HAYATI
Safiye Erol, 2 Ocak 1902 tarihinde Edirne-Uzunköprü’de doğmuştur.
İlköğrenimini İstanbul’da Alman mektebinde tamamlamıştır. İlkokuldan sonra Fransız Mürebbiyeler Okulu'na gitti. 1914'de Alman Lisesi'nde okudu. 1917'de Almanya’ya gönderilmiştir. Lise ve üniversite öğrenimini ayrıca doktorasını da Almanya’da tamamlamıştır. Münih Üniversitesi’nde Felsefe ve Edebiyat eğitimi görmüştür. Daha sonra 1926’da yurda dönmüştür.
Millî Mecmua ve Yeni Ay dergilerinde yazdı. 1938’de Kadıköyü’nün Romanı, 1944’de Ülker Fırtınası, 1946’da Ciğerdelen adlı romanları yayınlandı. En son çalışması olan Dineyri Papazı (1955) Tercüman Gazetesi’nde, Çölde Biten Rahmet Ağacı 1962'de Son Havadis gazetesinde tefrika edildi.
Bunların haricinde; Sâmiha Ayverdi, Nezihe Araz ve Sofi Huri ile birlikte Kenan Rifaî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık adlı kitapta üç makalesi vardır.
Çeşitli tercümeler de yapmış olan Safiye Erol’un M.E.B tarafından basılan Su Kızı adlı La Motte-Foque’den yapılmış tercümesi de vardır.
Edebi hayatında; Alman romancı Yakab Wasserman, Slav edebiyatçılarından Knut Hamsun ve Selma LagerLöf’ten etkilenmiştir. Sayfiye Sami ve Dilara müstear adlarını kullanmıştır.
Safiye Erol doğu ve batı medeniyetini kaynaştırmış bir yazardı. Batı medeniyetinin eksiklerini, doğu medeniyetinin üstünlükleriyle tamamlayarak uyumlu bir sentez oluşturmayı hedeflemiştir. Sayfiye Erol’un bu hedefinde roman kahramanlarının kişiliklerine yansımıştır.
Mehmet Nuri, Safiye Erol Kitabı adlı eserinde Erol’un Doğu ve Batı hakkındaki görüşlerini şöyle dile getirmiştir:
“Safiye Erol batıyı iyi bilen bir aydın ama doğunun güzelliklerini de fark edebilen bir münevver aynı zamanda. Komplekslere kapılmış yarı aydınlardan, kendi yürüyüşünü tek eden ve başkalarına özenen mukallitlerden değil eserlerinden ve fikirlerinden faydalandığı Doğu’nun bilge kişilerinden sık sık bahseder, makalelerinde düşüncelerini onların ışıklarıyla donatır, meselelerini onların hal çareleriyle çözümler. Batı’nın aydınlık kafalarını da ihmal etmez hiçbir zaman. Adeta bir sentez yapar bu makalelerde.
İnsanlık birikiminin altın beyinlerini aynı bahçede dolaşırken bir demet çiçek gibi derleyen Safiye Erol, bu kişilerin düşüncelerinden, hayallerinden, ideallerinden kendisine uygun olanları seçer, öne çeker ve takdir eder. Ne var ki, yazarımızın peşin hükümleri yoktur. Kişilere, inançlara, akımlara karşı acımasız değildir. Aksine herkesten, her şeyden ve her olaydan ders alınabileceğini, hisse çıkarılabileceğini düşünür. Bu yönüyle o, kelimenin tam anlamıyla özel bir beyindir. Araştırıcıdır. Ehl-i Tahkik’tir. Zaten eserlerinin güçlü yönü de biraz buradan kaynaklanıyor.”
Safiye Erol’un eserlerinde kendi yaşadıklarının esintilerini bulmak mümkündür.
Safiye Erol’un Almanya’da yaşamış olduğu aşkı Türker Aceroğlu ve Nazan Yeşim yazılarında anlatır.
“Almanya’da öğrenim gördüğü sıralarda Hindistan’ın özgürlük savaşçılarından ünlü bir Hintli gençle tanışır. Bu genç onun hayatında fırtınalar estirir. Evlenmeyi düşünürler, ikisi de bu aşkla okulu bitirirler. Genç adam bir gün: 'Haydi' der,'yurduma gidelim, orada onların bana ihtiyacı var, benim de sana'. Sonunda biri Yeni Delhi’ye öbürü İstanbul’a doğru ömürleri boyunca dinmeyecek bir hasret ve ateşle yola çıktılar.”
Safiye Erol’un romanlarında ki kadın kahramanların aşk uğruna çektiği çileler, Erol’un kendi aşk hikayesinin esintilerini kahramanlarında yansıttığı göstergesidir.
Ülker Fırtınası’nda Nuran, Ciğerdelen romanında Zühre, Kadıköyü’nün Romanı’nda Bedriye adlı karakterler aşkları uğruna savaşırlar ve sonunda ilahi aşka ulaşırlar.
Safiye Erol’un kişiliğiyle özdeşleşmiş diğer bir özelliği de tasavvuf’tur. Ciğerdelen romanındaki Zühre karakterine bu özelliğini yansıtmıştır. Zühre çektiği acıları sebebiyle olgunlaşmış ve tasavvufa yönelmiştir.
ÖLÜMÜ
SAMİHA AYVERDİ
Safiye Erol’un ölümüne en çok yanan yakın dava arkadaşı ve fikir yoldaşı Sâmiha Ayverdi olur. “Pirdaşım Safiye Erol” başlıklı makalesinde Ayverdi: “Bir kasır çöktü. Çatısı der ü divarı yıkıldı. Amma hazineler viranelerde saklıdır. Gerçekten de bu yıkıntının altından onun define varlığı aşikar oldu.” Diye başlıyor yazısına ve daha sonra Pirdaşının vasıflarını şöyle anlatıyor.
