HÜSEYIN NIHAL ATSIZ'IN SAVUNMASI
Hüseyin Nihal ATSIZ 01 Ocak 1970
DÂVÂNIN MÂHİYETİ:
Bu dâvâ, savcının iddiaya uğraştığı gibi yeni bir rejim ve yeni nizâm kurmak dâvâsı değil, Türkçülük düşmanlarının yaygarasına aldanarak kuruntuya kapılanların hiç yoktan ortaya attıkları bir açık kapıları zorlama dâvâsıdır. Bu dâvâ; gizli cemiyet, şifre, parola, telsiz, hükûmet darbesi, vatan ihaneti gibi efsanelerle dünyâyı velveleye veren şahsî düşmanlarının, boş ve hayalî iddialarını zorla ispat etmek için mâsum insanlara, gerçek yurtseverlere savurdukları iftiraların dâvâsıdır.
Kâzım Alöçün, Turancılar dâvâsını anlaşılmaz bir taassupla ne kadar yanlış bir zaviyeden gördüğünü, iddialarının ne kadar çürük olduğunu belirtmek, bunun sonunda da müdafaa hakkımı gereğince kullanmak için, iddiasının mahiyetini açığa vurup mahkemenin ve bütün dünyânın önüne sermek icap ediyor.
Savcı yerinde duran bu adam her şeyden önce yazılı vesîkaları tahrif etmiştir: Ben bedava broşür verelim diyorum, o bunu gizli broşür şekline sokuyor.
Ben Türk illerinin dünkü, bugünkü sınırları diyorum, o bunu yarınki sınırlar diye tahrif ediyor.
Ben millî ülkülerin üçüncü merhalesi cihânı kaplamaktır diyorum, cihânı istilâya kalkıştığımızı ilân ediyor.
Ölmüş devlet reisinden bahsediyorum, ölmüş reisicumhur hâline getiriyor. Ne ben acemi bir lise talebesiyim; ne de o benim tahrir vazifelerimi düzelten bir edebiyat öğretmenidir. Taşıdığı soyadı bile yanlış olan öğretmenler benim yazılarımı düzeltemez.
Kâzım Alöç yalnız metin tahrifiyle kalmamıştır: Almanlar ve İtalyanlar aleyhindeki manzûm ve mensûr yazılarım kendisince malûmken ve Almanların Balkanlara inerek Türkiyeye saldırmalarına muhakkak diye bakıldığı bir zamanda yazılmış olan vasiyetnâmem kendinin önünde iken, hele bu vasiyetnâmenin oğluma ait bölümünde Almanlar ve İtalyanlar da millî düşmanlarımız arasında sayılmışken bana faşist taklitçisi (Son Tahkikat s.31) diyerek metni tahriften daha kötü bir hakikat tahrifine tenezzül etmiştir.
Dâvâ dosyasındaki mektupları görebilseydim daha birçok tahrif örnekleri verebilirdim. Fakat bu kadarı da ispat ediyor ki Savcı Kâzım suç teşkil etmeyen yazılarımızı beğenmediği için bunlarda küçücük değişiklikler yapmakta mahzur görmüyor. Esasen savcı Kâzım hiçbir şeyi beğenmiyor. Ona göre bizim her hareketimiz bir suç teşkil ediyor: Doktor Hasan Ferit suçludur, çünkü dargınları barıştırmıştır. Orhan Şâik, o da suçludur, çünkü dargınları barıştırmamıştır. Zevcemin sıhhatini bildir diye çektiği telgraf suçtur. Onun için bu telgraf suç delili olarak dosyaya konmuştur. Orhan Şâikle birlikte Malatya ve Edirnede bulunuşum da suçtur ve Orhanın Malatyada beraberdik deyişi bir itiraftır. Bu zihniyet ve mantığa göre hakka yakın olmak için Kâzım Alöçden ırak olmaktan başka çıkar yol kalmıyor demektir ki o da bizim ihtiyârımız dahilinde değildir.
IRKÇILIK:
Irk, aynı kökten gelen insan veyâ hayvan topluluğu demektir. Arapça olan bu kelimenin Türkçesi Doğu Türklerinde uruk, Batı Türklerinde soydur. Soy dilimizde asalet ifade eder. Soylu demek asil, necip demektir. Soysuz bunun zıddıdır. Bir şeyin bozulması soysuzlaşmadır. Demek ki soyun varlığı ve iyi mânâ ifade etmesi, milletin şuurundan taht-üş şuuruna kadar, yahut taht-üş şuurundan şuuruna kadar geçmiş ve dilde temellenmiştir. Nitekim soy ve ırk hayvanların bile asillerinde, değerlilerinde aranır, yarış atlarında olduğu gibi.
Savcı Kâzım, iddianâmesinin ikinci sahifesinde 20nci asıra gelinceye kadar dünyâ yüzünde en müfrit milliyetçi memleketlerde bile kan esasına dayanarak ırk tasfiyelerine rastlanmamıştır diyor ve bunu yalnız son zamanların Alman ırkçılığı ile başlamış bir hareket diye gösteriyor. Hâlbuki tarihte ırkçılık vardır. Uzak ve yakın zamanlarda vardır. Yabancılar bile Türk ırkına övünç verecek şekilde Türk ırkçılığı yapmıştır: Arap devleti olan Abbasî İmparatorluğunun hükümdârları Türk ırkının üstünlüğünü anlamışlar, ordularını bu üstün ırkın askerleriyle kurarak kuvvetlenmişler, Türkler başka milletlerle karışarak soyları bozulmasın diye Türkistandan Türk kızları getirip Türk askerlerinin bunlarla evlenmesini kanun hâline sokmuşlar, hattâ Türkler ahlâkça da başka milletlerin tesirinde kalmasınlar diye yeni bir şehir kurarak Türk askerlerini zevceleriyle birlikte o şehre yerleştirmişlerdi. Tarihteki türlü Türk hanedanlarında hükümdârın Türk zevcesinden doğan şehzade veliaht olurdu. Osmanlı padişahı İkinci Selim, cinsî hayatta kadın rolü oynayarak Türk halkının ahlâkını bozuyorlar diye Arnavutların Anadoluya geçmelerini yasak etmişti. İkinci Mahmut, yeni kurduğu Türk ordusunda, zekâlarının azlığından dolayı Çerkezlerin miralaylıktan daha yukarı terfi etmemeleri için ferman çıkarmıştı. Vaktiyle Yeniçeri Ocağının kurulmuş olması da ırkçılığın aleyhinde bir hareket değil, onun tamamlayıcıdır. Çünkü Osmanlı ordusunun 400.000 kişi olduğu heybetli günlerde devşirmeler en çok 20.000 kişiyi geçmiyordu. Evlenmeleri yasak olan bu devşirmeler kapıkulu, yani padişahın köleleri idi. Çünkü Türk devletinde Türkten köle olmazdı.
Tarihte siyasî vakalar olarak görülen ırkçılık ilmî bir mevzudur. Ondokuzuncu asırdan beri işlene işlene kanunları bulunmuş, tam bir bilim olmuştur. Kendi tarihini bile bilmeyen Kâzımın bir ihtisas şubesi olan ırkçılıktan habersiz olması mazur görülebilir. Fakat savcı Kâzımın aklı ermiyor diye ilim inkâr olunamaz. Delilik, sara, boy, renk gibi hususîyetler irsen intikal ettiği gibi manevî hasletlerin, hattâ şairlik, musikişinaslık gibi şeylerin geçtiği de ilmî hakikattir. Musikişinas aileler, cani aileler olduğunu savcı Kâzım belki gazetelerde veyâ dergilerde görmüş, hiç olmazsa bazı filmlerde seyretmiştir.
