« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

05 Eyl

2011

6-7 Eylül Olayları

DİLEK GÜVEN 01 Ocak 1970

BAŞLARKEN
6-7 Eylül olaylarının 50. yılı nedeniyle Toplumsal Tarih dergisi, 1956 yargılamalarının hâkimi olan amiral Fahri Çoker'in arşivini yayımladı. Çoker, arşivindeki fotoğraf ve belgeleri, ölümünden sonra yayımlanmak üzere Tarih Vakfı'na bağışlamıştı. 6 Eylül gecesi ve 7 Eylül sabahı Milli Emniyet Hizmetleri ve yabancı gazetecilerce çekilen fotoğrafların büyük bölümü ilk kez yayımlanıyor. Çünkü sıkıyönetim tarafından yerli basına sansür getirilmiş, yabancı gazetecilerin fotoğraflarına da el konmuştu. Fahri Çoker arşivi Tarih Vakfı'nca kitap olarak yayımlanacak. Bu arada Fahri Çoker arşivinden de yararlanarak kapsamlı bir araştırma yapan, Almanya Bochum Ruhr Üniversitesi Tarih Fakültesi'nden Dr. Dilek Güven'in '6-7 Eylül' adlı kitabı geçtiğimiz günlerde yayımlandı.

Bu dizide, Güven'in Toplumsal Tarih'te çıkan ve kitabının bir özeti sayılabilecek makalesi, yine dergide yer alan Fahri Çoker arşivinden belge, fotoğraflar ve tanıklıklar eşliğinde yer alacak.

6-7 Eylül olaylarını çokuluslu Osmanlı devletinden Türk ulus-devletine geçiş döneminde yaşanan sorunlarla ilişkilendirmek mümkündür. Farklı etnik grupları barındıran Anadolu'nun homojen hale getirilmesi, Kemalist elit tarafından başarılı bir ulus-devletin vazgeçilmez şartı olarak görülmüş ve yeni kurulan devletin Hıristiyan azınlıklara haklarını garanti etmesine rağmen, 1920'li ve 30'lu yıllarda hükümetler zaman zaman aleni bir asimilasyon politikası gütmüştür. Her ne kadar tüm vatandaşların yasal hak ve yükümlülüklerdeki eşitliğinden söz edilse de, günlük hayatta devletin kimlik politikası temelde Türklük üzerinden belirlenmiş, bu yolla millet olma, modernleşme ve Batılılaşma sürecinin ivme kazanacağı ümit edilmiştir.
Hükümetin özellikle ekonomi politikası alanında aldığı önlemler, Türk unsurun taşıyıcı öğe olarak düşünüldüğünü gösterir. Nitekim 1942 yılında yürürlüğe giren Varlık Vergisi, Ermenilerin, Rumların ve Yahudilerin ekonomideki liderliğine son vermeyi hedeflemiştir.
Devletin zorunlu göç ve iskân politikaları da bu homojenleştirme çabalarıyla bir arada değerlendirilmeli, dolayısıyla, 1934'teki, 'Trakya olayları' olarak bilinen ve Yahudileri zorunlu göçe sevk için yapılan saldırılar ile 1930'larda Kürtlere uygulanan iskân politikaları da bu bağlamda ele alınmalıdır. Aynı dönemde, 1929-1934 arası Anadolu Ermenilerinin Anadolu'nun merkezlerine ve ardından İstanbul'a göç ettirilmesinin amacı ise gayrimüslimleri tümüyle Anadolu'dan uzaklaştırıp İstanbul'da toplamaktır. 1946' da yazıldığı düşünülen bir CHP azınlık raporu bunu açıkça ifade eder. Rapora göre, 1950'lere kadar Anadolu, Yahudi ve Hıristiyanlardan temizlenmeli ve sonra İstanbul, Yunanistan'la olan bağları ve nüfusun çokluğu nedeniyle Rumlardan arındırılmalıydı.

Seçmenlerin üçte biri
Türkiye'nin 50'li yıllardaki milli politikası 30'lu ve 40'lı yıllardaki politikaların devamı olarak değerlendirilmeli, bu doğrultuda 6-7 Eylül olayları etnik homojenleşme ve milli ekonomi yaratma çabası bağlamında incelenmelidir. Çokpartili hayata geçiş sonrası azınlıkların hükümetlerle olumlu ilişkiler geliştirmesi, gayrimüslimlerin seçmen olarak önemsenmeye başlanmasından kaynaklanır.
Bu dönemde, İstanbul'da seçmenlerin üçte biri gayrimüslimdir. Seçim dönemleri CHP ve DP'nin Varlık Vergisi'nin geri ödeneceği yönündeki vaatleri ise seçim propagandasından ibarettir.
Menderes hükümetinin azınlıklara karşı baştaki liberal politikası, gittikçe zorlaşan ekonomik koşullarla değişir ve ilişkiler gerginleşir. Özellikle Kıbrıs'taki olaylarla birlikte 1953'ten itibaren gazetelerde Patrikhane ve Rumlara karşı başlatılan kampanya, 6-7 Eylül olaylarından evvel doruğa ulaşır. Rumlara yöneltilmiş gibi görünen saldırı, aslında tüm azınlıkları içine almaktadır, 'Rum' burada sadece bir örnektir. Gazetelere göre asıl suçlu, Türkleri provoke eden gayrimüslimlerdir. 6-7 Eylül olaylarının sadece Kıbrıs'la ilgili olarak Rumlara yapılmış bir misilleme olmadığının bir göstergesi, tahrip edilen işyerlerinin sadece yüzde 59'u Rumlara aitken, kalan yüzde 17'nin Ermenilere, yüzde 12'nin Yahudilere ait olması, hatta dönmelere ve Müslüman olmuş Beyaz Ruslara ait mekânların bile saldırıya uğramasıdır.

İşyerleri Müslümanlara
Bu olaylar devletin hedefine uygun bir göç dalgası başlatır. Ancak, tahribatın yarattığı maddi zorluklar, İstanbul'daki Yunan Konsolosluğu'nun ve Patrikhane'nin Rumlara İstanbul'da kalmaları yönündeki telkini, Yunanistan hükümetinin Rumların Yunanistan'a yerleşimi konusunda çıkardığı bürokratik zorluklar ve Türk devletinin azınlıkların malvarlığının satışını engellemesi gibi nedenlerden dolayı, söz konusu göç olayların hemen ardından gerçekleşmez. Birkaç ay içinde, büyük işyerlerinin önemli bir kısmı gayrimüslimlerden Müslümanlara devredilir, büyük tahribata uğrayan dükkânlar ise hiç açılmamak üzere kapanır. Gayrimüslimlerin birçoğu artık Türkiye'de yatırım yapmaktan kaçınır. Olaylardan altı ay sonra başgösteren göç dalgasıyla ulusu homojenleştirme planında bir adım daha atılmış olur. İstanbul basınıysa bu göçü daha çok 'geleneksel azınlık sadakatsizliği' ve 'yabancı devletlerle tarihi ittifak'la açıklama girişiminde bulunur.