“Safiye Erol dürüst, ihlaslı, imanlı, hamiyetli, liyakat ve zekası ölçüsünde saf ve masum bir insandır. Bir ayağı Garp’ta bir ayağı Şark’ta olması ve iki farklı medeniyetin, kültürleri üstüne tarafsız bir tahlil ve terkibin muhasebesinden sonra da Şark’lı münevver olarak cemiyetin karşısına çıkmış olmasıdır.
Orta lise ve üniversite yıllarını Garp’ta geçirmiş olmasına rağmen sadece metod ve ciddiyet gibi dış formasyonunda kendini gösteren batılı ruhu onun aşk, hamaset, ve iman zırhı ile sağlama alınmışta içine asla işleyememiştir.”
NEZİHE ARAZ
Düşünen adamın 5 Ekim 1964 tarihli sayısında yayınlanan “Safiye Erol’un ardında” adlı makalesinde Araz “Onun muhteşem bir kuyruklu yıldız gibi ufkumuzu hem de sessiz sedasız terk edişlerini kabullenmek güç. Fakat bana asıl Safiye Erol gibi değerli bir kadını dünyamızdan çekilişine karşı gösterdiğimiz inanılmaz kaygısızlık lakaydı ve biganelik güç geliyor.” Diyerek değerlerimize olan ihmallerimize dikkat çeker.
Ayrıca şunları da ekler. “Edebiyatımızı adil bir anlayışla tetkik edenler onun Ciğerdelen adlı romanındaki üç efsanenin –Ciğerdelen, Sarı Sipahiler, Yedi Peçeli- nasıl olup da mektup kitaplarına Türkçenin en güzel örneklerinden biri olarak geçmediğine hayret edeceklerdir.”
TARIK BUĞRA
“Günaydın” sütunun yazarı Tarık Buğra da “Safiye Erol Hanımefendiyi kaybettik” diyerek üzüntüsünü açığa vurur. Buğra’nın ayrılık acısı ile dolu yazısı şöyle başlar: “Safiye Erol bu yolu dünyadan bir varmış bir yokmuş aleminden göç etti. Ve biz bir “Hanımefendiyi” kaybettik Hanımefendinin taşıdığı manayı bilenler, Safiye Erol’u tanımasalar bile bu ölüme onu tanıyanlar kadar yanacaklardır.”
Ayrıca Ciğerdelen üzerinde duran Buğra, bu romanı “Her Türk'ün evinde bulunması gereken kitaplardan biri” olarak nitelendirir.
Son havadis gazetesinin Fikir Meydanı'nda çıkan yazısında Selahattin Şar “Safiye Erol’un ardında” başlıklı yazısında ona dair hatıralarını dile getirir. Altan Kutay Kılkırdağlu’nun “Bir kaybımız” ismiyle şuuru ve milli duyguyu anlatan Safiye Erol’un Ciğerdelen’ine vurgu yapılır.
Milliyet’in Pazar ilavesinde Nazan Yeşim “Kadın Kadına” sütununda Safiye Erol’un Almanya’da Hintli genç ile yaşadığı aşkı ve vatanına olan hasret ve düşkünlüğü yazı konusu yapar.
EMEL ESİN
Safiye Erol hakkında yazılan keder dolu yazılardan biri değerli bir kadın yazar olan Emel Esin’e ait. Romanlarının tefrika edildiği yer İstanbul Gazetesinde 7 Ekim 1964 tarihinde yayınlanan bu yazıda, Erol hakkında birkaç hatıra anlatılır. Yazının başlığı ise “Safi’nin Ölümü”dür. Erol’un cenaze namazını ve ölümünü geniş bir şekilde tasvir eden Esin, Türk kültürünün yazarın bilhassa “Ciğerdelen” isimli eserinde kendisini dile getirir. “Safiye Erol hakkında birkaç hatıra” başlığı alt başlığı ile sunulan “günün yazısı” şöyle başlıyor:
“Selimiye Camii’nin çınarlı avlusunda, musalla taşı üstünde bir tabut yatıyordu. Tabutun yeşil örtüsünde sırma ile şu ayet yazılıydı: 'Her canlı ölümü tadar ve O’na döneceksiniz.' Tabutun baş tarafında yeşil renkte ve pembe oyalı bir yemene sarılmıştı. Üç pembe karanfil bir dost eliyle iğnelenmişti.
Çınar ağaçlarının gölgesinde yatan tabut yalnızdı. Tek şahitleri sed üzerine dizilmiş mezar taşları, yüksek oylu başlarında kavuk ve fes taşıyan ecdat mezarlarıydı.
Yavaş yavaş ikişer üçer kadınlar gelmeye başladı. Musalla taşının yanında ayakta durdular. Veya yere oturdular. Kadınların kimi dua ediyor kimi ağlıyordu. Fısıltılar da vardı. 'Yalnız yaşardı', 'Hasta değildi', 'Birden bire dün gece beyninde damar çatlamış', 'Karacaahmet’de yatan anasının yanına gömülmek istemiş ama yer yok diye izin vermemişler.' Biri diğerinin kulağına doğru eğildi: 'Anasının mezarı başındaki çınar hemen devrilmiş, ona yer vermiş. Gönül ne yapmaz ki!'
Titreyen çınar yapraklarının üstündeki sema cihetinden gelen müezzin sesi ikindi ezanını okudu. İki nefer ölmüş hanımın tabutunun başı ve ayağı hizasında saygı vaziyetinde durdular. Kalabalık olmayan bir cemaat saf bağladı ve cenaze namazı kılındı. En nihayeti imam cemaate dönerek dedi ki 'Ölümün ebedi hayatın kopuşu olduğuna inanan ey Müslümanlar, şimdi Allah’ın karşısına bu çıkan hakkında nasıl şehadet edersiniz? Onu nasıl bilirsiniz?' Cemaat hep bir ağızdan 'İyi iyi' derken başlar yere eğildi. Ve her hayalde Safiye Erol canlandı.”
