Ehl-i sünnet alimlerinin mübarek tefsirleriyle asla kıyas edilmeyecek derecede harikulâde hatalara haiz bir kitaptır. Buna birkaç misal verirsek hakikat ortaya çıkar.
Mezhebi olan insan belli bir mezhep üzerine yazar. Bazan Hanefînin içtihadı uygundur, bazan Şafiîninki uygundur gibi ifadelerde bulunmaz. Seyyid Kutup, bay Karaman gibi, mezhep imamlarının içtihadlarını tercih ediyor. Maide sûresinin otuzüçüncü âyet-i kerimesini Fizılâlin gölgesine çekilerek dört mezhebin içtihadlarını bildirdikten sonra şöyle diyor:
«Biz bu hususta, İmâm-ı Malik’in fikrini tercihe şayan görüyoruz.»
Mezhebi olan kimse kendi mezhebinin imâmının içtihadını tercihe şayan görmez. Hep doğru bilir ve amel eder. Başka mezhepteki bir kimse de başka mezhebin imâmının içtihadını tercihe şayan görürse daha önce İmâm-ı Rabbani hazretlerinden delil getirerek isbat ettiğimiz gibi mezhepsiz olur, mülhid olur. Hemen birkaç sayfa sonra da İmâm-ı Ebu Yusuf’un içtihadı için İmâm-ı A’zama karşı çıkar gibi bir ifade kullanmakta, içtihad etmeyi karşı çıkmak anlamına kullanmaktadır. Ehl-i ilim bilir ki içtihad etmek karşı çıkmak demek değildir. Müctehid içtihad etmekle mükelleftir. Müçtehid başkasının içtihadı ile de amel edemez. Kendi içtihadı ile amel etmek mecburiyetindedir. İçtihad etmekle karşı çıkılmış olmaz. Hazret-i Ömer radiyallahü anh kaç kere Kâinatın efendisinden ayrı içtihadda bulunmuştu. Ayrı içtihadda bulunmak karşı gelmek demek değildir, öyle olsa idi, Peygamber aleyhisselâma karşı gelmek küfür olurdu. S. Kutup içtihadın ne demek olduğunu bilseydi böyle zırvalamazdı.
Allahü teâlâ İsa aleyhisselâmı öldürmediğini, asılmadığını Kur’ân’ı kerîm’inde bildirirken S. Kutup ise Cenâb-ı Hakkı şu şekilde yalanlamaktadır:
«Hazret-i İsa’nın vefatından sonra kaleme alınmış bu incilerde…» (Maide süresinin 115. ayet-i kerimesini tefsir etmeye kalkışırken böyle yazıyor. Fizılâlinde).
Allahü teâlâyı yalanlamanın ne demek olduğun ehl-i ilim bilir.
İşte fizılâl böyle saçmalıklarla küfürlerle dolu bir hezeyannamedir. S. Kutupçu mezhepsizler daima ecdadımızı ve selef-i sâlihin efendilerimizi küçük göstermek için ellerinden gelen gayretleri göstermişler. Eski âlimlerimizin kitap yazamadıklarını, S. Kutub’un kitaplarının hepsinden üstün olduğunu utanmadan yazıyorlar.
Bir S. Kutupçu şöyle diyor:
«Ashâb-ı Kirâm’dan sonra müslümanlar Kur’ânla hayat arasına yıkılmaz setler çektiler. Kur’ân mihrap nağmesi ve mezar duası oldu. İşte S. Kutup, bütün bu setleri yıkarak, hiç bir İslâm âliminin yazamadığı Fizılâli yazdı»
Bilindiği gibi vehhâbiler Ehl-i sünnetin ölüleri için Kur’ân okumaları ile alay ederler. S. Kutupçu mezhepsiz de aynı yola sapmıştır. İslâm âlimlerini kötülemekle, şimdiye kadar böyle tefsir yazılmadığını söylemekle S. Kutub’u övdüğünü sanmaktadır mezhepsiz.
S. Kutup tasavvufa da gücünün yettiği kadar yükleniyor. İbni Teymiyye nasıl vahdet-i vücud evliyalarının büyüklerinden Şeyh-i Ekber Muhiddini Arabi hazretlerine kâfir diyorsa, S. Kutup da vahdet-i vücud mensuplarına gayri müslim tabirini kullanmaktadır. Hocası İbni Teymiyye’den farkı yoktur. Bakara sûresinin 117. âyet-i kerimesini tefsire kalkarken «Vahdeti vücud felsefesi tamamen İslâmi tasavvurun dışında kalır.» diyor. Hemen arkasından İslâmın gayri müslim anlayışı olan vahdet-i vücudu reddettiğini yazmaktadır. Kısaca vahdeti vücuda felsefe demekte, vahdet-i vücud evliyalarına da gayri müslim demektedir. İbni Teymiyye kâfir diyordu, bu da gayri müslim.
Necip Fazıl ve Mehmet Şevket Eygi'nin
Seyyid Kutub Hakkındaki Görüşleri
S. Kutup hakkında Necip Fazıl’ın son görüşü şöyledir:
«Bir de Seyyid Kutup var... Kendisinden af dilemesini isteyen yakışıklı orangotan maymuııu Nâsır’a «Bir müminin bir münafıktan af dilemez.» cevabını veren ve kahramanca ölmeyi bilen bu zatı SAHTE KAHRAMANLAR konferansımda gerçek kahraman olarak göstermiştim. Fakat sonradan gördüm ki Seyyid Kutup bir İbni Teymiyye meddahıdır. Ve kellesini kaptırdığı. sosyalizma yularının zoruyla Hazret-i Osman’a adaletsizlik isnat eden ve dil uzatan bir bedbahttır. İdam edilmeden önce bu sapıklıklardan istiğfar ettiğini söyleyenler oldu. Eğer öyle ise tam kahraman ve şehit... Değilse mücadelesi kâfire karşı bir sanığın davranışından ileri geçmeyen bir zavallı.» (21.10.1977 tarihli Tercüman Gazetesinden)
Büyük Gazete’nin sahibi Mehmed Şevket Eygi, S. Kutup hakkında şöyle söylemektedir: «Seyyid Kutup selefî ve mezhepsiz bir zihniyete sahiptir> (Büyük Gazete Sayı: 93)
Daha önceki sayılarımızda yazdığımız gibi S. Kutup tövbe edip imanla gitmiştir veya kitaplarındaki küfürler üzerine imansız ölmüştür. Meselemiz bir şahsın imanla ölüp ölmemesi değildir. Mevcut kitaplarıdır. Kendisi imanla ölmüş olsa bile kitapları açıkladığımız gibi birer zehirdir. Bu inceliği anlamalarını okuyucularımızdan rica ediyoruz.
İfşaat
İ F Ş A A T
S. Kutup, İslâmda Sosyal Adalet kitabının Arapça aslı olan (El Adaletül İctimaiyyetü Fil İslâm) kitabında, şiîlerden daha ağır bir lisan kullanarak, başta Aşere-i mübeşşereden; (Cennetlikle müjdelenen on kişiden) biri olan Hazret-i Osman radiyallahü anh olmak üzere Eshâb-ı kirâmın büyüklerine haince dil uzatmaktadır. Fakat bu kitabı Türkçeye tercüme eden şahıslar, bu bariz ve galiz hataları, hainliklerini acaba niçin tercüme etmemişlerdir?
Akla birkaç ihtimal gelebilir. Meselâ Eshâb-ı kirâma yapılan bu iftiralara edebleri müsaade etmediklerinden bu kısımları çıkarmış olabilirler desek, böyle bir sahâbe düşmanının kitabı nasıl tercüme edilir? S. Kutub’un ihanetleri meydana çıkmasın diye kasden o kısımları tercüme etmediler desek böyle bir ihaneti gizlemek, dinimize yapılmış bir hainlik değil midir? Gerek kitabın yazarı ve gerekse tercüme edenlerinin dine yaptıkları bu ihanet bilinirken bu kitapları İslâm adına nasıl müdafaa ederler?
Şayet S. Kutub’un Hazret-i Osman Radıyallahü anh’a ağır şekilde dil uzattığına ve bunları mütercimlerin tercüme etmediğine inanmayan mezhepsizler çıkarsa, okuyucularımıza kitabın aslını göstermelerini rica ediyoruz. S. Kutup, bu mahut kitabın 186. sayfasından itibaren 5 - 6 sayfa iğrenç zehirlerini kusmaktadır. Hattâ Dört Büyük Halifeden biri olan, meleklerin hayâ ettiği Hazret-i Osman Radıyallahü anh’a « B U N A K» diyecek kadar alçalarak iftiralar yapmaktadır. Mütercimler bunu gizlemekle hakikatı gizleyeceklerini sanıyorlarsa aldanmış olacaklarının acaba ne zaman farkına varacaklar?
Şimdi. 186. sayfadan itibaren birkaç satır tercüme edip iftiralarını ifşa edelim:
Mezhepsiz Seyyid Kutub’un ismi seyyit olup kendisi Seyyid falan değildir. Seyyid düşmanı Seyyid Kutub şöyle demektedir:
«Pek yaşlı olan Osman’ın hilâfete geçmesi kötü bir talihin eseridir. Müslümanların mallarını gelişigüzel harcamıştır. Çok müsrif idi. Zübeyr’e 600.000, Talha’ya 200.000, Mervan’a ise Afrikıyye haracının beşte birisini verdi. Eshâb ve bilhassa Ali bin Ebi Talib bunları işitince onu azarladı.
Muaviye’nin mülkünü genişletip Filistin’i de ona verdi. Akrabalarını vali yaptı. Bu İslâmın ruhuna aykırı idi. »
Bu ve bunun gibi iftiralar etmektedir Bunların iftira olduğu çeşitli kitaplarda yazılıdır. Hazret-i Osman radiyallahü anh hakkında birkaç hadis-i şerif yazarak mezhepsizlerden hain olmayanları insaf ile tövbeye davet ederiz:
HADİS-i ŞERİFLER:
1 — Daha kızlarım olsaydı onları da Osman’a verirdim.
2— Ondan melekler hayâ eder ben hayâ etmez miyim?
3—Osman Cennette benim kardeşimdir.
4— Bugünlerden sonra Osman’a günah yazılmaz.
5— Cehenneme girecek olan 70 bin günahkâr müslüman, Osman’ın şefaatıyle sorgıısuz sualsiz Cennete girecektir.
6— Bu adam Osman’a düşman idi. Onun için Allahü teâlâ da buna düşmandır.
MİLLİ FİKİR'E GELEN MEKTUPLAR
İstanbul’dan Hayrullah Can:
Mektubunda diyor ki: “Ehl-i sünnet yolunda olduğunuzu, meşrep olarak da Büyükdoğu Fikir Ocağı yani Necip Fazıl’ın fikirlerine uygun neşriyat yaptığınızı yazıyorsunuz. Seyyid Kutup hakkında Iraklı din adamlarının bir raporunu neşrettiniz, bu sizin Seyyid Kutub’u tasvip etmediğiniz manasını taşır. İşittiğime göre Necip Fazıl Seyyid Kutub hakkındaki fikrini bir vesika ile bildirmenizi istiyorum. İkinci husus, mezhepsizler hakkında Sabah Gazetesindeki Süleymancılar da yaylım ateşine giriştiler, sizin neşriyatınız Süleymancılığı desteklemek olmuyor mu?
CEVAB: Üstad Necip Fazıl, S. Kutub için şöyle der: “Seyyid Kutup, Büyük sahabî Hz. Osmanı en ağır şekilde tenkid etmiş böylece dalâletlerin en ağırına düşmüş bir insandır.” Büyük Doğu, Sayı: 16, Sayfa: 15, Sene: 1971
Biz sapık kimselerin Cennete veya Cehenneme gittikleri üzerinde durmuyoruz. Karl Marks’ın bile şahsı değil, eserleri bizi ilgilendirir. Mezhepsizlerin de kendileri değil kitapları bizi ilgilendirir. Ehl-i sünnet âlimlerinin sapık ve kâfir dediği İbni Teymiyye bile tövbe etmiş, cennete gitmiş olabilir. Mesele kendisinin Cennete veya Cehenneme gitmiş olması değil, eserleridir. Seyyid Kutub da tövbe etmiş Cennete girmiş olabilir. Biz diyoruz ki, Seyyid Kutub’un kitaplarını okuyan kimse dalâlete düşebilir. Biri de ehl-i sünnet âlimleri dururken birkaç sapığın kitabının okunmasına lüzûm yok.
Sabah Gazetesi Laikliğin Yeşerttiği Fitne Olan NAYLON MÜCTEHİDLER serisine yeni başlamıştır. Necip Fazıl yıllar önce bu tehlikeyi bize göstermiştir. İbni Haceri Mekki Hazretleri, Şeyh’ul-islâm Mustafa Sabri Efendi bu hususta mufassal eserler yazmışlardır. Bilâhare Said Nurî hazretleri de İÇTİHAD mevzuunda mukni bir risale yazmıştır.
Günümüzdeki Hoca ve Muharirlerden ise, başta Necip Fazıl olmak üzere Üstad Ahmed Davutoğlu, Mehmet Şevket Eygi, D. Ali Kayapınar, Ahmet Selâmi Toscuoğlu, Enver Baytan, H. Hilmi Işık, Sadık Albayrak, Cemil Meriç, Ali Fikri Yavuz, Abdulkerim Polat, Sadrettin Yüksel, Risale-i Nur talebeleri ile çeşitli müftüler, kısacası ehl-i sünneti savunan herkes mezhepsizlik hareketine karşıdır.
Sabah gazetesi vehhabilik tehlikesinden bahsediyor diye bizim susmamız gerekmez. Sabah gazetesi bizce kâfi cevaplar vermemiştir. Biz inşallah mezhepsizlere gerekli cevap vereceğiz.
Komünizm aleyhindeki bir neşriyatımızdan dolayı biri çıksa, Amerikalılar komünizmi kötülerler, siz de kötülüyorsunuz, sizin de bu hareketiniz Amerikayı desteklemek değil midir? Gibi acaip bir soru sormaya hakkı var mıdır? Komünizmle, vehhabilikle, mezhepsizlikle, Ashâb-ı kirâm düşmanları ile kim mücadele ederse bunları tenkid değil, takdir etmemiz gerekir.
Üstad Necip Fazıl’ın bir sözü ile cevap verelim: “Artık bütün incelikleri anlamak ve kahramanlarımızı bu gözle seçmek devri gelmiştir.”