Azınlıklar niye DP'yi destekledi?
Gayrimüslimlerin çoğunun 1957 seçimlerinde Demokrat Parti'yi desteklemesinin nedeni, bazı yazarların öne sürdüğü gibi, DP'yi 6-7 Eylül
olaylarından sorumlu tutmamaları değildir. İlk planları seçimi boykottu, bu da DP'nin örneğin İstanbul'da seçimleri kaybetmesine yol açabilecektir, fakat DP'nin iktidara geldiğinde intikam alabileceği korkusu ve CHP'ye olan geleneksel antipati nedeniyle seçime katılma kararı verilir.

1955'ten itibaren DP hükümeti gittikçe zorlaşan bir ekonomik durumla karşı karşıya kalmış ve özellikle yüksek enflasyon nedeniyle hayat standardı düşen kesimin güvenini kaybetmiştir; şüpheli metotlarla muhalefeti susturma çabaları ise basının, aydınların ve öğrencilerin de DP'den soğumasına yol açmıştır. Örneğin Alman Dışişleri'nin bir raporuna göre daha olaylardan 15 gün evvel, muhalefeti kontrol amacıyla 7 Eylül 1955 günü İstanbul, Ankara ve İzmir'de sıkıyönetim ilan edilmesine karar verilmiştir. 1956 yılında muhalefeti baskı altına almak için Basın ve Toplantı Yasası'na getirilen kısıtlamalar da büyük ölçüde 6-7 Eylül olaylarıyla gerekçelendirilmiştir.

Hükümete göre, İstanbul Ekspres gazetesi 6 Eylül'de halkı suça teşvik etmiş ve sivil örgütler Toplantı Yasası'nın verdiği özgürlüklere dayanıp yaptıkları gösterilerle ülkeyi kaosa götürmüştür.

Konuyla ilgili ilginç bağlantılardan biri, İngiliz hükümetinin 6-7 Eylül olaylarının organizasyonunda bir payı olmasıdır. 1950'lerin başında bir İngiliz sömürgesi olan Kıbrıs'ın Rum-Ortodoks halkının Yunanistan ile bütünleşme isteği, İngiliz hükümetini 29 Ağustos-7 Eylül arasında Londra'da Türkiye, Yunanistan ve İngiltere'nin katıldığı bir konferans düzenlemeye sevk eder. Neden, Kıbrıs olayının çözümüne bir katkı yapmak değildir. Yunanistan Kıbrıs konusunu sonbaharda Birleşmiş Milletler'in gündemine götürmeyi planlarken, İngiltere hükümeti Kıbrıs'ın uluslararası bir platforma taşınmasını engellemek isteğindedir.

Konferansla hedeflenen, sorunun 'sömürgeci İngiltere' ve Yunanistan'ın değil, Türkiye ile Yunanistan'ın gündemi olduğunun ispatlanmasıdır. Foreign Office bürokratlarının iadesiyle, 'Türkler pasif durumlarından uyandırıldıkları zaman Kıbrıs, BM'nin gündemine girmeyecekti.'
Konferanstan önce MacMillan, Türk delegeleriyle görüşerek Yunanistan'a karşı uzlaşmaz bir tavır sergilemelerini ister:
"Türkler görüşlerini ne kadar sert ifade ederse o kadar olumlu olur."

Politik ve ekonomik krizdeki Menderes hükümeti, kamuoyunun ilgisini Kıbrıs'a çekmeye çalışır. Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, MacMillan'ın isteği doğrultusunda konferansta sert bir açılış konuşması yapar; eğer Atina Kıbrıs tavrında değişiklik yapmazsa, Türkiye de Lozan Antlaşması'nı tekrar gözden geçirecektir. Türkiye'nin bu katı tutumu Yunan delegelerini şaşırtır ve İngilizleri sorumlu tutmalarına yol açar. Olayların patlak verdiği 6 Eylül'de Londra'daki konferans dağılır.

Yunan basınına göre olayların sorumlusu İngiltere'dir; nitekim arşivlerde İngiltere'nin 6-7 Eylül olaylarının planlanmasında bir katkısı olduğuna dair ipuçları mevcuttur. Örneğin Atina'daki İngiliz Büyükelçiliği'nin Yunan-Türk dostluğunun çok yüzeysel bir vaka olduğuna değinen ve küçük bir şokun, örneğin Selanik'teki Atatürk'ün evinde meydana gelecek küçük bir tahribatın derhal ilişkiyi zedeleyeceğinden bahseden Ağustos 1954 tarihli bir beyanı söz konusudur. İngiliz Dışişleri'nden bir bürokrat ise daha açık ifadeyle 'Ankara'da meydana gelecek birkaç olayın aslında işlerine çok yarayacağını' belirtir. İngiliz Milletvekili John Strachy de Türkiye'nin aslında Kıbrıs'ın Yunanistan'a verilmesinden çekinmemesi gerektiğini, çünkü garanti olarak İstanbul'da büyük bir Rum azınlığı olduğunun altını çizer.

Yumuşak protesto
İngiltere'nin olayların hemen ardından verdiği tepki de dikkat çekicidir. Dışişleri Bakanı MacMillan, Türkiye'ye, zarar gören İngiliz vatandaşların tazminat haklarının ertelenmesini öngören yumuşak bir protesto çeker. Foreign Office de İngiliz basınında İstanbul'da yaşayan İngilizlerin de büyük zarar gördüğünün altının çizilmesini ister. Böylelikle İngiltere'nin olayların planlanmasında bir rolü olmadığı kanıtlanmak istenmektedir.

6-7 Eylül olaylarında İngiltere için en büyük başarı Amerika'nın Kıbrıs politikasının değişmesidir. Yunanistan 1955 baharında Kıbrıs meselesini BM gündemine getirmek istediğinden söz ettiğinde, hükümeti bu planı desteklemeye eğilimli olan Amerika, olaylardan sonra ise NATO üyesi bu iki ülkeye aynı içerikte sert bir protesto çeker ve BM'de Kıbrıs konusunun gündeme gelmemesi için lobi çalışmaları başlatır. İngiltere amacına
ulaşmıştır. 23 Eylül 1955 günü BM'de yapılan oylamayla, Kıbrıs sorunu gündem maddesi haline getirilmez.

6-7 Eylül olaylarının kimler tarafından gerçekleştirildiği sorusunu cevaplamak için devletin fail olarak suçladığı kesimden başlanabilir. Sıkıyönetim ilan edildikten sonra İstanbul'da 5 bin 104, Ankara'da 300, İzmir'de ise 170 kişi tutuklanır. Hükümetin yaptığı ilk açıklamaya göre 'gençlik' Selanik'teki patlamalarla ilgili bir miting düzenlemiş, komünistler de bundan faydalanıp tahribat yapmıştır.