Ailelerde irsî hususîyetler olduğu gibi ırklarda da irsî hususîyetler vardır. Yüksek ırklarda bu hususîyetler müspet hususîyetlerdir. Bu müspet hususîyetler ancak aşağı ırklarla karışma neticesinde bozulur. Yüksek ırk pek çabuk bozulur. İki müsavi ırk olan Norveçliler ile İtalyanlardan yüzer çift evlense doğacak çocukların aşağı yukarı yarısı Norveçliye yarısı İtalyana benzer. Fakat yüz Türkle yüz zenci evlense doğacak çocukların hepsi zenciye benzer. Çünkü zenci aşağı ırktır. Tesâlüpte onun hususîyetleri üstün bir yer tutacaktır. Zenciden daha üstün, Türkten daha aşağı olan öteki ırklarla yapılan karışmalarda da Türk ırkı üstün hasletlerinden yine kaybeder. Sayı ile bir örnek vermek gerekirse şunu söyleyebilirim ki; yüz Türkün yüz zenci ile evlenmesinden doğacak çocukların hepsi zenci olursa; yüz Türkün yüz Yahudi yahut yüz Arap veyâ Kürt; yahut yüz Arnavut, Boşnak, Gürcü veyâ Rusla evlenmesinden doğacak çocukların yüzde yetmişi, sekseni Türke benzemez. Bu benzemeyiş hem gövde yapısında, hem de karakterdedir.
Temiz ve üstün olan şeylerin çabuk bozulması tabii bir kanundur. Bir bardak saf suyu bozmak için deniz suyundan bir kaşık yeterse çirkeften bir damla yeter de artar bile.
İşte ırkçılık budur. Yani Türklerin maddî ve manevî hasletlerinin bozulmaması için onun yabancı kanlarla karışmamasını isteyen millî bir düşüncedir. Gerçi Anadoluyu açan atalarımız büyük şehirlerde yabancılarla biraz karışmışlardır. Fakat ırk bilgisinin verilerine göre bir topluluk yalnız belli bir zamanda karışır da sonra bu karışma devam etmezse kendi kendisini tasfiye ederek bir müddet sonra eski hâline döner. Üç göbekten beri Türk olanlara Türk derler diyen Kâzım Alöçün bana isnat ettiği söz buradan çıkıyor. Duruşma sıralarında da söylediğim gibi su katılmamış Türk olmak için üç göbekten beri Türk olmak lazımdır. Bunu söyleyen de ben değilim, ilimdir. Almanlar Yahudilere, Amerikalılar da zencilere karşı ilmin bu kanununu tatbik ederek üç göbek ilerisine kadar kanında Yahudilik veyâ zencilik bulunan insanları kendi milletlerinden saymamaktadırlar.
Demek ki Türk milleti dışarıdan gelen yabancılarla aralıksız olarak uzun zaman karışırsa sonunda bir daha eski hâline gelemeyecek şekilde bozulur, maddî ve manevî üstün vasıflarını kaybeder, neticede de tarihte büyük rol oynayan kahraman Türk olmaktan çıkarak Türkçe konuşmasına, kendisini Türk saymasına rağmen tarihte hiçbir rolü olmayan geri ve kaba ırklar derecesine iner. Bunun sonu yıkılıştır.
Hiç şüphesiz her millet kendi arasındaki yabancılardan bir takımını eritip kendisine benzetebilir ve benzetmiştir. Türkler de Türkiyedeki dokuz asırlık hayatlarında kendi yapılarının kaldırabildiği kadar yabancıyı eritip kendilerine benzetmişlerdir. Bu kadarı Türk kanını ve Türk içtimaî yapısını bozmaz. Fakat yabancılar sonu gelmeyerek Türklükle karışacak olursa nihayet Türk kanını, bunun neticesinde de Türk seciyesini ve ahlâkını bozar. Bunu fizyolojik bir uzviyetin yabancı maddeleri sindirip eritmesine benzetebiliriz. Bir vücut nasıl yabancı maddelerin ancak kendisine yarayacak olanını hazmedip fazlasını kendisinden atıyorsa içtimaî birer uzviyet olan milletler de aynı şekilde harekete mecburdurlar. Fizyolojik bir uzviyet hazmedemediği ve çıkarmaya mecbur olduğu maddeleri çıkaramadığı taktirde nasıl zehirlenirse içtimaî uzviyet olan milletler de temsili kabil olmayan unsurları çıkaramadığı taktirde zehirlenmeye mahkûmdur. Fizyolojik uzviyetin hazmedemediği maddeler nasıl o uzviyetten sayılmazsa ve uzviyet tartılırken nasıl bu gibi temsil olunamamış maddeler hesaba katılmazsa bir milletin tartısı demek olan nüfus sayımında da temsil olunmamış tortular o milletten sayılamaz. Temsil olunmamış yabancıları o milletten saymak hazm olunmamış gıdaları insan vücudundan saymaya benzer.
Yabancı unsur kendisini o vatana kan bağı ile bağlı görmediği için; kendisini asıl milliyetinden vazgeçmeye mecbur eden millete karşı içinden kin duyduğu için, o milletin içinde yalnız kendi hususî menfaatlerini güder. Fırsat bulduğu zaman ihanetten çekinmez. Tarihteki en büyük imparatorluklar olan Roma, Abbasî ve Osmanlı İmparatorlukları, içlerindeki yabancıların fesadından ve bunların yüksek mevkilere geçmelerinden dolayı yıkılmışlardır. Bir devlet kuvvetli iken ona hizmet eden yabancılar daima görülmüştür. Onaltıncı asırda Osmanlı Sadrazamı olan Hırvat dönmesi Sokullu Mehmet Paşa Turancılık yapmış, Ondokuzuncu asırda İngiliz Başvekili olan Yahudi Lord Bikonsfild İngilterede Yahudi aleyhtarı kanunları çıkarmışlardır. Fakat bunlar arızîdir. Türk tarihi, yabancıların birkaç hizmetine karşılık binlerce ihaneti ile dolup taşan bir ibret tarihidir. Çine sefere çıkan Türk hakanını zehirleyen Çinli prensesten Şerif Hüseyine, Çerkez Etheme ve Kürt Şeyh Saite kadar binlerce vakası olan bir ihanetler tarihidir. Memleketin öz çocukları ise hizmet etmek için yüksek mevkilere geçmeyi beklememişlerdir. Her yerde, her zaman, her şart içinde sessizce, gösteriş yapmadan hizmet etmişler, kan ve can vergisi vermişlerdir.
Türk milletinin gözünü açmak için ileride büyük ciltler hâlinde neşredeceğimiz bu ihanet silsilelerini burada saymaya imkan yoktur. Yalnız, eğer açılabilirse, savcının gözünü açmak için burada birkaç tarihi vakayı anmakla iktifa edeceğim:
1. Namık Kemalin büyük dedesi olan gazi ve şehit Topal Osman Paşa Nadir Şahla savaşırken Osmanlı ordusunda bulunan Araplar ve Kürtler topyekûn ihanet ederek ordumuzun bozulmasına sebep olmuşlardır.
2. Balkan harbinde, Sırplarla yapılan Kumanova meydan savaşında Osmanlı ordusundaki Arnavutlar yine topyekûn ihanet ettikleri için ordumuz savaşı kaybetmiştir.
3. Yine Balkan harbinde Selaniki müdafaa edecek olan 40.000 mevcutlu kolordunun kumandanı Arnavut Tahsin Paşa, tek fişek atmadan şehri ve kolorduyu Yunanlılara teslim etmiştir.
4. Birinci Cihan Harbinde Araplar İngilizlerle, Ermeniler Ruslarla birleşerek ordularımızı arkadan vurmuşlar, Türk esirlerini kesip doğrayarak örneksiz vahşetler yapmışlardır.
