Yarım kalmış bir darbe girişimi
Mustafa ARMAĞAN 01 Ocak 1970
Maalesef tarihimizde kimi başarılı olmuş kimisi yarım kalmış pek çok darbe girişimi var. Yakup Cemil’in 1916 yılında Babıali’yi basıp hükümeti devirme girişimi de başarısızlıkla sonuçlananlardan ..
Hükümetin Edirne’yi Bulgarlara teslim ettiği bahanesine sığınan Enver Paşa ve Yakup Cemil’in başını çektiği Babıali Baskını’yla Kámil Paşa kabinesi istifaya zorlanmış, Harbiye Nazırı Nazım Paşa ise vurulmuştu ..
Bir süre önce Türkçesine özen göstermekle tanınan TRT1 haber bülteninde birisinin ‘Maganda kurşunu’ ile vurulduğunu işitince şaşırdım. Bir kere maganda ne demekti? Türk Dil Kurumu’nun sitesinde yayınlanan Güncel Türkçe Sözlük’e göre argodan dilimize geçmiş bir kelime. Görgüsüz, kaba, anlayışsız, terbiyesiz ve uyumsuz kimse anlamına geliyormuş. Peki ‘maganda kurşunu’? Sıkı durun, o da ‘serseri’ kurşun demekmiş.
Diyeceğim o ki, bazen kelimelerin azizliğine uğrarız. TRT de bir zamanlar söyleyenin ağzına biber sürdüğü kelimeleri şimdi sere serpe kullanabiliyorsa, neden onca direndin diye sormazlar mı? Argo kullanan bir TRT. Olacağı buydu sonunda.
Darbe kelimesinin başına gelen de bundan farklı değil. Bugün tek başına kullanıldığında meramımızı ifade etmeye yetiyor aslında. Kastımız ister 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül olsun, isterse 28 Şubat, fark etmiyor. Rejim değişikliğinden muhtıraya kadar hemen her balans ayarına darbe deyip çıkıyoruz işin içinden. İşte kelimelerimiz böyle üst üste bindirilmiş film kareleri gibi anlamlarını birbirinin saçına dolaştırmış durumda.
İyi de darbe kelimesi günlük dilde ‘vuruş, vurma, çarpma’ gibi anlamları taşıyor. Bugün kullandığımız anlamı eskiden bir terkiple ifade ederlerdi: Darbe-i hükümet, yani hükümet darbesi. 1913 Ocak’ında Enver Paşa ve arkadaşlarınca girişilen darbenin adı, kitaplarımıza Babıali Baskını olarak geçmiştir. Aslında o zamanki deyişle bir taklib-i hükümettir, yani hükümetin silah zoruyla değiştirilmesi.
TAM 30 BİN KİŞİ YÜRÜDÜ ..
Bizde darbeciliğin tarihi epey eskilere sarkar. Tanzimat’tan önceki 1703 tarihli darbe, bir tür kıyam olarak nitelenebilir. O günün nüfusuna göre muazzam bir kalabalık olan 30 bin insanın hükümet değişikliği için İstanbul’dan Edirne’ye yürüdüğünü kaydediyor tarihçi Naima. 1730’da meydana gelen Patrona İsyanı, yarı askerî bir darbe sayılabilir. Kabakçı İsyanı askeri kökenli bir karşı darbeydi.
Tanzimat’tan sonra uzun bir sessizliğin ardından 1876’da bir askerî harekátla Abdülaziz tahttan indirilir, böylece modern darbeciliğimizin önü açılır. 33 yıl sonra 31 Mart komplosuyla Selanik’te bulunan 3. Ordu’nun İstanbul’a yürüyerek Sultan Abdülhamid’i tahttan indirmesi olayı yaşanır.
Yaklaşık 4 yıl sonra, Ocak 1913’de Enver Paşa ve Yakup Cemil’in başını çektikleri Babıali Baskını’yla Kámil Paşa kabinesi zorla istifa ettirilmiş, bunun için Harbiye Nazırı Nazım Paşa’yı silahla vurmaktan çekinilmemişti. Bahane hazırdı: Hükümet Edirne’yi Bulgarlara teslim etmişti. (Şimdi de hükümete ‘Kıbrıs’ı sattın’ diye sataşanlar yok mu?) Bu teslimiyetçi hükümete daha ne kadar katlanacaklardı? Artık Enver Paşa Harbiye Nazırı’dır ve darbesine meşruiyet kazandıracak bir zafer aramaktadır. Bulur da. Bulgarlarla Yunanlıların birbirine düştüğü bir boşluktan yararlanarak Edirne’yi geri alınca kendisine yeni bir kahraman unvanı bulmuş gibi sevinir.
Gerçi beş yıl sonra bırakın Edirne’yi, İstanbul’u bile kaybettiren yine kendisi olacaktır ama şöhretine toz kondurmamakta gayet mahirdir. Kárları kendi hesabına, zararları devlet hesabına yazdıran yiyiciler gibi, kahramanlık sahnelerinde en önde, lakin kayıplarda kaçak olarak görürüz Enver Paşa’yı. Nitekim İngiliz işgal kuvvetleri İstanbul’a girdiği sırada bir Alman denizaltısıyla tüyecektir ülkeden.
