« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

Hak Din İslâm’dır

 

ÜLKÜCÜ DÜNYA GÖRÜŞÜ'nün temelinde İslâmiyet bulunmaktadır. Hem de ÜLKÜCÜ DÜNYA GÖRÜŞÜ'ne bağlı bir vagon olarak değil, dünya görüşü'nü peşine takarak, istediği yöne ve istasyona, istediği hız ve raydan çekip götüren bir lokomotif olarak... Bu sebeple, bütün Ülkücüler -elhamdülillâh- Müslümandır... Ülkücü olmak için, İslâm'a iman etmek yani Müslüman olmak, olmazsa olmaz bir ön şarttır... Müslüman olmayan bir kimse Ülkücü olamaz... Ülkücü olmak isteyen, önce Müslüman olmak zorundadır...



Ülkücü, önce ve bilhassa, ulu ve yüce Allah'a kalûbelâ'da “evet, Sen bizim Rabbimiz olan Allah'sın” diyerek, Müslüman olmaya söz verdiği için... Bu sözünü tutmak için, Müslümandır... Sonra, ulu ve yüce Allah Al-i İmrân sûresi, 19. âyetinde, “Hak din, Allah indinde İslâm'dır” ve Mâide sûresi, 3. âyetinde, “Bugün dininizi kemâle erdirdim. Üzerinize

olan nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı beğendim” buyurduğu için Müslümandır... Daha sonra, gene ulu ve yüce Allah Al-i İmrân sûresi, 85. âyetinde “Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, ondan (bu din) asla kabul olmaz ve o, âhirette büyük zarara uğrayanlardandır” buyurduğu için... Âhirette büyük zarara uğrayanlardan olmamak için,

Müslümandır... Ülkücü, son olarak da, Ülkücü olduğu için, ÜLKÜCÜ DÜNYA GÖRÜŞÜ'ne inandığı için, Müslümandır.



Ülkücü, mukaddes bütün kitaplara iman eder ama, sadece, fıtrat dinini tebliğ eden yüce ve mukaddes Kitap Kûr'ân-ı Kerim'e uyar... Ülkücüye göre, ulu ve yüce Allah indinde tek gerçek ve hak din, yukarda zikredilen âyeti kerime'lerde belirtildiği üzere, İSLÂMİYET'tir.



İyi de İslâm nedir? Bu suale, İslâm âlimi Yaşar Nuri ÖZTÜRK şöyle cevap veriyor: “İslâm. Bu kelimenin kökü olan silm ve selam’dan türeyen kelimeler Kur’ân-ı Kerim bünyesinde 100’den fazla âyette geçmektedir. İslâm kelimesi ise, isim ve fiil halinde 10’dan fazla âyette yeralır.”



“Kur’ân bünyesinde Allah’a teslim olmak anlamında kullanılan islâmın köklerinden biri olan silm; barış, güven ve huzur; selam ise; mutluluk, esenlik, güven demektir. Kur’ân, vahiy kaynaklı dinin adını İslâm koyarak (bk. Âli İmran, 19, 85; Mâide,3) tanrısal dinin amaçladığı hedefleri ve insan hayatına kazandırmak istediği değerleri göstermiştir.”



“Kur’ân’ın tetkiki bize gösteriyor ki, İslâm kavramının iç içe daireler halinde üç anlamı vardır:”



1) Evrendeki bütün şuurlu varlıkların içinde bulundukları düzen, yani fıtrat. Burada İslâm, yaratılmışın yaratıcısına teslim oluşu, boyun eğişi nlamındadır. (bk.Âli İmran, 83)”

2) İlk peygamberden son peygambere kadar bütün tanrı elçilerinin tebliğ ettikleri yaradılış dininin genel adı. Kur’ân’ın bu noktayı delillendiren âyetleri epeycedir. (Örnek olarak bk. Bakara, 131; Âli İmran, 20, 67,52; Yusuf, 101)”



3) Kur’ân’ı Kerim’de ortaya konan ve Hz. Muhammed tarafından tebliğ edilen son din (bk. Âli İmran, 19; Mâide, 3)”



“Kur’ân, İslâm’ın özünde yeralan yukarıda işaret ettiğimiz esasları din gerçeğinin temel unsurları olarak gösterir ve şöyle der: “İslâm’dan başka din arayanın bu dini kabul edilmez.” (Âli İmran, 85) Buradaki İslâm’la, az önce işaret ettiğimiz üç çerçeveden hangisinin amaçlandığı adı geçen âyette açıklanmamaktadır. İslâm bilginlerinin büyük çoğunluğu amacın 3. çerçeve olduğu kanısındadır.”



“Hangi anlamda olursa olsun İslâm’ı benimsemiş kişiye Müslim (kadınsa müslime) denmektedir. Türkçe’de kullanılan Müslüman deyimi, kelimenin Farsça’daki şekli olan müselman’ın bozulmuş bir şeklidir.”



Peki “Hak” nedir?