5. Türk milletinin idam fermanı olan Sevr barışını ancak Ermeni aslından Damat Ferit, Arap Hâdi ve Arnavut Rızâ Tevfik imzalamıştır. Rızâ Tevfik imzada kullandığı kalemi Amerikan Kollejine hediye etmiştir.
6. Mütareke yıllarında Nemrut Mustafa diye anılan Kürt Mustafa Divân-ı Harbi sırf ırkî bir taassupla Türk vatanperverlerini idam etmiş, Ermeni tehcirlerini bahane göstermiştir. Ermeni tehcirini yapan Türkleri idam etmekle İstiklâl harbine iştirak eden Türkleri idam etmek arasında mahiyet farkı olmasa gerektir.
7. Kurtuluş savaşında Çerkez Ethem ve yardakçıları Düzce ve Bolu havalisindeki Çerkez ve Abazalar topyekûn millî dâvâya ihanet etmişlerdir. Bunların bir kısmı Balıkesir havalisinde bir Çerkez Devleti kurmaya kalkışmışlardır.
8. Kurtuluş savaşından sonra Doğu Anadoludaki Kürt ve Zazalar topyekûn isyan ederek ayrı devlet kurmak sevdasına kapılmışlardır.
9. Daha sonra Türk ordusunda bir yüzbaşı olan Kürt İhsan Nuri, Ağrı Dağındaki Kürtlerle birleşerek ve yabancılardan yardım görerek bir isyan hareketi yapmıştır. Dikkate değer ki İhsan Nuri, kumanda ettiği bölüğü de bu isyana sürüklemek istediği hâlde Kürt efrat kendisine uymuşlar, fakat Türk erat bunu kabul etmemişlerdir.
Asırlardan beri içimizdeki yabancılardan gördüğümüz ihanetler Türk halkında aks-ül amel ve öfke doğurmuş, Aydın illerinde bir millet kahramanı gibi hâlâ anılan ve adına kitaplar çıkarılan Çakırcalı Efe, bu kahraman dağ şövalyesi Arnavut ve Çerkez mezarlığı yapmaya and içmiş ve andını yerine getirmişti.
Türk milleti içimizdeki yabancıları, gerek bize yaptıkları fenalıkları, gerek ahlâksızlıkları yüzünden daima aşağı görmüş, tehzil etmiştir. Halkın içinde ve kitaplarda yaşayan tabirler, darb-ı meseller ve fıkralar yabancılara karşı Türk ırkının tiksintisini, gururunu, telâkkisini, inancını göstermektedir.
Savcının anayasaya aykırıdır diye bize yapıştırmak istediği ırkçılığı devlet bilfiil tatbik etmektedir: Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü ile askeri okullar ve Hemşire Okuluna ancak Türk ırkından olan öğrencilerin alınması; 2510 sayılı iskan kanunun 7, 9, 10, 11, 13ncü maddeleriyle iskan muafiyetleri nizâmnâmesinin üçüncü, dördüncü maddeleri; Millet Meclisi tarafından kanunla kabul edilen İstiklâl Marşının ve Harp Okulu Marşının Türk ırkını terennüm etmesi, hep ırkî görüşün mahsûlleridir.
Benim ırkçılıktan dolayı hesap verdiğim şu dakikada, Istanbul Emniyet Müdürlüğünün birinci şubesinde, birinci kısmın bir masasında oturan bir memur bazı genç öğrencilerin Türk ırkından olup olmadığını incelemekle meşguldür.
Bundan birkaç yıl önce Atatürke suikastla itham olunarak Ankarada muhakemesi yapılan Ali Saipin dâvâsında, Savcı Baha Arıkan Ali Saipi Kürt olmakla itham etmiş ve Kürtlüğü bir suç gibi yüzüne çarparak Kürt olduğu için devlet başkanına suikast yapabileceğini ileri sürmüştü. Yani o zaman bir savcı ırkçılık yapmıştı. Bugün ise başka bir savcı ırkçılığı yurda ihanet gibi göstererek ırkçıları itham etmektedir. Devletin kanunları savcıların keyfine göre ayrı ayrı mânâlar alamaz. Millet fertleri de savcılar, kanunları başka başka anlıyor diye oyuncak yerine konulamaz. Ya odur, yada budur. Ceza kanunumuzun birinci maddesi kanunun sarih olarak suç saymadığı bir fiil için kimseye ceza verilmez demesine, devletin orduda bilfiil ırkçılık yapmasına göre demek ki ırkçılık suç değildir. Suçsa asırlardan beri ayrı cemaat teşkilâtları, yalnız kendi aralarında evlenmeleri, dini törenleri ve ayrı mezarlıkları ile bilfiil ırkçılık, hem de Yahudi ırkçılığı yayan Selânik Dönmeleri niçin cezalandırılmıyor da, bu vatanın hakîkî sahipleri ve bekçileri olan biz Türkler fikir ve nazariyat sahasında kalmış olan ırkçılığımız için takibâta uğruyoruz?
Başvekil Sarâçoğlu Şükrü, 5 Ağustos 1942de Millet Meclisinde verdiği nutukta: Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve lâ-akal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir diyerek kan, yani ırk esasını kabul etmişti.
26 Birinci Teşrîn 1941 Pazartesi günü çıkan gazetelerde Istanbul halkına bir veda demeci neşreden eski Örfî İdare Kumandanı Ali Rızâ Artunkal Türk Milletine değil, asil ve temiz Türk ırkına hitap etmişti.
Görülüyor ki eski Örfi İdare Kumandanı asil ve temiz Türk ırkından bahsederken yenisi ırkı inkâr ederek ırkçılığı vatan ve millet ihaneti sayıyor. Bunların hangisi doğrudur? İkincisi doğru ise niçin Ali Rızâ Artunkal, Sarâçoğlu Şükrü ve orduya bilfiil ırkçılığı koyan Çakmakoğlu Müşir Fevzi Paşa hazretleri de bizim aramızda değildir? Adaletin eşit olması için aynı suçu işleyen bütün insanların aynı takibata uğraması icap eder. Aksi taktirde adalet yerine getirilmiş olmaz.
Irkçılık resmî neşriyatla da teyid edilmiş, maarif vekâleti neşriyatında, bilhassa inkılap derslerinde son haddine varmıştır. Mahmut Esat Bozkurtun İnkılâp Tarihi Kürsüsünden verip bastırdığı takrirler Türk gençlerinin kalbindeki yankısını hâlâ kaybetmemiştir. Eski bir adliye vekilinin, resmî bir hükûmet organı olan kürsüden devletin bugüne ve yarına muzaf düşüncelerini gösteren bu takrirleri vermesi dikkate değerdir.
Irkçılığı; kabul ettiği iskan kanunuyla sade Millet Meclisi, askeri okullarda tatbik ettiği usulle ordu, 5 Ağustos 1942 nutkuyla başvekil, neşrettiği kitaplarla maarif vekâleti ve üniversite yapmış değildir. Şimdiye kadar ikisi de benim tarafımdan olmak üzere çıkarılan Türkçü dergilerde de ırkçı neşriyat yapıldığı, bunda benim geniş bir payım olduğu hâlde ne Örfi İdare, ne Müdde-i Umûmîlik, ne Emniyet takibat yapmamıştır. 1931den 1941e kadar suç olmayan bir fiilin, ceza kanununda değişiklik olmadığı hâlde 1944te birden bire suç diye vasıflandırılmasının hesabını vermeye mecbur olan ben değilim, Savcı Kâzımdır.