Hükümet, 10 Eylül 1955'te sıkıyönetim dolayısıyla üç bölgeye ayrılmış İstanbul'da Beyazıt, Beyoğlu ve Kadıköy askeri mahkemeleri olmak üzere üç ayrı mahkeme kurar.
Hâkimler, özellikle polislerin faillerle ilgili hiçbir kanıt toplamamış olmasından şikâyetçidir. Sol eğilimli şahıslar veya komünistler ise polis tarafından rastgele hazırlanmış bir listeye göre tutuklanır. Listede, ölmüş veya askerde olan kişiler bile vardır. Tutukluların çoğu Aralık 1955'te serbest bırakılır. Bunun en önemli nedenlerinden biri, muhalefet lideri İsmet İnönü'nün, hükümeti ağır bir dille eleştiren ve gerçek suçluları takip yerine suçsuz vatandaşlara işkenceyle suçlayan konuşmasıdır. Menderes, bu konuşma için İnönü'ye, "Paşam vatan bu konuşmayı affetmeyecek" diyecektir.

6-7 Eylül olayları iktidardaki Demokrat Partisi, Milli Emniyet Hizmetleri (MAH), öğrenci/gençlik dernekleri, sendikalar ve Kıbrıs Türktür Cemiyeti'nin (KTC) işbirliğiyle organize edilmiştir. Görünürde öğrenci dernekleri tarafından resmi olarak Ağustos 1954'te kurulan KTC'nin amacı Kıbrıs konusunda Türkiye'nin pozisyonunu desteklemek ve kamuoyu yaratmaktır.

Fakat aslında Londra'daki Türk büyükelçiliğinin telkiniyle hükümet tarafından kurulmuş olan bu derneğin yönetiminde şu adlar görülür: Hikmet Bil (Hürriyet gazetesi yazıişleri müdürü ve avukat), Hüsamettin Canöztürk 'Milli Talebe Federasyonu Başkanı), Orhan Birgit (gazeteci), Ziya Somer (öğrenci) ve gazeteci olduğunu öne süren Kamil Önal. Dernek, kuruluşundan itibaren hükümetle yakın işbirliği içinde olmuştur. Örneğin Hikmet Bil, Menderes ve Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü'ye 1952 Atina gezisinde -Menderes'in özel isteğiyle- refakat eder. Her ne kadar Bil derneğin halktan bağış toplayarak 'Kıbrıs davası' için hükümete teslim ettiğini öne sürse de, aslında tersine devletin desteği söz konusudur; KTC'ye kuruluş yılında 350.bin TL, daha sonra da her sene 200.bin TL ödenir. Sadece gazeteci değil, aynı zamanda MAH üyesi olan bir diğer idare heyeti üyesi Kamil Önal ise KTC'den önce, Ermeni ve Kürtlerin aktivitelerini gözlemlemek üzere Suriye'de görev almıştır. KTC aynı zamanda öğrenci ve gençlik dernekleriyle de yakın ilişki içindedir. Örneğin Türkiye Milli Talebe Federasyonu Başkanı Hüsamettin Canöztürk KTC'nin idare heyetindedir ve dernekte öğrenci sayısı bir hayli yüksektir.

KTC'nin diğer bir ayağını teşkil eden sendikalar da o dönemde hükümet tarafından finanse edilen ve ideolojileri devlet tarafından belirlenen örgütlerdir. KTC ile sendikalar arasındaki işbirliği, KTC şube başkanlarıyla sendika başkanlarını aynı kişilerin teşkil etmesine kadar gidebilmektedir. Tekstil Örme Sanayii İşçileri Sendikası Başkanı Bahir Ersoy, hem Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı'nın (TMGT) başkanı, hem de KTC'nin kuruluş üyesidir.
KTC Paşabahçe şubesinin idare meclisi de Paşabahçe Cam ve Şişe Sanayii İşçileri Sendikası'nın idare heyetince oluşturulmuştur. Motorlu Taşıt İşçileri Sendikası İdare Meclisi Üyesi Fethi Çelik aynı zamanda KTC'nin Karagümrük şubesi idare meclisine, Su İşçileri Sendikası üyesi Kemal Nadi, Fatih şubesi idare meclisine üyedir.

'Annem başörtüsü taktı, Türk sandılar'
İSMAİL SAYMAZ
İSTANBUL - Kumkapı'da, iki katlı kâgir evinin önünde, yarım yüzyıl önceki kâbusu anlatıyor, Sarkis Çerkezyan. Gizli TKP üyesiydi. Kumkapı'da iki marangoz dükkânı vardı. Evi Yedikule'deydi.

"Anneme, Müslüman kadınlar gibi görünsün diye beyaz başörtüsü taktık. Pencereye bir bayrak uydurduk. Kapıya oturdum. Kalabalık bir grup önümden aktı. Kiminin elinde bir top kumaş, kiminde bir makine parçası vardı. Bütün cadde eşya doldu. Sadece Rum evlerini değil, tüm gayrımüslimlerinkini yağmaladılar. Yedikule Caddesi üzerindeki bir kiliseyi ateşe verdiler. Kıvılcımlar bizim evin üstüne düşüyordu. Caddede üç kişi durdu. Bizim eve bakıyorlardı. Yanlarına gittim, 'Bu evin sahibi Ermeni. Şimdi Florya'da yazlıkta. Aşağıda ben varım, hatırlatırım' dedim. Annem Müslüman bir kadın gibi kahve pişirdi. İçtik birlikte... Yağma saatler sürdü. Gece yarısına kadar kapıdan ayrılmadım. Sonraki gün dükkânıma gittim. Kepenkler kırılmış, dükkâna girilmişti. Benim dükkâna komşum Laz Mehmet girmiş. Sabahları birlikte çay içerdik. Çok ağrıma gitti.

Evet, 6-7 Eylül'de çok çektik. Ama bu halkın çok iyiliğini gördük. Tehcirden kaçıp Karaman dağlarına çıkan babamı, idam fermanı olmasına rağmen sakladı Türk köylüsü. Eşimin cenazesine ta Silifke'den geldiler. Ermenistan'a yerleşecektim, bırakıp da gidemedim. Hem hanım istemedi hem de 'yoldaşlarım' bırakmadı. Çünkü büyük düşlerimiz vardı."

Tanıklar anlatıyor:
Beyoğlu'nu yıktılar siz duruyorsunuz...

"Üç parti olarak geliyorlardı. İlk parti bağırıyor çağırıyor, ikinci parti Rum dükkânlarını kırıyordu. Kepenkler kolay açılmıyordu. Hazırlıklıydı bu iş, ellerinde demir sopalar, kepenkleri deldiler, açtılar, neler varsa hepsi yere döküldü. Üçüncü parti hırsızlık için geliyordu. Ve çanlar çalıyordu, kiliselere girdiler, çanları çalıyorlardı. 12'ye kadar yani... Nasıl yaşadık, tarif edemem."

