« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

26 Eyl

2011

Ali Rıza Efendi Sabetaycı mıydı?

Ahmet Akyol 01 Ocak 1970

"Atatürk’ün babası Ali Rıza Efendi Sabetaycı’ydı. Bunun için küçük oğlu Mustafa’yı Sabetaycı Şemsi Efendi Mektebi’nde okutmuştu. Bundan dolayı Atatürk de Sabetaycıdır."

Şüphesiz bu bir iddiadır.

Şimdi, bu iddiayı incelemeye başlayalım.

İzmirli bir Yahudi Hahamı olan Sabetay Sevi (1626- 1676), 1648'de Mesihliğini ilân edince, geniş bir yandaş topluluğu bulduğu gibi, dünyadaki tüm Yahudilerin de tepkisini çekmişti.

Osmanlı duruma müdahale edip Sabetay Sevi'yi tutukladı ve sürgüne gönderdi.

Ancak, o faaliyetlerine devam etti.

Bunun üzerine, 1666 başlarında tekrar tutuklandı ve Eylül ayında Edirne'de Sultan IV ncü Mehmet'in huzuruna çıkarıldı. Burada öldürüleceğinden korkan Sevi, Müslümanlığı kabul ederek Mehmet Efendi adını aldı.

Sevi'nin müritleri de, mesihin Müslüman olmasının mesihlik görevinin gerçekleşmesi yolunda bir adım olduğu inancıyla Müslüman oldular;

Müslüman görülmekle birlikte, gizlice kendi yorumuyla, Yahudilikten evirme yeni inanç sistemini yaymaya devam eden Mehmet Efendi (Sabetay Sevi), gizli inançları doğrultusunda ayinler yaptığı anlaşılınca, Arnavutluk’ta küçük bir kent olan Ülgün’e sürüldü, orada öldü.

Ancak, Mehmet Efendi ( Sabetay Sevi)’nin yandaşları ve ona inananlar, Musevi cemaatinin dışında kalmakla birlikte, çeşitli Yahudi ayinlerini de gizlice sürdürmeye devam ettiler, İbrani adlarını gizlice korudular, Müslümanlarla evlenmeye yanaşmadılar, özgün evlenme ve cenaze törenlerini sürdürdüler.

Günümüzde özellikle internet kanallarıyla yayılan iddialara göre, Amerika’da, Yahudiler’in 1897 yılından beri yayınladıkları Jewish Daily Forward gazetesinin Şubat 1999 sayısında, Mustafa Kemal Atatürk hakkında ilgi çeken bir makale yayınlandı. Makalenin yazarı, gazetenin bir dönem İsrail temsilciliğini de yapmış olan Amerika’nın Yahudi kökenli ünlü araştırmacı yazarlarından Hillel Halkin idi.

Halkin, makalesinde Mustafa Kemal’in Yahudi kökenli olduğunu ve hatta Sabetay Sevi’nin neslinden geldiğini iddia ediyordu.

Halkin’in makalesinde, referans verdiği kişi, Filistin Yahudisi bir gazeteci olan Ittamar Ben-Avi ( 1882-1943) idi.

Ben-Avi, 1940 yılında yayınladığı anılarında, 1911 yılında, 30 yaşında olan Mustafa Kemal’in, Trablusgarp Savaşı’na giderken, bir Osmanlı kenti olan Kudüs’te, Kamenitz Oteli’nde kaldığını ve burada kendisiyle birkaç gün görüştüğünü, anlatıyordu.

Ben-Avi’nin yazdıklarına- iddialarına göre:

Konuşmaların ana ekseni, o yıllarda Osmanlı İmparatorluğu’nun içinde bulunduğu savaş ortamından nasıl kurtulacağıydı.

Birkaç gün üst üstte devam eden toplantılardan birinde Mustafa Kemal, aslen Sabetay Sevi’ye inananların soyundan geldiğini, fakat Yahudi olmadığını, küçüklüğünde babasının kendisine Venedik’te basılmış eski bir Tevrat’ı okuyabilmesi için Karaim Yahudisi bir öğretmen tuttuğunu belirterek, aklında kalan tek duayı okumuştu:

“ Shema Yisrael Adonai Eloheinu ve Adonai Ehad “
Yani : (Dinle ey İsrail Rabbimiz olan Allah tektir)

Ittamar Ben-Avi’nin, “ Efendim, bu Yahudiler’in en önemli duasıdır” demesi üzerine, Atatürk de ( o zamanki adıyla Mustafa Kemal), (iddiaya göre), “ Benim de gizli duamdır bayım, benim de…” demiş, sonra sohbetlerine kaldıkları yerden devam etmişlerdi.