Hak, Kûr'ân dilinde hem varlık ve hayatın değişmezlerini, hem de ulu ve yüce Allah'ın isimlerinden birini ifade eder. Türkçe'de, realite anlamında kullanılan hakikat da hak kelimesiyle aynı kökten gelir, hatta çoğu kez aynı anlamda kullanılır... Varlık ve oluşun zamanüstü prensipleri ve kanunları hak olduğu için, Kûr'ân zamanüstü dinin niteliklerinden birini de “hak” olarak belirler. İslâm, bir din olarak, Kûr’ân'da, Fetih sûresi, 28. âyette, Hakk'ın Dini (Din-ül Hakk) diye de anılmaktadır. Ulu ve yüce Allah, o âyette, meâlen şöyle buyuruyor: “Bütün dinlerden üstün kılmak üzere, Peygamberini hidâyet ve hak din

ile gönderen O'dur. Şahit olarak Allah yeter.”



Kûr'ân, Hakk'ın Dini'nin Hak'tan gelen mesâja yani vahye dayandığını ısrarla belirtir ve bunun karşısında, ecdât ve ataların yoluna bağlılıktan kaynaklanan, geleneklerin dinini veya örfün

dinini görür. Bunu, halkın dini olarak adlandırmak da mümkündür. Hakk'ın dinine terslikler ve zıtlıklarla dolu olan bu örf ve ecdât dini, Kûr'ân terminolojisinde şirk olarak anılmaktadır. Çünkü, bu dinde Hakk'a teslimiyetin yerini Hak'la pazarlık ve geleneğe teslimiyet almaktadır. Nitekim, bütün peygamberlerin en büyük problemi, Hak dininin halk dini uğruna yozlaştırılması olmuştur. Kûr'ân, işte bu, yozlaştırmadan şikâyetlerle doludur.



Kûr'ân dininin adı da, başka hiç bir şey değil, sadece ve ancak İslâm'dır. İslâm'ın tartışmasız kaynağı ise Kûr'ân-ı Kerim'dir.



Din nedir? “Efrâdını câmi, ağyârını mâni” (kendinden olanları toplayıcı ve aykırı olanları ayıklayıcı) bir tarif yapmamız gerekirse:



Din: Ferdin; ulu ve yüce Allah'la, cansızlarla, bitkilerle, hayvanlarla, fertlerle, ailelerle, sınıflarla, soylarla, milletlerle, ümmetlerle, insanlıkla ve devlet gibi teşkilâtlarla ilişkilerini

düzenleyen vâhiy nizâmıdır, deriz... Başka bir ifade ile din; akil ve bâliğ insanın (yani ferdin)

Allah'la ve maddî ve gayrımaddî bütün varlıklarla ilişkilerini düzenleyen bir vahiy nizâmıdır.



Din nedir, sualine, Yaman ARIKAN ise, şöyle cevap veriyor: “Din, Allah tarafından insanlara gönderilen ilâhi esaslar manzumesidir. Gâyesi, insanoğlunu ilel'ebed mes'ûd ve bahtiyar etmek, saadete ve selâmete kavuşturmaktır.”



“Görüldüğü gibi, tarifte üç temel unsur vardır. Bunlar: 1- Dinin Allah tarafından gönderilmiş olması. 2- İnsanoğluna gönderilmiş olması. 3- İnsanlığı ebediyyen mes'ûd ve bahtiyar etmek, saadete ve selâmete kavuşturmak için gelmiş olmasıdır.”

“Her devirde, mevcut ilâhi din birdir, (bir tanedir). Bugün de mevcut ilâhi din İSLÂMİYET'tir. Hıristiyanlık, Mûsevilik, ... gibi dinler ise, ilâhilik vasıflarını kaybetmiş, bâtıl dinlerdir. Binaen'aleyh, din denince bundan muradımız, bugün, Allah'ın yegâne

hakiki dini olan İSLÂMİYET'tir.”



Din, bizzat ulu ve yüce Allah'ın açtığı kurtuluş yoludur... Din, ancak, Peygamber tebliğleridir ve ilâhi vahye dayanır. Peygamberlerin muhteşem idraklerine, vahiy yolu ile gelir ve Onlar da insanlığa tebliğ ederler. Din, sadece bu tebliğlerden ibarettir. Bu, kesin olarak bilinmektedir.



Ulu ve yüce Allah Zümer sûresinin 3. âyetinde, “Dikkat edin hâlis din Allah'ındır” buyurmaktadır.



Evet İslâm, ulu ve yüce Allah'ındır ve Peygamber Efendimize tebliğlerinden ibarettir... Ashâb-ı Kiram ve Onların izlerinde yürüyen Ehl-i Sünnet vel Cemaat âlimlerinin ve imamlarının hassas, titiz ve samimi gayretleri ile hiç bozulmadan bugüne kadar gelmiştir... İslâm'ı bozmaya bundan sonra da hiç kimsenin gücü yetmeyecektir.



İslâm'ı bozmak, tâhrif etmek, tesirsiz bir hale getirmek ve ortadan kaldırmak isteyen her kötü niyet ve düşmanca gayret, bugüne kadar hep hüsrâna uğramıştır. Bundan sonra da hep hüsrâna uğrayacaktır. Çünkü El-Hicr sûresinin 9. âyetinde bizzat ulu ve yüce Allah şöyle buyurur: “Kûr'ân-ı, Biz indirdik, Biz. O'nun koruyucuları da şüphesiz ki, Biziz.”