Rumlar 1953-1954 yıllarında Kıbrıs'ın Yunanistan'a ilhakı istemiyle
adada Türklere ve İngilizlere yönelik şiddete başlarlar. Kısa sürede 'Kıbrıs sorunu' milli bir dava haline döner.

"O yıllarda ekonomik durgunluk vardı, enflasyon artıyordu. Müthiş bir darboğaza girdi Türkiye, darboğaza girince, halkın (ilgisini) başka bir tarafa çekmek icap etti."
Birbiri ardına Kıbrıs sorununu sahiplenen dernekler kurulur. Ulusal basında başlatılan bir kampanya ile Patrikhane ve Rumlarla ilgili yayımlanan olumsuz haberler, vatandaşların 'Ya Taksim, ya ölüm' sloganları ile İstanbul, Ankara gibi büyük kentlerde mitinglere zemin hazırlar.

Takvimler 1955 yılını gösterdiğinde, 'Kıbrıs sorunu' iç ve dış politikanın en önemli tartışma konusu haline gelir. Ağustos sonunda başlayan ve İngiltere'nin davetiyle düzenlenen Londra Konferansı'nda adanın ve garantör devletlerin statüleri tartışılır. Konferansın ikinci tur görüşmeleri başlamadan bir gün önce 4 Eylül günü Kıbrıslı Türkler, Rumların adada yürüttükleri Enosis politikasını mitinglerle protesto ederler.

6 Eylül, öğle saatleri
6 Eylül günü, Selanik'teki Atatürk'ün evinin bombalandığı haberi İstanbul'a ulaştığında Başbakan Adnan Menderes, Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay öğle yemeğinde beraberdir. Menderes, haberin radyodan duyurulması talimatını verir. İstanbul Ekspres gazetesi de ikinci baskısını yaparak haberin tüm İstanbul'da duyulmasını sağlar: "O gün Dolmabahçe'deki maçtan çıktık, kapıda akşam gazeteleri vardı. Ekspres, büyük başlık atmıştı, 'Atamızın evi bomba ile hasara uğradı' diye. Herkeste büyük bir infial doğdu. Fakat sonradan öğrendik ki, Atatürk'ün evine bombayı koyan MİT'miş." (72 yaşındaki emekli bankacı H.Ö., Tarihe Bin Canlı Tanık)

Kıbrıs sorunuyla ilgilenen dernekler bu haberi kısa sürede duyar ve misillemeye yönelik açıklamalar yaparlar. Tepki sokağa dökülmeye hazırdır ve aynı gün, akşamüstü derneklerin örgütlediği büyük bir grup Taksim'e yürüyüşe geçer. İlerleyen saatlerde 'Ya Taksim, ya ölüm', 'Kıbrıs Türktür, Türk kalacaktır' sloganları ile yürüyen gruplar ilk olarak Rum gazetelerinin bürolarına saldırır.

"O akşam sinemadaydım, meğer ki gündüzden beri hazırlıklar varmış, Süreyya Sineması'ndaydım, film oynarken durdurdular filmi, biri çıktı sahneye bir şeyler söyledi, 'Ne alakası var' dedik, yine de aymadık, çıktık ki millet caddelerde!" (71 yaşındaki eczacı M.S., Tarihe Bin Canlı Tanık)

Ancak Müslüman ailelerin bir kısmı o gece olacaklardan haberdardır: "Haber geldi bize, bu gece bir şeyler olacak dediler, biz korktuk sanki bize olacakmış gibi. Manol'un kurukahve dükkânını, Rum gazinolarını kırdılar. Rumların nesi varsa hepsini kırdılar. Yervant vardı, o Yahudi'ydi, onun mefruşat dükkânının camlarını kırdılar, yırttılar kumaşları; topları böyle arabaların arkalarına bağladılar, arabanın biri bu tarafa gitti biri şu tarafa, yırttılar onları." (60 yaşındaki ev kadını M.Y., Akdeniz Sesleri)

'Korkmayın, biz buradayız'
"Olaylar bizim burada, Büyükdere'de de başlayınca, gayrimüslim komşularımız tedirgin oldu, biz de onları evimize aldık. Babam kiliseye takıldı. Ama yine de arkadan girip yakmışlar kiliseyi. Sabaha kadar nöbet tuttuk. Başka yerlerden motorlarla gelenler oldu." (84 yaşındaki müteahhit S.O., Akdeniz Sesleri)

"Büyükdereli gençlerin, bizlerin Rum arkadaşlarımız vardı. Ben o zaman kulüp başkanıydım, Rum çocukları çağırdım, 'Telaş etmeyin biz buradayız, size bir şey yaptırmayız' dedim. Korktular, sindiler, dövecekler, parçalayacaklar, öldürecekler diye. Hiç unutmam Andon vardı, matbaacı. Apostol vardı sonra. Beyaz Park'a doğru sahilden yürüyoruz beraberce, bu arada haberler geliyor, Beyoğlu'nu şöyle yıktılar, böyle parçaladılar. O sırada bir araba geldi, kırmızı vişneçürüğü renginde. Arkasından upuzun kumaş parçası, sürünüyor yerlerde. Tam parkın önünü dönerken, arabanın içinden, 'Ne duruyorsunuz lan Beyoğlu'nu yakıyorlar, Rumların yerlerini yıktılar, siz duruyorsunuz!' dediler. Araba hızla gitti. Andon'a dedim ki, 'Sen merak etme', evine bıraktım onu. Kilisenin kapılarını kırmışlar, çok güzel ikonalar vardı, hep parçalamışlar, yerlere atmışlar." (Emekli bankacı H.Ö.)

Kiliseler de yağmalandı

Şehrin dört bir yanında, evler ve işyerleri yağmalanırken, kiliseler de ateşe verilir; hatta bazı gayrimüslim mezarlıkları parçalanır. Balıklı Rum Kilisesi'nin papazı öldürülür. 'Kiliselere girdiler, bidonların içine gaz doldurdular, kiliseleri yaktılar, 'Burası Rum kilisesi' dediler. Samatya'daki kiliseye girmişler, orayı da tarumar etmişler. Sanmışlar ki, o da Rum kilisesi, kilise ya! Mahmutpaşa'yı berbat ettiler. Onlar sandılar ki bütün şeyler dükkânlar Rum'du, halbuki Ermeni de vardı orda. Genel olarak Ermeni kilisesine dokunmadılar, ne patrikhaneye dokundular, ne Kumkapı'daki kiliseye dokundular. Tertipti, tertip şöyle ki 'Aileye dokunma, mala dokun', aileye dokunmadılar. Geldiler, ne varsa yıktılar, radyoları aşağı attılar, buzdolaplarını aşağı attılar. Çapulcular, Rumların kadınlarının ellerinden, yüzüklerini, bileziklerini aldılar. Dışarıdan gelenler, 'Hangisi Ermeni evi, hangisi Rum evi?' diye soruyorlardı. Bizim yanımızdaki ev Rum'du, onu tarumar ettiler."
Olaylar yağma ve talana dönüşür.