VAN'DAN ENVER EKİNCİ:
Medine'de gördüklerini şöyle anlatıyor :
“Kimsesiz hacıların cenazelerini balık istifi gibi yanyana koyup üstünü örtüyorlar. Nispeten torpilli olan birisine müstakil bir mezar kazdılar. Mezar derin değil, cenazenin boyu kadar uzun da değil. Birisi cenazeyi kucaklayıp çukura attı, cenaze büyük geldiğinden başı ve kolu dışarda kaldı, kazma ve küreklerle baş ve kollarına vura vura yerleştirdiler. Vehhâbilerin bu halini görünce arkadaşlarıma (Aman ben ölürsem burada defnetmeyin memleketime götürün) diye vasiyet ettim.”
FRANSA'DAN MUHLİS FERİK :
«Mekkedeki mezheb mi haktır yoksa laik Turkiye'deki mezhebler mi?» diye başladığı uzun mektubunda Vehhâbiliğin hak bir mezhep olduğunu, Abduh gibi Vehhâbi âlimleri eğer kötü yolda olsalardı, Diyanetin bunu açıklayacağını aksine Diyanetin Abduhun talebelerinden Reşit RIZA’nın Telfik ile ilgili kitabını neşrettiğini yazdıktan sonra şöyle diyor:
“... partili olduğunuz belli, fakat o partinin yetkilileri hiç bir zaman VehhâbiIiği kötülemedikleri gibi onlarla ilişki kurmak için de çalışıyorlar. Mezhepsizlik diyerek vehhabiliği kötülemeye devam ederseniz susturmasını da biliriz.”
CEVAB:
Bu çeşit mektupların cevabları verilmiştir. Şu kadarını söyleyelim ki biz bir partinin veya partilerin yollarında değil, Ehl-i sünnet yolu için çalışıyoruz. Bu bakımdan partilerüstü neşriyat yapıyoruz. Dinî, partilerin politikasına göre değil, partileri dinîn esaslarına göre değerlendiriyoruz.
BURSA'DAN SAİM HAKYOLCUSU :
İskilipli İhsan Çerkeşli ile gönderdiği yazısı şöyle :
Tasavvuf öğretmeni olduğunu söyleyen birisi,
1 - Kadınların şarkı söylemesinin caiz olduğunu, siyasi konuşma yapmasının uygun bulunduğunu,
2 - Kadın resimlerine bakmanın helal olduğunu,
3 - Buhârî'den delil getirerek talak-ı selasenin olmadığını,
4 - 73 fırka ile ilgili Hadîs-i şerif’in mevzu olduğunu,
5 - Eski kitaplara itimat edilmemesini, bilhassa DAMAD isimli kitaba itibar edilmemesini, bu kitapla bir köy bile idare edilemeyeceğini söyledi. Ne dersiniz?
C E V A B:
1 - Efendim, bahsettiğiniz kimse katıksız bir mezhebsizdir. Kadınların erkeklere şarkı söylemeleri, plak ile, teyp ile de duyurmaları, hatta mevlid ve ezan okuyarak duyurmaları da harâmdır, büyük günahtır. Seslerini ancak zaruret hallerinde başkalarına duyurabilirler. Hele zaruret yokken seslerini erkeklere duyurarak siyasi nutuk çekmeleri dinîmize aykırıdır.
2 - Kadınların resimlerine ve televizyondaki görüntülerine şehvetle bakmak harâmdır, göz zinasıdır. Maalesef müslümanlar, politikacılara bakacağız diye onun bunun karısına bakıyorlar.
3 - Bir anda üç talak vermeyi kabul etmeyen İbni Teymiye ve mezhepsiz talebeleridir. Üç talakı bir anda vermek bid'at ise de talak-ı selase olmuş olur. İcma vardır. Mezhepsizler İCMA'yı falan inkar ederler. Onlar için tek delil İbni Teymiye ve diğer mezhepsizlerdir.
4 – “Ümmetim 73 fırkaya ayrılacaktır, biri hariç hepsi Cehenneme gidecektir. Cehennemden kurtulan fırka ise benim ve eshabımın yolundan gidenlerdir.” (YANİ EHL-İ SİNNET VEL CEMAAT FIRKASIDIR) mealindeki hadîs-i şerif bütün sahih kitaplarda vardır. Mezhepsiz, sapık mezhepleri hak gibi göstermek için bu hadîs-i şerife mevzudur demek istiyor.
5 - İtimat edilmesi gereken kitaplar eski kitaplardır. Mezhepsiz birisi ile konuştuğumuzda Karadenizli bir müftü, bu mezhepsize itiraz ediyor. Karadeniz şivesiyle «DAMADDA BÖYLE YAZAY» diyor. Mezhepsiz ise müftü efendi ile dalga geçerek «KAYINPEDER DE BAŞKA YAZAY» diyor.
Damad, Şeyhülislâm'ın damadı olduğu için bu isim verilmiştir. Adı, Abdurrahmân bin Muhammed'dir. 1078'de vefât etmiştir. Mecma'ul-enhür ismindeki MÜLTEKA ŞERHİ meşhurdur. Senet bir kitaptır. Bu öğretmenin S. Uludağ olduğunu zannediyoruz.
TRABZON'DAN KAYA YILDIZ:
Tamamen Ehl-i Sünnete zıt olan mektubunda diyor ki:
«Hep Edille-i Erbaa'dan bahsediyorsunuz. Bizim için tek delil var: KUR'AN. Onun için «Kur'andan alıp ilhamı» denmiştir. Aslında Hadisler de delil olur, fakat mevzu hadis yazdıkları için hiç bir hadis kitabına itimat kalmamıştır. En sağlam bilinen Buhârîde bile mevzu hadis vardır. Modern Problemler Karşısında İslâm Hukuku isimli kitapta Prof. Mahmasani bu durumu açıklıyor. Bu kitabı Karaman Türkçeye çevirmiştir. Bir tek dahi olsa kitabına mevzu hadis alan kimselere nasıl itimat ederiz? Diğerlerinin mevzu olmadığını nereden bilelim? Kur'âna sarıldık mı tehlikeden kurtuluruz. On tane doğru olmaz, bu bakımdan mezheplere itimat edilmez. Kur'an dururken mezhep imâmlarına bağlanmak şirktir. Bu bakımdan İmâm-ı Şevkani taklîdi harâm saymıştır.
Kur'ânı Ebu Hanife anlar da biz anlıyamaz mıyız? Kur'ânı herkes anlar, Kur'an süs için inmemistir. Anlaşılsın diye Arabça indirilmistir. Kur'an denizse, mezhep bir damladır, mezhepler sizin olsun Kur'ân yeter bana.»
CEVAB:
Mezhepsizliğin tesirinde kalmiş toy bir gence benziyorsunuz. Bir hadîsin mevzu olup olmadığını ancak salahiyetli İslâm âlimleri bildirir. Mesela İmâm-ı A'zam, İmâm-ı Buharî, İmâm-ı Gazâlî, İmâm-ı Rabbânî veya başka bir imâm, bu hadîs-i şerif SAHİH'tir diyorsa sahihtir. Biz bir hadîsin mevzu olup olmadığını, neshedilmiş olup olmadığını nereden bilelim? Kur'an-ı kerîmi ve Hadîs-i şerifi en iyi anlayan İslâm âlimlerinin ve mezhep imâmlarının kitaplarını okursak ancak o zaman Kur'an-ı kerîmle amel etmiş oluruz. İslâm büyüklerinin kitaplarında ve Kütüb-i Sittede tek mevzu hadis yoktur. Ehl-i Sünneti suçlamak için din büyüklerinin kitaplarında mevzu hadis olduğunu mezhepsizler ve Vehhâbiler söylemektedir. Mahmasani mezhepsiz bir vehhabidir. Abdulvehhaba miictehid diyen bir sapıktır. Mezhep imâmlarına bağlanmak demek Kur'ana bağlanmak demektir. İmâm dediğin Şevkani ise mezhepsiz bir şiîdir. Kur'an-ı kerîmden istifade mezhep İmâmlarının, mufessirlerin bildirdikleri şekilde olur. Hüküm çıkarmak için Kur’ân-ı kerim okunmaz. O'ndaki bütün hükümleri mezhep imâmlarımız bildirmiştir. Dinîmiz noksan değildir, yeni bir hükme, reforma ihtiyacı yoktur.
ADAPAZARI'NDAN HALİL MERT :
Abonesini kesmek istediği mektubu şöyledir :
«Açık konuşuyorum, samimi konuşuyorum, sözümde hiç yalan yok. Abonemi kesmekle kalmıyor, diğer abone olanları da bıraktırmak için çalışacağım. Sakın bu da mezhepsizlerin maşası mıdır diye bir şey aklınıza gelmesin. Mecmuanızda dinîmize aykırı bir husus görmedim. Fakat Vehhâbilerle ve mezhepsizlerle fazla uğraşmanız bizim camiada çatlaklar meydana getiriyor. Şu Vehhâbilerle yapılan kültür anlaşması meselesi yüzünden bizim camiaya darılanlar oldu. Biz önce İslâmı kurtaralım, sonra içimizdeki mezhepsizleri temizleriz diyoruz. Siz ise içimizdeki birkaç mezhepsize veryansın ateş ediyorsunuz, camia dağılıyor, sözleriniz doğrudur, fakat her doğru her yerde söylenmeyeceği için zararlı oluyor. Biz Vehhâbi olsun, sosyalist olsun. Mısırla, Libya ile S. Arabistanla işbirliği kurmak istiyoruz. Siz ise bunlar solcu ve Vehhâbi diye işbirliğini kabul etmiyorsunuz. Kime gidelim? Amerikan gavuruna mı, yoksa Rus komünistine mi?»
CEVAB:
Samimi tenkidleriniz için tesekkür ederiz. Mecmuamızda dine aykırı bir husus yoksa biz müsterihiz. Biz sosyalist ve Vehhâbi Arap devletleri ile işbirliği ve ticaret anlaşmaları yapılmasın demiyoruz. Arap ülkeleri bizim için iyi bir pazardır. Ancak onlarla kültür anlaşması gibi zararlı bir anlaşma yapmayalım diyoruz. Sosyalist Mısır'dan bize ne kültür gelir? Vehhâbi Arabistan, bize Vehhâbilikten başka ne verebilir? Ruslarla kültür anlaşması yaptık Lenin'in, Mao'nun kitapları serbest satılır oldu. Arabistanla Kültür anlaşması yaptık, bütün dinî muesseseler Vehhâbi kitapları ile bombardımana tutuldu. Zararın neresinden dönersen kârı orasıdır. Türkiye'de ve Almanya'da bazı müslümanlar Vehhabi hayranlığından dolayı, kimi de bilmeyerek bir gün önce bayram yaptılar. Şeriata uymak varken, Vehhâbiye veya takvime uymak olmaz. Bunu 31. sayımızda etraflıca izah etmiştik.
ANKARA'DAN VELİ BAĞLUMLU :
Dolgu diş mevzuunda diyor ki:
«Kendisinin vaaz hocası olduğunu söyleyen papyon kravatlı, kovboy fotörlü, kellifelli birisi, (diş doldurtmakta zaruret olduğu için, üstelik İmâm-ı Muhammed'in sallanan dişleri altın tel ile bağlanmasına ait fetvası olduğu için diş doldurmak ve kaplatmak Hanefi mezhebinde gusle mani değildir. İslâm dinî kolaylık dinîdir, zorluk çıkarmak harâmdır) dedi. Ayrıca İzmirli İsmail Hakkı'nın da bu hususta fetvası olduğunu söyledi. Bu hususta sahih nakillerinizi bekliyoruz.»
C E V A B :
Kardeşim, diş dolgusu hakkında 15. sayımızda Ehl-i sünnet âlimlerinden yeteri kadar nakil yapmıstık. Buraya o yazının kısaca özetini alırsak tatmin olursunuz inşaallah.
Kayıtlı Halebiyyi sağirin 30. sayfasında, Gurer serhi Durer'in 17. sayfasında Mecmaülenhürün 11. sayfasında gusülde Hanefi mezhebinde ağzın ve burnun içini yıkamanın farz olduğu, tırnak üzerinde hamur kurusu (yağlı boya, oje, seletop, bant ve benzerleri) kalıp altına su geçmediği takdirde guslün caiz olmadığını bildirmişlerdir. Ağzın içinde de dişe yapışmış sakız olsa altına su geçmese gusül yine caiz değildir. Yıkanması farz olan yerlerin iğne UCU kadar kuru yer kalmamak üzere yıkanması farzdır.
Diş doldurmak ve kaplatmak bir ihtiyaçtır, fakat zaruret değildir. Zarureti İmâm-ı Rabbanî (Kuddise sirrûh) şöyle tarif etmektedir: “Her ihtiyaç zaruret sayılmaz, ZARURET, başka çare bulamamak demektir.”
Zaruret halinde domuz eti yenir ve şarap da içilir. Tabii bunlar ölmeyecek kadar yenir içilir. Zaruret icabı domuz eti yemek caizdir diye, karnı aç birinin açlık ihtiyacını gidermek için henüz kuvveti yerinde iken domuz eti yemesi nasıl caiz değilse, ihtiyaç olan diş kaplatmayı zaruret sanarak sabit diş taktırmanın gusle mani olmadığını söylemek de câiz değildir.
Şâyet diş doldurmak zaruret olsaydı elbette diş doldurmak Hanefi'de gusle mani olmazdı. Seyyar diş taktırmak mümkün iken yine de ihtiyaca binaen diş kaplatmak veya doldurmak bazı şartlara göre caizdir.
Evet İmâm-ı Muhammed, sallanan dişi altına tel ile bağlamaya cevaz vermistir. Fakat bundan sabit diş yaptırmanın caiz olduğuna kıyas yapabilmek için insanın mezhepsiz olması gerekir. Zira İmam-ı Muhammedin içtihadına uyarak altın tel ile diş bağlamak caiz olduğu gibi gümüş yüzük takmak da caizdir. Ancak câiz olan gümüş yüzüğün altına su geçmezse gusül tamam olmadığı gibi altın telin altına da su geçmezse gusül yine tamam olmaz. Altın telin altına su sızar. Fakat kaplamanın altına su geçmez.
Tekrar ediyoruz, gusülde altını yıkamak şartı ile parmağa gümüş yüzük takmak caiz olduğu gibi, sallanan dişi, altını yıkamak şartı ile altın tel ile bağlamak da caizdir. Kaplama ve dolguda altını yıkamak mümkün olmadığına göre 15. sayımızda izah ettiğimiz kolaylıktan istifade edilir. Böylece süs için de olsa diş doldurmak ve kaplatmak gusle mani olmaz. Gerekli şartı 15. sayımızdan öğrenebilirsiniz.