Irkçılık Türkiyede yabancı ırkların tesanütüne karşı bir aks-ül amel olarak doğmuştur. Azınlıklar hususî cemaat teşkilâtları, Türklerle karışmamak hususundaki gelenekleri, birbirlerini koruyan tesanütleri, ayrı mezarlıkları, ayrı dilleri ve dinleri, ayrı mektepleri ve soyadlarıyla kendi ırkî hüviyetlerini inatla sakladıkları, yani memlekette Türklükten başka ayrı millî hüviyetler yaşatarak millî birliğe engel oldukları, Türkiyeyi yirmi parçaya ayırdıkları hâlde bunun suç sayılmayıp da onların bu ayırımcı ve bozguncu hareketine karşı millî bir reaksiyon gösteren, memlekette tek ve rakipsiz bir Türk ırkından başka hiçbir ırk kalmamasını isteyen, yani Türkiyenin manevî birliğini özleyen Türklerin, bu memleketi bin bir parçaya ayırmakla itham edilmesi gibi bir düşünceye tarihin hiçbir çağında, hiçbir yerde, hiçbir millette rastlanamadığı gibi bugünkü hukuk telâkkileri de buna müsaade etmez. Kâzım Alöçün inatla müdafîliğini yaptığı başka ırklar, her vesîle ile kendilerini Türkten ayrı saymakta devam ettiklerini gazetelere verdikleri ilânlarla da göstermektedirler. Mahkemenize sunduğum iki gazetedeki ölüm ilânları sözlerimin delilidir. Birinde (4 Kânun-ı evvel 1944 tarihli Akşamda) Ümerâ-yı Çerâkeseden Murat Beyin kerimesi İsmet Hanımın, öbüründe de (30 İkinci Teşrîn 1944 tarihli Cumhuriyette de ) maruf Tüccar Sabri Süleymanoviçin acı ölümlerinden bahs olunuyor. Irkçılığı millî tefrikacılık sayanlar ve hele bu hususta isterik bir hassasiyet gösteren Kâzım Alöç bu ilânları görmeli, Çerkezlik ve Boşnaklık iddiasının gösterili şekilleri olan bu ilânları verenler hakkında takibat yapmalıydı.
Burada kendiliğinden bir sual vaki oluyor: Madem ki ırkçılık Kâzım Alöçe göre yanlış, sakat bir zihniyetti, o hâlde niçin kendisi bizim ırkımızı aramak sevdasına kapıldı? Niçin Barımanın, Rehânın, benim ve zevcemin ırklarımızı aramaya kalkıştı? Burada dördüncü göbek babam hakkında savurduğu Rumluk iftirasını da ret etmeye mecburum. Belki bunun yeri burası değil gibi gözükür. Doğrudur. Fakat o duruşmam sırasında buna matuf sözlerim durdurularak bunları müdafaama bırakmam mahkemece bana ihtar olunduğu için ben de bu ihtara uyarak bu meseleyi şimdi ele alıyorum:
21 Temmuz 1944 Cuma günü ilk sorgum yapılırken Kâzım Alöç vasiyetnâmemdeki şeceremi mevzu-ı bahis ederek: siz dördüncü göbek babanızı bilmiyorsunuz ama biz tahkik edip öğrendik demiş ve kimmiş? diye vaki olan sualime de tabii bir Türk köylüsü diye cevap vermişti. 22 Temmuz 1944 Cumartesi günü yapılan ikinci sorgumda dördüncü göbek babamın Rum olduğunu, çünkü Pontustan göçerek Midi köyüne geldiğini söylemiş, bu malûmatın nereden elde edildiği hakkındaki sualime de mütehassıslara yaptırılan inceleme ile diye cevap vermiş, fakat bu hayâlî mütehassısların kimler olduğunu bildirmemişti. Aynı gün zevcemin yine vasiyetnâmede bulunan şeceresini mevzu-ı bahis ederek onun da tahkik edildiğini ve doğru çıktığını, Rehâ hakkında yapılan incelemede de Rehânın Berberî ırkından olduğunu tespit ettiklerini ve bu Berberîliğin uzak değil, ikinci atadan geldiğini söylemişti. 7 Eylül 1944te okuduğu son tahkikat kararında ise Rumluğu biraz daha yaklaştırarak dördüncü göbek babamdan üçüncü göbeğe indiriyor ve dedemin babası için dönme olduğu mervî Ahmet diyor. Bu kadar mühim ve tarihi bir dâvâda bir savcının rivayetlerle değil, riyazî katiyetlerle söz söylemesi icap ederdi. Duruşma sırasında, Midi köyünde yaşayan doksan yaşındaki bir ihtiyârın (ki Kâzımın mütehassıs dediği adam herhâlde bu olacak) sözlerine atfen bu rivayetin çıktığını itiraf eden savcının biraz içtimaîyat bilgisi olsaydı bir soyadının ancak uzun bir zamanda teşkil edeceğini, bir dönmenin veyâ oğlunun Çiftçioğlu diye bir soyadı alamayacağını kestirirdi. Biraz Türkiye coğrafyası bilseydi başka yerlerden Gümüşhane Vilâyetine bir muhaceret değil, toprağı verimsiz ve taşlık olan Gümüşhane vilâyetinden dışarıya doğru bir göç olduğunu bilirdi. Biraz istatistik yıllıklarını karıştırmış, eski ihsâî malûmata bakmış olsaydı Türkiyenin 63 vilâyeti arasında yüzde hesabiyle Türklerin en kalabalık olduğu vilâyetin Gümüşhane olduğunu görürdü. Tarih ve etnolojiye biraz vukufu olsaydı Gümüşhane vilâyetinin Bayındır Türkleriyle dolduğunu, Fatih Sultan Mehmetin de buraya Amasyadan bir yığın Türk getirdiğini hatırlardı. Hepsinden sarf-ı nazar biraz mantıkî düşünebilseydi Karadeniz kıyılarında balıkçılık eden Rumların Zıgana Dağlarını aşarak Dorula gelip çiftçilik yapamayacaklarını, sahil ahâlisinin daima sahillere hicret ettiğini düşünebilirdi. Bütün bunlardan sonra beni bütün psikolojimle tanımak iddiasında bulunan Kâzım beni cidden tanısaydı, eserlerimi okusaydı bende bir dönme torununun psikolojisi bulunmadığını idrak ederdi. Dönme psikolojisinin nasıl olduğunu Kâzım Alöç çok iyi bilir. Nihayet şunu da hatırlatmak isterim ki bugün Midi köyünde yaşadığı iddia olunan doksan yaşındaki ihtiyâr, hakikaten mevcutsa, benim ne dördüncü ve ne de üçüncü göbek babamı görüp tanımış olamaz. Babamın ve dedemin malûm olan doğum yıllarına göre bu, imkansız bir fantezidir. Mahkemeyi bir de karışık rakamlarla yormamak için bu hesapları göstermekten vazgeçiyorum. Çünkü diğer delillerim her yerde olduğu gibi burada da bir iftiraya uğramış olduğumu kafi miktarda ispat etmektedir.
Şimdi: Eski atamın ilk önce Türk, ikinci seferde Rum, üçüncü seferde rivayete göre dönme olduğunu söyleyen, yani bir meseleyi üç seferde üç ayrı şekilde ortaya atan Kâzımın sözlerinden hangisi doğrudur? Ve biz onun sözlerinden hangisine inanıp hangisine inanmayacağımızı nasıl kestiririz. Belli ki bu iftira benim ırkçılık prensibimi çürütmek için ortaya atılmıştır. Fakat çürütülemez. Farz-ı muhâl benim, ana ve baba tarafından bütün ecdadım gayr-ı Türk olsa bile yine bununla ırkçılık ülküsü çürütülemez. Çünkü ilmî hakikatler ve tarihi zarûretler, şahısların hususî durumuna bağlı değildir. Eğer ben hâlis Türk değilsem ırkçılık dâvâsını gütmem hem samimi olduğumu, hem de bu dâvânın haklı ve kuvvetli olduğunu gösterir. Çünkü ırkçılık ülküsünün zaferinde şahsî hiçbir kazancım yoktur.