"Bizim köşedeki mezeciye, sütçü Argiri, saldırdılar. Bahariye Caddesi ve Altıyol'dan aşağı kumaş dükkânları ve kuyumcular yağma edildi. Ben gözümle gördüm kaşarpeyniri imalathaneleri vardı, kaşarlar denize yuvarlanarak gitti. Kumaş yığınlarından, tramvaylar çalışamadı." (67 yaşındaki şoför A.İ.T., Akdeniz Sesleri)

5 bin 317 mekân saldırıya uğradı
Kıbrıs sorunu, 1955 yılında Türk kamuoyunun gündeminde baş köşeye oturmuştur. Dışişleri yetkilileri Londra'da Kıbrıs temaslarına devam ederken, Atatürk'ün Selanik'teki evinde bir bomba patlamasıyla ilgili haber, önce 6 Eylül 1955 günü Türkiye radyolarında yayımlanır. Bunun üzerine, 'Atamızın evi bombalandı' manşetiyle ikinci baskı yapan
İstanbul Ekspres gazetesi o dönemde kurulmuş olan 'Kıbrıs Türktür Cemiyeti' üyelerince bütün İstanbul'da satılmaya ve halkı galeyana getirmek üzere kullanılmaya başlanır.
Kıbrıs Türktür Cemiyeti'nin önayak olması ve diğer gençlik örgütleri, meslek kuruluşları, DP teşkilatı, bazı resmi ve gayriresmi makamların telkin ve teşvikiyle yerel kalabalıklar ve şehre dışarıdan getirilmiş olan kitlelerce 6 Eylül akşamı Cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir yağma ve yıkım eylemi gerçekleştirilir.

Esas olarak İstanbul'daki gayrimüslim azınlık nüfusun ev, işyeri ve ibadet yerlerine yönelik bu saldırılarda emniyet pasif bir tutum sergiler. Gayrimüslimlerin adresleri hakkında önceden bilgi sahibi olan, 20-30 kişilik organize birliklerin kent içindeki ulaşımı özel arabalar, taksi ve kamyonların yanı sıra otobüs, vapur ve hatta askeri araçlar yardımıyla sağlanır.
İstanbul'un her yerinde yağmalar aynı yöntemle yapılmaktadır. Dükkânlara saldıranlar önce vitrinleri taşlayarak kırmakta ya da demir parmaklıkları kaynak makineleri ve tel makasları yardımıyla açmakta, ardından içerdeki alet ve makineler dışarı çıkarılarak paramparça edilmektedir. Kiliseler de payını alır: Kiliselerin içindeki kutsal resimler, haçlar, ikonalar ve diğer kutsal eşyalar tahrip edildiği ve yakıldığı gibi, bazen kilisenin tamamı ateşe verilir.
Mahkeme zabıtlarına göre, 4 bin 214 ev, 1004 işyeri, 73 kilise, bir sinagog, iki manastır, 26 okul ile aralarında fabrika, otel, bar gibi yerlerin bulunduğu 5 bin 317 mekân saldırıya uğramıştır.

Hasarı yaklaşık 150 milyon TL'yi bulmaktadır; bu rakam, o dönemin 54 milyon Amerikan Doları'na eşdeğerdir. DP hükümeti ise zarara uğrayıp tescil ettirenlere toplam 60 milyon TL tazminat öder.

Olaylar üzerine İstanbul'da sıkıyönetim ilan edilir. Esas olarak, Kıbrıs Türktür Cemiyeti ve gençlik örgütleri etrafında yoğunlaşan ve o günlerde ilan edilen sıkıyönetim savcıları tarafından yapılan ilk soruşturma ve yargılamalar, daha sonra DP iktidarının bastırması sonucunda 6-7 Eylül olayları 'komünistlerin tahriki' olarak yorumlanır, ancak, 1960 darbesinden sonra, bu olaylar Yassıada yargılamalarının gündemine oturur. Yassıada'da 6-7 Eylül olayları bu kez tamamen DP iktidarının hazırladığı bir tertip olarak sunulur ve sorumlu tutulan DP yönetimi, 6-7 Eylül olayları nedeniyle cezalandırılır.

Sonuç olarak, 6-7 Eylül 1955 olayları, Rum, Ermeni ve Yahudilerin büyük göç dalgalarıyla ülkeden ayrılmasına neden olur. Gayrimüslimlerin büyük bir kısmı için, yaşananlar, Türk vatandaşı olarak kabul görmediklerinin kanıtı olmuş, hangi parti iktidarda olursa olsun, gelecekte de ayrımcılıklara maruz kalacakları düşüncesi azınlıkların yurtdışına göç kararını vermelerine yol açmıştır. 1955 yılını izleyen bu gelişme, aynı zamanda İstanbul'da dini anlamda çoğulculuğun da sona erdiğini simgelemektedir.

Tanıklar anlatıyor
'Bir kamyon taşla geldiler'
"Çok, çok fena. O zaman ben evliydim, iki yaşındaydı Lula. (Sarıyer) Yenimahalle'de yazlıktaydık. İstanbul'dan haber geldi, Beyoğlu yanıyor. Saat sekiz, sekiz buçuk filan. Taş dolu bir kamyon geldi. Kamyonun içinden 10-15 kişi çıktı, ilk evvela gazinoyu kırdılar, bir şey bırakmadılar. Bir araya toplandık, zangoç vardı, karısı ve oğluyla; papaz vardı kızları ve karısıyla beraber. Başladılar dışarıdan camları kırmaya, taş atmaya. Aman n'apalım derken artık karanlık da oldu. Arka tarafta bir Türk ailesi oturuyordu, biliyordu o ne olacağını. Hemen papazın kızlarını aldılar, pencereden.