«İslâm dinî kolaylık dinîdir, zorluk çıkarmak harâmdır.» sözü üzerinde de biraz duralım. Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine göre dinde zorluk yoktur demek, Allahü teâlâ gücünüzün yetmiyeceği işi size yüklemedi, kolaylık emretti demektir. Yoksa herkes hoşuna giden şeyleri yapsın, nefsine zor gelenleri yapmasın, ibadetleri keyfiye göre değiştirsin demek değildir. Dinde yapılacak ufak bir değişiklik küfürdür, dinsizliktir. Dinde zorluk yoktur diyerek uzun yaz günleri oruç tutulmamasını, Almanya'daki işçilerin iş zamanında oruç tutmayıp izin aldıkları zaman tutulmasını söyleyen mezhepsizleri çok gördük. Urfa gibi çok sıcak bir bölgede, uzun yaz günleri tarlada çalışan bir insanın oruç tutması çok güçtür, seyyar diş takmaktan, hatta dişsiz durmaktan daha güçtür. Fakat güç diye Allah zorluk emretmedi diye oruç tutmamak, kışın kısa günlere tehir etmek uygun olur mu? Bunun gibi mezhepteki müçtehidlerin veya başka mezhepteki müctehidlerin kolay gelen fetvalarını, içtihadlarını toplamak da caiz olmadığını, telfik olduğunu, bunun ise batıl olduğunu Ehl-i sünnet âlimleri bildirmiştir. Mezhepsizler dinde zorluk yoktur diyerek kolaylarına gelenlerini yapıyorlar. Milleti de cünüp gezdirmekten çekinmiyorlar.
Efendim, İzmirli İsmail Hakkı camilere sıra konmasını teklif eden dinde reformcu bir kimsedir. Ayrıca Mezhepsiz Reşit Rıza'nın mezheplerin birleştirilmesi ile ilgili kitabına takriz yazan bir mezhepsizdir. Onun sözü ve naklî nasıl hüccet olur? Üçüncü defa tekrar ediyoruz, altın tel ile bağlamak ayrı şey, altına su geçip geçmemesi ayrı şeydir. Caiz olan gümüş yüzük çok sıkı olup altına su geçmezse gusül câiz olmaz. Gümüş yüzük takmak caizdir. Şu halde altına su geçmezse de gusül yine caiz olur diye mezhepsizce, zünnarlıca inat etmek katmerli cahilliğin birer nümunesidir.
Rize'den Ahmet Yıldız:
Uzun mektubunda diyor, ki: «Araştırdığıma göre içtihad için gerekli şartlar 20. Asırda bir kiside toplanacak cinsten değilmiş. içtihat kapısı açık olduğuna göre buna lüzum görülmez mi? Yani ehl-i sünnet imâmları olan dört mezhep imâmının içtihatları bütün zamanlar için geçerli oluyor mu? Tahminime göre bugünkü meselelere gerekli cevap verilememektedir. Mesela kutuplarda namaz nasıl kılınır? Bunun gibi meseleleri âyet ve hadîsin ışığı altında bir karara varmak üzere branşında ehliyet sahibi kişilerden teşekkül edecek bir şuranın toplanması nasıl olur? Bu görüşlerden dolayı benı yanlış anlamamanızı ayrıca istirham ederim. Bu konularda beni aydınlatmanız için yazıyorum.»
CEVAB : İctihad için gerekli şartlar yok ise müctehid yok demektir. Kırk avamdan bir evliya olmadığı gibi kırk evliyadan da haşa bir Peygamber olmaz. Kırk Peygamberden de bir ahir zaman Peygamberi olur mu? Kırk profesörden, kırk din işleri müdüründen de bir müçtehid olamaz. Bir kimse bütün islâmî ilimlerde profesör olsa ilâhi mevhibe sahibi olmadan müçtehid olamaz. İçtihad kapısını kapatan olmamış, müçtehid olmadığından kendiliğinden kapanmıştır. Sonra içtihada lüzum da yoktur. Bütün meseleler çözülmüstür. İmâm-ı Azam, yarım milyon mesele halletmis ve 64 bin umumî kaide koymuştur. Bu kaideye göre mezhep içindeki müçtehidler gerekli fetvalar vermislerdir. İsa Aleyhisselâm bile yer yüzüne geldiği zaman Hanefi mezhebine göre hükmedeceğini islâm âlimleri yazmaktadır.
Namaz için öyle hükümler koymuşlar ki değil yirminci asır yirmi birinci asır olsa yine değişmez. Her zaman ve mekânda tatbik edilebilir. Her mezhebe göre, namazların vakitleri belirtilmiştir. Altı ay gece, altı ay gündüz olan yerlerde bu vakitler teşekkül etmiyor. Hanefide vakit namazın sebebidir. Sebep bulunmadıkça namaz farz olmaz. Bu ölçüye göre aya giden müslümanın, kutuplarda ikamet eden bir mü'minin namaz kılması için bilmediği bir husus kalmaz. Vakit varsa, girmişse kılar, yoksa kılmaz.
Mukallid olarak bizler, hemen âyet-i kerîmeye veya hadis-i şerife bakıp ahkam çıkaramayız. Bizlerden çok iyi bilen mezhep imâmları ve mezhep içindeki âlimlerin kavillerine bakarız. Mesela hadîs-i şerîfte «Namaz kılmayan kâfirdir» denmektedir. (Menterekessalate muteammiden fekad kefere.) Biz hadîs-i şerife göre hüküm veremeyiz. Mezhebimizin kavline bakarız. Mezhebimiz Hanefide namaz kılmayana kafir denmez. Biz mezhebin hükümlerine değil de âyeti kerîme ve hadîs-i şeriflerden anladıklarımıza göre hareket edersek mezhepsiz oluruz maazallah. Müçtehid olmayan kimsenin âyette böyle yazıyor, hadiste böyle geçer, demesi yanlıştır. Bu hadîs-i şerifi hanefi âlimleri şöyle açıklamıştır demek lazım. Müfessirlik kudreti olmayan kimsenin âyeti kerîmeye mana vermesi haddini bilmezliktir.
Modern problemler çıktı, içtihad lazımdır, demek yanlıştır. Mezhebimizde yanlışlık yoktur. Mezhebimizin hükümlerini öğrenip mezhepten çıkmamaya gayret edelim. Allahü teâIâ'ya emanet olunuz.
Almanya'dan Ahmet Erdoğan :
Mektubunda diyor ki: «İbni Teymiyye, Mevdûdî ve Hamidullah gibi kişilerin durumlarını herkese kabul ettirdiğimiz halde, Seyyit Kutub'un bir hatâsını söylesek «Seyyit Kutub'a bir sey söyleyen kâfir olur» diyorlar. Ne yapâlim?
CEVAB : Necip Fazil, BÜYÜK DOĞU'da şöyle der: “Seyyid Kutup, büyük sahabi Hazret-i Osmanı en ağır şekilde tenkid etmis, böylece dalaletlerin en ağırına düşmüş bir insandir.”
Seyyit Kutub, İbni Teymiyye'yi hüccet kabul eden bir kimsedir. Hemen bütün kitablarında İbni Teymiyye'den delil getirdiği görülür. Karaman'ın tabiriyle muayyen bir mezhebe bağlanmadan kitablarını yazmıştır. Bu durum Karaman'a göre gerçek âlimlerin takip edecekleri tek yoldur.
Fakat ehl-i sünnete göre ise bu yol mezhebsizliktir. Bir insan müctehid de olsa kitaplarını kafasına göre değil, muayyen bir mezhebe göre yazması lazımdır. Bizi kendisi değil kitapları ilgilendirir. Kendisi makbul insan bile olsa kitapları ehl-i sünnete aykırıdır. Aşere-i mübeşşere'den üçüncü Halifeyi tenkid etmesi ise affedilmez hatadır. Hattâ küfür olduğunu İmâm-ı Rabbânî hazretleri bildirmiştir. Hiç bir ehl-i sünnet âlimi Hazret-i Osman Radiyallahü anhı tenkid etmemiştir. Değil Hazret-i Osman gibi büyük bir sahabi, herhangi bir sahabi bile tenkid edilmez. Eshab-ı kiramın tamamı cennetliktir, onları tenkid Hadîs-i şerifle men edilmiştir. Seyyit Kutub Hazret-i Osmanı tenkid ederken bir şey yok, biz Seyyit Kutub şuralarda hatâ etmiş dememizi büyük suç işlemiş kabul eden gafillere söz kâr eder mi?
İstanbul'dan Ali Sertkaya:
Gönderdiği mektupta mezhepsizlerin faaliyetleri ve fikirleri hakkında özetle söyle diyor :
«Öğrendiğime göre Konya'da mezhepsizlerin lideri Ahmet Bey diye birisi varmış. Bu Ahmet Bey'in başkanlığında bir toplantı yapmışlar. Toplantıya Şerrüddin de iştirak etmiş. Yeni bir parti kurulmasını teklif etmişler. Lider mevzuunda karara varamamışlar. Şerrüddini teklif etmişlerse de, Şerrüddin, çok yara aldığını, basının bilhassa Milli FİKİR'in kendi fikirlerini çürütücü mahiyetteki neşriyatının çok tesirli olduğunu ileri sürerek lider olmayı reddetmiş, Ahmet Bey diye birisi üzerinde duruyorlarmış. Bazan Sahabe tatbikatı diyerek edille-i Şer'iyyeyi ikiye indiriyorlar, bazan da, çeşitli tevillere girişerek Kitab ve Sünneti inkâr, tahrif ve tezyif ediyorlar.
Lât, Menat gibi putların kulları hakkındaki âyet-i kerimeleri Allahü teâlânın kullarına uyguluyorlar.
Buhârî başta olmak üzere Kütüb-i Sittedeki hadîs-i şerîfleri MEVZU olarak damgalamaları yetmiyormus gibi Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellemi iki parçaya ayırıyorlar. «Kul Muhammed, Resûl Muhammed» diyorlar. Tabii delilleri de hazır. «Abdühü ve Rasülühü» diyorlar. «Peygamberin kul olarak söyledikleri ve yaptıkları bizim için delil olmaz.» diyorlar. «Bizi sadece Resûl olarak söyledikleri bağlar.» diyorlar. İşlerine gelmeyen hadîs-i şerîfleri «Bunu Kul Muhammed söyledi» diyorlar. Bay Hayrettin Karaman'ın tercüme ettiği MODERN PROBLEMLER KARŞISINDA İSLAM HUKUKU isimli kitapta Mahmasani bu fikre yakın olarak «Peygamberin dünyaya ait söyledikleri bizim için delil olmaz.» diyor. Yerli mezhepsizler Mışırlı mezhepsizleri gölgede bırakacaklar, bu gidişle.
Seyyit KUTUB hakkındaki yazınız mahzı hakikattır, çok güzeldir. Ancak, yerli mezhepsizler harıl harıl çalışırken hedefi dağıtıp yurt dışına taşırmak sizi zayıflatır. Sonra yazınızı okumadan karar veriyorlar «Seyyit Kutub, nasıl mezhepsiz olur?» diyorlar. Bir defa okusalar anlarlar ama.
Şerrüddinin yeminlilerini teker teker teşhir etseniz iyi olur. Şerrüddin, yaygaracı Ahmet Bey ve şürekaları toplanıyorlar. Masonluk prensipleri üzerinde yemin ediyorlar. Şerrüddin, «Masonluk ne ediyor da dünyaya hakim oluyor? Onun metodunu ne diye kullanmıyoruz?» diyerek birçok masum kardeşlerimizi kandırarak hepsine yemin ettiriyor. Böylece beyni yıkanan mezhepsiz sayısı çok, haddinden çoktur. Bunların birbirlerine olan bağlılıkları kardeşin kardeşe, babanın oğula olan bağlılığından daha kuvvetlidir.
Bunların Mısırlı mezhepsizlerden ayrı tarafları da var. Fiili gerilla faaliyeti içerisindedirler. Mezhepsizlik fikri gerillasının fiili gerilla durumuna geçmeden kirli çamasırlarını çıkaralım. İmâm-Hatiplerin tümünün bunların olmadığını gösterelim. Bu bakımdan şimdilik yurt dışındaki mezhepsizleri bırakıp içerdekilerle mücadele edelim.
Ankara'da birisi varmış, Tay mi ne diyorlarmış, her neyse at veya katır, bu adam da Y. İslâm Enstitülerinin fakülte yapılmasına çalışıyormuş. Rejimin fetvacıları fakültesi mi olacak ne olacak? Malum ellere teslim etme manevrası... Allahü a'lem masonluk bu işe eğilmiş, fakülte yapacaklar enstitüleri.
Diyaneti de tamamen ele geçirmek için çalışıyorlar. Tayyare-i Nârın oyununa gelerek mezhepsizlere ekmek yağlıyorlar. Yakında % 20'yi geçmeyen faizlere cevaz verilirse hiç şaşmayın. Fuhşu önlemek maksadıyle genelevlerin meşruiyetine dair fetvalar, daha doğrusu Fekayh hükümlerini bekleyin.
Mezhepsiz grubun mühim mevkileri işgal edip devlete tesir etmesinden endişeleniyorum. Allahü teâlâ yardımcımız olsun.»
CEVAP:
Muhterem Efendim, mezhepsizliğin felâketini bildiğimiz için dergiyi çıkarıyoruz. Mısırlı mezhepsizlerle uğraşmamızın sebepleri yerli mezhepsizler onların kitaplarını materyal olarak kullanıyorlar. Beyinlerini onların kitapları ile yıkıyorlar. Mevdûdî'nin, Seyyit Kutub'un, Ebû Zehra’nın kitapları tercüme edilmese ne diye onlarla uğraşalım? Bu kitapları Büyük İslâm âlimi falancanın kitabı diye gençliğin önüne sürüyorlar. Hizip ayrılıklarını bir tarafa bırakarak birlikte çalışılırsa mezhepsizlik tehlikesi önlenebilir.
OKUYUCULARIMIZA
S. Kutup hakkındaki yazımızı sitemle karşılayan üç abonemizden mektup geldi. Bu kardeşlerimiz daha dergiyi okumadan vay Seyyit Kutup aleyhinde yazmışlar diye bize mektup yazmışlar. Mecmuayı okumadan karar vermek müslümana yakışmaz. S. Kutup'u niçin tenkid ediyorsunuz deneceği yerde, S. Kutup'un ,böyle sapık bir fikrî olup olmadığını inceledikten sonra görüşlerini bildirmeleri gerekirdi. Peşin hüküm vermemeleri icap ederdi. .Peşin hüküm ancak mezheplerin imâmları içindir, Ehl-i sünnet âlimleri içindir. S. Kutup islâm büyüklerine dil uzatmış mıdır? Mezhepsizleri övmüş müdür? Eğer gerçek durum böyle ise, artık bu kimseyi babamız da olsa sevmemiz din anlayışımıza uygun olur mu? Ölçümüz dindir, hak mezheplerdir. Rıza-i ilahiye uygun olarak bu ölçü ile bizi tenkid eden çıkarsa Allahü teâlâ razı olsun. Yok falanca S. Kutup tenkid edilmez dedi diye bize kızanlara da acıyoruz, Cenab-ı Hak onlara hidâyet nasip etsin.