Savcının ırkçılıktan dolayı bana yakıştırdığı 142nci maddenin ırkçılıkla ilgisi olamaz. Ceza kanununu iyi karıştırsın. Irkçılığı suç sayan başka bir madde bulabilirse onu ileri sürsün. Çünkü 142nci maddede zikr olunan içtimaî ve iktisadî zümreler değil; millî, ırkî veyâ kavmî zümrelerdir. 142nci madde memleketin iktisadî nizâmını bozmak ve içtimaî bir zümre olan amele sınıfının diğerleri üzerine tahakkümünü mümkün kılmak için faaliyete geçen komünistlere karşı konulmuştur. Komünistler için kullanılan madde, komünist düşmanları için de kullanılamaz. Irkçılığı reddetmek günün birinde bu devletin başında Yahudi bir devlet başkanı, yahut Ermeni bir başvekil, zenci ordu kumandanları, Çingene profesörler görmeye razı olmak demektir. Irkçılığı inkâr etmekle savcının böyle bir duruma razı olduğu anlaşılıyor. Fakat ben asla kabul etmeyeceğim.
TURANCILIK:
Turancılığa gelince: Bunun hakkında fazla söz söylemeyi lüzumsuz buluyorum. Dünyânın hiçbir yerinde kendi devletini büyütmek isteyenlere vatan haini denmemiştir. Biz Ziya Gökalpın , Mehmet Eminin şiirleriyle beslendik. Haritalarda, ırkımızın yaşadığı yerlere baktık. Milletimize fenalık edenleri tarihte okuduk. Ve millî kini ateşten damgalar gibi kalbimize yazdık.
Irkçı ve Turancı olduğumuz için vatan ve millet haini olduğumuzu gazetelerde ilân eden örfi idare kumandanıyla duruşmamızı yapan hakimlerin garip bir tesadüfle hep Turancılığa ait adlar taşıması Allahın bir lütfu ve bir ihtarıdır. Mahkeme reisi generalin soyadı olan Yazgan katip mânâsına gelen bir kelimenin Türkistan telaffuzudur. General pekalâ Yazan veyâ Yazıcı diye bir soyadı alabilirdi. Bunun Türkistan telaffuzuyla olan şeklini almakla hiç şüphesiz kalbinde oraya karşı olan sevgisini göstermiştir. Albayın soyadı Kaan Turan İmparatorlarının unvanı olan bir kelimedir. Hakim Osman Cevdetin soyadı olan Erkut Altay destanlarındaki bir kahramana aittir. Fazla olarak millet meclisi reis vekîlinin Günaltay, bir orgeneralin Altay, genelkurmay başkanının Omurtak, Isparta mebusunun Turan soyadlarını taşıdığını, Turan diye bir vilâyet gazetesi çıktığını zikredebilirim. Görülüyor ki Turan ülküsü ve sevgisi bütün milletin gönlünde, şuurunda, taht-eş şuurunda yaşamakta, biz farkına varmadan soyadlarımıza kadar geçmektedir.
Bir gözcü nasıl yalnız sağ gözü tedavi ile iktifa edemezse bir Türkçü de öylece yalnız Türkiye Türklerini düşünmekle kalamaz. Nitekim hükûmet de dış Türklerle ilgisini kesmemiş, ilk uygun fırsatta Antakya Sancağını ilhak etmiştir. Halep ve Musul da millî misaka dahildir. Antakyayı istemekle ırkımızın beşiği olan ülkeleri istemek arasında mahiyet farkı yoktur. Kimseden haksız bir şey talep etmiyoruz. Atalarımızdan kalan mirasın, mefahirimizin gömülü olduğu toprakların bizim olması ülküsünü kalbimizde taşıyoruz. Oraları unutmamak istiyoruz. Ben bunları şahsım için istemiyorum. Oralarda çiftlik yahut apartman yapacak değilim. Milletim için düşündüğüm haklardan dolayı da kimse bana vatan haini diyemez. Bu çirkef iftirayı iadeye tenezzül etmiyorum. Kimin hain, kimin vatanperver olduğunu tarih tayin edecektir. Hattâ etmiştir bile..
Mahmut Esat Bozkurtun Atatürk İhtilâli adlı kitabında ve Adsız Mecmua, Orhun, Bozkurt, Çınaraltı ve Tanrıdağ dergilerinde Turancılık için çıkan yazılardan hiçbirinin takibe uğramaması bir gaflet eseri değildir. Çünkü bir devletin 1931den 1944e kadar gaflet etmesine imkan yoktur. Kanunlarımızda Turancılığı suç sayan musarrah bir madde olmadığı için şimdiye kadar kanunî takibat yapılmamıştır. Anayasamızda Turancılıktan bahis yoktur. Fakat Anayasamızda ahlâktan da bahis yoktur. Kâzım Alöçün mantığı ile yürürsek ahlâkı müdafaa eden insanları da anayasanın ana vasıflarını bozmakla itham ederek cezalandırmak icap eder. Turancılığın yüksek bir ülkü, uğrunda can verilecek millî bir fazîlet olduğunu ben tespit ettim. Suç olup olmadığını da mahkemeniz takdir edecektir.
HÜKÛMETİ TAHKİR:
Hükûmeti tahkir ettiğim hakkında Kâzım Alöçün dayandığı en sağlam delil Cihatın ifadesidir. Cihat hakkında ise mahkemeniz elbette bir kanaat edinmiştir. Rehânın seni Nafıâ Vekili yaparız diye yaptığı bir şakayı doğru sanacak kadar şuurdan mahrum ve irsîyetinde delilik olan Cihadın, hükûmeti tahkir ettiğim yollu ifadesinin hukukî değeri olabilir mi? En yakın vakaları bile hatırlayamayan ve ifadelerine daima kati olarak hatırlayamıyorum ama diye başlayan Cihatın, 1941de hükûmete sövdüğümü nasıl hatırlayabildiği düşünülmeye değer. Duruşma sırasında İsmet Rasinin dört kişilik küçük otomobiline, aralarında Hazma gibi iki kişilik yer kaplayacak birisi de dahil olmak üzere yedi kişiyi sığdıran; Çınaraltı idarehanesindeki tesadüfî bir konuşmayı kapalı perdeler arkasında yapılmış esrarengiz bir toplantı gibi gösteren bu bozuk beyinli mütereddî 27 Kânun-i evvel 1944 çarşamba tarihli duruşmada, öğleden sonraki celsede hükûmete sövdüğümü pek hatırlayamadığını ifade etmiştir. Öteki maznunlar da bunu teyit etmiştir.
Rehânın aleyhimde verdiği ifadenin bana kanuni bir suç tahmil edip etmeyeceğini bilmiyorum. Emniyet Müdürlüğünde işkence odasındaki feryatlarını kendi hücremden ızdırapla dinlediğim, mahkemede ilk tahkikattakine aykırı ifade verirse yeniden aynı işkenceye sokulmakla tehdit edildiğini bildiğim Rehâ, benim gibi bir maznun olan Rehâ hakikaten onun yanında hükûmeti tahkir etseydim, aramızdaki düşmanlığın en had devrinde yazdığı, benim için iftiralar taşan kitabına bunu almaz mıydı?
Cemal Oğuzun sözlerine gelince : Duruşma sırasında her şeyi zuhûlle izah eden bu Filorinalı Nazımın hayr-ül halefi hakkında mahkemeniz bilhassa yaptığı o manzum müdafaadan sonra tam bir kanaat edinmiştir. Tam bir kemalist olduğunu söyleyerek Turancılığı reddetmesine rağmen manzumelerinde boyuna Turandan bahsetmesi bir zuhûldür. Irkçılığı kabul etmemesine rağmen bir mecmuada ırkçılığı benimsemesi yine bir zuhûldür. Ankara gençliğinin bana gösterdiği konukseverliği kendine inhisar ettirmesi: O da bir zuhûldür. Ülkü ve feragat sözü ağzından düşmediği hâlde kitabını sırf çok satılıyor diye Aylı Kurt yayını olarak bastırmak istemesi, yani adî bir ticarî maksatla hareket etmesi de elbette zuhûldür. Kendisini altı yıldır tanıdığım hâlde benimle 12 yıllık aile dostu oluşu, tabii yine bir zuhûldür. Velhasıl bu zavallı mahlûkun bizzat kendisi bir zuhûldür. Tabiatın ve hilkatin zuhûlü.