'Öldürme değil, kırma iznimiz var'
Ben Lula'yı şiltenin altına koydum, çocuğu öldürecekler. Taşlar yağmur gibi geliyor. Evin kapısına geldiler. Onu da tekmeyle kırdılar. Babam hemen oda kapısını açtı. Türkçeyi Türk gibi konuşuyordu babam. 'Kırıyoruz' dedi, 'Kıbrıs için. Helal olsun, vatana helal olsun' dedi, gelenler. 'Beni, karımı, kızlarımı öldürün' dedi babam. 'Yok, öldürmeye iznimiz yok' dediler, 'kırmaya iznimiz var.' İsmini sordular, 'Kemal' dedi babam. 'Afedersin, Kemal ağabey' deyip gittiler. Bakkala gittiler, bakkal da diyor ki, 'Hangi Kemal? Bu Koço'dur, Rum'dur.' Tekrar geldiler. Radyo ve buzdolabını pencereden aşağı attılar. Yataklar, elbiseler, gardırobun içinde bir şey kalmadı. Yani biz kaldık. Titriyorduk, 'Kırın' diyordu babam, ne yapsın, 'kırın, atın, helal olsun, atın!' Kırdılar, vurdular, gittiler. Papazın kızlarını istediler. 'Burada yoklar' dedik. Papazı aldılar, bir motosikletin üstüne bağladılar, yol boyunca çektiler."
Aynı saatlerde, F.S.'nin kocası bir an önce ailesinin yanına gelmek üzere Sirkeci'den yola çıkar. "O akşam kocam işteydi. Saat üçte geldi; Sirkeci'den, Yenimahalle'ye yayan geldi. O da kırıp yırtıp da geliyordu, ne yapsın. Kırmayan, yıkmayan gâvurdur, diye düşünüyorlardı." (Tarihe Bin Canlı Tanık projesi kapsamında 74 yaşındaki ev kadını F.S. ile yapılan görüşmeden.)

6-7 Eylül Olayları'ndan bir ay evvel Kıbrıs Türktür Cemiyeti'nin (KTC) faaliyetleri artar; Hikmet Bil ve Kamil Önal, Londra, Kıbrıs ve İstanbul arasında mekik dokur. Ağustos 1955 ortasında üç şubesi olan derneğe, 6 Eylül'e kadar 10 yeni şube eklenir. Bunların birçoğunun Demokrat Parti'nin ocak bucak örgütleri tarafından kurulmuş olması dikkat çekicidir.
4 Eylül 1955 günü Hikmet Bil öğrencilere verdiği bir direktifle Taksim Meydanı'nda Rumca gazeteleri yaktırır. Kamil Önal ise aynı gün, üzerinde 'Kıbrıs Türktür' yazılı tam 20 bin plakatı bastırtıp öğrencilere dağıttırır. Olaylardan bir gün evvel Menderes, Bil ile görüşüp Londra'daki Kıbrıs konulu konferansa katılmış olan Zorlu'dan bir şifreli telgraf aldığını ve bu telgrafta Zorlu, Türkiye'den tepki beklediğini, Londra'da zapt edilemeyen bir Türk kamuoyundan bahsedilmesini istediğini anlatır.

Bu bilgi aynı gün Bil tarafından KTC şubelerine iletilir. 7 Eylül 1955 günü KTC'nin tüm idari meclis üyeleri tutuklanır ve dernek kapatılır. Tutuklananlar arasında sendikalı işçi, öğrenci ve DP üyesi çoktur. İşçi sayısının fazlalığı, sendika başkanlarının KTC üyelikleriyle
açıklanabilir. Tutuklamalar sonucu 34 sendika kapanır. Olaylardan evvel işçiler, sendika başkanları tarafından mobilize edilmiş, sendikaların yardımıyla taş, balta, gibi araçlar temin edilmiş, Tekstil İşçileri Sendikası tarafından bayraklar dikilmiştir. Şoförler Cemiyeti ve Motorlu Taşıt İşçileri Sendikası'nın üyeleri sayesinde ise saldırganları şehrin tüm noktalarına taşıyan araçların koordinasyonu sağlanmıştır.

Tutuklananların büyük bir kısmı aynı zamanda Demokrat Parti üyesidir. Partinin Kızıltoprak şubesi üyelerinden, Fenerbahçe'deki saldırgan grubunun önderi Serafim Sağlamel, elinde gayrimüslimlerin adres listeleriyle tutuklanır. 6 Eylül 1955 günü Demokrat Parti
üyeleri merkezden, İstiklal Caddesi'nde ufak çapta bir nümayiş düzenlenmesi ve birkaç dükkânın camının kırılması yönünde bir direktif almıştır. Tahribatın bu kadar büyük olması bazı parti üyelerini şaşırtmışa benzer.

Öğrenci ve gençlik örgütleri ise 6 Eylül öğleden sonra yapılan mitinglerde halkı kışkırtmak için kullanılır. Hem Milli Emniyet/Amele Hizmetleri (MAH) hem de Demokrat Parti ile yakın ilişkide bulunan Mürşit Yolgeçen adlı bir üniversiteli mitinglerde önemli bir rol oynamıştır. Yolgeçen, birkaç gün önce 'Üniversiteler İstanbul Talebe Cemiyeti' adında, sadece beş üyesi olan bir dernek kurup, olayların başladığı saatlerde Beyoğlu'nda kendini bu derneğin başkanı olarak tanıtır ve Atatürk'ün evinin patlama haberini duyurur.

KTC ve gençlik örgütleri üyeleri hapishanede Emniyet Başmüfettişliği'nin aralarına soktuğu bir ajana, bu olayların organizasyonu için hükümet ve devletin bazı resmi makamlarından para ve direktif aldıklarını ve serbest bırakılmadıkları takdirde bu durumu açıklayacaklarını itiraf ederler. Bu arada, kaldıkları hapishanenin koşulları oldukça elverişlidir. İstihbarat mensubu Kamil Önal hapishanedeyken KTC bürosunda bulunan ve istihbarata ait bir dosyayı öğrencilere yaktırır. Aralık 1955'te, KTC idare heyetlerine üye 87 kişi serbest bırakılır ve 12 Şubat 1956'da 17 kişiye dava açılır.

Tek suçları, gazete yakmak
Mahkemenin iddianamesi KTC üyelerini sadece olaylardan evvel Taksim Meydanı'nda öğrencilere yaktırılan Rumca gazetelerden dolayı suçlamaya yöneliktir; 6-7 Eylül Olayları'ndaki teşvik ve destekleri göz ardı edilir. Mahkemeye bu olaylarda Demokrat Parti üyeleri ile MAH, öğrenci-gençlik dernekleri, sendikalar ve KTC'nin işbirliğine işaret eden, 1. Şube tarafından hazırlanmış bir fezleke intikal eder. Fakat Emniyet Umum Müdürü Kemal Aygün, Kominform'un bu olaylarla ilgisinin açıklanmadığı gerekçesiyle MAH mensubu general Şevki Mutlugil'den yeni bir fezleke ister. Bu fezlekeye göre 6-7 Eylül Olayları, Kominform ve Komintern tarafından NATO'ya sabotaj amacıyla düzenlenmiştir. Sunulan kanıtlar, Türkiye Komünist Partisi broşürleri ile Nâzım Hikmet'in Kıbrıs işçilerine emperyalist güçlere başkaldırma çağrısı yapan iki mektubudur. Mahkeme sadece bu ikinci fezlekeye dayanarak KTC ve gençlik derneği üyelerini yargılar.