Kütahya'dan İbrahim Özkür:
Kardeşimizin mektubu şöyledir:
«Derginize çıkışından beri aboneyim. İnşallah bundan sonra da devam edeceğim. Çünkü, gerçekten partiler üstü bir zihniyetle neşriyatın devam ettirmesi bilhassa Ehl-i siinnet itikadını zedelemeye kalkışan, kendilerini müctehid sanan gafillere, reformculara cevap vermesi, bu yolda müslümanları uyarıcı mahiyette çalışması hiç şüphesiz bizleri sevindirmektedir.
Davamıza hizmet eden Sebil dergisini de okuyorum. Sebil son sayılarında nedense Seyyit Kutub'a fazla yer vermeye başladı. Kadir Mısıroğlu bu husus için kendisini tenkid edenlere iki devrede incelenmesi gerektiğini yazdı. Birinci Devre solcu, ikinci devre müslüman olmasıymış. Fakat bu açıklama beni tatmin etmedi.
Siz ise Seyyit Kutub'un müslüman devresindeki kitaplarından misaller vererek mezhepsiz olduğunu ispat ettiniz. Fakat nasıl oluyor da Sebil sizin neşriyatınıza ters tarzda bir yol takip ediyor? İki dergi aynı görüşü niçin savunamıyor? Üstelik mezhepsizlerle amansız bir mücadele yapan Ahmed Selami Bey niçin uyuyor? Cevaplarınızı bekliyorum.»
CEVAP
Kardeşim, yakın ilginizden dolayı Cenab-ı Hak razı olsun. Her kardeşimizin sizin gibi şuurlu düşünmesini isterdik.
Sebil'in S. Kutub gibi önce sosyalist, sonu mezhepsiz bir kimseyi reklam etmesine biz de şaştık. Tanıdığımız kadarıyla Kadir Bey Ehl-i sünnet birisidir. Vehhâbiliğe düşmandır. Tasavvuf hakkındaki yazıları için Vehhâbi meşrepliler onu tenkid etti. Kadir Bey S. Kutup'u sevmez, ancak bilmediğimiz bir sebeple onun reklamını yapıyor, her doğru her yerde söylenmeyeceği için bu suale cevap veremiyoruz. S. Kutup iki devrede incelenmesi gerekir gibi bir ifadesi hiç uygun değildir. Çünkü sosyalist olduğu devresi bizi ilgilendirmez, hiç kimse de o devresini kötülememektedir. Kendi anlayışına göre savunduğu müslümanlığı an-latan devresini vesika göstererek tenkid ediyoruz.
Arzettiğiniz gibi Ahmet Selami Bey, gerçekten mezhepsizlerin baş düşmanıdır. Ona konferans verdirdik, şahsen tanırız. Bu konuda uyumuyor, susuyor. S. Kutup hususunda yazı yazmaya kalksa hizmet aksar. Hizmet edebilmek için bazı tavizler vermek mecburiyetinde kalıyor. Gerek Kadir Bey, gerekse Ahmet Selami Bey için hüsnü zan ediyoruz. Daha büyük hizmetler verebilmek için bazı tavizler veriyorlar sanıyoruz.
Tokat'tan Rıza Demirer:
Mezhepsizleri tenkid ederken sert lisan kullandığımızı Mustafa Sabri Efendi gibi yumuşak lisan kullanmamızı tavsiye etmektedir. Bir de S. Kutub'un Abduhu tasvip ettiğine dair bir vesika göstermediğimizi belirtmektedir.
CEVAP:
Kardeşim, ilim ehline ilimle hitap edilir. Ehl-i ilim mezhepsizleri zaten bilir. Bizim tanıtmamıza lüzum kalır mı?İlim ehli olmayanlar ise fiske ile uyanmaz, başlarına taş yağdırılırsa belki uyanabilirler.
S. Kutub, Fizilâlde, Fil sûresinin tefsirinde Hoca Mason Abduhu tenkid ederken, ona ŞEYH, ÜSTAD, İMAM gibi tabirler kullanmıştır. İmâm, dinde sözü senet olan demektir. Mezhepsizlerden başka hiç kimse Abduhu İMAM olarak kabul etmemiştir. Abduha imam demesi, onu tasvip ettiğine dair bir vesikadır. Mezhepsizler kendi üstadlarını da tenkid etmekten çekinmezler. Fakat hiç bir Ehl-i sünnet alimi kendi üstadını tenkid etmemiştir, fakat ayrı ictihadda bulunmuştur., Bu da dinimizin emridir.
Kızıltepe'den Abdurrahim Akdağ
S. Kutub'la ilgili dört sayfa tenkid değil, eleştiri yazmış, ifadeleri tamamen yanlış ise de tenkid usulüne uygundur. İlk defa böyle bir eleştiri aldık, heyecanlı genç özet olarak şunları söylüyor :
1 - S. Kutub'un fakirliği çirkin görmesi suç mudur? Fakirlik iyi midir?
2 - İbni Hazm'dan nakil yapması caiz değil midir? Yusuf Nebhani, İbni Teymiye'den nakil yapmamış mıdır?
3 - Babadan oğula geçme hükümdarlık İslâma uygun mudur?
4 - Hazret-i Osman'ın ihtiyar olup iyi idare edemediğini yalnız S. Kutub mu söylemiştir? Hazret-i Osman daha genç olsaydı şöyle olurdu demek suç mudur?
5 – “S. Kutub, bunlar benim, bunlar da Ehl-i sünnetin görüşü demiyor” diye yazmakla S. Kutub'un mezhepsiz olmadığını sehven kabul etmiş olmuyor musunuz?
6 - S. Kutub'un sosyalist olduğunu söylemekle paçayı ele verdiniz. Çünkü o sosyalizm ile komünizme karşıdır.
7 - Zenginlerin artan malını dağıtmak solculuk mudur?
8 - Komünist olmayana komünist veya kâfir demek, söyleyenin küfre düşmesine sebep olmaz mı?
9 - Bir yayınevinin Fizilâli herhangi bir şekilde reklam etmesi S. Kutub'un suçu mudur?
10 - Bir mezhebin bir görüşünü tercih etmek, mezhepsizlik olmadığının delili değil midir?
11 - Vahdet-i vücudun İslâmın dışında olduğunu söylemek evliyalığı inkar mıdır?
12 - Şehit S. Kutub'a dil uzatmak için onun gibi dine hizmet etmeniz lâzımdır? t
CEVAPLAR :
Bu soruların dergimizin o sayısında cevapları vardır. Yine de bir kaç kelime ile cevaplarını verelim :
1 - Rızık Allahü teâlâdan olduğu için, zenginliği ve fakirliği S. Kutub'un çirkin görmesi dinîmize aykırıdır. Çalışmak ibadettir, bir emirdir, fakat çalışmakla insan muhakkak zengin olmaz. Azdıran zenginlik ve azdıran fakirlikten Cenâb-ı Hakka sığınılır.
2 - İbni Hazm'a İMAM demesi, onu senet gibi göstermesi suçtur. Yusuf Nebhani hazretleri İbni Teymiye'den senet olarak nakil yapmamış, onu tenkid için nakil yapmıştır. Sonra onu İMAM olarak kabul etmemıştir. Biz de İbni Teymiye’den nakiller yaptık, mezhepsizlere senet olsun diye. S. Kutub İbni Teymiyeyi de İMAM olarak bilmektedir. İmam demek dinde sözü senet âlim demektir. İbni Teymiye ile İbni Hazma İMÂM demek mezhepsizliktir.
3 - Hazret-i Ömer'in halife oluşu, bir önceki halifenin tâyini ile olmuştur. Bir halife oğlunu da halife tâyin edebilir. Bu tenkid edilemez.
4 - Bu soruda haklısınız. Hazret-i Osman radiyallahü anhı yalnız S. Kutub değil, başka mezhepsizler de tenkid etmiştir. «Daha genç olsaydı şöyle olurdu» demek gelecekten haber vermek değil midir?
5 - S. Kutub, Ehl-i sünnetin ictihadlarından bahsetmiyor, hep kendi indî görüşlerini belirtiyor. Mütercim de kendine göre beğenmediği yerler için «Bunlar S. Kutub'un kendi şahsî ğörüşleridir.» diyor. Aslında S. Kutub'un bütün kitapları kendi görüşleridir, müctehid olmayanının görüş serdetmesi, Allah adına konuşması mezhepsizliktir.
6 - Bir insan namaz kılıp oruç tutsa, Allaha inansa, kâfir değilim dese, Vehhâbiler ğibi «Allah gökte oturuyor» dese kâfir olur. S. Kutup komünizm aleyhine binlerce cilt kitap yazsa fakat «Mal cemiyetindir» dese modern bir sosyalist olur.
7 - Zenginlerin artan malı olmaz. O zaman zengin olmak suçtur. Fıtra ve kurban nisabına malik olana zengin denir. Şimdi S. Kutub'un görüşüne uyarak fıtra ve kurban nisabından fazla malı olanların, mallarını ellerinden alıp dağıtalım mı? Zengin zekât ve uşrunu veriyorsa kimse ondan bir kuruş alamaz. Yalnız solcu mezhepsizler ve komünistler alırlar.
8 - Evet, müslümana kâfir diyen kendisi kâfir olur. Meselâ İbni Teymiyye, Muhiddinî Arabi hazretlerine kâfir demiştir. Diğer vahdet-i vücud evliyalarına da kâfir demiştir. S. Kutub da İslâm'ın manevî yönü olan vahdet-i vücudu inkâr etmiş, İslâm dışı kabul etmiş, tıpkı hocası İbni Teymiyenin İslâm dışı kabul ettiği gibi.
9 - O yayınevinin Fizilâli Ehl-i sünnete aykırı şekilde reklâm etmesi doğrudan doğruya S. Kutub'un suçu değildir. Fizilâli okuyup benimseyenler mezhepsiz olacağı için o şekilde reklâm etmek dolaylı şekilde S. Kutub'a dayanmaktadır.
10 - Bir mezhebin bir görüşünü tercih etmek mezhepsizliktir. S. Kutup bazan İ. Malikin içtihâdını tercih ediyor, bazan başka bir müctehidinkini, çok zaman da kendi görüşlerini tercih ediyor. Dört hak mezhebden birisinin bütün ictihadlarını kabul etmek lâzımdır. Her mezhepten bazı ictihadları kabul etmek telfıktır, mezhepsizliktir.
11 - Vahdet-i vücud, şeyhi Ekber M. Arabi hazretleri gibi büyük velilerin yoludur, bu yolu inkâr o büyükleri inkâr olur. Bu yolda keşif hataları varsa da ictihadda yanılmak gibi olup günah değildir. Yani vahdet-i vücud velilerinin yanlış keşifleri bizim için senet olamaz. Fakat müctehidin yanlış içtihâdı da alsa bizim için senettir.
12 - Şehit olmak için birçok şart vardır. Başta Ehl-i sünnet itikadında olmak şarttır. S. Kutub'da bu şartların çoğu yoktur. Her kâfirin öldürdüğü şehit olmaz.
«Dil uzatmak için» demişsiniz. Hiç kimseye dil uzatılmaz. Biz S. Kutub'a da dil uzatmadık, kendi söylediklerini naklettik, Ehl-i sünnete aykırı olduğunu yani mezhepsizliğini ispat ettik o kadar.
Bir kişiyi tenkid etmek için onun gibi vasıflara haiz olmak icap etmez. «Allah ğöktedir» diyen bir vehhâbi âlimini Allahü teâlânm mekândan münezzeh olduğunu bilen bir câhil bile tenkid edebilir. Bir vehhâbiyi tenkid etmek için ille de vehhâbi olmak mı lâzımdır? S. Kutubu da tenkid etmek için ille de mezhepsiz bir fitneci olmak lâzım değildir.
S. Kutup sayısını dikkatlice okursanız hakkı teslim edeceğinizi umarız. Çünkü iyi niyetle bize yazdığınızı zannediyoruz.
BURSA'DAN NURİ ERTATLI:
Mektubu aynen şöyledir:
«Sebil Gazetesinin 118. sayısında Terme'den Ahmet Şişman, Sebil Gazetesi'nin beyanına atfen Vakıflar Bankasındaki faizsiz hesabını, faizli olarak işleme konmasını talep ettiği yer almaktadır. Sanki bu hareket cihadmış gibi Sebil bunu reklâm ediyor.
Sebil yetkilileri bilmiyorlar mı ki, bir milyon lira bir lira faizle verilse sadece bu bir lira değil, bütün para faiz olur? Paranın tamamının faiz olmadığına acaba kim fetva vermiş ki?
Süleyman Ateş düşük faizlere cevaz vermişti, keza Seyyit Kutub'un hocası mason Muhammed Abduh da düşük faizlere cevaz vermişti. Acaba bunların hangisinden fetvayı aldı ki?»
C E V A B :
Kardeşim, suali kendilerine sorsanız daha iyi olmaz mı? Biz ne bilelim nereden fetva aldıklarını? Ahmet Şişman bizim de abonemizdir. Temiz müslümandır, demek Sebil Gazetesi'nin beyanına inandı. Faize verilen ana para belli olsa, ana para faiz olmaz. Fakat faizini ana paradan ayırmak mümkün olmadığı için hepsi faiz oluyor. Diyelim ki 150 lirayı faize verdik birkaç sene sonra bu para faiziyle birlikte 200 lira oldu. Banka bize verdiği 200 liranın artık rastgele 50 lirası faiz değil, faiz ana paraya karıştığı için tamamı faiz olur. Bunun için bir milyon lira bir lira faizle verilince, bir milyon bir liranın içindeki hangi bir liranın faiz olduğunu tesbit etmek ve ayırmak mümkün değildir. Bir bardak şerbete bir gram necaset düşse şerbetin tamamı necis olur, ayırmak mümkün olsa şerbet temizdir. Keza bir bardak süte bir gram zehir katılsa bu sütü içen zehirlenip ölebilir. Faizin en hafifi ise kişinin anasıyla Kâbe duvarı önünde zina etmesi gibidir. Faiz kuvvetli zehirdir. Faiz paramızı bir alacaklımıza versek vebal bize aittir, Hadîs-i şerîfte şöyle buyurulmuştur: «Bir dirhem faiz (almak ve vermek) otuz zinadan daha günahtır.»
