Bugün için... Tarihten bir yaprak
Altay Ünaltay 01 Ocak 1970
Şehidleriniz şüheda-i salifeye müjde-i zafer götürsün; sağ kalanlarınızın gazası mübarek kılıcı keskin olsun."
11 Kasım 1914'te Osmanlı Sultanı 5. Mehmet Reşat'ın orduya yayınladığı genelge bu satırlarla bitiyordu. Osmanlı Devleti 1. Dünya Savaşı'na girmişti.
Osmanlı Devleti'nin 1. Dünya Savaşı'na girişiyle ilgili kafa karışıklığı nedense bugüne dek bitmemiştir. Kimi kaynaklar kasada maaşları ödeyecek para kalmadığından devletin Alman rüşvetine boyun eğip savaşa girdiğinden, kimileri Göben ve Breslau zırhlıları komutanı Amiral Souchon'un Osmanlıyı bir oldubittiye getirdiğinden bahsederlerse de savaşla ilgili hesapsızlık ve fütursuzluğun asıl olduğu yer bizce burası değildir.
1877 - 1878 Osmanlı Rus Savaşı korkunç bir yenilgiyle bitmiş, düşman Batıda Ayastefanos'a (Yeşilköy) dek gelmiş, İstanbul'a kısa bir mesafe kalmış; doğuda Erzurum'da ise Nene Hatunların Aziziye tabyalarına savaşmaya koşmaları ancak düşman ileri harekatını engelleyebilmişti. Geniş topraklar bu savaşla kaybedildi; bunların içinde bugün Türkiye Cumhuriyeti sınırları içindeki Kars, Ardahan, Artvin ve çevresi de vardı; Erzurum artık Çarlık Rusyası ile sınır kentimizdi.
RUSYA'YLA HARP, ÖYLE YA DA BÖYLE
1914'e bu şartlar içinde gelinmiş ve ufukta bir genel savaşın kara bulutları görünmeye başlamıştı. Osmanlı Hükümeti şöyle bir stratejik değerlendirme yaptı: Çarlık Rusyası ile bir savaş daha mukadderdi. Ya kaybettiği geniş toprakları geri almak için Osmanlı Devleti bu savaşı açacak, ya da Rusya, yüzyıllık stratejisi olan sıcak denizlere inme peşinde elbet birgün Osmanlı ile bir savaş çıkaracaktı. Rusya ile teketek bir savaşın Osmanlıya zafer getirmeyeceğini tahmin etmek için elde yeterince sebep vardı; o halde çıkması mukadder bu savaş için kuvvetli bir müttefik bulmak lazımdı. Bu müttefik İngiltere veya Fransa olamazdı, çünkü her ikisi de jeostratejilerinin gereği yükselen Almanya'ya karşı Rusya ile ittifak etmişlerdi; dahası, daha önce Fransa ile ittifak yolları aranmış ve Fransa Rusya'nın müttefiki olduğunu resmen Osmanlıya bildirmişti. İngiltere ise Mısır'ı ve Kıbrıs'ı Osmanlıdan kopararak Osmanlı devletinin topraklarının korunması hakkındaki niyetini belli etmişti. Özellikle Kıbrıs'ın işgal gerekçesi çok ilginçti: "Çarlık Rusyası Doğu Anadolu'dan Kilikya üzerinden Akdeniz'e inerse İngiltere'nin bu gücü engellemek üzere Akdeniz'de bir ileri istihkama ihtiyacı vardı." Bu istihkamın daha ilerde, Doğu Anadolu'da ve Osmanlıyla birlikte kurulması hiç düşünülmüyor ve bizzat Kıbrıs'ın istilası ile birlikte bu gerekçe de İngiltere'nin Osmanlı toprak bütünlüğü hakkındaki niyetlerini kuşkuya yer kalmayacak şekilde ele veriyordu.