Evet, İslâmiyet, ulu ve yüce Allah'ın koruması, Peygamber Efendimizin ve yüce Sahâbi kadrosu ile Ehl-i Sünnet vel Cemaat imamlarının ve âlimlerinin titiz ve samimi gayretleri ile Kitap ve Sünnet olarak, hiç bozulmadan bugüne gelmiştir. Yanlış yorumlar, ard niyetli gayretler neticesinde sapık kollar teşekkül etmekle birlikte, İslâm'ın ana caddesi yani Ehl-i Sünnet vel Cemaat korunmuştur... Bugün yeryüzünde bozulmadan korunabilmiş olan tek Vahiy Kitabı da Kûr'ân-ı Kerim'dir.



EDİLLE-İ ŞER'İYYE NEDİR?



Ulu ve yüce Allah tarafından korunan İslâmiyet'in, İMAM-I AZAM Hazretlerinin tesbitlerine göre, dört ana kaynağı vardır. Bunlar: Kitap, Sünnet, İcma-ı Ümmet ve Kıyas-ı Fukaha'dır. Bunlara, Türk-İslâm kültür ve medeniyetinde Edille-i Şer'iyye yani şer'i deliller denir.



Bunları tek tek ve fakat kısaca açıklamaya çalışalım:



KİTAP: Ulu ve yüce Allah'tan vahiy yoluyla, Peygamber Efendimize gönderilen, hak ile bâtılı birbirinden ayıran yüce ve mukaddes kitabımız Kûr'ân-ı Kerim'dir. Kûr'ân-ı Kerim, ulu ve yüce Allah'ın Kitab'ı, Peygamber Efendimizin Emaneti ve insanlığın Hidâyet Rehberidir.



Peygamber Efendimize, vahiy yolu ile gönderilen Kûr'ân-ı Kerim, El-Kalem sûresinin 52. âyetinde, ulu ve yüce Allah tarafından şöyle takdim ediliyor: “O, ancak âlemlere zikir (ve nasihat)dir.”



Kûr'ân-ı Kerim'e uymamızı, İbrahim sûresinin 1. âyetinde, bizzat ulu ve yüce Allah emretmektedir: “Bu, bir kitaptır ki, bütün insanları, Rablerinin izni ile karanlıklardan aydınlığa, O yegâne galip, hamde lâyık olan (Allah)ın yoluna çıkarman için, onu Sana indirdik.”



Peygamber Efendimizin ifadeleri ile de; “Kûr'ân-ı Kerim, hidâyet ve nur” kaynağımız ve temel kitabımız olarak tescil edilmiştir.



“Kûr'ân”, kelime olarak “okumak” anlamında bir mastardır. Ancak, dünyada en çok okunan ve okunacak kitap olduğu için ism-i mef'ul anlamında kullanılmıştır. Mushafın tamamına Kûr'ân denildiği gibi, bir kısmına hatta bir âyetine de Kûr'ân denir. Kûr'ân-ı Kerim'in başka

adları da vardır, fakat en yaygın olanı Kûr'ân'dır. Diğer adlarından bazıları şunlardır: Kitab, Furkan, Zikar, Tanzil. Meşhur olan sıfatları arasında da şunlar sayılabilir: Mübin, kerim, nûr, hüdş, rahmet, şifâ, mev'ıza, büşrâ, beşir, nezir, aziz.



Özelliklerini gözönünde bulundurarak Kûr'ân'ı şöyle tarif etmek mümkündür: “Kûr'ân, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed'e 23 yıllık peygamberlik müddeti içinde, Arapça olarak ve vahiy yoluyla indirilen, Fâtiha sûresi ile başlayıp Nas sûresi ile biten, mushaflarda yazılı olup mütevâtir olarak nakledilegelen, tilâveti ile ibadet edilen mucize kelâmdır.”



Kûr'ân'ın 23 yıl boyunca değişik sebeplere ve şartlara göre farklı zamanlarda inzâl buyrulması, onun, irşat ve ıslah etmek istediği insanın psikolojisine uygun bir tedavi ve terbiye yöntemi izlemesi ile yakından ilişkilidir. Çünkü akıl sahibi bir varlık olan insan, öğrenme, kavrama ve intibak etme yeteneğini haizdir. İnsanın, herhangi bir şeye alışıp intibak etmesi gibi, öğrenip alışkanlık haline getirdiği bir davranışı terketmesi de zaman ve gayret gerektirir. İşte bu sebebe bağlı olarak Kûr'ân zaman aralıkları ile inmiştir.



Peygamber Efendimiz Kûr'ân'ı vahiy olarak almış, kendisi hiçbir şey ilâve etmeden ve hiçbir şey çıkarmadan onu aldığı şekli ile ümmetine tebliğ etmiştir.



Kûr'ân, lâfızları ile ibadet edilen bir kitaptır. Namaz gibi temel ibadetlerde okunmasının yanısıra, Kûr'ân'ı ayrıca okumak, dinlemek, yazılarına bakmak, başkasına okumak ve öğretmek de ibadettir.



Namaz kılmak farz olduğu gibi, Kûr'ân'dan, namazlarda okunacak miktarı öğrenip ezberlemek de farzdır. Bu farizayı yerine getirmek Kûr'ân tercümesini ezberlemekle mümkün değildir; başka bir deyişle, Kûr'ân tercümesi ile namaz kılınamaz. Her müslüman, biraz gayret

sarfederek Kûr'ân'ı aslından okumayı öğrenmelidir. Ancak, şu var ki, Kûr'ân tercüme ve tefsirlerini okumak da sevaptır.