Yazısında, “Safiye Erol’un kılıcının bir parıltısı Ciğerdelen' oldu. Bizim neslimiz için Ciğerdelen bir dönüm noktası idi. İşte milli kültür ölmemişti.” diyen Emel Esin romancının hayatının akşamında olgunluk çağında sevimli ve sakin göründüğünü belirterek, “Büyük göz kapakları altında zeka ile parıldayan ela gözleri vardı. Görünüşüne çok itina ederdi.” diye devam ediyor.
BİR RÖPORTAJ
Ciğerdelen müellifi Safiye Erol Diyor ki:
“Henüz on üç yaşındayken içime büyük bir romancı olmak arzusu dolmuştu. Bir gün ecnebi olan profesörüm bana “Sen Türklerin Selma Lagerlöf’ü olacaksın!” demişti. Almanya’dan İstanbul’a döndükten sonra ilk eserim Kadıköyü’nün Romanı’nı 1935’te neşrettim .”
“Hiç unutmam henüz on üç yaşımdayken içime büyük bir romancı olmak arzusu doğdu.”
Ciğerdelen müellifi Safiye Erol ricam üzerine sanat hayatını tarihçesini çizmeye başlarken söylediği bir sözü perçinlemek ister gibi durdu.
Biraz dalgın bakışında; içte, hele böyle en körpe ve masum çağda doğan arzunun sebeplerini aramak zahmeti beyhudedir, der gibi bir mana vardı.
Ama ben yine sordum:
-Çocukça bir arzu… O zaman tahakkuk edeceğine inanır mı idiniz?
- Hatta o zamandan da çok evvel… Dört beş yaşındayken Etrafımdaki çocuklar arasında aynı hizada kalmak ağırıma giderdi. Onlardan ayrılmak ayrı bir müstesna bir mevkide görünmek isterdim. Hatta bir rüya görmüştüm; Bir sabah vakti… Yeşil dallar şebnemlerle bezenmiş… Yanımda ben yaşta çocuklar, fakat sade benim başımda bir bizanten tac parıldıyor.
- O çağlarda yazıyı sever miydiniz?
- Alman mektebinde okuyordum. Tahrir vazifesinde daima birinci gelirdim.
- Sonra?
- 1918’de on üç yaşındayken Almanya’ya gittim. Ortayı, liseyi ve üniversiteyi orada bitirdim. Münih Üniversitesi’nde felsefe ve edebiyat şubelerini tamamladıktan sonra 1927’de doktoramı yazdım. Ertesi sene 8,5 yıllık bir ayrılıktan sonra İstanbul’a döndüm.
- Almanya’dayken de günün birinde roman yazacağınız aklınıza gelir mi idi?
- Bir profesörüm benden evvel bunu aklıma getirmişti… Bir gün bana “Sen Türklerin Selma Lagerlöf’ü olacaksın.” Demişti. Fakültenin birinci sömestırındeyken ilk yazımı bir Alman mecmuasına neşretmiştim.
- Neydi?
- Leyla ile Mecnun… Bir büyücü masalı yazmıştım. Fakat tahsil ile meşgul olduğum için kendimi yazıya fazla veremezdim.
- İlk romanınız;
- Bir hayli sonradır, İstanbul’a geldikten sonra birkaç sene çalıştım. Evlendim. O zaman Milli Mecmua çıkıyordu. Orada Safiye, Sami, Dilara imzalarıyla ilk Türkçe yazılarım intişar etti. Bunlar küçük hikayeler tercümeler falandı. İlk romanımın üstünde üç dört yıl çalışmış olduğum Kadıköyü’nün Romanı’dır ki 1935’de Vakit gazetesinde tefrika edildikten sonra kitap halinde çıktı.
- Bu romanı hala sever misiniz?
- Hala… Mevzuunu hayattan almış ve benim gönlümün bağlandığı Kalamış’ı yaşatmış oluşu bu romanıma karşı sevgimi devam ettirir.
- İkinci romanınız?
- 1938’de Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilen Ülker Fırtınası…
- Bunu nasıl neşrettiniz?
- Basbaya… Müsveddelerimi çantama koydum. Matbaaya gidip Yunus Nadi Bey’in kapısın çaldım. “Bir romanım var” dedim. Aldı “Hele bir okuyalım” dedi. Aradan iki üç sene geçti. Ses seda çıkmadı. Gittim “Geri verin” dedim. Vermediler sonra bir gün Allah rahmet eylesin Nadi Bey’e Serkl Doryan’da rastgelmiştim. “Yarın kitabımı verin artık” dedim… Ertesi günü haber gönderdi, neşrediyoruz diye. Böylece 1938’de tefrika edildi. Sonra kitap oldu.
- Sonuncusu?
- En çok sevdiğim de odur, Ciğerdelen.
- Niçin en çok sevdiniz?
Manalı bir gülümseyişle elini göğsüne götürerek…
- Deldi… Deldi de ondan, diyor ve ilave ediyor:
- Bunu yazarken on iki kilo kaybettim. İki defa bayıldım. Bitirdikten sonra hasta yattım.
- Niçin?
- Feylosof Niezsche’nin bir sözü vardır: “Büyük eserler müelliflerinden intikam alırlar” der.
- Bu da aldı mı?
- Aldı… Aldı hem de nasıl…
- Demek Ciğerdelen sizi korkuttu?
- Hayır… Korku yok… Su testisi su yolunda kırılır…
Ve bir lahza şöyle gözlerini süzerek, “A adam sen de!” der gibi dudaklarını büküyor.
- Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın.
- Ama zayıflamak, hele bayılmak fena…
- Ne zararı var… Dedim ya su testisi su yolunda kırılır… Sonra da bu her zaman olmaz…
- Merak ediyorum, Ciğerdelen’in nerelerini yazarken bayıldınız?
- “Yedi Peçeli” babında ve kitabın son babında…
- Bu fasılları bizzat yaşadınız da ondan mı?
- Onun da fevkinde.