Bir başka iddiaya göre de, ABD’deki Alman asıllı Yahudiler tarafından Almanca yayınlanan “ Aufbau = İmar “ isimli derginin 26 Kasım 1999 tarihli sayısında, Heinz Gstrein’in kaleme aldığı “Türkler’in Babası Bir Yahudi Oğlu muydu?” başlıklı bir yazı yayımlandı.

Yazıda, Yunanistan’daki Yahudi Cemaatleri Merkez Komitesi tarafından çıkarılan “ Zachronoth” isimli dergiden alıntılar vardı.

Burada, Mustafa Kemal’in geçmişinin “ Dönme “ denilen ve Osmanlı’da en üst düzey görevlere gelebilmek için dışa dönük Müslüman olduklarını iddia eden ve 17 nci yüzyıldan bu yana faaliyet gösteren bir Yahudi cemaatine dayandığı, iddia ediliyordu.

Mustafa Kemal’in “ Dönme” olduğunun göstergesi olduğu ileri sürülen sebeplerden biri de, Şemsi Efendi Mektebi’nde okumuş olması…

Şemsi Efendi’nin akrabası olduğu anlaşılan Ilgaz Zorlu’nun açıklamalarına göre, Şemsi Efendi Sabetaycı imiş…

Çeşitli kaynaklarda, Mustafa Kemal’in Şemsi Efendi’nin kurduğu okulda okuması, Ittamar Ben-Avi’ye yaptığı itirafın doğruluğunu kuvvetlendiren bir yan bilgi olarak kabul ediliyor.

Üstelik Ilgaz Zorlu adlı Sabetaycı olduğunu açıklayan bir yazarın yazdığı “ Evet, Ben Selânik’liyim” adlı kitabında, Şemsi Efendi’nin kurduğu okulun sadece Sabetaycı çocuklara hizmet vermek için kurulmuş bir cemaat okulu olduğu belirtiliyor.

Ne var ki, uygulamalarına bakıldığında, Şemsi Efendi’nin sadece herhangi bir cemaatin çocuklarını eğitmekten ziyade,öğrencilerine okuma sevgisi aşılamaya çalışan, aynı zamanda halkın okuma alışkanlığı kazanmasına da önem veren bir insan olduğu anlaşılıyor.

Modern eğitim metotlarını takip eden Şemsi Efendi, bu nedenle de, Tanzimat, Mutlakiyet ve Meşrutiyet dönemlerinin temsilcisi olan üç değişik padişahtan sırasıyla Beşinci, Dördüncü ve Üçüncü Rütbe’den “ Mecidî Nişanları” ile Üçüncü ve İkinci Rütbe’den “ Maarif Nişanları” na lâyık görülmüştü.

Bu durum onun , herhangi bir cemaat yandaşlığı yapmadan, başarılı hizmetler verdiğinin bir başka göstergesidir.

İnsanın inancı, kendi öz benliğinde ve vicdanında yaşar. Kimsenin başkasının inancına karışmaya ve buna müdahale etmeye hakkı yoktur.

Türk kimliğinin esası etnik unsur değil, ortak tarih, ortak kültür, ortak ülkü ve hukuk birliğidir.
1982 Anayasası’nın 10 ncu maddesine göre: herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.
24 ncü maddeye göre: kimse, ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz.

66 ncı maddeye göre de, Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.

Pek çok kökenden gelen insanın birlikte, uzun yıllar huzur içinde yaşadığı Osmanlı Devleti’nin mirasçısı durumundaki Türkiye Cumhuriyeti de, bu kültürel zenginlikten nasibini almıştır.

Atatürk de, tam burada, aidiyet duygusunun öneminden bahsediyor, ırkı ve kökeni ne olursa olsun, kendini Türk hisseden herkesin Türk olduğunu kabul ediyor.

Bu görüşten hareket edildiğinde, bir insan hem Sabetaycı, hem Türk olabilir.

Eğer Ittar Ben- Avi ile aralarında, sözü edilen konuşma olmuşsa bile, Atatürk, “ Yahudi değilim” diyor. Hayatı boyunca da, kendini Türk olarak algılıyor, Türk Devleti’ni kuruyor, Türk Milliyetçiliği’ni oluşmasını sağlıyor.

Oysa tarihi gerçeklere göre Sabetaycılar, dış görünüşte Müslüman, içte ise Sabetaycı Yahudi inancına sahip olarak yaşayan, bazı adet ve yaşam biçimleri farklı da olsa, özünde Yahudi kökenlilerdir.