Kur'ân, lâfzı ve anlamı ile mucizedir. Kur'ân'ın mucize oluşu, onun benzerinin insanlar tarafından meydana getirilmesinin mümkün olmadığı gerçeğini ifade eder. Gerçekten, Kur'ân-ı Kerim, inişi, okunuşu, yazılması, muhafazası, tertip ve tanzimi, meseleleri ele alış tarzı, ahiret âleminden bilgi vermesi, verdiği haberlerin doğruluğu gibi pek çok hususta, insanlar tarafından telif ve tertip edilen eserlerden tamamen farklıdır.



Kur'ân, üslup bakımından da hiçbir esere benzemez. Çünkü insanların meydana getirdiği eserler ya şiirdir veya nesirdir. Kur'ân ise, ne şiirdir ne de nesirdir. Ayrıca, Kur'ân da, hiçbir eserde görülmeyen zengin ve eşşiz bir musiki vardır. Bu musukiyi yansıtmak için Kur'ân'ın tamamı tecvid ve tertil ile okunur.



Kur'ân Allah kelâmı olduğundan kadimdir (ezelidir); onun için Türkçe'de Kur'ân “Kelâm-ı Kadim” diye de anılır. Bizim dillerimizle okuduğumuz, kulaklarımızla işittiğimiz, kalemlerimizle yazdığımız, gözlerimizle gördüğümüz, ellerimizle tuttuğumuz mushaf, kadim olan aslın madde âleminde tezahüründen ibarettir. Kur'ân'ın kadim olan aslı levh-i mahfuzdadır. Kur'ân önce levh-i mahfuzdan Beytü'lizze denilen bir makama topluca indirilmiştir ki, buna “inzâl”; oradan parça parça Cebrail (a.s) vastası ile vahiy olarak Peygamber Efendimize gönderilmiştir ki buna da “tenzil” denir.



Esasen Peygamber Efendimizin bütün tebliğleri vahiy kaynaklı olmakla birlikte, bunların hepsi Kur'ân kapsamına girmez. Şöyle ki: ulu ve yüce Allah tarafından vahiy olarak indirilen -ve yukardaki tanım çerçevesine giren- lâfızlara “Kur'ân”, anlamı vahyedilip lâfızları Peygamber Efendimiz tarafından ulu ve yüce Allah'a nisbet edilerek söylenen sözlere “hadis-i kudsi”, bunların dışında Hz. Peygamber'in kavil, fiil ve takrirlerini (onaylarını) aktaran sözlere de “hadis-i nebevi” veya kısaca “hadis” adı verilir.



Evet, İslâmiyet bir bakıma, tek başına Kur'ân-ı Kerim demektir... Sünnet, İcma-ı Ümmet ve Kıyas-ı Fukaha adı verilen dini kaynaklar, hep O mübarek Kitab'ın aydınlığında yoğrulmuş ve boy vermişlerdir. İslâm'ın temel kitabı Kur'ân-ı Kerim'dir, diğer kitapların ve kaynakların şerefi de O'na nisbetle tayin olunur... Dinimizde temel kaynak ve temel kitap, yüce ve mukaddes kitabımız Kur'ân-ı Kerim'dir... Bütün Müslümanların bunu böyle bilmesi ve buna

göre hareket etmesi de şarttır...



SÜNNET: Mukaddes kitabımız Kur'ân-ı Kerim'den öğrendiğimize göre, müslümanların dini hayatına yön veren temel kaynaklarından biri de Peygamber Efendimizin Sünnetidir... Sünnet Peygamber Efendimizin mübârek sözleri, örnek hayatları ve davranışlarıdır. Yani, O'nun

yaşayışı, ahlâkı, sözleri, halleri ve davranışları bütün Müslümanlar için örnektir.



Sünnet; Allah Rasûlü'nden söz, fiil veya takrir (tasvib)ler şeklinde nakledilen şeylerdir. Buna göre üç çeşittir:



1- Kavli Sünnet: Allah Rasûlü'nün çeşitli sebeplerle söylediği

sözlerdir. Meselâ, “Müslümanın şu üçte biri haricindeki bir sebeple

öldürülmesi helâl değildir; imandan sonra kâfir olması (irtidadı),

evlendikten sonra zinâ etmesi, yahut haksız yere birisini öldürmesi.” (Nesai)



2- Fiili Sünnet: Bu, Allah Rasûlü'nün ikrardan sonra zinâ cezasına hükmetmesi, hırsızlıkta sağ eli kesmesi, davacının yemini ve bir şahit ile karar vermesi gibi hükümlerdir.



3- Takriri Sünnet: Peygamber Efendimizin bazı ashabına ait söz yahut fiillerdir. Bunları Allah Rasûlü sükût ile ve inkâr etmemek suretiyle, veya uygun, iyi bulduğunu belirterek ikrar ve kabul etmiştir. Sahabinin fiil veya sözünü Allah Rasûlü ikrar suretiyle kabul ederse, bu sanki, Peygamber Efendimizin söz veya fiili imiş gibidir. Meselâ “Peygamber Efendimiz, Muaz b. Cebel'i Yemen'e gönderirken aralarında şöyle bir konuşma geçmiştir: Ne ile hüküm verceksin? Muaz, Allah'ın kitabıyla! Eğer onda aradığını bulamazsan? Allah'ın Rasûlü'nün

sünnetiyle! Eğer onda da bir şey bulamazsan?İşçtihadda bulunacağım, der. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, Allah, Rasûlü'nün elçisini, Allah Rasûlü'nün rıza gösterdiğinde muvaffak kılan Allah'a hamd olsun!” (Ebu Davud, Tirmizi, Nesai, İbn Mace) diyerek, Muaz'ın beyanını ikrar etmiş, güzel bulmuştur.