Sanatkarın bir hadiseyi bir macerayı yaşam tarzı, şahsi yaşayışının fevkindedir. Ben bir eserimde bir aşk hicranını tarif ederken o hicranı bütün Şark kadınları namına yaşadım.
- Su testisi diyorsunuz?, Çabuk kırılmasa bari…
Merak etmeyin der gibi bir hoş tebessümle gözlerimin içine bakıyor:
- Niçin itiraf etmeyeyim: Ben gayet fatalist’im bu cemiyetin bana ne kadar zaman ihtiyacı varsa o kadar zaman yaşarım ben… Fazlasına da zaten lüzum yok…
- Şimdi ne hazırlıyorsunuz?
- Dördüncü romanımı… Üç dört senedir çalışıyorum. Bir seneye kadar tamam olur… Vakıa aradan hayli zaman geçti. Ama dinlendik… paraları bitirdik, artık harcayabiliriz…
- Adı ne?
- Benden başka bilen yok…
- O kadar sır mı?
- Bir sır, halvet havası içinde çalışırım ben…
- Yazı yorar mı?
- Yorar… Bazen asabım bozulur, yemek yiyemem. Çalışma zamanım belli olmaz. Ev kadınlığı vazifelerim de var. Ancak yazarken kimseyi yanımda istemem, kapanırım. Birkaç sigara… İşte o kadar…
- Bu günkü Türk romanını nasıl buluyorsunuz?
- Çok zayıf. Hani eser?
- Neden yok, neye hamlediyorsunuz?
- Bilmem… O tarafı beni alakadar etmez. Çünkü sanatkarın vazifesi değildir. Eser yok. O malum. Ama niçin yok, onu bilmem.
- Hiç mi yok?
- Yenilerden Abdulhak Şinasi Hisar…
- Eskilerden?
- Yakup Kadri….
- En çok ne okursunuz?
- Felsefe… Türkçe, tarih, tasavvuf edebiyatı. Halk edebiyatı, divanlar, masallar…
- Bunlar arasında en sevdiğiniz?
- Yunus Emre’yi tercih ederim.
- Nasıl vakit geçirirsiniz?
- Evimle meşgulüm… Eskiden spor yapardım. Şimdi yasak… Okurum
- Sinema. Tiyatro?
Eliyle bir işaret yaparak “hayır” demek istiyor ve:
- Konser… diyor. Alafranga ve alaturka müzik… Ancak alaturkada solo sevmem… Bilhassa hanımları…
Birden bire ağzından kaçırmış olduğuna pişman, hemen masanın üstündeki şeker tabağına uzanarak:
- Hanımları karıştırmamak şartıyla bir şeker, yazmayın kuzum…
- Peki, diyorum, ama hanımlar derken, aklıma geldi, bir romancı olarak Türk kadınını nasıl buluyorsunuz?
- İyi… Tam değil, fakat iyi…
Yüzüme bakarak duruyor:
- Erkekleri sormuyorsunuz… Söyleyeyim mi?
- Tabii… Buyurun…
"Nafile, geç…" der gibi elini sallayarak:
- Böyle buluyorum, amma kabahatli bulmuyorum… Erkekler bu gün zaruretlerin ilcasiyle iyi bir durumda değillerdir. Müşkül bir durumdadırlar. Kendini henüz bulamamıştır, içtimai ve ferdi benliğini tamamıyla müdrik değildir. Kadın daha iyidir. Lakin bu bir geçittir. Düzelir.
- Okuyucularınızla temasınız var mıdır?
- Olmaz olur mu? Bazen kapıyı çalarlar tanışmak istiyoruz diye gelirler. Fakat beni en ziyade mütehassis eden, bir gün bir müessesede otururken, kahve ocağındaki çocuk geldi, heyecanla elimi öptü. Meğer kariim imiş. Halk tabakasında böyle anlayış gördüğüm zaman cidden seviniyorum.
- Yeni dille aranız nasıl?
- Tanımıyorum öyle bir şey… Benim bir ana dilim var. Başkasını bilmiyorum.
- Romanlarınızı yazarken hiçbir tesir altında kaldınız mı?
- Evet… Alman romancısı Yakob Wasserman’ın üslubunun tesiri altında kaldım.
- Nasıl oldu?
- Bu üslup sahibinin mizacı devran-ı demi, şiddet ve ihtirası bana en uygun geliyor. Onu okurken bunu hissediyorum ve yazarken gayr-ı iradi bu hissin tesiri altında kalıyorum.
Ciğerdelen müellifine son sualimi soruyorum:
- En çok neye düşkünsünüz?
- Hürriyet ve İstiklal
- Kayıtsız şartsız mı?