Yine tarihi gerçektir ki, içe dönük yaşayan ve Sabetaycı olmayanlarla evlenmeyen bu grup, ancak cumhuriyet döneminde, kapalı cemaat yapısından kurtularak, toplum içine karışmıştır.

Bu durumda, Ali Rıza Efendi eğer Sabetaycı olsaydı, cemiyet içinden yine Sabetaycı bir bayanla evlenirdi, koyu Müslüman olan Zübeyde Hanım ile evlenmezdi.

Atatürk’ün, İslâm dinini benimsemiş, Kur’an-Kerim’i çok iyi bilen bir Müslüman olduğu ifadelerinden ve davranışlarından anlaşılmaktadır.

Hayatının hiçbir döneminde, Sabetaycılığı ya da Yahudiliği destekler bir tavrı olmamıştır. Aksine, İslâm dininin ve Hazreti Muhammed’in yüceliğini anlatan pek çok samimi ifadesi vardır.

Atatürk, milli mücadelenin kazanılmasından sonra, çıktığı yurt gezilerinden birinde, Balıkesir’de, 7 Şubat 1923 günü, Zağanos Paşa Camii’nde toplanan halka şunları söylemişti:

“ Ey millet ! Allah birdir, şânı büyüktür. Allah’ın selâmeti, âtıfeti ve hayrı üzerinize olsun. Peygamberimiz Efendimiz Hazretleri, Cenâb-ı Hak tarafından insanlara hakayık-ı diniyeyi tebliğe memur ve rasul olmuştur…İnsanlara feyiz ruhu vermiş olan dinimiz, son dindir, ekmek dindir. “

“ …Türk Milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır, demek istiyorum. Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum.”

“…İnanıp bağlanmakla mutlu olduğumuz İslâm dinini, yüzyıllardan beri alışılageldiği gibi bir siyaset aracı haline düşmekten kurtarıp yüceltmenin pek gerekli olduğu gerçeğini görüyor ve biliyoruz. Kutsal ve tanrısal olan inançlarımızı ve vicdan işlerimizi, karışık ve değişik olup her türlü çıkarlarla hırsların kıpırdanışlarından bir an önce ve kesinlikle kurtarmak ulusun bu dünyada olduğu gibi öteki dünyada da mutluluğunun gerektirdiği bir sorumluluktur; ancak böylelikle İslâm dininin yüceliği belirmiş olur“sözleri Atatürk’e aittir.

1911 yılında, Mustafa Kemal ile görüştüğünü, onun “ Sabetay Sevi’ye inanların soyundan geldiğini söylediğini” yazan İttabar Ben-Avi, Yahudi’dir. Ben- Avi, nedense bu iddiasını Atatürk’ün sağlığında değil, ölümünden sonra yayınlamıştır ve iddiayı doğrulayacak ya da yalanlayacak bir başka kişi yoktur..

Doğruluğu hiçbir zaman anlaşılamayacak bu olayı doğruymuş gibi kabul ederek, Ben-Avi’nin sözünü kaynak olarak ele alan ABD’deki gazeteci de, Yahudi’dir.

Uluğ İğdemir, “Atatürk’ün Yaşamı” isimli eserinde, Atatürk’ün Kudüs yolculuğu ve orada konuştuklarıyla ilgili olarak, şunları yazmaktadır:

“ 8 Eylül 1911’de İstanbul’dan yola çıkan Mustafa Kemal, 19 Ekim’de İskenderiye’ye uğradı. Bu yolculuk esnasında Mustafa Kemal’in Kudüs’e de uğradığı ve orada İbrani dilini yeniden konuşma dili haline getirme çabası içinde bulunan ve İbranice’nin büyük sözlüğünü meydana getiren Elizer Ben-Yehuda ile görüştüğü anlaşılıyor.

Haziran 1977 yılında İsrail hükümetinin davetlisi olarak Türk Tarih Kurumu Başkanı Ord. Prof. Enver Ziya Karal ile birlikte İsrail’e yaptığımız gezi sırasında kendisini ziyaret ettiğimiz İsrail Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri Prof. Shlomo Avineri, Atatürk’ün 1911’de Trablusgarp’a giderken Kudüs’e uğradığını ve Elizer Ben-Yehuda ile görüştüğünü, kendisine İbrani yazısının güç bir yazı olduğunu, bunun yerine Lâtin harflerini kabul etmelerinin yerinde olacağını, eğer kendisi Türkiye’de söz sahibi olursa, Arap harfleri yerine Lâtin harflerini kabul ettirmeye çalışacağını söylediğini bize anlatmıştı.”