Kur'ân'dan hemen sonra gelen sünnetin hükümleri mutlaka şu üç halden birisine girer:



1- Kur'ân'daki bir hükmü teyid eder: Bu Hükmün dayandığı şey aynı anda hem Kur'ân hem de sünnettir. Haksız yere adam öldürmenin, yalancı şahitliğin, hırsızlığın ve diğer yasaklanan hususların Kur'ân ve sünnet ile haram kılınması gibi.

2- Kur'ân'daki mücmel (kısa, öz) bir hükmü tefsir eder: Kur'ân'daki mutlak hükmü, sünnet kayıtlayabilir veya Kur'ân'daki bir genel hükmü sünnet hususileştirir. Böylece sünnetin bu yorumlayıcı ve sınırlayıcı mahiyeti yahut tahsis ediciliği, Kur'ân hükmünden ne

amaçlandığını açıklamak olur. Çünkü ulu ve yüce Allah, Rasûlü'ne Kur'ân hükümlerini açıklama hakkını vermiştir. Ulu ve yüce Allah Nahl sûresinin 44. âyetinde şöyle buyuruyor: “Biz sana Kur'ân'ı indirdik. Tâ ki, insanlara, kendilerine ne indirildiğini açıkça anlatasın.”

Namazın nasıl kılındığını, haccın nasıl edâ edildiğini, zekâtın nasıl verildiğini açıklayan genellikle sünnettir. Çünkü Kur'ân'da namazın kılınması, zekâtın verilmesi, haccın edâsı emredilmiştir. Namazda rekâtların sayıları ve nasıl namaz kılınacağı, her şeyden ne miktarda

zekât verileceği, haccın edâ şekilleri açıklanmamıştır.



Kur'ân'ın birçok hükümlerini, sünnet kayıtlamış, sınırlandırmış, özelleştirmiştir. Kur'ân hükümleri alış-verişi helâl, faizi haram kılmış, sünnet ise, faiz olan alış-verişlerin neler olduğunu açıklamıştır. Kur'ân hükümleri murdar hayvan ve kanı haram kılmış, sünnet bu mutlak, genel anlamı kayıtlayarak, sınırlandırarak haramı tahsis ve ne çeşit murdar hayvan ve kanın helâl olduğunu açıklamıştır. Kur'ân hükümleri çocuklara miras hakkı tanımış, sünnet, mûrisini (miras bırakanı) öldüren çocuğa miras verilmesini yasaklamıştır. Kur'ân, hırsızlık yapan kadın ve erkeğe el kesme cezası verir, sünnet çeyrek dinar ve fazlasına bu cezayı tahsis eder. Miktarı daha az hırsızlığa bu cezayı vermemiş, kendine mahsus yerde olmayan malın çalınmasında da yine el kesme cezasına hükmetmemiştir.



3- Kur'ân'da yer almayan bir hükmü koyar: Bu hükmün esası o zaman sünnettir ve onunla ilgili olarak Kur'ân'da bir delil bulunmaz. Meselâ Allah Rasûlü'nün: “Kadın halası ve teyzesinin üzerine nikâhlanmaz.” (Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi) Altın ve ipeğin

haram kılınışına dair: “Bu ikisi, ümmetimin kadınlarına helâl, erkeklerine haramdır.” (Buhari, Nesai, İbn Mace) “Neseben evlenilmesi haram olan, süt hısımlığı ile de haramdır.” (Buhari, Müslim, Ebu Davud, İbn Mace) gibi.



Ulu ve yüce Allah: En-Nisâ sûresinin 64. âyetinde; “Biz, Peygamberleri, Allah'ın izni ile, ancak, kendilerine itaat edilsin diye gönderdik.” Al-i İmrân sûresinin 132. âyetinde; “Allah'a ve Resûlüne itaat edin ki, size merhamet edilsin.”” En-Nisâ sûresinin 69. âyetinde; “Kim Allah'a ve Peygamber'e itaat ederse, işte onlar, Allah'ın kendilerine nimetler verdiği Peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle ve en iyi insanlarla beraberdirler. Onlar, ne iyi arkadaştır.”. Al-i İmrân sûresinin 31. âyetinde; “De ki, eğer Allah'ı seviyorsanız, hemen bana

(Peygamber'e) uyun ki, Allah da sizi sevsin.”. El Ahzâb sûresinin 21. âyetinde; “And olsun ki, Resûlüllah'da, sizin için, güzel bir örnek vardır.” En-Nisâ sûresinin 80. âyetinde; “Peygamber'e itaat eden Allah'a itaat etmiş olur.” En-Nisâ sûresinin 59. âyetinde; “Ey iman

edenler! Allah'a itaat edin, Peygamber'e ve sizden olan ulülemre (idarecilere) de itaat edin” buyurmaktadır.