Dolayısıyla Osmanlı Devleti zorunlu olarak Almanya'ya ve Mihver'e döndü. Amiral Souchon, Osmanlı üzerinden Rusya'ya ikinci bir cephe açma gizli emrini Berlin'den aldığında bu Osmanlı Devleti'nin planları ile örtüştü; sonuçta Odessa, Sivastopol ve Karadeniz'deki diğer Rus limanları bu gemilerce topa tutulduğunda Osmanlı hükümeti büyük bir şaşkınlık ya da telaş göstermedi; ama göstermiş gibi yaptı. Rusya ile savaşta hem ilk hamlenin verdiği avantajı ele geçirmiş, hem Karadeniz'deki Alman gemileriyle (bunlar artık Osmanlı donanmasına katılmışlar, adları Yavuz ve Midimlli olmuştu) Rusya'ya karşı deniz üstünlüğünü sağlamış, hem de güçlü Almanya'nın yardımlarıyla zafer için eline iyi kozlar ve imkanlar geçirmişti.
Rusya'ya karşı savaş stratejisi bu idi. Ama doğal olarak Harb-i Umumi sadece Rusya savaşı boyutundan ibaret değildi. Çok geniş cephelere ve boyutlara yayılıyordu. Osmanlı Devleti bu genel savaşta İslam aleminin desteğini kazanmak ve tüm müslümanları safına çekmek için Osmanlı Sultanı'nın tüm Müslümanların halifesi olduğu iddiası üzerine oturan bir siyaset izlemeye çalıştı.
YUNUS NADİ'NİN PANİSLAMİZMİ
Abbasi Devleti yıkıldığından beri ve 18. y.y.a dek bir müslüman hükümdarın fizik hakimiyetinin de ötesinde ve bütün müslümanlar üzerinde bir manevi otorite iddiası pek alışılmamış birşeydi. 1774'te Osmanlı-Rus Harbi'nin bitişiyle imzalanan Küçük Kaynarca anlaşmasında Sultan, o zamana kadar Osmanlı İmparatorluğu'nun bir parçasını oluşturan Kırım ve Kuçhan Tatarlarının tam bağımsızlığını taahhüd ediyordu. Rus imparatoriçesinin Osmanlı mülkündeki Ortodoks kilisesine mensup Hıristiyanların hamiliğini üstlenmesi nedeniyle, Osmanlı yetkilileri de Sultan'ı Müslümanlar üzerinde mukabil bir manevi otoriteyle teçhiz etmek için (diğer ünvanlar yanında) "Halife-yi Ru-yi Zemin" (Farsça: Yeryüzünün Halifesi) olarak adlandırdılar. Zamanla ve özellikle Sultan 2. Abdülhamid'in çabalarıyla bu kabul İslam Dünyası'nda yaygınlaştı.
Ve şimdi 1. Dünya Savaşı'nın başına gelinmişti; bu anlayış ilk ciddi sınavını verecekti. Osmanlı Devleti çeşitli kaynaklarını seferber ederek muazzam bir hilafet ve İslam birliği propagandası başlattı. Bu işin için devlet ve hükümetçe yayınlanan bildiri ve risalelerin yanısıra, çoğun Teşkilat-ı Mahsusa'ya bağlı vaiz ve hatiplere başvuruldu; bunların kimi İslam Dünyası'nın şimdiki Endonezya'da bulunan Cava Adası gibi en ücra köşelerine kadar gittiler. Bunların yanısıra Osmanlı aydın ve yazarları da bu propagandaya katıldılar. Osmanlı gazeteleri halifenin kutsal savaşını öven ve müslümanları buna çağıran ateşli yazılarla doldu. Bunların içinde ilginç bir örnek İstanbul'da yayınlanan Tasvir-i Efkar gazetesi ve editörü Yunus Nadi'dir (Abalıoğlu). Yunus Nadi, Panislamist yazılarında gerçek İslam birliğinin doğmak üzere olduğu görüşünü dile getiriyordu:
"Azm ü cezm ile İslamın hayır ve selametine çalışanlara nusretler tebşir eden Rabb-ı Aziz ve Züintikamın lutf-u keremine sığınarak bipayan bir huzur ve iman ile kabul ettiğimiz harb-i halin başlangıcında bulunuyoruz. Kanaatimiz pek vasıkdır ki, bu muazzam cihad ile zalimlerin zillet ve hüsrandan ibaret olan akıbetlerini teşhir ile müyesser ve mübeşşer olacağız ... Naçar kalan İslamın Halifesi Yaradan'a sığınarak kılıcını çekti. Bu bir manevi işarettir ki, Kürre-i Arz'ın İslam ile meskun heryerinde Rusya, İngiltere ve Fransa'ya karşı gayz ve husumet velveleleri ile karşılanacaktır."