Onun manzume kitabından sırf Atatürk ve İnönü adlarını çıkardığım hakkındaki sözlerinin bir zuhûl olması icap eder. Çünkü ben bu kitaptan Atatürkü ve İnönünü değil, dalkavukluğu çıkardım. Bir ismi bir kitaptan çıkarmak hakaret değildir. Fakat bazen bir ismi bir kitapta bırakmak o isme hakaret olabilir. Ahlâk ve sanat endişesiyle yaptığım, kendisince de malûm birkaç düzeltmeden dolayı, manzumelerinde ordulara meydan okuyan; ölümü, azabı hiçe sayan bu sahte kahramanın, ilk işkence tehdidi karşısında ödü patlayarak kendisini kurtarmak için bana zuhûlen iftira atacağını nereden bilirdim? Onun manzumelerinden münhasıran Atatürk ve İnönü adlarını çıkarmış olsam bile hakaret bunun neresinde? Bunu hakaret saymak da savcının bir zuhûlü olsa gerek.
Fiilen veyâ matbuat sahasında muhâsama yapmadığımız diğer maznunlar ve şahitler benden tahkir yollu söz işitmediklerini ittifakla bildirmişlerdir. Geriye savcının elinde kala kala Tevete ve Sançara yazılmış mektuplar kalmaktadır ki bunda da aleniyet olup olmadığını mahkemeniz takdir edecektir. Savcı Kâzım zoraki bir aleniyet yaratmak için çırpınmakta ve hiç kimseye gösterilmemiş olan vasiyetnâmemi de suç delili gibi ortaya sürmekte ise de gayreti boşunadır. Kâzım Alöçün dostu olsaydım, onun da böyle baştan başa vatanperverlik ve ahlâk dersi olan bir vasiyetnâmesi bulunmasını temenni ederdim. Onun yerinde olsaydım bunu sahibine iade ederdim.
Kimsenin görüp bilmediği vasiyetnâmemde bazı şahısları sevmediğim için beni hiçbir kanun, hiçbir mahkeme mahkûm edemez. Ben herkesin sevdiği insanları sevmeğe mecbur değilim. Hele psikanalizin ortaya koyduğu hakikatlerden sonra; taht-eş şuurlarındaki zulmetlerle, gönüllerinde yaşayan ifritlerle hiçbir insanı sevilmeye layık bulmuyorum. Bütün didinmelerden sonra büyük kainat manzumesinde meçhul bir zerre olacağımızı düşünüyor ve bu kadar boş bir neticeye varmadan önceki şu kısa misafirlikte insanların vicdanına karışmak hamakatını gösterenlere acıyorum. Hiçbir hakîkî bahtiyarlığın bulunmadığına kâni olduğum dünyâda tek vazife ve teselli bildiğim ülkü, şahıslardan sıyrılmış yüksek bir duygu ve düşüncedir. O, çirkin yüzlü ölümü bile güzelleştirip bir sevgili gibi bağrımıza bastırır. Hayatın zehir zenberek kasırgalarını ruhumuzda nisan rüzgarı gibi estirir. Acıların önünde bizi granit heykeller gibi susturur. Ben bu yolun üzerindeyim. Onun içindir ki oğluma zengin olmasını, bahtiyarlık için çalışmasını değil, Turanı kurtarmak için yapılacak kutlu savaşta şehit olmasını vasiyet ediyorum. Savcı beğenmese de, bütün dünyâ hoşlanmasa da ben böyleyim işte Vasiyetnâmeyi suç saymak insanların beyinlerinden geçen düşünceleri suç saymaya benzer. Acaba Kâzım Alöç yirmiüç maznunun kafalarında kendisi için dolaşan mahrem fikirlerden dolayı da herhangi bir kanunî maddenin tatbikini isteyebilir mi?
ANKARA NÜMAYİŞİ :
Savcının hakkımdaki iddialarının en garibi Ankara nümayişini hazırladığım hakkındaki sözleridir. Duruşmada elbette anlaşılmıştır ki bu nümayişi hazırlayan ben değilim. Yaradılışım ve seciyem buna elverişli değildir. Ankaraya gittiğim zaman, nümayişe iştirak etmiş olanlardan yalnız Cemal Oğuzu tanıyordum. Tanıdıkları ve avukatları ziyaret ederek, bana gelen yüzlerce gençle konuşarak geçen zamanda bir nümayiş hazırlayacak kadar vaktim acaba var mıydı? İlk defa görülen gençlerle bir nümayiş hazırlamak bu kadar kolay mıdır? Bu gençleri, farz-ı muhâl bir nümayişe tahrik etsem, beni sabahtan akşama kadar kontrol eden polisler farkına varmaz mıydı?
13 Teşrîn-i sânî 1944 tarihli duruşmada Cemal Oğuz, Tevetoğluna yazdığı bir mektuba dair söz söylerken: Atsızla Sabahattin Alinin dâvâlarına ait duruşma sırasında ıslık çalmak suretiyle Sabahattin Aliye ve onun şahsında bütün komünistlere karşı tezahüratta bulunacağımızı da yazmıştım diyor. Bu mektup, son tahkikat kararının 15inci sahifesinden anlaşıldığı üzere 21 Nisan 1944te yani ben Ankaraya gitmeden önce yazılmıştır. Nümayiş muhakkak bir kararla yapıldıysa görülüyor ki bu karardan benim haberim yoktur. 2 Mayıs 1944 günü nümayişi yapmak için Cabbar, Sait, Cemal Oğuz ve benim aramda verilmiş karar Sebat Otelinde değil, savcı Kâzımın hayalhanesinde hazırlamıştır. Nitekim bu husustaki iddiasında da bir zapt ü rapt yoktur:
1. Son tahkikat kararının 14üncü sahifesinde Cabbarla Saidin idaresinde toplanan ve adları tespit edilen 15 kadar gencin Samanpazarında toplanarak nümayiş kararlaştırdıklarını söylemektedir.
2. Son tahkikat kararının 15inci sahifesinde nümayişin Kadastro okulunda hazırlandığını iddia etmektedir.
3. Diğer taraftan nümayişin Sebat otelinde dört kişi (ben, Sait, Cabbar, Cemal) arasında hazırlandığını ileri sürmektedir.
4. İddianâmede ise Saiti bu komplodan çıkararak nümayişin üç kişi (ben, Cabbar, Cemal) arasında hazırlandığını ispata çalışmaktadır.
Duruşmadaki ifadelerinde Cabbar, Sait ve Cemal Oğuz benim nümayişle hiçbir ilgim olmadığını söylediler. Şahit Osman Yüksel ve Nezahat da bunları teyit ettiler. Yalnız Ülker aleyhime ifade verdi. Bununla beraber bu ifadenin de inanılır bir tarafı olmasa gerek. İnsan ilk defa gördüğü bir genç kıza şimdi size bir sır vereceğiz diyerek hazırlamakta olduğu suçu haber verir mi? Ülkerin nasıl bir tesir altında bu ifadeyi verdiğini belirtmek için mahkemeye şu hakikatı söylemeye mecburum: Ülker ve Nezahat amme şahidi olarak gösterildikleri hâlde hakikatte Ankarada tevkif olunarak Istanbula getirilmişler fakat Nezahatin askeri hakim olan babasının hususî müdâhalesiyle serbest bırakılmışlardır. Bununla beraber serbest bırakılma karşılığı olarak istenilen şekilde ifade vermeye icbar edilmişlerdir. Ülker, mahkeme huzurunda verdiği ifadede Istanbulda bir otelde kaldığını söylediği hâlde emniyet müdürlüğünde kalmış ve mahkemeye polis nezareti altında gelmiştir. Bunun mânâsını takdir akl-ı selime aittir.