- O kadar ki, hürriyetimi, ne de olsa tahdid edecek diye, şöhretten bile korkuyorum…
TASAVVUFUN LEHİNDE VE ALEYHİNDE
Evvelki sohbette Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nden bahsetmiştim. Günler geçti, başka mevzua döneyim dedim, ne mümkün… Öyle latif bir çehreye gönülden nazar etmek güneşe bakmak gibi oluyor, insan sonradan gözünü kapasa da yine o ateş tekerleği görmekten kendini kurtaramıyor. İşte bana böyle bir hal oldu: Tasavvufa meyletmemiş dahilere başvurdum ve onların derinliğinde yine mistik ruhun yalımına rastladım. Alman şairi Goethe tasavvuf aleyhtarlarının belli başlılarından biri olarak bilinmiştir. Gerçi Pakistanlı şair merhum Muhammed İkbal –maalesef ele geçiremediği- “Peyam-ı Maşrık” adlı eserinde Hz. Mevlana ile Goethe’yi semavi bir mülakatta birleştirmiş ve ikisi arasındaki ayniyeti ilan etmiş. Goethe kendisi tasavvuf eserlerini birkaç kifayetsiz tercümecikten değil de daha esastan tetkik etseydi, hele bir ayin ve semaa şahit olabilseydi böyle bir mutabakat ilanını belki de onun kendisinden duyardık. Ne olursa olsun, beşere damgalarını vurmuş büyük ruhlar arasında inkar edilemeyecek bir aile benzerliği gibi bir benzerlik var. Goethe sanatın sırrını şöyle tahlil ediyor: “Sanat gözle görülen mevcudun gizlediği hürriyete keşif ve rümuzu tesbit edebilmek hüneridir.” – Eğer tasavvuf diliyle konuşsa ve “Varlıkların aslı, Hakk indindeki ayan-ı sabitedir.” demiş olsa ne icap edecekti? Yine Goethe “Olgun insan kendi zatını kendine alakor, fakat irfanını halka bezleder. Olgun insanın alameti şudur ki artık o kimseye muhtaç değildir, herkes ona muhtaçtır.” demekle İbrahim Hakkı’nın “Gönlünü Hakk’a tahsis et, bedenini halka ver. Gına ve istiğna ehli ol.” Düsturunu harif harifine teyit etmiyor mu? Sayısız patlaklarla bile hızını alamayan bir yanardağ misali Goethe, ömrü boyunca aşk ile yandı kavruldu. Yetmiş dört yaş gibi artık durulma çağından başka bir şey olmayacak devrede bile on yedi yaşında bir asilzade kızına gönül verdi. İmkansızlığın keskin kancasına takılmış rakik canlar gibi çırpındı. Sihatini tehlikeye düşüren sürekli buhranlardan sonra meşur Marienbad mersiyelerini yazdı. Kendi ruhunun bestelediği mucizevi bir musiki ile kurtuluşa erdi. Ayrılıkların hazin destanını üfleyen neyden başka insanoğluna ne teselli var ki?... İşte tasavvufun aleyhindeki dilleri söyleteyim diye yola çıkmışken ben daha ilk adımda bu yanık sesleri duydum.
Fransız esprisi Alman’ınkinden hem daha maddi, hem çok aşırıdır. Anatole France Thais adlı eserinde her milletten, her inançtan bilginleri karşı karşıya getirip (kemale ermenin şartları) hakkında türlü görüşleri çarpıştırıyor.
Zenothemis: “Ben böyle düşünürüm ki ilim ve fikir, idrak yolunu iptidai kademeleridir. Ebedi hakikatlere insan ancak ve ancak vecd halinde ulaşabilir.”
Hermodorus: “Haklısın Zeno! Ama senin dediğin mertebe yalnız ruh-ı revana müyesser olur. Çünkü insan üç tabakalı mahluktur: bir tabaka maddi vücut, bir tabaka ruh-ı hayvani ki esiri maddeden terkipli olmakla beraber yinede madde sınıfına dahildir. Üçüncüsü ise ölümsüz sıfatlı ruh-ı revan. Ruh-ı revan maddi vücut binasını terk ile ruh-i hayvani bahçelerinden uçarak geçip Allah’a kavuşursa ölmeden ölmek sırrına erer ki biz buna doğmadan yaşamak da diyebiliriz. İşte parçacık olmaktan çıkmak, bütünde bütünü tatmak keyfiyeti.”
Nikias: “Harkulade!... Fakat doğrusunu söyleyeyim mi dostum. Hermodorus senin nazarıyeni dinlerken ben varlıkla yokluk arasındaki farkı kaybeder gibi oluyorum; ebediyet sanki adem yerini tutuyor, yani ikisi de ele gelir şeyler değil. Kemal mertebesi galiba pek pahalıya mal oluyor, onu kazanmak için insanın kendi tamamını harcaması, daha doğrusu var olmaktan vazgeçmesi icap edecek. Ne acı bir nasip! İlle kemal mertebesi ispat edeceğiz diye yeni filozoflar da Allah’ı dünyadan tecrit ede ede yok ettiler ya…”
İşte Fransız dehası Yunan felsefesinin şüpheci kolundan Niklas’ı böyle konuşturuyor. Belki de espri uğruna yapılmış bir fedakarlıktır. Yoksa mistiklerin ne hayatında ne de eserlerinde anlaşılamayacak cihed yoktur. Nitekim Erzurumlu hazret izah ediyor: “İster dağ başı mağarasına kapanan veli, ister millete hitap eden nebi olsun hepsinin gayesi halka hizmettir.”
MODA VE AHLAK
Moda ne sebepten çıkar, niçin kah uzun kah kısa sürer, sonra değişir? Bu soru, zihinleri oldum olası yorduysa da daha kimse kesin cevap veremedi. Kitle psikolojisinin karanlık dip köşesinde gizlenmiş iç güdülerin bir takım çapraşık manevralarından doğmuşa benzer modalar. Adeta hamile kadınların aş yermesini hatırlatır. Manasız isteksizlikler, ve manasızdan da münasebetsiz istekler. Doktorlar bu kaprisleri yeni hayatın ısrarlı gelişimi, kimyevi talepleriyle izah etmeye çalışırlar. Dün gözde olanı bu gün hor ve gülünç, bu gün çirkin olanı yarın güzel göstermeyi başaran modanın asıl gizli yerleri ve zenberekleri pek kolay ele gelmezse de zaman akımı içindeki gidiş gelişleri politik ve sosyal çevrelerde belirtilebilir.
İmparatoriçelerin ve patrisyenlerin meşur, eşek sütü banyoları, altın tozundan saç pudraları, simya ile sihirbazlık ortası marifetten elde edilmiş kozmotik malzemeleri Roma saltanatının ihtişam sonu, inhitat başlangıcı idi. Fransız ihtilali öncelerini düşünelim, 15 ve 16. Lui devrinde o düzgünlü, allıklı, ve yapma benli göğsü yarı bele kadar dekolte, gerdanı kordeleli, saçları yarım metre kabarık taranmış saray hanımları… Ne kadar yapmacık olmak mümkünse o kadar yapmacık hanımlar… En özendikleri şey su kenarında salkım söğüt altında çayır çimene serilerek yanı başlarında flüt çalan bir aşıkla “çobanca” sevişmekti. Saray protokolünden, soyzade etiketinden kılı kırk yararcasına külfetli merasimden bıkılmıştı herhalde, sadelik tabiilik özlemi havaya sinmiş olmalıydı. İhtilal sırasında nispeten kısa bir antrakt içinde kimi azılı komitacı, kimi duygulu romantik tipte (sine üryan, saç perişan) eli bayraklı vatanperver kadınlar görüyoruz. Napolyon sahneye çıkar çıkmaz yeni moda ferman yürütmeye başlıyor.