İddianamede Kemal Önal'ın Lübnan'da MAH için çalışırken Komintern çevreleriyle ilişkiye girdiği ve 6-7 Eylül Olayları'nın organizasyonunda bu ilişkilerinden yararlandığı öne sürülür. Mahkemeye ve MAH'tan gelen ikinci rapora göre Önal, KTC'deki faaliyetleri sırasında ise artık MAH mensubu değildir. Bu argüman ile olayların organizasyonunda MAH'ın iştiraki imkânsız kılınmış olur. Oysa Selanik'te Atatürk'ün evinin bahçesine konulan ve olayları başlatmak için gerekçe olarak kullanılan bombadan bile MAH sorumludur. Yüksek rütbeli bir Türk bürokrat, bir ABD Büyükelçiliği üyesine bu patlamanın 6-7 Eylül Olayları'nda bir gerekçe olarak kullanmak için gerçekleştirildiğini itiraf eder. 12 Ocak 1957'de tüm suçlular İstanbul 1. Ceza Mahkemesi kararıyla kanıt yetersizliğinden beraat eder.

Özellikle İngiliz ve Alman kaynaklarına göre, 6-7 Eylül Olayları'nın organizasyonuna iştirak edenler arasında Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Menderes, İçişleri Bakanı Namık Gedik, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve İstanbul Valisi Gökay ile İzmir Valisi Kemal Hadımlı vardır. Emniyet Başmüfettişliği'nin bir raporuna göre, hükümet Yunanistan'a baskı yapmak için küçük çapta bir olay planlamış, ama olaylar çok genişleyince suç komünistlere atılmıştır. 1960 darbesinden sonra kurulan Yassıada Mahkemesi'nde, adı geçen hükümet üyeleri 6-7 Eylül Olayları'ndan dolayı da suçlanır. Her iki mahkemede (İstanbul ve Yassıada) olayların Demokrat Parti üyeleri ile MAH, öğrenci/gençlik dernekleri, sendikalar ve KTC'nin işbirliğiyle gerçekleştirdiğine dair delil bulunmasına karşın, iki davada da bu durum değerlendirilmez. İstanbul mahkemeleri (1955-1957) devletin olaylarla suçlanmaması için, önde gelen hükümet üyelerinin, DP parti üyelerinin ve MAH'ın failliğini göz ardı eder. KTC'ye açılan dava, cemiyetin önderlerinin mahkûmiyeti durumunda hükümetin olaylardaki sorumluluğunun ortaya çıkarılacağı tehditleriyle beraatla sonuçlanır.

Yassıada'daki davanın amacı
Yassıada'daki davanın amacı ise bu olaylarla ilgili olarak sadece Demokrat Parti'yi suçlamaktır; zira KTC, MAH, öğrenci dernekleri ve sendikaların suçsuzluğunun İstanbul mahkemeleri tarafından ispatlandığı kabul edilmiştir. Suçlanan hükümet üyelerinin avukatlarının Yassıada'da o dönemin MAH mensuplarının tanık olarak dinlenmesi talepleri reddedilir.

Dönemin istihbaratı henüz askeriyeye bağlı bir birim olduğundan, MAH'ı suçlamak, aynı zamanda 27 Mayıs 1960'tan beri yönetimi elinde tutan askeri rejimi sorumlu tutmak anlamına gelecektir. Sonuçta İstanbul ve Yassıada davalarının amacı 6-7 Eylül Olayları'na açıklık getirmek değil, sadece dönemin politik tercihlerini savunmak ve meşrulaştırmaktır.

Tanıklar anlatıyor:
Talan bitti, sıkıyönetim geldi
'Anneannem ağlıyordu, 'Aman evladım kimsenin malına dokunma, bunlar bizim komşularımız' diyerek...' 'Derikli Usta'nın meyhanesine ilk baltayı, her akşam orada veresiye içki içen zabıta vurdu...'

Saatler ilerler, ancak semtlere dağılmış olan kalabalığın öfkesi dinmez. İstanbul en uzun gecelerinden birini yaşamaktadır. "Rum çocukları evlerine bıraktım, eve geldim. Caminin karşısındaydı evimiz. Anneannem kapının önünde taşın üzerine oturmuş, titriyor ve ağlıyordu. Beni görünce 'Aman evladım, kimsenin malına dokunma, bunlar bizim sittin senelik komşularımız' diyerek ağladı. Bir şey oldu, bir süre sonra Rumlardan kalma bir tabak getirdiler eve, anneannem tepki gösterdi, 'Eve sokulmaz bunlar, tarumar oluruz' dedi. Son dakikaya kadar burada, Büyükdere'de iskelenin içinde Anastas ve Niko vardı, pastacı, dükkânının yıkılmaması için sonuna kadar direttik. Fakat öyle bir güruh geldi ki, üf, gözü dönmüş, parçaladılar dükkânları..." (72 yaşındaki emekli bankacı H.Ö., Tarihe Bin Canlı Tanık)

Aynı gün bir başka ilde, İzmir'de de şiddet olayları yaşanır. Saat 24.00'te İstanbul'da ve İzmir'de sıkıyönetim ilan edilir, sokağa çıkmak yasaklanır. Emniyet müdahalede gecikmiştir:
"Polis istese mani olamaz mı, yahut asker, olurdu. Moda'da, karşıda, meyhane vardı Derikli Usta'nın, demir kepenkli, orada her akşam veresiye içen bir belediye zabıta memuru vardı, kepenge ilk baltayı o vurdu. Bizim evin altında Aksiyotis vardı, düzgün, emeğiyle geçinen, vasat ama medeni kimselerdi, ter ve korku içindeki hallerini hatırlıyorum. Feci bir şeydi, 5-10 gün kulağımdan şangırtı sesleri gitmedi." (71 yaşındaki eczacı M.Z., Akdeniz Sesleri)
"Pastane Stasuli'yi kırdıklarında, bir bekçi vardı, 'Hadi çocuklar tamam, tamam' diyordu. Bir akrabam da Çengelköy'de dedi ki, bir gece içinde polisi, bekçisi hepsi değişmiş." (68 yaşındaki emekli öğretmen E.P., Akdeniz Sesleri)

Akşam saatlerinde Ankara'ya doğru yola çıkan trene ulaşan dehşet haberleri, Bayar ve Menderes'in İstanbul'a dönmesine yol açar. Bakanlar Kurulu, sıkıyönetim kararı alır. Bu arada Londra Konferansı'ndaki Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu'ya olaylarla ilgili bilgi verilir.
"Ordu gelince çil yavrusu gibi dağıldılar, kimse kalmadı. Bu olaylardan sonra aradan zengin olanlar oldu. Ama sonunda tonganın altına Menderes gitti, o ayrı." (78 yaşındaki emekli öğretmen O.D., Tarihe Bin Canlı Tanık)

"En çok İstiklal Caddesi'ne zarar verildi. Günlerce o çöpler durdu. Temizlenemedi İstanbul. Hadiselerden sonra 3-4 gün sokağa hiç kimseyi çıkarmadılar. Yüksekkaldırım'a indiğim zaman, bir de ne göreyim, o güzelim vitrin camları aşağıda, piyanolar, orglar, kontrbaslar, saksofonlar yerlerde, parça parça. Ve dükkânın kepenkleri kazmalar, küreklerle parçalanmış. Ve içeri girdiğiniz zaman, baktım birisinin elinde süpürge, böyle süpürüyor dükkânın içini, mal sahibiymiş, 'Geçmiş olsun' dedim. 'Sağ olun' dedi, 'Şu dükkânın haline bakın' diye ağlıyordu adam." (76 yaşındaki kunduracı S.B., Tarihe Bin Canlı Tanık)
"İnanır mısınız, 5-6 ay Beyoğlu'na çıkamadım, o manzarayı görmemek için. Derler ki, bir ay, bir buçuk ay, tabii peynirler, yağlar dökülmüşler, onların o kokuları çıkmamış Beyoğlu'ndan." (Emekli bankacı H.Ö.)