Halkımızı faiz gibi büyük bir günaha teşvik etmekten Cenâb-ı Hak bizi korusun.
TOKATTAN A. TURAN YILMAZ :
Güzel bir girişle, selâm ve dua ile başladığı mektubunda diyor ki:
«Gerçek bir ülkücü gencim, yani İslâma inanıp gücümün yettiği kadar yaşayan bir ülkücüyüm. Mecmuanızı daha önce duymuştum. Fakat körü körüne bir partiye hizmet ediyor diye değer vermemiştim. Bir arkadaşın tavsiyesi ile geçmiş sayılarını okumak nasip oldu. Ölçü olarak parti değil. İslâmı almanız, hangi partiden olursa olsun, bâtılın uşakları ile tavizsiz mücadele yapmanız bizleri memnun etti. Tenkid ettiğiniz kimseler arasında her partiye mensup kimselerin bulunuşu partilerüstü, yani sırf riza-i ilâhî için çalıştığınızı belgelemektedir. Sizi tenkid edenler sırf parti hırsıyla tenkid etmekte, dinîmize aykırı hiçbir cümle bulunmadığı halde derginize saldırmaları samimiyetsizliklerini göstermektedir. Biz dinî herşeyin üzerinde tutarız, Bu bakımdan dinî partilerin üstüne, her türlü menfaatin üstüne alan derginizi ülkücü gençler olarak desteklemekteyiz. Türk'ün bu asil şuuruna sahip gençleri her zaman yanınızda bulacaksınız.
Derginizin büyük bir boşluğu doldurduğuna inanıyoruz. Ülkücü abimiz Ahmet Arvasî Beyin fikirlerine tam uygun neşriyat yapıyorsunuz. Derginiz sayesinde soylu ecdadımızın mübarek yolunu öğrendik, gerçek büyükleri ve büyük diye yutturulan sahte kahramanları öğrendik, âlimi zâlimi öğrendik. Mezhebin önemini, müctehidi içtihâdı öğrendik. Üstad Necip Fazıl'ın tabiriyle Demir Oğuz'un altın nesli Osmanlı çocuklarıyız. Fatihlerin, Yavuzların, Abdülhamidlerin torunlarıyız. Mukaddes davası uğruna hanımlarını dul, çocuklarını yetim bırakan şehitlerin evlâtlarıyız. «Bîd'at nedir bilmeyiz, onun için, Cenâb-ı Hak biz Türkleri halis kıldı.» diyen Alpaslanın çocuklarıyız.
Ecdadım İslâm büyüklerini severdi, âlimlere hürmet eder onlardan dua alırdı. Fatih İstanbul'u zamanın kutbu Ubeydullahı Ahrar hazretlerinin yardımı ile aldı. Timurlenk şöyle derdi :
«Nereye gitsem hep seyyidlerin, âlimlerin, velilerin duasını alırım, onların yardımı ile savaşları kazandım.»
Mübarek ecdadımızın izinden gittiği bunca islâm âlimleri dururken ne idüğü belirsiz mezhepsizlerin peşinden gitmek, o şehid ecdada ihanettir. Ecdadımın binlerce eserleri dururken biz İslâmiyeti Vehhabî Suudi Arabistandan mı, Şiî İran'dan mı, solcu Libya ve Mısır'dan mı öğreneceğiz?
Bizim Türklük şuuru dediğimiz ülkü, işte budur yani İslâm ahlâk ve faziletidir. Yani ecdadımızın mübarek yolu, Ehl-i sünnet yoludur.»
C E V A B :
Kardeşim, dergimizi teşhisteki şuurunuzu tebrik ederiz. Bizim Ehl-i sünnet yolunu yaymaktan başka gayemiz yoktur. Bizim bağrımız Ehl-i sünnet olan Akıncıya, Ülkücüye, sucuya, bucuya açıktır. Bizim partilidir diye bir mezhepsizi övmeyiz. Biz Hak'kın dostu, bâtılın düşmanıyız. Bizi böyle bilenler bize destek olsun. Partisini dinden üstün tutan insan lâzım değil bize. Her partiyi destekleyenler arasında mezhepsizler vardır. Bu, inkâr edilemez bir gerçektir. Bizim gayemiz, mezhepsizleri teşhir edip, partilere olan tasallutlarını bir dereceye kadar önlemektir. Mezhepsizler, masonlardan destek görerek, bütün partileri ele geçirmek için, onlara tesir etmeye çalışıyorlar. Bolşeviklerin cirit attığı şu ortamda parti kavgası verip ecdat yadigârı memleketimizi onların işgaline vasat hazırlamak, vatana, millete ihanettir.
Timur Han hakkındaki görüşünüzü de tebrik ederiz. Timur Han, bozuk olan Bektaşiliği kuran Fadlullah ismindeki dinsizi öldürterek taraftarlarını da dağıtarak dinîmize büyük hizmeti dokunmuş bir hükümdardır. Yıldırım Beyazıt Han ile savaştığı için Osmanlı tarihleri Timur Han'ı haksız olarak kötülemektedir. Timur Han moğol soyundandır, fakat gerçek Türklük - şuuru, Hakkı teslim etmektir, islâm ahlâkı ve fazileti de budur. Bilmukâbil selâm ve dualar.
ÇANAKKALE'DEN AHMET ZAFER :
Çorum'lu hemşerimiz Muharrem Şenol'unkine benzer mektubu şöyle:
«Seyyit Kutub'un mezhebi yokmuş, yoksa yok. Nasır gibi bir şeriat düşmanından özür dilemeyip davası uğruna şehit olması onun büyüklüğünü göstermez mi?_
Fatma Girik'li gözlerinin güzelliğinden bahseden bir din adamı dururken, böyle hiç bir hareketi görülmeyen S. Ateş'i tenkit etmemiz sapıklık ve bölücülük değil midir? S. Ateş meleğe rüzgâr demiş, düşük faizlere cevaz vermiş, Kur'an'da evrim teorisi var demiş. Dediyse dedi, gâvur mu oldu yâni? Nasır ve Lenin dururken Karaman'ı tenkit etmeniz fitnenin ta kendisidir. Evet Karaman telfıkı savunuyor. Fakat cepheyi bölmek mi lâzım? Ufak tefek metod farklarını bırakarak birleşmeli.
Solcular «Dünya işçileri birleşin» derken siz Filistin'deki ve İran'daki müslümanlar lehine bir yazı yazdınız mı? Şeriatçı Kaddafi'yi hiç methettiniz mi?
Siz Mao'yu değil de, Mısır Müftüsü M. Abduhu tenkit ederek mi müslümanları birleştirmek istiyorsunuz? Abduh da insandır, hatası olmuştur. Hatası var diye durmadan aleyhine yazılır mı? Birleştirici olmaya davet ediyorum.»
CEVABLAR:
Mektubunuzu kısaltmadan aynen neşrettik. İslâm nedir, Ehl-i sünnet nedir bilmediğinizi mektubunuz göstermektedir. Sizin gibi müslüman geçinen bir kimsenin dine yapacağı bir zararı bir komünist bile yapamaz.
Hem S. Kutub’un mezhebi olmadığını kabul ediyorsunuz, hem de Nâsır'dan özür dilemeyişini bir marifetmiş gibi gösteriyorsunuz. Bize mezhepsiz müslüman lâzım değildir. Nasıl namazın ve haccın belli şartları varsa cihadın da şartları vardır. Sola uygun bir şeriat istiyorum deyip de kelleyi vermek cihad değildir, böyle bir yolda tövbe etmeden ölen kimse ne şehittir ne de gazi. Deniz Gezmiş de özür dilemedi, hatta imâm falan da istemedi. Her Allah yolundan gidiyorum diyen kimsenin gittiği yol Allah yolu mudur? Şehit olmanın da bazı şartları vardır. Ehl-i sünnet olmayan, mezhepsiz olan kimse nasıl şehit olur? Siz şehit demekle şehit mi olur? Deniz Gezmiş'e de devrim şehidi demişlerdi. Kime şehit denildiği Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında yazılıdır. Gücü yetmediği halde fitne çıkarmak, düşmanın üzerine yürümek cihad değil, intihardır. Peygamber aleyhisselâm Hendek kazıp siperlendi. S. Kutup hem itikaden bozuk idi, hem de yaptığı hareket şeriata uygun değildi.
Fatma Girik'in ğözleri üzerine bir nakil yapalım :
İmâm-ı Ğazâlî (Aleyhirrahme), arkasını kıbleye dönüp camiye pisleyen bir kimseyi arkasını döndüğü için tenkid eden kimselerden misal verir. Fatma Girik gibilerle şakalaşmak, def-i hacet ederken arkayı kıbleye dönmek gibidir. Fakat faize cevaz vermek de diğer küfrü gerektiren halleri yapmak camiye pislemek gibidir, önce adam camiye niçin pisliyorsun diye tenkid edilir, önünü arkasını ne tarafa döndüğü mü tenkid edilir? İşte sizin müslümanlık anlayışınız bu kadar basittir, dinden imandan habersizliktir. Camiye pisliyenleri görmez, arkasını kıbleye dönenleri görürsünüz.
Mezhepsizlik metod farkı mıdır? Dinde reform yapmak, dinî kendi anlayışlarına göre yorumlamak isteyenleri, teşhir etmek bölücülük müdür?
Biz dünya müslümanlarını birleştirecekmişiz. Nerde hani o müslüman? Filistin'deki müslümanlara radyolar «Solcu müslüman, komünist müslüman» diyor. İran'dakilere de «Marksist müslüman» diyor. Kardeşi Fidel Kastro'yu öpen Kaddafi de sosyalist şeriatçıdır. Ne demek bunlar? Müslümanın solcusu, marksisti, sosyalisti de mi var? Siz Kaddafi gibi mi bir düzen istiyorsunuz?
Abduh da insanmış, hatası olurmuş. Mason olmak, teselsülün butlanına muhalif olmak, faize cevaz vermek hata değil, küfürdür. Ya siz ne istediğinizi bilmiyorsunuz, ya da hizip taassubuyla mezhepsizlerin maşalığını yapıyorsunuz. S. Kutup'la ilgili yazımızı dinî ölçüler dahilinde okuyun, samimi iseniz bize hak vermemeniz mümkün değildir.
Farkında olmadan masonlara, solculara ve mezhepsizlere maşalık yapıyorsunuz. Artık dostunuzu düşmanınızı öğrenin de ipsiz sapsız yazı yazmayın.
ALMANYA'DAN FİKRET CEYLAN :
Sebil Gazetesine gönderdiği yazıdan bir suret de bize göndermiş, cevap alamadığını bildiriyor. Sebil'e gönderdiği yazısında özetle diyor ki:
«Bulunduğumuz yerde bir hayli selefçi mezhepsiz var, Ahmed Selâmi beyin yazılarını zevkle okuyoruz. A. Selâmi Bey Almanya'ya gelince mezhepsizleri bizzat müşahade etti. Kendileri bu mezhepsiz imâmların arkasında namaz kılmadığı gibi, bizlerin de kılmamamızı söyledi. Z. Kevserî hazretlerinden naklen mezhepsizliğin tehlikesini anlattı. S. Kutup, Mevdûdî ve Hamidullah gibilerin kitaplarını okumamamızı tavsiye etti. Mezhepsizlere ait kitapları da buradan kaldırın dedi. Seyyit Kutup gibi mezhepsizleri gazetenizde reklâm etmenizin sebebi nedir?»
C E V A B :
Kardeşim mektubunuzu neşretmek suretiyle, aynı suali biz de, sormuş oluyoruz. Başka kardeşlerimiz, de aynı mealde Sebil'e mektup yazıp bir suretini de bize göndermişler, hepsine birden cevap olur diye bu kadar neşrettik.
ALMANYA'DAN AHMET KARSLIOĞLU :
Uzun mektubunda özetle diyor ki?
«Mezhepsiz olmayan bir gazeteci Türkiye'den Almanya'ya geldi. Daha çok Kuveyt tarafından beslendiklerini tahmin ettiğim Arap mezhepsizlerle görüştü. Bu mezhepsizler bu gazeteciye matbaa makinası almak için yardım etmiş olmalılar ki, gazetesinde mezhepsizler aleyhine yazı yazmamakta ısrar etmektedir. Bilgilerinize arz ederim.»
C E V A B :
Kardeşim bu yazınız isim bildirmediğiniz için su-i zanna sebep olabilir. Gazetecinin ismini yazıp, bizi su-i zandan kurtarın.
ELBİSTAN'DAN ALİ GÖZÜBÜYÜK'E :
1 - Kur’ân-ı kerîmi tefsir etmek, terceme etmek değildir. Müfessir, kelâm-ı ilâhiden, murad-ı ilâhiyi anlayan râsih âlim demektir. Tefsir yazmaya kalkan bir çok kimsenin, yazılmış, olan tefsir kitaplarını bile anlayabilmek için lüzumlu yirmi kadar ana ilmî ve bunların kolları olan birçok ilmî bildikleri iddia bile edilemez. Bugün .kullanılan Arapça kelimeler, fıkıh ilmînde başka, tefsir ilmînde başka manâlara gelmektedir. Kur’ân-ı kerîmdeki bir kelime bile çeşitli yerlerde başka manâlara gelmektedir.. Aldığı edatlara göre de manâlar değişmektedir. Tefsir ilmî sadece, okumakla da elde edilmez, râsih âlimlerin kalblerine doğan bir nurdur. Tefsirleri anlamaktan âciz kimselerin tefsir yazmağa kalkmaları dinî oyuncak haline getirmek demektir. Bu bakımdan bazı Türkçe tefsirlere güvenmemek lâzımdır. Mevakib, Tibyan Ebülleys gibi Türkçe kıymetli tefsirler de vardır.
2 - Süleyman Efendinin talebeleri hakkında söylenilenler iftiradır. Onların bid'at ehli olduğunu iddia edenlerden vesika istiyoruz. Bildirsinler neşredelim.
3 - İslâm âlimlerinin ekserisi İbni Teymiyye'nin küfrüne kail olmuşlardır. Hattâ ona Şeyhülislâm diyenlerin bile kâfir olduklarına fetva vermişlerdir. Meselâ İbni Haceri Mekkî hazretleri «İbn-i Teymiyye'ye Şeyhülislâm diyen kafir olur» buyurmuştur. Bunu Celâl Yıldırım bile «İslâm Hidâyeti» isimli kitabında bildirmiştir. Buna rağmen kendisi de bu mürtede Şeyhül islâm demeye devam etmektedir.