Ne var ki, işler hiç de umdukları gibi gitmemiş, gizli kapılar ardında ülkeyi soktukları savaşta Çanakkale hariç, ağır yenilgiler birbirini kovalamıştır. Birinci Dünya Savaşı’nın tam orta yerinde, başarısızlığı hatta beceriksizliği ayyuka çıkmaya başlayınca bir karşı darbenin ayak seslerini duyacağızdır. İttihatçılar içinden ayrılan bir vurucu tim, bu karşı darbeyi planlayacak ve göstere göstere geliyorum diyecektir. Başrolde bu defa gözünü budaktan esirgemeyen çetin ceviz bir Teşkilat-ı Mahsusacı oynamaktadır: Yakup Cemil.
HACI ABDULLAH’TA ZİRVE
Asker kökenli olan Yakup Cemil ile Hüsrev Sami Bey 1915’in bir sonbahar günü hem kafalarını dinlemek hem de planlarını rahat rahat kurmak için Bursa’ya gitmişlerdi. Kaplıcada kaldıkları bir hafta süresince bir yandan şifalı sularda kulaç atarken, diğer yandan hükümeti devirme fikrini olgunlaştırdılar. Giderek devlet içinde devlet haline gelen ve Teşkilat-ı Mahsusa’nın çekirdek kadrosuna demir atan Yakup Cemil, dönüşünde görev beklediği Enver Paşa’dan umduğunu bulamayacak ve sarsıcı haberi alacaktır: Nisbet-i askeriyeden kat’ edilmiş, yani askerlikten çıkarılmıştır. Şimdi bir yedek subaydır sadece. Bunun bir asker için ne acı bir yıkım olduğunu tahmin etmek zor olmasa gerek.
Enver Paşa işte o anda Yakup Cemil için ölmüştür. Soğuk bir selam verip dışarı çıktığında korkunç bir intikam hevesiyle doludur. Ne var ki, başıboş bırakılmaya da gelmiyor, Balkanlar’da komitacılıkta pişmiş bu eski askerin her an bir delilik yapacağından endişeleniliyordu. Enver Paşa’yla son bir görüşme fırsatı arayıp da bulamayınca düğmeye basmış, ‘Ya herru, ya merru, bu işi yapacağım!’ diye bağırmıştı. Artık uğruna nice tehlikelere göğüs gerdiği İttihatçılıktan da sıdkı sıyrılmış, Osmanlı’nın düşmanları olan İtilaf Devletleri’ni tutmaya başlamıştı. Almanları terk edip İngilizlerle tek başımıza (münferid) barış imzalamamızı istiyordu.
Aynı kafadaki arkadaşı Sapancalı Hakkı Bey de boş durmuyor ve Romanya’da Fransızlarla, İngilizlerle barış görüşmeleri yapıyordu. İkisi Beyoğlu’ndaki Hacı Abdullah Lokantası’nda buluştular. İşin tuhaf yanı, Yakup Cemil’in Sadrazam Said Halim Paşa’dan İçişleri Bakanı Talat Bey’e kadar pek çok yetkiliyle bizzat görüşmüş ve Hakkı Bey’in de bu işin içinde olduğunu söylemiş olmasıydı. Görüşmelerden aldığı izlenime göre herkes barışı istiyordu güya ama Enver’i ikna edemiyorlardı bir türlü.
Sapancalı Hakkı’ya göre bu tavır, tam bir delilik alametiydi. Bütün sırları en tepedeki yetkililerin elindeydi artık. Derdest edilip yakalanmaları an meselesiydi. Hacı Abdullah Lokantası’nı terk ederken Yakub Cemil’in bazı üst düzey askerleri de yemeğe davet ettiğini hayretle öğrendi.
Nitekim o çıkarken iki subay lokantaya gelmiş, darbe planlanmış, hatta günü bile belirlenmişti: 13 Temmuz 1916.
BİR DARBECİNİN SONU ..
Hazırlıklara derhal başlanmış, ayarlanan adamlar Yakup Cemil’le birlikte Sirkeci’deki Meserret Oteli’nde yatıp kalkmaya başlamışlardı. Darbe yapacağını saklamaya da gerek duymuyordu artık. İçişleri Bakanı Talat Bey adamlarını tembihlemişti. Sirkeci’de kuş uçsa haberi olacaktı. Ancak Yakup Cemil kararlıydı Babıali’yi ikinci defa basıp hükümeti devirmeye. Ülke bir karanlığa doğru sürükleniyordu. Buna seyirci mi kalacaktı?
Arkadaşları gözü dönmüş Yakup Cemil’i ikna edemeyince kalkıp ‘Yakup Cemil şuurunu kaybediyor, ona vaat ettiğiniz işi de, rütbeyi de veriniz. Bunu uzak bir yere, güç bir işin başına gönderiniz. Hepimizin başı dinlensin’ demek üzere Enver Paşa’ya gittiler. Paşa Yakup Cemil’i kabul etti, nasihatlerde bulundu. Kendisini İran içlerine yapılacak bir operasyona göndermeyi teklif ederek başından savdı. Sonra da Talat Bey’in gönderdiği adamların doldurmasıyla Yakup Cemil’in tutuklanması emrini verdi. İşte bu gözü dönmüş darbecinin trajik sonu böyle başlamış, 10 Eylül’ü 11 Eylül’e bağlayan gecenin sabaha döneceği saatlerde tiz bir düdük sesinin ardından 14 kişilik idam müfrezesinin açtığı ateşle vücudu delik deşik edilmişti.
Bir darbe girişimi güç bela önlenebilmişti. ‘İhtilaller kendi çocuklarını yer’ kuralı da bütün acımasızlığıyla işliyordu.