Yaraları yine komşular sardı
Günün ilk ışıklarıyla ortaya çıkan dehşetin yaralarını yine komşular sarar: "Birçok Müslüman Türk komşumuz vardı, bize geçmiş olsun demeye geldiler. Ama bazıları da gece köşeye çıktı, 'Var olun çocuklar, var olun' diye destek verdi ve tabii artık onlar bize selam veremiyorlardı. O günden sonra içimize korku girdi. Bu olayları yapanlar bilmediler ki, düşünmediler ki, bu zarar memleketin zararı. Evet, Rum'undu, bilmem neydi, ama burada yaşıyordu, para, devletin parasıydı." (E.P.)

İki günün sonunda pek çok insan tutuklanır. 10 Eylül 1955 günü dönemin İçişleri Bakanı istifa eder. Kıbrıs Türktür Derneği kapatılır. 12 Eylül günü Meclis'e taşınan olaylarda DP iktidarı komünistleri suçlar, aralarında Kemal Tahir ve Aziz Nesin'in bulunduğu insanlar tutuklanır, ancak 1956'da aklanırlar.

"Ben hep diyorum, Türkiye'nin ekonomisi, 6-7 Eylül'den sonra bozuldu. Çünkü devlet (zararlara karşılık) para ödedi. Ondan sonra Türkiye çöktü. Türkiye'nin ekonomisini tutuyordu onlar. Taksim'de tek dükkân kalmadı. Eskiden parası olmayanlar zengin oldu." (70 yaşındaki ev kadını K.A., Tarihe Bin Canlı Tanık)

"Çıkıyorduk, her yerde yazılı, 'Vatandaş Türkçe konuş'. Rumca konuşamazsın, gâvursun. 56'da, Angelos karısını aldı, İtalya'ya kaçtı. Biz kaldık. Biz gitmek istemiyorduk İstanbul'dan tabii. her sabah, adamın biri geliyordu köşede Lula'yı kolluyordu, bekliyordu. Sokağa çıkamıyorduk. Ondan sonra, 64'te, yavaş yavaş hepsi gittiler, yani Rum kalmamaya başladı İstanbul'da. Artık yaşanmazdı burada." (74 yaşındaki ev kadını F.S., Tarihe Bin Canlı Tanık)
"Biz bu 55'teki olayları unuttuk, çoğumuz. Ve gittiler diyorlar, bazı Rumlar da diyor bunu. Yoo, o zamandan sonra biz gitmedik. 50 aile gitmiştir belki, 56'larda, 57'lerdeki hadiselerden sonra. 63'te Kıbrıs çok alevlendi. 'Ya Taksim, ya ölüm' her tarafta megafonlar, mikrofonlar, sinir harbiydi bizim için, doğruya doğru. O zaman, işte, hayatımız zordu. Rum olduğumuzu söylemeye çekiniyorduk. Mesela diyorduk ki çocuklara, 'Sesli Rumca konuşmayın', 'Konuşacaksanız sessiz konuşun'. Çünkü hemen görüyordunuz, yüz ifadesi değişiyordu insanların. Bu benim vatanım. Ben burada doğdum, burada yaşadım, anam, babam, böyle. Ben nasıl gideyim, Amerika'ya giden Rumlardan değilim, biz göçmen değiliz bir defa. Ben burasını seviyorum, Yunanistan'ı da. Ama burası da benim vatanım. Sonradan göç başladı ya, 63'ten sonra, 64'te. Hiç gitmeye niyetimiz yoktu. Diyordu ki eşim 'Eğer mecbur kalırsak, sonuncusu olayım, buradan gidişimle!" (E.P.)

Arka bahçede yanan perde
"Biz uyuyorduk, aşağıda Erzurumlu kiracılarımız vardı. Onlar duymuşlar, geldi kapıları vurdu, 'Kalkın dünya yıkılıyor, siz daha yatıyorsunuz' diyerekten. Bir kalktık, hakikaten dünya yıkılıyor, o, ben, ablam, birkaç kişi toplandık, sokağa çıktık. Felaket. Arabaların arkasına (kumaş) topları takıyorlar, toplar, dört tane takıyor, dört parça arabalar sürüklüyor topları. Çikolatadan geçemiyorsun, yerlerde şekerler çürüyor, basıyor millet. Osmanbey'e doğru gittik. O kristaller, saatler, pastalar, çikolatalar... Osmanbey yıkılıyor, bütün millet orada. Nişantaşı'na döneceğiz, bizim mahallenin delikanlıları, o zamanlar, bir mağaza, Dede mağazası, kırıyorlarmış orda, böyle bir top çocuk tulumu geldi kucağıma. Ablam dedi, 'Bunların malı bize yaramaz, ver sen bunu' aldı paramparça etti kumaşları. Bir tek pembe şapka kalmış elimde, vermedim onu sakladım. Oradan Nişantaşı'na gittik, çok fettandı, bu benim büyüğüm ablam. Bir top perde gelmiş onun kucağına, nasıl biliyor musunuz, bütün sim, altın gibi bir perde, oradaki apartmanlardan, nerden kırmışlarsa. Eve getirdi perdeyi, bu sefer bir komşumuz, 'Böyle bir perde sizde yok, ya sizi karakola götürürlerse.' Başladı mı ablam dövünmeye, 'Biz n'apacağız, bunu.' Hadi bakalım, kovanın içine sokar perdeyi, bir de kibrit çakar, yak Allah yak, haftalarca o per- de yandı. O komşunun yüzüne yaktık, ama dünya hakikaten kırıldı, çok berbattı, yani çıkılmıyordu, Osmanbey'e, Nişantaşı'na." (80 yaşındaki işçi N.Ç., Tarihe Bin Canlı Tanık)

(Tuğba Çameli ile 'Akdeniz Sesleri' ve 'Tarihe Bin Canlı Tanık' Projeleri ekibince hazırlanmıştır. Toplumsal Tarih Dergisi Eylül Sayısı)

Ziyaret -> Toplam : 125,26 M - Bugn : 17911

ulkucudunya@ulkucudunya.com