KASIMPAŞA'DAN HÜSEYİN DÖNMEZ:
Mevcut bütün sayıları isteyip abone olmak istediği mektubunda diyor ki :
«Dinîmizi içten yıkmak isteyen müctehid taslakları ile gerekli mücadeleyi yapan mecmuanız tesadüfen elime geçti. İddia edildiği ğibi maksadımız uyuyan yılanı uyandırmak değil, fakat uyanmış ayaklanmış ejderhanın önüne geçmek ve zararına mani olmaktır. Tek millet olan küfür, komünizm ve siyonizm olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Siyonizm de İngiliz ve iskoç masonlarını kullanarak İslâmiyeti yıkmak için vehhâbilik cereyanını körüklemektedir.
Hizmetinize iştirak ediyor, en azından dualarımızla yanınızdayız. Bu arada hatâlarınıza şahit olursak onların telâfisi için Ehl-i sünnet âlimlerinden nakiller yaparak ikazlar da bulunmamız şer'i bir vazifedir.»
CEVAP: Yanıldığımız zaman bize doğruyu gösterecek kardeşlerimizin bulunması bizler için büyük nimettir. Allahü teâlâ sizlerden razı olsun.
İZMİR'DEN Ömer KARAKAYA :
Tenkidi şöyledir:
«Din adamı büyük şahsiyet Celal Yıldırım'ı tenkid edişinize kırıldım. Celal Hoca'nın vaazlarından duygulanıyoruz. Dinsizlerin karşısında din adamlarını tenkid etmeniz uygun olur mu? Celal Hoca'dan özür dileyin.»
CEVAP: Kardeşim, o yazımızı okudunuz mu? Okumamışa benziyorsunuz. Tenkid ettiğimiz Celal Hoca'ya ait kitabı alın, o ifadeleri kullanmış mı, kullanmamış mı? Celal Hoca büyük Müctehid, İmâm-ı Muhammed Aleyhirrahme'yi ağır bir lisanla tenkid etmiş mi etmemiş mi? Eğer biz onun söylemediği bir şeyi tenkid etmişsek o zaman siz haklısınız. Değilse biz haklı olmaz mıyız? O İmâm-ı Muhammedi tenkid ederken hoş güzel de, biz onu tenkid edince niçin uygun olmuyor?
Size tavsiyemiz, dergimizi, Celâl Hoca'nın o kitabı ile birlikte okuyun, bize hak verdiğiniz zaman, Celâl Hoca'ya gidin, yaptığı hatalardan dolayı müslümanlardan özür dilemesini teklif edin. Hatamız olsaydı özür dilerdik.,
NEVŞEHİR'DEN İDRİS ÖĞÜTLÜ :
Şiir gönderdiği mektubunda diyor ki: «Mason Ömer Rıza Doğrul'un Asr-ı Saadet tarihi muteber midir?”
CEVAP : Sualinizin cevabı içindedir. Hiç masonun kitabı muteber olur mu? Zaruri bilgiler dururken tarih kitabını tavsiye etmiyoruz. Tarih kitabı okuyacaksanız içinde muteber dinî bilgiler bulunan Berekât Yayınevi'nde neşredilen PEYGAMBERLER TARİHİ’ni tavsiye ederiz.
TİREBOLU'DAN YAHYA İPEK'E:
- Anne ve babanın şeriata muhalif emirleri dinlenmez, fakat yine de güzellikle reddetmelidir. Yalvararak iknaya çalışmalıdır. Evlenirken anne ve babanın tavsiyelerine uymak uygundur. Onların tecrübeleri vardır. Dünyayı toz pembe görmezler. Evlenilecek kızın bilhassa saliha olmasına dikkat etmelidir. Bilmukabil selâmlar.
AVUSTURYA'DAN İBRAHİM ŞAHİN'E :
1 - Bir sığırı kesmek için önce gazlı bir tabanca ile bayıltıp sonra şeriata uygun olarak kesilirse yenir.
2 - Süleyman Efendi'nin talebelerini tanıyoruz. «Süleymancılığın İçyüzü» isimli kitabı da okuduk. Ehl-i sünnet mensubu olan Süleyman Efendinin talebelerine yapılan çirkin iftiralarla doludur. Yazarı da müstear isim kullanmıştır. Bahsettiğiniz teşkilât bu kitabı satmakla mezhepsizlere maşalık yapmış oluyor. Kur'ân kursu camiasının Ehl-i sünnete zıt taraflarını biz görmedik. Onlara yapılan iftiralar bize de yapılmaktadır. Mezhepsizlerden takdir bekleyecek değiliz ya. İt ürür kervan yürür demişlerdir.
3 - Berekât Yayınevinin kendi yayınlarının hepsi muteberdir. Zaten muteber olmasa reklâmlarını yapar mıyız? Bilmukabil selâm ederiz kardeşim.
ÇAYCUMA’DAN HALİT HELVACIOĞLU'NA:
1 - Rafizîlere kardeş diyen o kimseyi tanıyoruz, rafizîdir, takıyye yapmaktadır.
2 - Mutlak ictihad kesilmişse de, fukahanın yedi tabakası içinde çeşitli derecelerde bazı âlimler gelmiştir. İstisna olarak mezhepte müctehidler de gelmiştir.
3 - Bugün dünyanın hiç bir yerinde Ehl-i sünnete uygun bir şeriat devleti yoktur.
4 - Her tercemeye fazla güvenmemek icap eder. Berekât yayınlarını tercih etmeniz uygun olur.
VAN'DAN M. SAİD ARVAS :
Kıymetli mektuplarında şöyle buyuruyorlar : «Hüsniyetinizi bildiren mektubunuza çok sevindim. Allahü teâlâ razı olsun. Merhum Seyyid Fehim-i Arvasînin (Kuddise sirrûh) evlatlarından birisini dahi görseydiniz hakiki insanın ve gerçek âlimin kimler olduğunu müşahede ederdiniz. Allahü teâlâ şefâatlarına cümlemizi nail buyursun. Amin.
Şimdiye kadar gelmiş geçmiş bütün islâm büyüklerinin bütün ömürleri Ehl-i sünnetin hizmetinde geçmiştir. Bu sebeple de Ehl-i sünnet düşmanları başkaldıramaz ve daima lâyık oldukları hezimete uğrarlardı. Fakat maalesef bugün o berrak itikad zâlimlerin pençesine terkedilmiş ve birkaç muhterem zevatın dışında tamamen hamisiz kalmıştır. Bunun için islâm âlimlerinden nakiller yaparak yürütülen hizmetin ehemmiyeti inkâr edilemez. Bu büyük hizmetiniz için Cenâb-ı Hak'tan muvaffakiyetler dilerim.»
ANKARA'DAN CELAL İBİL:
Şöyle bir suali vardır :
«Millî FİKİR'in sahibinin mühendis olduğu bu bakımdan dinden anlamıyacağı söylenmektedir, ne dersiniz?»
CEVAP: Kardeşim, MİLLÎ FİKİR'de çalışanları sağa sola sürgün ediyorlar. Bu bakımdan serbest çalışan bir kimsenin dergiyi çıkarması icap etti, bir mühendisin adına çıkarıyoruz. Ancak bu mühendis de bir çok din adamından daha fazla bilgili ve kültürlüdür. Dergimizde yazı yazan bir çok din adamı vardır. Zulüm görmemeleri için isimlerini açıklamıyoruz. Din kimsenin tekelinde değildir. Dergimizde senelerce din tahsili görmüş kültürlü insanlar vardır. Birçok mezhepsizler dine hizmet için devletten para alıyorlar. Biz ise maddî ücretsiz, sırf rıza-i ilâhi için hizmet etmekteyiz. S. Kutbu âlim zanneden mezhepsizlere sorun! S. Kutup din adamı mıdır, yoksa sosyoloji öğretmeni midir? Biz S. Kutbun sosyoloji öğretmeni olmasını kınamıyoruz, ancak Ehi-i sünneti bilmediği mezhepsiz olduğu için kitaplarının okunmamasını tavsiye ediyoruz.
NİĞDE'DEN MEVLÜT BAĞCI’YA:
1 - Kelâm, fıkıh ve tasavvuf bilgilerini lüzumu kadar öğrenmek farzı ayındır. Aklî ilimler denilen.tecrübi ilimleri öğrenmek ise farz-ı kinayedir. Bunun için bütün ilimler İslamın içindedir. Dînî ve ilmî demek bu bakımdan yanlıştır.
2 - Din bilgileri zamanla değişmez. Bu bakımdan kelâm bilgilerinde fikir yürüterek yanılmak özür olmaz. Bunun için birkaç itikad olmaz. Yetmiş üç fırka içinde tek doğru olan fırka, Ehl-i sünnet vel cemaat fırkasıdır.
3 - Eshâb-ı kiramın veya bunlardan sonra gelen müctehidlerin sözbirliğine İCMA-İ ÜMMET denir.
4 - Şiîler hariç, buğün 72 sapık fırkadan hiç birisi kalmamıştır. Kendisine Ehl-i sünnet deyip de bid'at fırkalarının itikadı gibi olan mezhepsiz kimseler mevcuttur.
5 - Hanif, lügatte doğru inanan, İslâmiyet’e dosdoğru sarılan kimse demektir. EBU HANİFE ise, İslâmiyet’e dosdoğru sarılan hakiki müslümanların babası demektir. İmâm-ı A'zam hazretlerinin Hanife isimli kızı yoktur.
6 - Mezhebi hakkında herkes şöyle düşünmelidir: «Benim mezhebim doğrudur, yanlış olma ihtimali de vardır. Diğer üç mezhep yanlıştır, doğru olma ihtimali de vardır.»
İşte bunun için, âlimler, zaruret halinde değil, güçlük halinde kendi mezhebine göre yapmasına imkân olmayan bir işi başka mezhebe uyarak, taklîd ederek yapması caiz olur. Ancak ikinci mezhebin o işe bağlı olan şartlarını da gözetmesi lâzımdır buyurmuşlardır.
7 - Bir özür, bîr güçlük yok iken bir ibâdetin bir kısmını bir mezhebe göre yaparken, diğer kısmını bu mezhebe göre yapmayıp başka mezhebe göre yapmağa kalkışmak, birinci mezhep imâmının ictihadlarını beğenmemek olur. Selefi salihini beğenmemek, onları bilgisizlikle suçlamak ise küfürdür. Bunun için İmâm-ı Rabbânî hazretleri bir ibâdeti sebepsiz olarak başka bir mezhebe göre yapmayı ilhad olarak bildirmiştir. Bu bakımdan mezhepsizlerin çoğu mülhiddir.
8 - Yapılması kolay işlere RÛHSAT, güç olanlarda da AZİMET denir. Azimet olan bir işi yapmağa gücü yetenin rûhsatı yapmağa kalkması şeriat ile oynamak olur. Ancak azimeti yapmaktan âciz olan kimsenin rûhsat ile amel etmesi caiz olur. Özürsüz kendi mezhebindeki rûhsat ile amel caiz olmadığına göre başka mezheplerdeki kolaylıkları araştırmak, telfık etmek caiz değil, bâtıldır. (Mizân-ül kübra'da kâfi bilgi vardır.) Bu telfık işini yapan kişinin zındık olacağı Mişkat şerhinde bildirilmiştir.
ANKARA'DAN ABDULLAH TUNCER'E:
Kardeşim, her zaman iyi insanlar kötülerin hücumlarına uğramışlardır. Dinîmize, müslümanlık şerefimize zarar gelmemesi için uğraşıyoruz. Çünkü başka şeylerin kıymeti yoktur. Her yerde uygunsuz insanlar bulunabilir. Huzur içinde yaşayabilmek için en fiadeli ilâç sabırlı olmaktır. Bozuk zihniyetli kimselerle arkadaşlık etmemek lâzımdır. Böyle kötü kimselerin kötü sözlerine cevap vermemek daha uygundur. Büyüklerimiz ahmağa verilecek en güzel cevabın sükut olduğunu söylemişlerdir. İnatçı kimselere nasihat vermek zararlı olabilir. Onlarla muhtaç olduğumuz kadar görüşmemiz lâzımdır. Kötü insanların yanına giderken helaya gider gibi gitmeliyiz, ihtiyacımız biter bitmez ayrılmalıyız, büyükler böyle buyurmuşlardır. Herkese karşı güleryüzlü ve tatlı sözlü olmaya çalışmalıyız. Cahilleri kendimize düşman etmemeliyiz. Din ve dünya saadetiniz için dua ederiz kardeşim.
VAN'DAN AHMET UTKU :
Diyor ki :
«Burada Hanefîler Şafiî imâm arkasında namaz kılmak mecburiyetinde kaldığı gibi bazen Şafiîler de Hanefî imâm arkasında namaz kılmak zorunda kalıyor. İmâm olan zâtın ne gibi hususlara riâyet etmesi lâzımdır?.»
CEVAP: Hanefî mezhebindeki imâm, cemaatı arasında Şafiî mezhebinde olan kimseler de bulunursa veya bir özre metni Şafiî mezhebini taklîd eden Hanefi'ler de bulunursa şu hususlara dikkat etmesi lâzımdır.
1 - Gusülde ve abdest’te niyyet etmiş olmalı, abdesti tertip üzere almalıdır. Kolları yıkarken elleri de birlikte yıkamalıdır.
2 - Şafiî mezhebine göre abdesti bozacak bir harekette bulunmamalı, meselâ kendi kaba avret yerine ve yabancı kadınlara dokunmamalıdır.
3 - İmâm olmaya niyyet etmelidir.
4 - Fatihadan önce besmele okumalıdır.
5 - Fatihayı şerîfeyi terk etmemelidir.
6 - Ta'dili erkâna riâyet etmelidir.
7 - Beden, elbise ve namaz kıldığı yerde hiç necaset bulunmamalıdır. (Bunların hepsi Şafiî mezhebinde şart ve farzlardır.)
Şafiî mezhebindeki imâm, cemaatı arasında Hanefî mezhebinde olan kimseler bulunursa şu hususlara dikkat etmelidir :
1 - Subhaneke mâ arafuâke... dememelidir.
2 - Ben inşallah müminim dememelidir. (Elbette mü'minim, elhamdülillah mü'minim demelidir.)
3 - İman çoğalır ve azalır dememelidir. (Kuvveti çoğalır azalır demelidir.)
4 - Ameller imandandır dememelidir. (İman artıp eksilmez demelidir.)