ALMAN PRODÜKSİYONU CİHAT
Bu "Cihad-ı Ekber propagandası"nın etkisi ne yazık ki çok sınırlı oldu. Müttefik kaynaklarında alaycı bir ifadeyle "Alman prodüksiyonu cihat" olarak geçen bu hilafet politikasının zayıflıkları aslında dikkatli gözler için daha önceden de farkedilmeyecek şeyler değildi. Gerçi hilafetin hükümdarlıktan ayrı olarak bütün müslümanlar üstünde bir manevi otorite haline gelmesi politikasının en büyük uygulayıcısı Sultan 2. Abdülhamid zamanında Mağrip'ten Çin'e dek birçok yerde adına hutbe okunmuş ve özellikle Hint müslümanları coşkulu bir biçimde onun üstün makamını onaylamışlardır. Şüphesiz bunda İngiliz egemenliği altında olmaları ve bir zamanların "Büyük Moğolları"nı (Babür Devleti) unutmamış olmaları da rol oynamış; Osmanlı'yı birgün elbet kendilerine yardıma gelecek büyük ve bağımsız bir İslam devleti olarak selamlamışlardır.
Hilafet Müslümanlar üzerinde manevi bir otorite olduğu sürece herhangi bir itiraz görmemiş; ancak birçok Müslüman millet Hilafet'e bağlılığı Osmanlı Devleti'ne bağlılıktan dikkatle ayırmıştır. İlk büyük örnek, Osmanlı Devleti'nden kopan Arnavut müslümanların 1. Dünya Savaşı öncesinde devlete isyan ile Hilafet'e bağlılık arasında uzlaşmaz bir çelişki görmemeleridir. 1. Dünya Savaşı sırasında Halife-yi Ru-yi Zemin'in bütün dünya müslümanları için İtilaf devletlerine karşı ilan ettiği "Cihad-ı Ekber" fetvasına, Mısır'ın gösterdiği ilgisizlik ikinci büyük darbe olmuş; Mısırlılar "üzerlerindeki İngiliz egemenliğine karşı ayaklanamayacak kadar zayıf olduklarını, ama Halife'nin orduları gelip bu esir kardeşlerini kurtarırlarsa bundan mutluluk duyacaklarını" bildirmişlerdir; ancak en büyük darbe Devlet-i Aliye'nin kendi sınırları içinden geldi.
EL AURANS
Dünyanın büyük devletlerinin ordularına karşı birçok cephenin yanısıra Ortadoğu'da da dev bir boğazlaşmaya girmiş Osmanlı orduları bir anda öz vatanını savunan bir yerli güçten işgalci güç konumuna indirildiler. Arap Lawrence'ın (ya da Arapların adlandırmasıyla "El-Aurans"ın) peşine düşen Arap direnişçiler, Hilafet siyasetinin ve Osmanlı birliğinin devri geçmiş bir güzel hatıra olduğunu ve acı gerçeklerin saatinin gelip çattığını kendi eylemleriyle gösterdiler. Osmanlı milleti, hem de birlik ve bütünlüğün en gerekli olduğu Büyük Harb günlerinde ikiye ayrılmış, neredeyse yarısı Arap bayrağı altında ayrı bir yol tutmuştu. Osmanlı ordusunun komuta kademelerini oluşturan genç subaylar Arap direnişçilerin verdiği bu acı dersi hiç unutmadı; çünkü bunun sonuçlarını ilk elden yaşayarak gördüler. Bu acı hatıra ordu içinde Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra da yaşayacaktı.