Benim anladığıma göre Ankara nümayişi gençliğin müşterek ve fevri bir hareketidir. Cabbarın, Saitin ve İsfendiyar Barıönünün ifadelerinden anlaşıldığına göre daha ben Ankaraya gelmeden çok önce Rasih Kaplan, Reşad Şemsettin, Behçet Kemal, Rebii Barkın, Suut Kemal, Tahsin Banguoğlu gibi mebusların şifahi telkinleriyle komünistlere karşı tahrik edilen gençler Sabahattin Aliye hakaret etmeye karar vermişler; Sabahattin Ali de benimle olan duruşmasında Atsız bu dâvâyı ülkü ve dâvâsı şekline sokarsa bundan hem kendisinin hem de devletin zarar göreceğini ihtar ederim diye tehdit savurarak mahkeme salonunu dolduran Türkçü Türk gençlerini hiddetlendirip tahrik etmiş, 3 Mayıs duruşmasında mahkeme salonuna alınmayarak Adliye sarayı önüne biriken gençlerin içlerindeki kin duygusu nümayiş şekline dökülmüştür. Amme şahidi diye dinlenen Osman Yüksel ve Ülker bu nümayişin yalnız ve ancak komünistlere, yahut yeni adı ile Turoçkistlere karşı yapıldığını kesin olarak söylemişlerdir. Saitin ifadesine göre nümayiş kafilesinin başında Ankara Emniyet Müdürü Şinasinin bulunması ve kafile Ulus meydanına gelinceye kadar polisin müdâhale etmeyişi dikkate değer. Bundan sonra polisin yaptığı müdâhale, telaşlı ve izam edici bir adam olduğu anlaşılan Ankara valisinin teşebbüsü ile olmuştur. Hüseyin Namık Orkun ile çektirdiğim resmi bir suç vesikası sayacak kadar mübalağacı olan Ankara valisinin millî bir tezahürü ihtilâl sanmasının ceremesini on aydır biz çekiyoruz. Müdafaa şahidi diye gösterdiğim Ankara Emniyet Birinci Şubesi memurlarından Zühtü ve Mahmutun şahadetlerini dinlemeye mahkemeniz lüzum görmedi. Beni adım adım takip ettiklerini tevkifimden sonra öğrendiğim bu iki memur dinlenmiş olsaydı nümayişte ilgim olmadığını en salahiyetli insanlar olarak bildireceklerdi.
Maarif kadrosunda mühim yerler tutan ve vaktiyle komünizm suçundan dolayı hepsi de sabıkalı olan birkaç yerli komüniste karşı yapılan ve suçsa, tecemmüât kanununa göre vasıflandırılması gereken bu millî hareketi dallandırıp budaklandıran, benim iki şahsî düşmanım olan Falih Rıfkı ile Hasan Âlî olmuştur.
Falih Rıfkı, Ankara nümayişinden mevkuf olan gençlerin henüz polis tahkikatı (ilk tahkikatı) yapılırken Ulus gazetesinde kışkırtıcı ve iftiracı yazılarla vakayı büyütmüş, efkar-ı umûmîyede heyecan uyandırmıştır. 3 Mayısta polis tarafından tevkif olunan yüze yakın gencin henüz sorgusu bile yapılmadan Falih Rıfkı 7 Mayısta kışkırtıcı neşriyata başlamış, bu yalan neşriyat 8, 9, 11, 13, 14, 18 Mayıs tarihli Uluslarda devam etmiş, hiç yoktan ortaya bir Irkçılık-Turancılık dâvâsı çıkarmıştır.
Aleyhime dâvâ açması için Hasan Âlî ile birlikte Sabahattin Aliyi tahrik eden de yine Falih Rıfkı olmuş ve Ulus gazetesinin avukatını fahri bir hukuk müşaviri gibi Sabahattin Aliye vermiştir. Kendisini Hasan Âlî ile Falih Rıfkının tahrik ettiğini Sabahattin Ali Orhan Şâike söylemiş, Orhan Şâik de bunu duruşma sırasında mahkemeye bildirmişse de maalesef bu sözleri zabta geçmemiştir.
Hasan Âlî, bir kitabını vaktiyle Orhunda tenkit ederek cehâletini açığa vurduğum için, maarif vekâletinde orta öğrenim müdürü olduğu zamandan başlayarak bana şahsî kin gütmüş selefi Safvet Arıkanın son zamanında bir mebusun kendi kendine yaptığı teşebbüsle resmî bir liseye tayinim tahakkuk etmek üzere bulunmuşken maarif vekâletine geçerek ilk icraat olmak üzere benim tayinimi durdurmuştur.
Bütün bunlar Hasan Âlî ile Falih Rıfkının benim aleyhimde nasıl bir kinle hareket ettiklerini açıkça göstermektedir. Ankara nümayişi olunca bu iki düşman bundan istifade etmek için fırsatı ganimet bildiler. Ve bu nümayişin adeta hükûmeti devirmek için yapılmış bir ihtilâl olduğunu velvele ile etrafa yayarak fikirleri bulandırdılar.
Şimdi soruyorum: Zevceme ve benden Ankara mahkemesinin tafsilatını istemiş olan iki iyi talebeme duruşma safahatını ve Sabahattin Alinin mahkemeden kaçtığını yazdım diye beni tahrikçilikle itham eden savcı Kâzım, daha ben tevkif olunmadan ve hükûmet resmî tebliği neşretmeden önce Ulus gazetesiyle efkar-ı umûmîyeyi bulandıran Falih Rıfkı ve metamış gibi onun makalelerini günde dört defa tekrarlayan Ankara radyosu hakkında niçin takibat yapmadı? Ulus gazetesiyle Ankara radyosu olmasaydı Ankara nümayişi denilen hadise iki günde unutulup gidecekti. Bu hadise gazete ve radyolarla bütün dünyâya mübalağalı bir şekilde anlatılırken, bunu bir mektupla zevceme bildirmemin bir tahrik olduğunu iddia etmek ne demektir? Hüküm vermeyi mahkemeye ve namuslu insanların vicdanlarına bırakıyorum.
Hasan Âlînin şahsî garezle hareket ettiğinin en bariz delillerinden biri de şudur: Erenköy Kız Lisesinde tarih öğretmeni olan zevcem Bedriye Atsız 16 Mayısta tevkif edildiği hâlde tevkifinden üç gün önce vekâlet emrine alınmış, yetmişiki günlük mevkufiyetten sonra tahliye olunduğu ve vekâlete dilekçe ile başvurduğu hâlde vazifesi verilmemiş, verilemeyeceği de Hasan Âlînin imzasıyla gelen bir kağıtla kendisine bildirilmiştir. Hâlbuki aynı şekilde vekâlet emrine alınmış olan Reşide Sancar ile Ziya Özkaynak tekrar öğretmenliğe getirilmiştir. Demek ki vekâlet emrine almalar ve tayinler tamamiyle bana karşı olan kinle ayarlanmıştır. Nitekim Ankarada kendilerini ziyaret ettiğim Orhan Şâik, Hüseyin Namık, Osman Turan da sırf bu yüzden vekâlet emrine alınmışlardır.