Görülüyor ki, Peygamber Efendimize itaat etmemizi, O'nu örnek almamızı ve O'na uymamızı bizzat ulu ve yüce Allah, Kur'ân-ı Kerim'inde ısrarla emretmektedir. Bu konuda Peygamber Efendimizin de çok sayıda hadisi bulunmaktadır. Ancak biz, bunlardan Sahih-i Buhari'de

zikredilen bir tanesini verelim: “Bana itaat eden Allah'a itaat etmiştir. Bana isyan eden Allah'a isyan etmiştir.” Bu hadisin bir başka rivayeti şöyledir: “Her kim bana itaat ederse, Allah'a itaat etmiştir. Her kim bana isyan ederse, Allah'a isyan etmiştir.”



Peki, Müslümanlar, Peygamber Efendimizin bütün söz ve fiillerine uymaya mecbur mudur?



Peygamber Efendimizin söz ve fiilleri çeşit çeşittir. Bazıları O'ndan bir insan olması hasebiyle sâdır olmuştur: Oturmak-kalkmak, yemek içmek vs. gibi. Müslümanlar bunlara uynaya mecbur değildir. Çünkü bu fiiller, kendisinden Peygamber olması sebebiyle değil, bir insan

olması hasebiyle sâdır olmuştur.



Peygamber Efendimizden sırf peygamber olması dolayısıyla sâdır olan ve sırf kendisine mahsus sayılan bazı fiiller ve hareketler vardır. Başka hiç bir kimse aynı fiil ve hareketleri yapmaya yetkili değildir. Meselâ, Mekke'ye ihramsız girmek, dörtten fazla kadınla evli

bulunmak, aralıksız oruç tutmak vb. İşte bunlar da Müslümanları bağlamaz. Çünkü bunlar Peygamber Efendimize mahsus olup başkaları bu hususta Ona iştirak edemez.



Bazı fiiller de Peygamber Efendimizden, dünya işlerine mahsus tecrübeler şeklinde sâdır olmuştur; ticaret, ziraat, ordu ve asker tanzimi vb. gibi. Bu ve benzeri fiiller de hukuken delil olarak alınmaz, Müslümanlar bunlara da uymaya mecbur değildir. Çünkü bunların dayanağı şahsî tecrübelerdir. Meselâ bazı sahabeye, özel surette hurmaların döllendirilmesini tavsiye etmişti, fakat bu, uygulama iyi sonuç vermemişti. Bunun üzerine görüşünden vazgeçti ve “Siz dünya işlerinizi daha iyi bilirsiniz” buyurdu.



Peygamber Efendimizden açıklama, öğretme ve irşad amacıyla sâdır olan söz ve fiiller tamamen bağlayıcıdır. Müslümanlar da bunlara uymaya mecburdur. Meselâ “Beni nasıl namaz kılıyor görüyorsanız öyle namaz kılınız.” (Buhari) “İbâdet şekillerinizi benden alınız.” (Nesai) demesi bunlardandır.



Peygamber Efendimizin bu mübârek sözlerini, hallerini ve fiillerini tesbiteden ilme Hadis İlmi denir. İslâm dünyasında, bir çok büyük hadis âlimi yetişmiş olup, kıymetli hadis kitapları

yazılmıştır... Bunların en meşhurlarına Kütüb-i Sitte denilmektedirki, bu kitaplarda bulunan hadislerin büyük çoğunluğunun sahih olduklarına kesin olarak inanılmaktadır...



Gerçekten de BUHARÎ, MÜSLİM, TİRMİZî, EBÛ DAVUT, İBN MACE, NESAÎ ve daha nice din büyükleri, hadis imamları, İslâm âlim ve evliyâsı Peygamber Efendimizin örnek hayatını ve mübârek sözlerini kendilerine has ve en titiz metodlarla incelemiş ve bize

ulaştırmışlardır.



İCMA-I ÜMMET: Kitap ve Sünnetten sonra dinimizin temel kaynaklarından üçüncüsü de İcma-ı Ümmettir...



Evet, İslâmiyet'in üçüncü temel kaynağı İcma-ı Ümmet olup her şeyden önce, Ashâb-ı Kiram'ın davranışlarını örnek almaktır. Çünkü, Onlardan hem Allah razıdır, hem de onlar Allah'tan razıdırlar ve İslâm'da Onlar öncü kadrodurlar.



İcma sözünün sözlük anlamı, azmetmek, gayret etmek, söz birliği etmektir. Dinimizdeki kavram anlamı ise, Peygamber Efendimizden sonra gelen İslâm âlimlerinin, dinî bir konuda söz birliği etmesi veya söz birliği içinde bulunmalarıdır.



Önce, Ashâb-ı Kiram'ın, sonra Ehl-i Sünnet vel Cemaat imamlarının söz birliği ile bildirdikleri işlerdir... Yahut, Ümmet'in çoğunun, bilhassa, dinde ilim ve takvâsı ile tanınmış yüce zevâtın, Kitab'a ve Sünnet'e aykırı düşmeyen bir iş ve hükümde birleşmeleridir. Özellikle, Ashâb-ı Kiram'ın ve Dört Mezhep İmamının söz birliği ile bildirdikleri hususlar Şeriatın temel kaynaklarından biridir.