Kudüs Üniversitesi Profesörlerinden Jakop M. Landau, 10 Aralık 1973’te, İstanbul’da toplanan Atatürk Devrimleri I. Milletlerarası Sempozyumu’na sunduğu bildirisinde, bu olayı değişik biçimde şöyle anlatmaktadır:

“ İbranice yayınlarda Atatürk’ten ilk bahis, 1911’de Trablusgarp’ta yapılan Türk-İtalyan Savaşı yıllarından hemen önceye rastlar. Mustafa Kemal bu devirde Kudüs’te üstlenmiş genç bir Türk subayıdır. Burada Itamar Ben-Avi’nin hatıratından bahsetmekteyim. Bu hatıralarda bir bölüm Mustafa Kemal ile karşılaşmalarına ve tartışmalarına ayrılmıştır.

Itamar Ben-Avi, Elizer Ben- Yehuda’nın büyük oğludur. Elizer Ben-Yehuda, Kudüslü bir Musevi idi ve o zamanlar ölü dil sayılan İbranicenin yeniden canlanması mucizesini başarmış ve onu yaşayan, konuşulan dil haline getirmiştir.

…Oğlu Itamar Ben-Avi, İbranicenin canlanması konusunda babası kadar ateşliydi ve gazeteci olarak yetişti. Kendisi 1943’te öldü ve hatıratı namı müstear(takma isimle) ile yayınlandı.

…Mustafa Kemal, aynı zamanda Itamar Ben-Avi’nin babası Elizer Ben-Yehuda ile de uzun uzun konuşmuştur. Kendisi orada olmayan Itamar Ben-Avi buna kısaca temas etmiştir. Aralarında geçenler hakkında yalnızca tahmin yürütülebilir; fakat, Itamar Ben-Avi, Mustafa Kemal’le kendisinin bu konuda yapmış olduğu tartışmaları daha ayrıntılı bir biçimde anlatmaktadır.
Itamar Ben-Avi’nin anlattığına göre, kendisi, Mustafa Kemal’e Osmanlı İmparatorluğu’nda, Türkler, Araplar, Yunanlılar, Museviler, Arnavutlar ve diğerleri arasında tabii bir kültürel köprü teşkil etmek üzere hiç olmazsa müşterek bir yazı diline sahip olmalarını sağlamak için Lâtin alfabesinin kabul edilmesini söylemiştir.

Itamar Ben- Avi’nin kendi anlayışı içinde bu şöyle cereyan etmiştir:

‘ Osmanlı İmparatorluğu halklarının birbirlerini anlamaları için bir tek yol vardır. Sizin Arap harfleriniz, bizim dikdörtgenlerimiz, Ermeni, Rum ve Arnavut yazıları ve diğerleri, aramızdaki yakınlaşmayı önlüyor…İşte beyim, eğer Türkçe, karmaşık bir dil olan Ermenice ve Yunanca için Lâtin alfabesini kabul ederseniz, insanlar arasında fevkalade bir köprü yaratmış oluruz, bir nevi Esperanto olur bu.“

Uluğ İğdemir’in yukarıda sözünü ettiğimiz açıklamalarından çıkan sonuç, Trablus’a giderken Kudüs’e uğrayan Mustafa Kemal’in iddia edildiği gibi dinle ve kendisinin Sabetaycı görüşü benimsediğine dair bir konuşma yapmadığıdır.

Esasen, burada, bir kişinin takma bir isimle yazdığı ve doğruluğu hiçbir şekilde ispatlanamayacak iddiası, başka biri tarafından doğruymuş gibi ele alınmış ve yayınlanmıştır.

Atatürk’ün kendisinin ve ailesinin hayatında, Ittamar Ben-Avi’nin sözünü ettiği duanın ne izi, ne de gölgesi vardır.

Türk Devleti’ni kuran, her fırsatta Türk olmakla övündüğünü belirten ve bundan gurur duyan Atatürk’e, “O bir Yahudi’ydi” demek, çok net bir şekilde Yahudi iddiasıdır.

Bazı Yahudiler’in, “Yahudi ırkının dünyayı yönetmek için” yaratıldığı şeklinde, Tevrat’a dayalı inançlarından kaynaklanan iddiaları vardır.

Örneğin, Tevrat’ta:
Tesniye, Bap 11/24: “ Ayak tabanınızın basacağı her yer sizin olacak”

Tesniye, Bap 14/2 : “ Çünkü sen Allah’ın RABBE mukaddes bir kavmsin ve RAB, yer üzerinde olan bütün kavmlardan üstün olarak, kendisine has bir kavm olmak üzere seni seçti.”