5 - Kıbleler değişik olmamalıdır. Az da olsa farklı, eğik olmamalıdır.
6 - Mezhepte mutaassıp olmamalıdır. (Yalnız benim mezhebim hak dememelidir, dört mezhebin hepsini hak bilmelidir, zarurete mebni diğerleri ile de âmel edileceğine inanmalıdır.)
7 - Kulleteynde abdest almış olmamalıdır.
8 - Elbisesinde bir dirhemden çok meni bulunmamalıdır.
9 - Hanefîye göre guslü sahih olmalıdır. Yani mazmaza ve istinşakı terketmiş olmamalıdır. Ağzında dolgulu diş varsa mazmazayı terketmiş sayılacağından Hanefîlere imâm olamaz.
10 - Hanefîye göre abdesti sahih olmalıdır. Meselâ bir yerinden kan çıkmış olmamalı, kan yaranın etrafına taşmış olmamalı, başını meshde ve mest üzerine meshde de çok azla iktifa etmiş olmamalı, kay etmiş olmamalı, birinci. ka'dede salâvat okumamalıdır.
11 - Birinci tekbirden başka tekbirlerde ellerini kaldırmamalıdır.
12 - Bulûğa ermemiş olmamalıdır. Bu şartlara dikkat ettiği bilinen imâma uymak caiz olur. Ancak imâm gözettiğini söylediği halde gözetmezse o zaman vebali imâma ait olur. Gözetip gözetmediği bilinmeyen imâm arkasında namaz kılınmaz.
ÇORUM'DAN LÜTFİ ÖZASLAN :
Rüyada Peygamber âleyhisselâmı görmenin neye alâmet olduğunu sormaktadır.
CEVAP: Abdullahı Dehlevî (Kuddise sirrûh), böyle bir sual için şöyle bir cevap buyurmuşlardır.
«1 - Bir kimse sünneti ihya eder, yahut bir bid'atten ictinab ederse bu amelleri tecessüm edip, rüyada öyle görür.
2 - Cenâb-ı Hak'kın, kulundan kabul ettiği bir ibâdeti bu güzel şekilde görünür.
3 - Eğer O, zemin ve zamanın serveri, O, insan ve cinnin seyyidinin, hadis kitaplarında yazılı olduğu veçhiyle, o güzel endamını, sürmeli gözlerini, yüksek ve açık alnını, yay gibi hilâl kaşlarını, uzun kirpiklerini görürse Resullullah sallallahü aleyhi ve sellemi görmüş olup, dünya ve ahiret saadetine kavuşmuş olur. Ve «Rüyada beni gören, muhakkak ki beni görmüştür, şeytan benim şeklime giremez» hadîsi şerîfindeki müjdeye kavuşmuş olur.»
ESKİŞEHİR'DEN MUSTAFA İSLÂM :
Mektubunda diyor ki:
«S. Uludağ, size verdiği cevabî yazısında okuyucuların vereceği hükme rıza göstereceğini beyan etmişti. Ben de kendisine husûsî bir mektup yazdım. Cevabında kendisinin sapık olmadığını bildirerek verdiğim hükme teslim olmadı, verdiği söz nereye gitti?»
CEVAP : Selefi zihniyetli kimselerin sözlerine itibar etmemek icap ettiğini yazmıştık. Mektubunuza verdiği cevapla, hükmünüze teslim olmamakla hakikat tahakkuk etmiş oldu.
VESİLE ARAMAK
Eyyüp Ensari Radıyallahü anhı ziyaret için gittiğimiz zaman Eyyüp Camiinin avlusunda İstanbul Müftülüğünce asılmış şöyle bir levhaya rastladık:
«Müslüman kardeşlerimiz, Allah'a dua ve niyaz için vasıta aramayınız».
Levhayı okuyunca «Allah'a yaklaşmak için vasıta arayınız» âyet-i kerimesini düşündük.
Allahü teâlâya yaklaşmak için kendisini vâsıta ettiğimiz Eyyüp Ensari hazretlerini düşündük, Vehhâbileri düşündük. Ve şöyle vasıtalı bir dua ettik:
«Ya Rabbi, evliya kullarının hürmetine bizleri af, tasavvuf düşmanlarını ıslâh eyle.»
ANKARA'DAN ORHAN GÜNEŞ
Suallerinde:
1 — A. Davudoğlu Hoca'nın Din Tahripçileri kitabında Ömer Nasuhi Bilmen'in mason Abduh'a «Cihanşümul bir şöhrete sahip bir âlim» demesini tenkid ediyor. Ö.N. Bilmen Abduh'un mezhepsiz olduğunu bilmiyor muydu?
2 — Ö. N. Bilmen'in resimleri bazı müftülüklerde asılıymış. Fotürüne kuş tüyü ve zünnar püskülü takılıymış doğru mudur? diyor.
CEVAP :
l — Bilseydi yazmazdı.
2 — Ö.N. Bilmen'in fotürüne kuş tüyü ve zünnar püskülü taktığı iftiradır. Fotörü sade olup siyah renkte idi. Cami içerisinde de giydiği için cemaat da buna şahittir.
ESKİŞEHİR'DEN ALPER SOSYAL:
YENİ DEVİR Gazetesinin 725. sayısını göndermiş. İşaret ettiği yer, Halid Ortaköy imzalı İslâm Nizamı isimli ikinci sayfada bir yazıdır. Yazar burada İslâmda çok sapık fırka doğduğunu bunların en önemlilerinin ise, HARİCİLER, ŞİA, KADERİYYE, SÜNNİ ve MUTEZİLE olduğunu bildirmektedir. Sapık olmayan fırkayı yazmamış. Yoksa yazar Hadîs-i şerifte bildirilen fırka-i naciye denilen SÜNNİ fırkayı sapık fırkalar arasına koymakla Peygamber aleyhisselâmı mı yalanlamak istiyor? Zaten yazar aynı yazısında «İslâm ilâhi bir düşüncedir» diyor. Düşüncenin insanlara ait bir muhakeme tarzı olduğunu bilmediğine göre sünnî taifeye sapık damgasını basması yadırganmaz. Yadırganması gereken husus müslüman bir gazetenin böyle sapık bir yazıyı neşretmesidir.
SAMSUN'DAN MAHMUT ZADE :
Mektubunda diyor ki:
«Muteber kitaplardan okuduğumuza göre, asker, talebe, işçi gibi kimselerin namaz kılmak için çalıştıkları işten ayrılmaları mümkün olmadığı zaman, bu kimselerin sadece bu günlerde Hanbeli mezhebini taklid ederek öğle ile ikindiyi, akşam ile yatsıyı, takdim veya tehir ile birlikte kılmalarının caiz olduğu yazılıdır. Hanbeli mezhebini taklid ederken riayet edilmesi gereken şartlar nelerdir?»
CEVAP:
Namaz kıldırmayan müesseselerde çalışılmaz. Ancak bulunduğu işte çalışmasında herhangi bir yönden zaruret varsa o zaman HANBELÎ mezhebi taklid edilerek mezkür takdim veya tehir yapılır.
Hanefî mezhebindeki bir şahıs, bur zarurete mebni Hanbelî Mezhebini taklid edip mezkür namazlarını takdim ve tehir ile kılabilmesi için aşağıdaki hususlara dikkat etmesi şarttır.
1 — Ağız ve burun içi bedenin dışından sayıldığı için gusülde buraların da yıkanmış olması şarttır. (Dolgulu dişi bulunan kimse, ağzının içinin her yerini yıkaması mümkün olamıyacağı için, Hanbelî Mezhebini taklid edemez. Bunun gibi dolgulu dişi bulunan Şafiî veya Mâlikîler de Hanbelî ve Hanefî mezheplerini NAMAZ hususunda taklid edemezler. Taklid edilecek mezhebin o iş ile ilgili bütün şartlarının ifası lâzımdır.)
2 — Mezy gelince de gusledilmesi şarttır.
3 — Abdest alırken Hanefîdeki şartların dışında niyet edilmesi ve istincanın abdestten önce yapılması şarttır.
4 — Abdestde ağız ve burun içi de yıkanmış olmalıdır.
5 — Başın tamamı meshedilmiş olmalıdır. (Kulaklar da başa dahil olduğu için bunlar da meshedilmelidir.)
6 — Abdest tertip üzere alınmış olmalıdır.
7 — Muvalât (Yam abdest uzuvları birbiri peşine yıkanmış olmalıdır.)
8 — Mahrem veya namahrem kimselerin ciltlerine halsiz olarak dokunmuş olmamalıdır. (Bunların büyük-küçük, ölü-diri olması farketmez)
9 — Kendi edep yerine dokunmuş olmamalıdır.
10 — Uyumuş olmamalıdır. (Uykunun bütün halleri abdesti bozar. Yani ayakta uyumak Hanefîde bozmadığı halde Hanbelîde bozar.)
11 — Namazda Fatiha okumak, ta'dili erkana riayet ve iki tarafa selâm vermek farzdır. Bunlar ifa edilmiş olmalıdır.
12 — Beden elbise ve namaz kıldığı yerde az da olsa necaset bulunmamalıdır,
ÜSKÜDAR'DAN A. HALİL ÖZBEK'E
Tenkid mektubunda diyor ki:
«Derginizin 43. sayısında BiR ÜLKÜCÜ'NÜN ÜLKÜCÜLERE AÇIK MEKTUBUNU okuduk. Orada TEK ÖNDER PEYGAMBER demek suçlanmaktadır. Haydi ülkücüler bunu bilmediği için yazdı, siz ne diye neşrettiniz?»
CEVAP : Kardeşim, o mektubu yazan ülkücüyü tanıyoruz. Katıksız Ehl-i sünnettir. Kültürlüdür. Dinini partisinden üstün tutar. Kendi partisinden mezhepsiz bir kimse çıksa onu tenkid etmekten çekinmez. Zaten öyle olmasa ve yazısı Ehl-i sünnete aykın bulunsa neşreder miyiz? Dinimizde EDÎLLE-İ ŞER'ÎYYE Edille-i Erbaa olarak bildirildiği halde, vehhabiler ve mezhepsizler, bunu ikiye ve hatta bire indirmişlerdir. Bunlar müctehid din imamlarını aradan çıkarıp doğrudan doğruya Kur'andan ilham almaya kalkmışlardır. Halbuki bizler için delil Kitap ve Sünnet değil, Kitap ve Sünneti bize açıklayan mezhebimizin müftabih kavilleridir. Biz Peygamber aleyhisselâmın tarif ettiği yolu anlıyamıyacağımız için onun tarif ettiği şekilde, onun önderliğinde gitmeye kalkarsak vehhabiler gibi sapıtırız. Biz mezhep imamlarımızın peşinden gidersek, yani onların önderliğini kabul edersek, onlar da Peygamber aleyhisselâmı önder kabul ettikleri için doğruca Anacaddeye çıkarız. TEK ÖNDER PEYGAMBER demek hoş gibi geliyorsa da mezhepsizlerin tesiri altında kalarak yanlış olarak kullanıyoruz. Bu ülkücü genç gibi bizi ikaz edenlere kızmak değil, hemen hakkı kabul edip yanlış fikrimizden hemen dönmeliyiz. Biz hep bu sloganı kullanıyorduk, demek yanlışmış diyerek hakkı kabul etmek büyük fazilettir, hatada ısrar ise müslümana yakışmaz. Böyle bir ülkücüyü tebrik etmenizi beklerdik.
MAHMUT DUYARLI
Mektubundaki birkaç satırı şöyledir:
«İLİM SONSUZ derler ama insanın ilmi nedir ki? Bir kimse bilmediği şeyleri düşünmeye kalksa tahayyül etmesi mümkün müdür? Ama bildiğimiz şeyleri saymağa kalksak bu mümkün olabilir. Yani insanın bildikleri belli bir sayı ile ifade edilebilir.
Matematik ilminde belli bir sayının sonsuza bölümü sıfırdır, insanın bildiği şeyleri bilmediklerine oranlarsak netice sıfır olur. Yani bir hiç olur. Tasavvuf ilminde ise adem yokluk demektir. Aradaki bağlantı anlaşıldı mı acaba?
ZONGULDAK'TAN RAZİ DEMİRER'E
Suallerinizin cevabı şöyledir:
1 —Bir kimse nişanlısını veya herhangi bir kız veya kadını hailsiz olarak şehvetle tutsa, öpse veya tenasül cihazına şehvetle baksa o kız veya kadının neseb ve süt itibariyle anasını, ninesini kızını ve torununu ebediyyen alamaz. Şehvetle tuttuğu bu kız veya kadınla evlenmesinde mahzur yoktur. Sadece gayri meşru şekilde şehvetle tuttuğu için günaha girmiş olur.
2 — «Borç para verince İMF'e boyun eğerek hergün paranın değeri düşmektedir. O zaman borç verene yazık olmaz, îmameyne göre ödünç verdiği zamandaki altının kıymetine göre borcunu öder. Paranın değeri düştüğü gibi yükselebilir de bu zaman ise İmâm-ı Ebu Yusuf'un fetvasına göre hareket edilir, ödünç verildiği zamandaki altının değeri ölçü alınır. Yani bir kimseye ödünç para verirken para olarak değil, altın olarak senet yapmak lâzımdır. Şu kadar gram altın ödünç aldım diye senet almak lâzımdır. Bu vaziyette altının değerinin yükselip alçalmasından veren veya alan mes'ul değildir.
3 — Mülteka muteber kitaptır ama tercümesinde ilâveler vardır. Kesmesi caiz olmayan kimselerin bir hayvanı boğazladığı bilinmiyorsa o hayvan yenir. Bunu mürtet mi kesti diye araştırma mecburiyetinde değiliz. Mürtedin kestiği kat'î olarak biliniyorsa yenmez. Besmelesiz kesilen de yenmez.
İSTANBUL'DAN ALİ SERTKAYA:
Gönderdiği mektupta mezhepsizlerin faaliyetleri ve fikirleri hakkında özetle şöyle diyor:
«Öğrendiğime göre Konya'da mezhepsizlerin lideri Ahmet Bey diye birisi varmış. Bu Ahmet Bey'in başkanlığında bir toplantı yapmışlar. Toplantıya Şerrüddin de iştirak etmiş. Yeni bir parti kurulmasını teklif etmişler. Lider mevzuunda karara varamamışlar. Şerrüddini teklif etmişlerse de, Şerrüddin, çok yara aldığını, basının bilhassa Millî FİKİR'in kendi fikirlerini çürütücü mahiyetteki neşriyatının çok tesirli olduğunu ileri sürerek lider olmayı reddetmiş. Ahmet Bey diye birisi üzerinde duruyorlarmış.