Bu defa klasik Yunan taklidi kadın kılıklarıdır revaçta. Büklüm büklüm beyaz muslin düz roplar, alagrek topuzlanmış üzerine alagrek band dolamış saçlar.Öyle ya…İmparatorluk müessesesini diriltmeye çalışmakta eski idealleri ihya etmek davranışı değil miydi?O devrin modası,bu siyasi akımı ayan beyan aksettirdiği için enteresandır.Birinci Cihan Harbinden sonra oğlan çocuklarının görünüşüne imrenmiş garson hanımlar var.Enseleri traşlı,bol gömlek biçimi roplarının kemerleri kalçaları üstünde,etekleri diz kapağında.Çizgiler oğlanca,ama kumaşlar pek kadınca:saf,ipek krepdöşenler,yumuşacık krepsatenler,altın pullar incilerle işlenmiş rengarenk şifonlar.Bütün bunlar dört senelik savaşın acısını çıkarmak için girişilmiş lüks ve sefahet düşkünlüğüdür.
Zavallı kızlar buz gibi birer ceset olmaya özenmişler.Mağazada satıcı müşteri herkes gözünü nereye kaçıracağını şaşırdı.Benim aklım Konan Doyl’a gitti.Hani Londra’nın dış mahallesi Köpekler Adasında Grinviç köprüsü ayağının kovuğunu batakhane haline getirip ceset ticareti yapan haydutlar varmış.Sharlock Holmes onları inlerinde yakalamış.Büyük şehirlerin fesadı nerelere kadar gider?İşte böyle ceset manzarasının bile moda oluşuna kadar.
SAFİYE EROL’UN KENDİ SÖZLERİ
- Çok gezen mi bilir çok yaşayan mı? Buna kestirmeden cevap verilemez. Çok gezmek neye yarar. Afal afal dolaşıp, görüleni duygudan, düşüncede elemeyince dokunamayınca, çok yaşamak neye yarar. Dört duvar arasına kapanıp hayatın rengarenk kıvıl kıvıl sahnelerini göremeyince,
- Aşk, kesbi değildir, ihsanidir, yani Yaradan’ın yaratığa yüce keremidir, özenmekle olmaz.
- Gerçek aşık dilsize benzer. Onun sözü yoktur, olsa olsa sazı vardır. Vecidli ilahilere, coşkun destanlara, hoppa türkülere, kan ağlatan mersiyelere sahiptir.
- Bütün batı ülkelerini adım adım dolaştım, ne zenginlikler, ne mamureler gördüm, kasaba onların yanında saray önüne kurulmuş çergi bile değildir. Fakat ben hiçbir yerde ayağımı burada bastığım gibi basamam. Yürüdükçe toprak altındaki köklerimin tabanıma doğru filiz saldığını duyuyorum.
- Manevi sığınaktan mahrum olanlara maddi barınakta nasip değildir.
- Aşk bakir ve ergin ruhların beneksiz kristal gibi billurlaşmış vücutların imtiyazıdır.
- Ezel nasibimden bir perdedir bu, zaman zaman göç etme; atalar sözü derki: Bir karar da bir Allah. Bizim karar ve istikrar dediğimiz hep iğreti durakladır, hakikatte biz insanlar kona göçe seyrederiz. Kona göçe, bata çıka, orsa boça… Gidiş bu, alışığız, pişmişiz…
- Annelerimizden doğarız, fakat onlardan kopmuş olmayız; Sütten kesiliriz, fakat yine onlardan velev kokularını olsun besiçekmeye devam ederiz.
- Aşkı hiç mi tatmamak; yoksa tattıktan sonra yalan olduğunu anlamak ve kaybetmek mi daha ehven? Hangisi?
- Aşık olan zaten alacağını almıştır. Artık bir şey isteyemez, bundan geri o verecektir. Hep o verecektir.
- Aşk öyle bir ilahi bir zırvadır ki bütün hakikatler ona feda olsun.
- Aşk, başı sonu olmayan kerem kaynağıdır, verir verir yağdırır, gark eder; toprak mahsulü bir biçare ölümlüğü Tanrı makbulü bir ölümsüz haline getirir.
- Uluların kelamını dilde, zihinde, gönülde dolaştırmak bile insanı sorumlu kılıyor.
- En büyük acı sevip de karşılık görmemek değil, sevip de karşılık görür gibi olduktan sonra aşkın paçavra edildiğine şahit olmaktadır.
- Hayat en çok kimi sevdirirse o bizi fütursuzca silkeleyip gider.
- Aşk burcuna girmek devletine eren insan için güya kadir gecesidir, göklerin kapıları açılır, her murat hasıl olur. İnsan kendi bütünüyle teslim olursa ne ala, korkak bezirganlığa kalktı mı göklerin kapısı kapanır. Kendi de yer yüzüne bile değil yedi kat yerin dibine tekerlenir.
- Ben bir eserimde bir aşk hicranın tarif ederken, o hicranı bütün Şark kadınları namına yaşarım.
- Güzel şeyle faydalı şey bir arada olmaz. Muhteşem ağaçların meyvesi yoktur. Meyve veren ağaçlar bücürdür. En güzel binalar faydası olmayan binalardır, bir mabet ikametgah olamaz.