Ancak yukarıda da söylediğimiz gibi hilafet politikası tektük etkiler de gösterdi. Kuzey Afrika'da birkaç kabile Teşkilat-I Mahsusa'ya bağlı Osmanlı subaylarınca örgütlenerek İngiliz egemenliği altındaki Mısır'a saldırıldı; yer yer başarılar da elde edilmedi de değil. Mısır'da, Hindistan'da kimi küçük grevler ve gösteriler de görüldü, ya da yayın organlarında hilafete destek yazıları göze çarptı. Ama belki bu küçük tepkilerin en ilginç ve trajik olanı Avustralya'daki bir hadisedir:
BROKEN HİLL FACİASI
1915 Yılbaşı tatilinde Avustralya'nın Silverton kasabasında yaşayan aileler piknik yapmak üzere trenle yola çıkmışlardı. Broken Hill tepesinin yakınına kadar geldiler. Birden demiryolunun yanında üzerine tanınmayan bir bayrak çekilmiş bir dondurma arabası ile karşılaştılar. Daha sonra bunun Türk bayrağı olduğu anlaşılacaktı. Hemen yakınındaki siperden iki kişi ateşe başladı. Açılan ateşte piknikçilerin birkısmı öldü. Tren son hızla devam ederek olay bölgesinden kaçabildi. Vardığı ilk istasyonda durum telgrafla rapor edildi. Bunun üzerine askeri birlikler, yerel polis ve Silah Klübü gönüllüleri bölgeye sevkedildi. Bu arada aranan iki silahşör bir tahta kulübeye girmiş ve burada yaşayan bir ihtiyar adamı öldürdükten sonra tepeye doğru çekilmişti. Tepe sarıldı ancak iki yabancı silahşör yerlerini iyi seçmişti. Çatışma saatler sürdü. Sonunda biri ölü diğeri ağır yaralı ele geçti; o da kısa sure sonra ölecekti.
Yapılan soruşturma sonucu bu kişilerin Gül Muhammed adında bir Afganlı deve sürücüsü ve dondurma satıcısı ile Hintli Molla Abdullah adında bir yaşlı kişi olduğu ve yerel İslami cemaatin kasaplığını yaptığı öğrenildi. Onlar Cihad-ı Ekber çağrısını duymuşlar ve Osmanlıya savaş ilan eden Avustralya'ya karşı bir eylem düzenlemeye çalışmışlardı. Avustralyalı piknikçiler, kendileri ve hilafet politikası açısından hüsranla biten bir eylem. Hilafet politikasının incelemesi burada bitiyor.
DEĞERLENDİRME VE KARŞILAŞTIRMA
Toparlarsak bu yazıda 1. Dünya Savaşı'nın iki boyutunu incelemeye çalıştık:
1- Savaşa giriş sebepleri ve bu bağlamda genel strateji
2- Osmanlı'nın dışpolitik ve özellikle de içpolitik bir aracı olarak hilafet ve İslam birliği siyaseti
Bu iki boyuttan ilki ile ilgili olarak, Osmanlı'nın aslında Rusya'ya karşı açtığı savaşı kazandığını söyleyebiliriz. Her ne kadar Türk Ordusu Kafkasya üzerine harekatta Sarıkamış'ın Allahüekber dağlarında birçok askerini soğuk, tipi, kış ve açlığa kurban verdi ise de, eski bir askeri tabirle "muhabereyi kaybetti, ama harbi kazandı", çünkü Rusya'ya karşı savaş iyi düşünülmüş bir stratejiye dayanıyordu. Tabii bu savaşın bir başka cephesi olan Çanakkale'de Sarıkamış'tan da fazla canı kurban verdi ve bir o kadar da düşmandan can alarak onu Boğazlardan geçirmedi. Sonuçta üstün Almanya karşısında dayanmaya çabalayan Rusya'ya müttefik yardımı ulaşamadı; zayıflayan Çarlık Rusyası Bolşevik İhtilali ile çöktü ve savaştan çekildi. Bu sayede Doğu'da Kars ve Ardahan'a kadar olan topraklar kurtarılabildi. Bu, 1. Dünya Savaşı Osmanlı jeostratejik planlamasının gerçekçi ve güçlü tarafını oluşturuyordu.
Planlamanın zayıf tarafını ise hilafet makamı etrafında İslam birliği projesi oluşturuyordu. Müslümanların bu muhayyel birliği, Osmanlıya dışındaki müslümanlardan ciddi bir destek getiremediği gibi kendi iç bölünmesini de engelleyemedi. Bu da Güney cephelerinde çöküntü getirdi. Ve tabii ki, bütün bunlardan bugün için alınacak dersler var.
Eğer büyük değişiklik olmazsa Türkiye yakın bir zamanda Irak'la yapılacak bir savaşın cephe ülkesi haline dönüşecek gibi görünüyor. O zaman bu savaşı da yukarıdaki iki boyut açısından ele almalıyız:
Bu savaşa giriş sebebi ve bu bağlamda genel strateji nedir? Eğer olacaksa bir Irak Savaşı Türkiye açısından neden zorunlu ya da kaçınılmazdır?