Bazan Sahabe tatbikatı diyerek edille-i Şer'iyyeyi ikiye indiriyorlar, bazan da, çeşitli tevillere girişerek Kitab ve Sünneti inkâr, tahrif ve tezyif ediyorlar.
Lât, Menat gibi putların kulları hakkındaki âyet-i kerimeleri Allahü teâlânın kullarına uyguluyorlar.
Buhari başta olmak üzere Kütüb-i Sittedeki hadîs-i şerifleri MEVZU olarak damgalamaları yetmiyormuş gibi Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellemi iki parçaya ayırıyorlar. «Kul Muhammed, Resul Muhammed» diyorlar. Tabii delilleri de hazır. «Abdühü ve Rasulühü» diyorlar. «Peygamberin kul olarak, söyledikleri ve yaptıkları bizim için delil olmaz» diyorlar. «Bizi sadece Rasûl olarak söyledikleri bağlar.» diyorlar. İşlerine gelmeyen hadîs-i şerifleri “Bunu Kul Muhammed söyledi” diyorlar. Bay Hayrettin Karaman'ın tercüme ettiği MODERN PROBLEMLER KARŞISINDA İSLÂM HUKUKU isimli kitapta Mahmasâni bu fikre yakın olarak «Peygamberin dünyaya ait söyledikleri bizim için delil olmaz.» diyor. Yerli mezhepsizler Mısırlı mezhepsizleri gölgede bırakacaklar, bu gidişle.
SEYYİD KUTUB hakkındaki yazınız mahzı hakikattir, çok güzeldir. Ancak, yerli mezhepsizler harıl harıl çalışırken hedefi dağıtıp yurt dışına taşırmak sizi zayıflatır. Sonra yazınızı okumadan karar veriyorlar «Seyyit Kutub, nasıl mezhepsiz olur?» diyorlar. Bir defa okusalar anlarlar ama.
Şerrüddinin yeminlilerini teker teker teşhir etseniz iyi olur. Şerrüddin, yaygaracı Ahmet Bey ve şürekâları toplanıyorlar. Masonluk prensipleri üzerinde yemin ediyorlar. Şerrüddin, «Masonluk ne ediyor da dünyaya hâkim oluyor? Onun metodunu ne diye kullanmıyoruz?» diyerek birçok masum kardeşlerimizi kandırarak hepsine yemin ettiriyor. Böylece beyni yıkanan mezhepsiz sayısı çok, hattinden çoktur. Bunların birbirlerine olan bağlılıkları kardeşin kardeşe, babanın oğula olan bağlılığından daha kuvvetlidir.
Bunların Mısırlı mezhepsizlerden ayrı tarafları da var. Fiilî gerillâ faaliyeti içerisindedirler. Mezhepsizlik fikrî gerillasının fiilî gerilla durumuna geçmeden kirli çamaşırlarını çıkaralım. İmam-Hatiplerin tümünün bunların olmadığını gösterelim. Bu bakımdan şimdilik yurt dışındaki mezhepsizleri bırakıp içerdekilerle mücadele edelim.
Ankara'da birisi varmış, Tay mi ne diyorlarmış, her neyse at veya katır, bu adam da Y. İslâm Enstitülerinin fakülte yapılmasına çalışıyormuş. Rejimin fetvacıları fakültesi mi olacak ne olacak? Malum ellere teslim etme manevrası... Allahü a'lem masonluk bu işe eğilmiş, fakülte yapacaklar enstitüleri.
Diyaneti de tamamen ele geçirmek için çalışıyorlar. Tayyare-i Nâr'ın oyununa gelerek mezhepsizlere ekmek yağlıyorlar. Yakında % 20'yi geçmeyen faizlere cevaz verilirse hiç şaşmayın. Fuhşu önlemek maksadıyle genelevlerin meşruiyetine dair fetvalar, daha doğrusu Fekayh hükümlerini bekleyin.
Mezhepsiz grubun mühim mevkileri işgal edip devlete tesir etmesinden endişeleniyorum. Allahü teâlâ yardımcımız olsun.»
CEVAP:
Muhterem Efendim, mezhepsizliğin felâketini bildiğimiz için dergiyi çıkarıyoruz. Mısırlı mezhepsizlerle uğraşmamızın sebepleri yerli mezhepsizler onların kitaplarını materyal olarak kullanıyorlar. Beyinlerini onların kitapları ile yıkıyorlar. Mevdûdî'nin, Seyyit Kutub'un, Ebu Zehra'nın kitapları tercüme edilmese ne diye onlarla uğraşalım? Bu kitapları Büyük İslâm âlimi falancanın kitabı diye gençliğin önüne sürüyorlar. Hizip ayrılıklarını bir tarafa bırakarak birlikte çalışılırsa mezhepsizlik tehlikesi önlenebilir.
BURSA'DAN FERİDE Y :
Üç tane sual soruyor:
1 —Ben, mübarek yerleri gezip görmüş bir kadınım. Kadınlar arasında örtüsüz oturmamda bir sakınca var mıdır?
2 — Kabul günü yapmak caiz mi?
3 — Saçlarım beyazdır, komşular «beyaz saç ile oturmak günah, saçlarını boya» diyorlar. Saç boyamak caiz mi?
CEVAPLAR:
1 — Kâfir, mürtet, Hıristiyan, komünist, dinsiz kadınların arasında örtüsüz oturmak haramdır. Onlar aynen erkek gibidir. Bu bakımdan müslüman kadınların hamama gitmeleri uygun değildir. Müslüman kadınların yanında örtüsüz oturmak caizdir, ihtiyaten onların yanında veya yanlız iken de kapanmak iyidir. Bu ifadeler yalnız mübarek yerleri gören için değil her müslüman kadın için aynı hüküm caridir. Müslüman kadınların birbirlerinin göbek ile diz kapağı arasına bakmaları haramdır.
2 — Kabul günü yapmak, misafir kabul etmek veya misafirliğe gitmek yalnız rıza-i ilâhî için olmalıdır. Maksat, ya onlara dinlerini öğretmeli veya onlardan din bilgisi öğrenmelidir. Yani gaye ya faydalanmak veya faydalandırmak olmalıdır. Toplanıp dedikodu etmek caiz değildir. Toplantılarda muteber ilmihaller okunur, kadınlık halleri, karı - koca hakkı gibi konular ve diğer lüzumlu din bilgileri öğrenilirse çok faideli olur.
3 — Beyaz saç ile durmak günah değildir. Saçları siyaha boyamak da caiz değildir. Siyahtan başka renge boyamak caizdir. Beyaz saç olgunluk işaretidir, boyanmasa daha iyi olur.
İZMİR'DEN İ. Ş. :
Kendisine zulmedeceklerinden korkup, isminin açıklanmasını istemediği mektubunda yemin ederek şunları yazmaktadır:
«Müftülüğe gitmiştim. Müftülük kâtibinin yanında Celâl Yıldırım da vardı. Tanıştık. Suallerimin olduğunu söyledim. Müftülüğün karşısındaki kitabevine gittik. Celâl Yıldırım'ı ilk defa görüyordum. Başından fotörü çıkarıp oturdu. Ayakkabılarının ucu sivri idi. Pardesüsü yırtmaçlı olup Amerikan vari idi. Ağzında da kaplama dişler görünüyordu. Tam modern birisiymiş. Millî FİKİR'e niçin cevap vermediğini sordum. Aynen şöyle cevap verdi:
“Ben onlara, bir değil kaç kere cevap yazdım. Hiç birisini neşretmediler. Hattâ İzmir'den protesto ve tehdit mektupları gitti. Hiç birisini basmadılar, basamazlar da. Mezhepsizler kitabını da neşretmişler. Bunlar dışarıdan idare edilen ve beslenen vatan hainidirler. Türkiyeyi bölmek için kurulmuş bir plândır. Alçak herifler memleketi berbat ettiler.»
Daha bunun gibi bir çok isnatlarda bulundu. Hemen «bir delil gösterebilir misiniz?» dedim. Şöyle cevap verdi:
«Baksana beni kötülüyorlar. S. Kutbu, Mevdudi'yi, Hasan el Bennayı, hattâ daha ileri giderek büyük âlim Kâmil Mirası kötülüyorlar. Bunların gayesi belli, Türkiyeyi bölmek için dışarıdan beslendikleri belli...»
Şimdi Kur'ân tefsiri yazmakla meşgul olduğunu söyledi. Ayrıca sahasında eşi bulunmayan bir ilmihal neşrettiğini de söyledi. Hattâ üç beş defa da açık görüşmeğe çağırdını da söyledi.
CEVAP : Hakaretleri için kötü söz sahibinindir diyoruz. İftiraları için de isbata davet ediyoruz, isbat edemezse Türkeş'in Ecevit'e söylediğinden daha ağırını söyleyebiliriz. Yazı falan gönderdiği tamamen yalandır. S. Uludağ yazı gönderdi hemen neşrettik. Suallerimize cevap vermek şartı ile yazısını neşre hazırız. İmâm-ı Muhammede saldıran Celâl Yıldırım'ın Ehl-i sünnete uygun cevap vermesi muhaldir. Eğer tevbe etmişse ona diyeceğimiz yok. Fakat vaziyete göre tevbe ettiği düşünülemez. Eger Celâl Yıldırım bu iftira ve yalana devam ederse meşru hakkımızı kullanabiliriz. Bizden haber vermesi.
NAZİLLİ'DEN AHMET HATTATOĞLU :
Selâmla başladığı mektubunda diyor ki:
«Hasretle yolunu beklediğimiz kıymetli mecmuamıza kavuşturan Cenâb-ı Hakka sevdiği ve beğendiği şekilde hamdü sena olsun. Hakiki büyüklerimizin şifa sunan eserlerinden nakillerin esas alındığı, dev gösterilen cüceleri teşhir ederek onların yaldızlı sözlerine aldanmamayı tavsiye ettiği ve Cenâb-ı Hakkın rızasından başka gaye gütmediği için mecmuanıza talebler artmakta ve sabırsızlıkla beklenmektedir.
Din diye, dinsizliği, mezhep diye mezhepsizliği gaye edinenlerin, âlim diye sapıkların meddahlığını bilerek veya bilmeyerek yapanların, mecmuamıza dil uzatmalarına şaşmıyoruz ve üzülmüyoruz. Müteessir olduğumuz nokta, böyle gafillerin bu nimetlerin kıymetini anlayamayarak mahrum olmaları ve başkalarının da mahrumiyetlerine sebep olmalarıdır.
Onların bu hücumları bizleri daha şevklendirmekte, hamdolsun Ehl-i sünnet bir gençlik yetişmektedir. Cenâb-ı Hak bütün âlem-i İslâmı sapıkların tuzağına düşmekten muhafaza buyursun. Din ve dünya saadetiniz için dua eder, dualarınızı beklerim.»
BORNOVA'DAN SÜLEYMAN KARABACAK'A
1 — Kur'an-ı kerîm'i lâtin harfleriyle yazmak caiz değildir. (Fetâvâyı kübrâ-İbni Hacer)
2 — Kur'ân-ı kerîm'i Arapçadan başka harf ile yazmak ve başka lisana terceme edip Kur'ân-ı kerîm yerine bunu okumak ittifakla haramdır. (Fetavâ-i Fıkhıyye)
3 — Yukarıdaki sebeplerden dolayı lâtin harfleriyle yazılı ve adına mezhepsizlerin «Yeni yazı Kur'ân» dedikleri kitaptan Kur'ân-ı kerîm öğrenmeniz uygun değildir. Hem lâtin harfleriyle doğru da okunmaz. Dişinizi sıkıp bir ayda Kur'ân-ı kerîm'i aslî harfleriyle öğrenmeniz mümkün, ilim öğrenmenin yaşı olmaz.
NİĞDE'DEN OSMAN ŞENTÜRK :
Birkaç şiir gönderdiği mektubunda diyor ki:
«Yüce Ehl-i Sünnetin hadimi arkadaşlarım, fırka-i naciye, siz ve sizin gibi Ehl-i Sünnete tavizsiz bağlanan kimselerin gayretleriyle tahrip edilmekten Cenâb-ı Hakkın izniyle kurtulmaktadır.
Attığınız her fiske, mezhepsizlerin kalbinde bir yara, bir çıban meydana getirmektedir. Bizlere ise âb-ı hayat olmaktadır.
Herkes alıştığı ve mayasının götüreceği şeyleri sever. Bülbül gülden, karga çöplükten hoşlanır, Millî FİKİR'in sosyalist ruhlu mason Abduhçu reformistlere kezzap gibi gelmesini yadırgamıyoruz. Biz onlara Ehl-i sünnet âlimlerinin topladığı güzel rayihalı güllerden sunuyoruz. Mezhepsizler böyle güllere alışık olmadığı ve mayaları da müsait bulunmadığı gibi bayılarak azıtanlar, büsbütün şaşıranlar olmaktadır. Ama gerçek gerçektir, gerçeğe inanmıyan sürçektir. Rabbimizin izniyle Hakkı kimse engelleyemiyecektir.»
İSTABUL'DAN SEDAT ALTINKAYA :
Umumiyetle hangi kitapların okunmaması gerektiğini sual ediyor:
1 — İslamda Zekât, İslâmda haram, İslâmda şu, İslâmda bu diye mezheplerüstü yani mezhepsizce yazılmış bütün kitaplar.
2 — Suud vehhabilerince Türkiye'ye ücretsiz veya ücretli gönderilen bütün kitaplar.
3 — Muayyen bir hak mezhebi esas almadan yazılmış bütün kitaplar.
4 — İbni Teymiye ve Şevkani gibi sicilli mezhepsizleri sözü hüccet bir din imamı gibi kabul edip ondan nakil yapılan bütün kitaplar.
5 — İmâm-ı A'zam, İmâm-ı Şafiî ve İmâm-ı Muhammed (rahmetullahi aleyhim) gibi din büyüklerini tenkid eden, onların hatasını bulmaya çalışan selefi meşrepli kimselerin kitapları.
6 — İslam düşüncesi, İslâm nazariyesi, İslâm felsefesi gibi dinimize aykırı terimler kullanılan bütün kitaplar.
7 — Salahiyetli bir müctehid gibi Kur'ân-ı kerîm'e ve Hadîs-i şerîflere mana veren zamane din adamlarının kitapları.
8 — Bütün kavilleri sıralayıp da her hak mezhebe göre müftabih kavilleri bildirmeyen mezhepsizlerin kitapları.
Bunlar bunlara benzer kitaplar Ehl-i sünnete zıt olduğu için okunmalarını tavsiye etmeyiz.