- Selimiye bir ufuktur. Etrafımızda fırıl fırıl dönüyor, kainat Selimiye kesilmiş. Büyük sanat eserlerinin ne demek olduğunu bir kere daha derin derin yaşadım.
SAFİYE EROL’UN ALMANYA’DAYKEN AİLESİNE GÖNDERDİĞİ BİR MEKTUP
Pederimin, anneciğimin ellerinden öperim. Beni her sorana selam. Herkese selam.
Kedi gözlü refikim. Bu sabah sevimli bir mektubunu aldım. Hemen cevap yazıyorum. Seni mektuplarında hiç birini cevapsız bıraktığımı hatırlayamıyorum. Bilakis beni cevapsız bırakan sizlersiniz. Annem mesela, ben ondan bana hemen hemen iki günde bir yazmasını beklerken, o ne zamandan beri bana bir şey yazmıyor. Paskalya tatilinde sana kedili bir kart göndermiştim. Şimdiye kadar almış olmalısın. Tekir hikayesi için sana teşekkür ederim. Çok memnun oldum. Bana hep öyle şeyler yaz. Hem ben kedi hikayesi sevmem diye kim söyledi? Pederime yazmıştım. Seyehatimi nasıl buluyorsunuz, sakın çok görmeyin haa… Ben iyi çalıştım. Bana mükafat edecek ebeveynim burada olmadığı için kendi kendimi bir seyehatle telafi ettim. Artık Almanya’nın hemen hemen yarısını tanıyorum. Bana Vareste’den bahsediyorsun. Vareste Neş’et mi? Zavallı kız. Hemen öleceğini katiyen hatırıma getiremezdim. Annesi için ne güç bir şey! O yaşta bir evlat kaybetmek. Her ne ise. Allah ebeveynine sabır versin hanım. Dürdane artık bana bir selam bile göndermiyor. Yoksa onlar ile aramız şekerrenk mi? Ağabeyimden de henüz bir mektup alamadım. Birkaç oyuncak göndermek istiyordum. Lakin birincisi malum ya beş param bile yok. İkincisi posta paket kabul etmiyor. Artık biraz sabret. Bu sene değil gelecek sene gelirken sana istediğin kadar cici bici bir şeyler getiriyorum. Bu tatillerde gelmekten vazgeçtim. İnşallah öteki yaza. Şaziye ile beraber geleceğiz hem de. Almanya’da ipekli bir çarşaf yaptırıp öyle geleceğiz. O zamana kadar da sulh olur. Tekirin yavrularına bir fatiha okudum. Tekir sağ olsun. Yine doğurur. Erikler olmaya başladı mı? Bakalım bu sene kim ağaca çıkıp da toplayacak?
Elbise için babama 120-150 Mark tutacağını yazmıştım. Sakın süslü ve muhteşem bir elbise alacağını zannetmesin. Düz lacivert, saten, üzeri kırmızı çiçekli mektup için adi bir elbise. Anneme tarafımdan rica et. Geçen sene evinde üzeri kahverengi işlemeli beyaz bir kumaş görmüştüm. Tahta sandıktan çıkartmıştı. Ondan birer bluz yaptırdım diyordu. Mümkünse o kumaşı bana göndersin. Giyeceğim yok. Beni üzmesin. Sonra içine dert olur. Belki bende Vareste gibi ahirete yollanırım. Merak etmeyin, bana bir şey olmaz. Beni görseniz, beni tanıyamazsınız. Korkunç derecede şişmanladım. Hemen hemen Atiye Hanım kadar. Beybabam Almanya’da tazıya döneceksin diyordu. Aaah, bir beni görse, baki selamlar… Safiye Sami anneciğime selam ederim… Herkese selam.
Safiye Erol’un edebiyat dünyasındaki yerini daha iyi anlatabilmek için Safiye Erol hakkında söylenmiş sözlere yer veriyoruz.
SAFİYE EROL HAKKINDAKİ SÖZLER
- Yazı hayatı boyunca günlük politika ile ilgilenmeyen Erol’un yinede tarihi olayların, insan hayatının günlük akışına etkisini göz ardı edememiş ve yazılarını bu etkilerden esinle kaleme almış. (Milliyet Gazetesi 16 Mayıs 2002)
- Okuduğum romanlar içinde insanı vermeyen, makale gibi, fıkra gibi yer yer düz bir hikaye gibi, anlatmalara soğuk bir hüzünle bakardım. Dineyri Papazı bu konu da bir istisna olarak gönlümü öptü.( A. Yağmur Tunalı)
- Safiye Erol, çağ dışı ve benzeri romancılardan üstün ve farklıdır. O her şeyden önce sanatkar mizaçlıdır. Çok kuvvetli bir romancı hassasiyetine sahiptir. Doğu-batı, eski-yeni dünya kültür mirasını iyi bilmektedir.(Halil Açıkgöz)
- Tanzimat romanıyla başlayıp, Cumhuriyet Dönemine Yahya Kemal, Tanpınar, Peyami Safa, Abdulhak Şinasi Hisar gibi yazarlarla taşınan doğu-batı karşıtlığına da 1940’lı yılların Türkçülerinden farklı yaklaşıyor Erol. Bütün erdemlerin yüklendiği bir doğu kimliğe sarılıp. Batıdan gelen her şeyi reddetmek yana değil.(A.Ömer Türkeş)
- Doğu ve batının medeniyetleri arası gözlemlere ve tahlillere dayanan yazar, günümüzde artık unutulmaya başlamış kültür hazinelerimize ve gönül ve ruh penceresinden ışık tutuyor. (Muhsin Öztürk)
- Safiye Erol, hayatın kendisine eşit tuttuğu İslam Türk Dünyası’nda ve iyi insanlar kadar sevdiği kedilerinden ayrılırken üzgün değildi, dudaklarında o hanımefendi gülüşü vardı; Çünkü o, Adem ile Havva’dan beri istisnasız sürüp giden, gene istisnasız olarak kıyamete kadar sürecek olan insan macerasını pek güzel ve en doğru şekilde hükme bağlamıştı, çünkü o Müslüman bir Türk Hanımefendisiydi. (Tarık Buğra)