Ehl-i Sünnet vel Cemaat'in büyük imamları, İmam-ı AZAM, İmam-ı MALİK, İmam-ı ŞAFİİ ve İmam-ı HANBEL, söz birliği ile ümmet'in icma-ını, dinde, delil ve senet kabul etmişlerdir. Öyle ise, İcma-ı Ümmet'i reddedenler Ehl-i Sünnet vel Cemaat yoluda olamazlar.



Kesin olarak bilmek gerekir ki, Peygamber Efendimiz, Kur'ân-ı Kerim'e uyarak yaşarlardı. Bütün Ashâb-ı Kirâm'da, Kitab'a ve Peygamber Efendimiz'e uyardı. Onlardan sonra gelen müslümanlar ise, Kitab'a, Peygamber Efendimiz'in Sünnet'ine ve Ashâb-ı Kirâm'ın yaşayış şekline uydular. Böylece müslümanlar için bir Sünnet ve Cemaat Yolu teşekkül etti.



Bazı kişi ve fırkalar, her nedense, İslâm'ın bu üçüncü kaynağını red ve inkâr etmeye çalışırlar. Halbuki, bu konuda ihmal ve inkâr edilmesi imkânsız deliller vardır. Nitekim, ulu ve yüce Allah Et-Tevbe sûresinin 100. âyetinde; “(İslâm'da), birinci dereceyi kazanan Muhâcirler, Ensâr ile Onlara güzellikle tâbi olanlardır. Allah, Onlardan razı olmuştur, Onlar da Allah'tan razı olmuşlardır. Bunlar için, altlarından ırmaklar akan ebedi Cennetler hazırladık. Bu ne büyük saadettir” buyurmaktadır.



Bu âyet-i kerime, çok açık ve net olarak Ashâb-ı Kirâm'ın (Muhâcir ve Ensâr'ın tamamının) İslâm'ın birinci derecede temsilcileri olduklarını; bunlara güzellikle tâbi olanların (diğer

Ashâb'ın, Tâbii'nin, Tebe-i Tâbii'nin) de çok yüksek mertebeler ihraz ettiklerini, bunların cümlesinden ulu ve yüce Allah'ın razı olduğunu; Onların da ulu ve yüce Allah'tan razı olduklarını, hepsinin de Cennet'e gideceklerini bildiriyor. O halde, Ashâb-ı Kirâm'ın icma'ını ve Onlara güzellikle tâbi olmuş tâbii'nin ve tebe-i tâbii'nin icma'ını, dinde senet ve delil saymamak mümkün mü?



Ayrıca ulu ve yüce Allah Nisâ sûresinin 59. âyetinde de şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah'a ve Resûle götürün; bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.” Bu âyette emir sahiplerinden maksadın alimlerle birlikte devlet idarecileri olduğunda ittifak vardır. Onlardan herbiri, kendi işinde emir sahibidir. Alimler, bir hüküm hususunda ittifak ederlerse Kur'ân hükmüne göre ona uymak icap eder. Ulu ve yüce Allah Nisâ sûresinin 83. âyetinde şöyle buyuruyor: “Onlara güven ve korkuya dair bir haber gelince hemen onu yayarlar; halbuki onu, Resûle veya aralarında yetki sahibi kimselere götürselerdi,onların arasından işin içyüzünü anlayanlar, onun ne olduğunu bilirlerdi.” Bu

âyetteki yetki sahiplerinden maksat, alimlerdir.



Kaldı ki, Peygamber Efendimizin; Tirmizî ve Nesaî'nin zikrettikleri, “Allah'ın eli birlik olan cemaatın üzerindedir” ve İbn Mâce'nin zikrettiği, “Benim ümmetim asla hatada ittifak

etmeyecektir” şeklindeki hadisleri de icmaya temel olmuşlardır.



KIYAS-I FUKAHA: Dinde mutlak müçtehid mertebesine ulaşmış, hakiki ve hâlis, dehâ çapındaki âlimlerin, Kitab'a, Sünnet'e, İcma-ı Ümmet'e kıyasen, kimsenin kolayca anlıyamıyacağı mânâları ve hükümleri araştırmaları ve bulup çıkarmalarıdır. Ancak, hukukta nasıl ki, Anayasa ve yasalarda belirtilmiş hususlarda hâkimin içtihad yetkisi yoksa, dinimizde de Kitap ve Sünnet ile bildirilen konularda içtihad yapılamaz.



Ulu ve yüce Allah, En-Nahl sûresinin 43. âyetinde şöyle buyuruyor: “Bilmiyorsanız, zikr erbâbına sorunuz.” Burada geçen zikr erbâbı ifadesini bir çok müfessir ve islâm büyüğü, din âlimi ve müçtehidi olarak yorumlamışlardır. Öyleyse, âyet-i kerime'yi şöyle ifade etmek mümkündür: “Bilmediğiniz meseleleri, din sahasında yetişmiş âlim ve müçtehidlere sorunuz.”



Ulu ve yüce Allah, ayrıca, el-Ankebut sûresinin 43. âyeti ile el-Haşr sûresinin 2. âyetinde şöyle buyurmaktadır: “İşte misaller! Biz onları insanlar için irşad ediyoruz. Alim olanlardan başkası onlardan anlamaz.” “İşte ey akıl ve basiret sahipleri, siz (bundan) ibret alın.”