Levililer, Bap 19/2 : “ Bütün İsrail oğulları cemaatine söyle, mukaddes olacaksınız, çünkü ben Allah’ınız RAB mukaddesim.”

Levililer, Bap 21/26 : “ Bana mukaddes olacaksınız; çünkü ben RAB, mukaddesim ve benim olmanız için sizi kavmlardan ayırt ettim” hükümlerinden yola çıkarak, pek çok Yahudi’de, önde gelen devlet adamlarının ya da liderlerin Yahudi ırkından olduğunu öne sürmek, bir saplantı halindedir.

Burada Atatürk kullanılmaktadır. Bir takım propagandistler, yaptıkları her şeyi meşru ve haklı göstermek için dogmatik bir zihniyetle Atatürk’ü kalkan yapmaktadırlar.

Bugün, eldeki veriler, Ali Rıza Efendi’nin atalarının Anadolu’dan gitme Kocacık Yörükleri olduğu yönündedir. Bu Yörükler, Sabetaycı değildir.

Sabetaycıların mezarlıkları değişiktir ve bellidir.

Atatürk’ün ailesinden (annesi, babası, kardeşleri, aileden günümüze gelenlerden, vb…) Sabetaycı da yoktur, Sabetaycı mezarlığına gömülen de…

Yazar Ahmet Emin Yalman, 10 Ocak 1922 tarihli Vakit Gazetesi’nde, Atatürk’ün okul hayatına ait anısını şöyle anlattığını yazmıştı:

“…Çocukluğuma dair ilk hatırladığım şey, mektebe girmek meselesine aittir. Bundan dolayı annemle babam arasında şiddetli bir mücadele vardı. Annem, ilâhilerle mektebe başlamamı ve mahalle mektebine gitmemi istiyordu. Rüsumatta (Gümrükte) memur olan babam, o zaman yeni açılan Şemsi Efendi’nin mektebine devam etmeme ve yeni usul üzerine okumama taraftardı. Nihayet babam işi mahirane ( ustaca ) çözdü. Evvelâ (ilk önce ) merasim-i mutade ( bilinen törenle ) mahalle mektebine başladım. Böylece annemin gönlü yapılmış oldu. Birkaç gün sonra da mahalle mektebinden çıktım; Şemsi Efendi’nin mektebine kaydedildim (yazıldım).Az zaman sonra babam öldü.”

Aynı konuda, sınıf arkadaşı Ali Fuat Cebesoy, hatıralarında : Atatürk’ün kendisine, önce ilâhilerle mahalle mektebine gittiğini, birkaç gün sonra da oradan çıkarak Şemsi Efendi Mektebi’ne kaydedildiğini, söylediğini; ayrıca, yıllar sonra kurmay subay olarak Selânik’te bulundukları zaman her iki okulu da birlikte ziyaret ettiklerini, yazmaktadır.

Küçük Mustafa’nın annesinin zoruyla, önce Kur’an ağırlıklı mahalle mektebine gittikten sonra, daha modern normlarda eğitim veren bir okula geçmesi, devlet dairelerinde ve gümrük idarelerinde çalışırken sık sık yabancılarla temas ettiği için daha çağdaş bir düşünceye sahip olan babasının ileri görüşlülüğündendir.

Küçük Mustafa’nın Sabetaycılar’ın yoğun olduğu Selânik’te dünyaya gelmiş olması ve çağdaş eğitim veren bir okulda okuması, onun Sabetaycı olduğunu göstermez.

Prof. Yalçın Küçük diyor ki:

“…Mustafa Kemal’in Şemsi Efendi Mektebi’nde okuduğu iddiası var. Bu iddiayı doğrulayacak tarihsel, o zamana ait hiçbir bilgimiz yok ve hiçbir anı da işaretine rastlamıyoruz. Kemal Paşa’nın biyografik çizgilerinin çoğu iktidarı döneminde ortaya atılmıştır.

Büyük kurtarıcının Şemsi Efendi Mektebi’nde talebe olduğu rivayeti de kurtuluştan sonradır ve çok büyük ihtimalle de gazeteci Ahmet Emin Yalman’ın icadı idi.

Ahmet Emin Yalman, ilk kurşunu Hasan Tahsin’in attığı masalının da mucididir. Esasen ilk kurşun, Genelkurmay Başkanlığı’nın kayıtlarına göre, Dörtyol’da atılmıştır.”

Ziyaret -> Toplam : 125,28 M - Bugn : 38151

ulkucudunya@ulkucudunya.com