Bu kadar büyük, adeta cihanşümul bir dâvânın sorgusunu üzerine alan Kâzım Alöç, dâvânın azameti ile uygun şahsî bir ikbal temini hevesiyle işe başlamış, müzelerdeki heybetli mankenlerin altından iki değnek parçası çıktığı gibi bu hâilevî tahkikatın altından da bir iki manyakla mâsum ve vatanperverler çıkınca, inanamamış, muhakkak resmî sözlere uygun ifadeler almak için maznunlara emniyet müdürlüğündeki yardımcıları ile birlikte her türlü işkenceler yapmaktan çekinmemiştir. İnsanların insan gibi hava ve güneş görerek yaşayacağı kocaman bir askerî cezaevi varken maznunları sıkışık, pis, bir karyolanın ancak sığdığı hücrelerinde güneş bulunmayan, yaz günlerinde musluklarından su akmayan emniyet müdürlüğü nezarethanesine niçin götürdüğü elbette mahkemenizce takdir olunmuştur.
Bütün bunlardan sonra iddianâmesinin ikinci sahifesinde benim için muvazenesizliği ile maruf olan Nihâl Atsız şecaat arz etme kabilinden huzurunuzda ölmüş bir reis-i cumhura karşı hakareti kanunlarımız suç saymaz demek suretiyle kendi şahsî kin ve ihtirası uğrunda millî mukaddesata bile dil uzatmaktan haya etmeyen vicdansız olduğunu ortaya koymuştur diyerek bana hakaret etmekten çekinmiyor.
Gerçi savcı Kâzımın haykırarak savurduğu bu küfürlerle benim şerefimin safiyeti bulanamaz. Çünkü benim şerefim bir değil, birkaç yüz Kâzım Alöçün alçaltamayacağı kadar yüksektir. Beşinci sınıf askeri adli hakim Bay Kâzım Alöç bu dünyâdan şöylece bir gelip geçecektir. Fakat ben muhteşem anamızın bağrında, yani vatan topraklarında yatarken yarınki nesiller benim ektiğim tohumun yemişlerini devşireceklerdir.
Ölmüş olan devlet reislerine hakaret kanunî bir suç değildir derken ben kanuna uygun bir söz söyledim. Kanun adamı olması gereken ve hukukî bir cevap vermesi icap eden Kâzım buna haya etmeyen, vicdansız kelimeleriyle karşılık verdi. Bu iki çirkin sıfat tarih denilen yıkılmaz ve aşınmaz kayanın duvarlarına çarptı, fakat henüz bir yankı hâlinde dönmüş ve bize erişmiş değildir. O yankı bize eriştiği zaman bu dâvâ yeniden görülecek, fakat bu sefer yanılmaz tarihin temyizsiz hüküm verdiği bir mahkemede maznun ve mahkûm mevkiinde Kâzım Alöç oturacaktır.
Mahkemede Fehimanın sorgusunun yapıldığı 29 Eylül 1944 tarihli celsede hepimize birden katiller, caniler diye bağıran; Bize Pera Palas Otelini tahsis edemeyeceğini ileri sürerek istihza kabiliyetini ispata yeltenen;
Elbette her türlü işkenceyi göreceklerdir diye şecaat arz eden;
İstediği şekilde ifade almak için anayasamızla yasak edilen işkence yollarına saparak Rehâyı, Hamzayı, Hikmeti, Osman Yükseli, Orhan Şâiki, tabutluk denilen, tepesinde beşyüzer mumluk üç ampul yanan, bir insanın ancak ayakta durabileceği kadar dar bir hücreye sokan;
Amme şahidi diye ifadesini okuttuğu Külahlıoğlu Mehmete falaka attıran;
Necdet Sancarı ne bir penceresi ne de bir hava deliği olmayan bir hücrede yirmiiki gün tutan;
Zeki Velidiyi iki gün aç bırakan;
Beni toprağın beş metre altında, küflü ve rutubetli havasında kibrit yanmayan ve eşyalar küflenen, duvarlarından lağım borusu sızan bir mezarda bir hafta tutan;
Mâsum zevcemi tevkif ettirerek yavrusundan zorla ayırıp o zaman dört yaşında bulunan küçücük oğlumu anası babası sağken öksüz bırakan bu adamın vicdansız diyerek beni tahkire cüret etmesi vicdana karşı bir iftira ve işgal ettiği makama hakarettir.
Emniyet müdürlüğünde bütün ifadeler bu şekilde işkencelerden sonra veyâ işkence tehditleriyle alınmış, ifadeler alınırken de kanuni hak ve salahiyetleri olmadığı hâlde Emniyet Umum Müdürlüğü Müdür Muavini Kamuran Çıkrık, Istanbul Emniyet Müdürü Ahmet Demir, Birinci Şube Müdürü Said zaman zaman hazır bulunmuşlar, maznunlara sualler sormuşlar, hakaret etmişlerdir.
Yirmi milyonun selameti için çırpındığını, nedense sesi titreyerek söyleyen Kâzım Alöçü bu vatanperverliğinden dolayı tebrik ederim. Fakat o yirmi milyonun arasında Yahudilerden, Arnavutlardan, Boşnaklardan önce Türk ırkından gelenlerin de bulunduğunu kendisine hatırlatırım. Anayasada yalnız 88inci maddeye saplanmamasını, mânâsını yanlış anladığı o maddeden önce 73üncü maddeyi de ezberlemesini tavsiye ederim.
Sonuç:
Netice olarak şunları söylüyorum:
1. Türkçüyüm. Türkçülük milliyetçiliktir. Irkçılık ve Turancılık da bunun şümulüne dahildir. Memleket ya bu iki temel üzerinde yükselecek veya yıkılacaktır. Irkçılık ve Turancılık Anayasaya aykırı değildir. Ceza kanununda sarahatle suç olduğu yazılmayan bir hareketten dolayı kimse suçlandırılamaz. Devlet de icraatıyla açıkça ırkçı, Hatayı ilhak etmekle de Turancıdır.
2. Yalnız gönderilenlere malûm mektuplara ve herkese meçhul vasiyetnâmeme bakılarak hükûmeti alenen tahkir ettiğim iddia olunamaz. Bunlar polisin başka bir mesele için yaptığı arama dolayısıyla elde edilmiştir. Hükûmeti tahkir ettiğim hakkında bir şikayet veyâ ihbar yapılmış değildir. Şu dakikada böyle mektuplar yazmış veyâ vasiyetnâme hazırlamış kaç bin kişinin bulunduğunu Tanrı bilir. Anayasaya göre istediğim gibi düşünmekte serbestim. Çünkü eşit adaletin hüküm sürdüğü hür vatandaşlar diyarının vatandaşıyım.
3. Ankara nümayişini hazırlamadım. Bu nümayiş mebusların teşvik ve Sabahattin Alinin tahrik ettiği milliyetçi gençliğin kalbinden kopmuş mahşeri ve millî bir harekettir. Bunu hükûmet aleyhinde bir hareket diye gösteren benim şahsî ve barışmaz düşmanlarım olan Hasan Âlî ile Falih Rıfkı olmuştur.
Sözlerimi bitirirken tarihî bir misal zikretmeden kendimi alamıyorum: Taşa tutularak öldürülecek bir maznun hakkında İsa Peygambere fikrini sordukları zaman ilk önce hiçbir söz söylememiş. Israr olununca içinizde hiç günahsız olan kim ise ilk taşı o atsın diye cevap vermiş.
Siz de, eğer bir parça olsun benim gibi düşünmüyorsanız, iyi veyâ kötü daima doğruyu söylediğime kani değilseniz istediğiniz şekilde karar verin. Siz hakimler de insan olduğunuz için belki insanlık icabı zuhûllerde bulunabilirsiniz. Fakat yanılmaz hakim olan zaman, yani tarih, hepimiz hakkında en adil kararı verecek, Irkçı ve Turancı olduğum için mahkûm olursam bu mahkûmluk hayatımın en büyük şerefini teşkil edecektir.