Türkiye'nin savaşan bir ülke olarak dışpolitik ve içpolitik siyaset araçları nelerdir?
Kamuoyundaki tartışmalar ve bu dergideki diğer incelemelere bakıldığında ilk elden bu savaşı Türkiye için zorunlu ya da kaçınılmaz kılacak bir neden görünmüyor. Yine de böyle bir stratejik mülahazanın olduğunu ve bunun, Dünya Savaşı'nın Rus cephesi misali ülkemizin menfaatlerine uygun sağlam bir jeopolitik hareket planı muvacehesinde yürütüleceğini ummak istiyoruz.
Savaşan taraf olarak Türkiye'nin dışpolitik ve içpolitik siyaset araçlarına gelince, önce bir konuyu açıklığa kavuşturmak gerekiyor:
ABD'nin Irak'a karşı yürüttüğü bir askeri harekattan sonra "Irak'a demokrasi getirmek" yönlü iddiaların ciddi olarak deneneceğini varsayarsak, bunun Irak'ta serbest bırakacağı merkezkaç güçlerin çevre ülkelerde yaratacağı dalgalanmaların da Türkiye'de iyi düşünülmesinden yanayız. Bu sözden daha çok kasıt Kuzey Irak ve bu bölgede yaşayan Kürtlerdir. Türkiye, Osmanlının muhayyel "Müslüman Birliği" misali bir muhayyel bir "Türksoylular bağı" projesi ile son yıllara dek geldikten sonra şimdi, vakıanın gerektirdiği genişlikte düşünüldüğünü ve yeterince dikkatle planlandığını ummak istediğimiz, yeni adımlar atıyor. Ümidimiz, bu yeni adımların, Kuzey Irak insanlarının Güneydoğu Anadolu'ya hayranlıkla bakmalarını, ve bunun tersinin olmamasını garanti edecek şekilde uzun soluklu olmasıdır. Bilindiği gibi hayranlık emir ve talimatla sağlanmaz, eğer emir ve talimatlar hayranlık doğuracak dinamikleri harekete geçirmezse.
Öte yandan bu kaygılar ve mülahazaların Türkiye'nin işi olduğunu ve Irak'a "demokrasi getirmek" iddiasında olan ABD'nin bu konuları ayrıntılı düşünmek için fazla bir nedeni olmadığını da sözlerimize ekleyelim. Irak'a demokrasi projesi başarısız olursa Amerika bununla birşey kaybetmiş olmaz; sadece iyi birşeyi denemiş ve başaramamış olur. Ancak Amerika çekildikten sonra demokrasi projesinin parçaladığı bir Irak'ın enkazı ile başbaşa kalacak olan Türkiye'dir. Bu bağlamda neler düşünüldü? Türkiye Kuzey Irak Kürtleri ve Güneydoğu Anadolu ile ilgili bir siyaset geliştirdi mi? Yoksa Osmanlının muhayyel İslam birliği projesine benzer bir muhayyel "Türksoylular" projesi ile o bölgede ciddi bir güç olamayacak derecede azınlık Türkmenlere dayanarak birşeyler yapabileceğini mi ummaktadır? O zaman bu politikanın kendi Güneydoğusu'na yönelik vechesi nedir? Eğer eski ve alışılmış kalıplara dayalı bir siyaset sürdürülecekse Türkiye'nin beklentilerine Osmanlıdan daha fazla karşılık bulabileceğine inanmak için elde fazla delil yoktur.
Bu soruların cevabını öğrenmek için çok uzun süre beklemeyeceğimiz anlaşılıyor. Sonuç ne olursa olsun, milletçe uzun tecrübelerimiz gösteriyor ki, tarih her halükarda kendi yolunda yürür ve Ulu Tanrı hiçbir millet için adaletinde bir istisna yapmaz.
Faydalanılan Kaynaklar:
- http://derinanadolu.tripod.com/01-01-25-hilafet-islam-devleti.htm
- http://www.battleofbrokenhill.com/page2.html
- Anka'nın Yükseliş ve Düşüşü, Prof. Dr. Oral Sander, İmge Kitabevi, İst., 1993
- Teşkilat-ı Mahsusa, Dr. Philip D. Stoddard, Arba Yay. İst., 1993
- Cehennem Değirmeni, Rauf Orbay, Emre Yay. İst., 1993