- Safiye Erol Kadıköy’nün romanından itibaren romanlarında daima bir kadın duyarlılığı ve bakış açısıyla yaklaşmaktadır. (Halil Açıkgöz)
- Yazar aşkın derinliklerine insan ruhunun karanlık labirentlerine en ince ve mahrem noktalarına ulaşmak; yüceliğin ve düşünün bütün merhalelerini çizmek arzusunda. (Mustafa Kutlu)
- Safiye Erol çağımızın avare ve vefasız çocukları için fazla gelen bir dozdu. Bunu çok iyi bilir, anlar ve müsamaha ile karşılardı. Esasen onun en büyük hasretlerinden biriydi. Bu engin müsamaha… (Nezihe Araz)
- S. Erol’un Ciğerdelen adlı eseri serhat tarihimizin ikiyüz yıllık bir dönemini billurlaştıran; evlad-ı fatihanın trajedisini günümüzdeki insanların hayatı ile ilgili şekilde birleştiren bir eserdir. (Prof. Dr. Sadık Tural)
- Türk kadınları arasında yeri çok büyük olan Safiye Erol’un gönlü maneviyata o derece açıktı ki, çocukluk ve ilk gençlik senelerini yad ellerde geçirmiş bir kimsenin bu derece imana yatkın olabileceğini düşünmek dahi hatıra gelmezdi. (Samiha Ayverdi)
- Safiye Erol romancı olmanın ötesinde bir düşünürdü; sağlam ve derin bir düşünce yapısına sahipti. Safiye Erol, düşünen, düşünürken duygularıyla düşüncesini izdivaç ettirebilen, üslup ilmindeki ifadesiyle yazmadan evvel düşünmeyi öğrenmiş bir sanatkardır. (Prof. Dr. Kazım Yetiş)
- Safiye Erol’un kahramanları kaderlerini mahpusu gibi görünür. Fakat irade sayesinde ızdıraptan kurtulma, arınıp yeniden doğmada bir kaderdir. (Prof. Dr. Sema Uğurcan)
- Safiye Erol’u anlamak, özgün üslubunun tacına varmak belli bir olgunluk kültür birikimini de gerektiriyor. O özel bir yazar okuyucusunun da özel olması gerekiyor. (Sabahat Emir)
- Safiye Erol, bir piyasa romancısı değil, okuduğum üç roman, sözün gelişi Halide Edip’in bir çok romanında başarısız değil sağlam bir mekan kavrayışı olduğunu da söyleyebiliriz. Bu da Tanpınar dışında yazarlarımızdan pek sık çıkmaz karşımıza. Halide Edip veya Hüseyin Rahmi özgül bir yeri değil, hayali ve ortalama bir yeri anlatırlar. Oysa Erol Kadıköy’ü demişse Kadıköyü’nü anlatıyor ve Şifa’dan Bahariye’ye kaç dakika da gelineceğini biliyor. (Murat Belge)
VE YENİDEN DOĞUŞ
Yaklaşık yarım yüzyıldan beri unutuverdiğimiz. İki yıl önce kitapları yayınlandıktan sonra kültür ve edebiyat dünyamızın gündemine yerleşen Safiye Erol hakkında bir çok yayın yapılıyor. Sevindirici olan edebiyat dünyasının artık bu günahın kefaretini ödemeye başlaması. Erol’un vefat ettiği 1 Ekim 1964 tarihinden başlayan ve kitaplarının yayınlandığı 2001 yılına kadar devam eden “Sukut Suikastı” bir anma programı ile sona erdi. Her şey Safiye Erol’la ilgili olarak Türk Kadınları Kültür Derneği İstanbul Şubesi’nin Ortaköy de 16 Mayıs 2001 tarihinde düzenlediği toplantı ile başladı. Toplantı ile ilgili ilk yazım 30 Mayıs 2003 tarihinde Türkiye Gazetesi’nde yayımlandı. Yazımın başlığı “Ciğerdelen Yeniden” idi. Üç ay sonra da yazarın bütün eserleri art arda yayımlanmaya başladı. Safiye Erol’un dört romanı ve iki fikir kitabıyla tanışan okuyucu, bu güne kadar tanımadığı ve okumadığı önemli bir yazarı keşfettiğini anladı.
Safiye Erol, yaşadığı gibi sade bir şekilde dünyamızdan çekip gider. Ardından gürültü koparmadan göç eder sonsuzluk ülkesine.
Takvim yaprakları, 1 Ekim 1964’ü gösterirken her fani insan gibi Rabbi’nin “Dön” emrine uymuştur. Anlı şanlı yazarlar, gazeteciler devlet adamları cenazesinde gelmemiştir. Birkaç vefalı dost. Birkaç inanmış adam, hepsi o kadar. Onu çok seven ve fikirlerine değer veren kendisi de bugün öde dünyanın bahçelerinde yaşayan Mehmed Çavuşoğlu, vefatına şu tarihi düşer:
”Ne alemdir bu kim levh-i basarda Felaket her yanın devr ettiği dehrin / Hefadan ansızın bir rüzgar esti / Gül-i nadidesin incitti dehrin / Safiye safvetiydi gitti dehrin.”
Akif’in mısrasını hayatı boyunca yaşamıştı o: “Sessiz yaşadı, kim onu nereden bilecekti?” Yakınlarından öğrendiğimiz kadarıyla, ölümünden sonra pek gelen giden olmaz. Sâmiha Ayverdi, Nezihe Araz, Emel esin ve Tarık Buğra gibi birkaç sadık dostu hariç kendisinden pek söz eden olmaz. Karacaahmet Kabristanı Mezar Defteri’nde Safiye Erol’un 62 yaşında kalpten öldüğü belirtilirken mezar yeri 1. Ada 4975 olarak tesbit edilir.