Bu konuda, Peygamber Efendimizin de, Ebu Dâvut ile Tirmizi'de zikredilen bir hadisi var... Sahâbi'den Muaz bin Cebel anlatıyorlar: “Resûlüllah beni Yemen'e (vali) gönderdikleri zaman şöyle buyurdular:”



“Sana bir mesele getirildiği zaman ne ile hükmedeceksin?, ben, Allah'ın Kitab'ı ile hüküm vereceğim, dedim. O zaman şöyle buyurdular: Allah'ın Kitab'ında bulamazsan?, ben, Resûlüllah'ın Sünnet'i ile, diye cevap verdim. O zaman da şöyle buyurdular: Resûlüllah'ın

Sünnet'inde de bulamazsan?, ben, o zaman İÇTİHAD EDERİM, dedim. Bu cevabımdan Allah'ın Resûlü, memnun kalarak şöyle buyurdular: Elçisini, Resûlüllah'ın razı olacağı şekilde konuşturan Allah'a hamd olsun.”



Ayrıca, Ebu Davut'ta zikredilen, “Ben bana vahiy gelmediği hususlarda re'yimle hüküm veriyorum” şeklindeki hadis de, bu konuya, delil gösterilmektedir.



Bu delillerden anlaşıldığına göre, yüksek seviyedeki İslâm âlimleri, Kitap ve Sünnet'in aydınlığında yürüyerek, Müslümanların sorularını cevaplandıracaklar, meselelerine çare bulacaklar, onları sıkıntılardan kurtaracak ve dinî hayatlarına ışık tutup, işleri

kolaylaştıracaklardır. Bu, onlara Kitap ve Sünnet ile verilmiş bir görevdir. Bundan kaçamazlar. Öyleyse, kıyas ve içtihad kavramları, dinde sonradan çıkmış değildir; Asr-ı Saadetten beri vardır.



Asla unutulmamalıdır ki, dinimizin fer'i meseleleri etrafında, yalnız ve ancak gerçek müçtehidlerce içtihad edilmesi ulu ve yüce Allah ile Peygamber Efendimizin emirleridir... Kendilerini içinde yaşadıkları cemiyetlere ilim, ahlâk ve dehâları ile kabul ettiren bu

büyük müçtehidler, içtihadlarını, İslâm'ın temel kaynakları olan Kitab'a, Sünnet'e ve İcma-ı Ümmet'e dayandırmak ve onlara kıyasen yapmak zorundadırlar. Zaten, böyle olması gerektiği için Kıyas-ı Fukaha adı verilmiştir.



İslâm Dünyası'nda büyük kitlelerce kabul edilmiş müçtehidlerin en meşhurları şunlardır: İmam-ı Azam Ebu Hanife, İmam-ı Malik bin Enes, İmam-ı Şafii Muhammed bin İdris, İmam-ı Hanbel Ahmed bin Muhammed Hazretleri'dir. Bunlardan sonra yetişen daha pek çok müçtehid var: İmam-ı Yusuf, İmam-ı Muhammed, İmam-ı Züfer, İmam-ı Rafii, İmam-ı

Nevevi, İmam-ı Gazali, İbn-i Nüceym,.. gibi daha niceleri...



Ancak, unutulmamalıdır ki, bu kaynaklar arasında aşılması mümkün olmayan bir hiyerarşi vardır. İslâm bilginlerinin aslu'l-asl dedikleri Kur'ân ve Sünnet'e, hiçbir şey ilâve edilemez, hiçbir husûsu da görmemezlikten gelinemez. İşin mantığı gereği Sünnet, Kur'ân'a aykırı değildir. İcma da Kur'ân ve Sünnet'e aykırı olamaz. Kıyas ise, kendinden önce gelen üç kaynakla çelişkili bulunamaz.



Durum, asırlardan beri böyleyken, İslâm Dünyası'nda zaman zaman bazı sesler yükselmiş, bütün bu gelişme ve çalışmaları inkâr ve ihmal etmek üzere, ortalığı velveleye vermek istemişlerdir. Bu gibi kişilere göre, “Kur'ân-ı Kerim varken diğer kaynaklara gerek yoktur. Kur'ân-ı Kerim, apaçık ve anlaşılır bir kitaptır. Ayrıca müfessirlere, din otoritelerine ihtiyaç duymak mânâsızdır. Hadislerin çoğu uydurmadır. Eski içtihadların modası geçmiştir. Yeni müçtehidler ve yeni yorumlar gereklidir...” Böylece, İslâm'ın 1500 yıllık gelişimi, büyük ilim ve fikir adamlarının emek ve göz nuru red ve inkâr edilmekle kalmıyor, dinimizin büyük otoriteleri çökertilmek ve kriterleri yok edilmek isteniyor... Ne ise...



Dinimizde, İslâm'ın ana caddesini işte bu, Edille-i Şer'iyye tayin eder. İslâm'ın ana caddesi, Ehl-i Sünnet vel Cemaat yoludur. Müçtehidler, bu ana cadde de yürümeyi kolaylaştıran vazifeliler, onların içtihadları da birer işaret levhası gibidir. Maksat, ana caddeden çıkmadan, rahat, kolay ve emin hareket etmeyi sağlamaktır. Ehl-i Sünnet vel Cemaat Yolu'nun gerek İtikadî Mezhepleri, gerek bugün de taraftarı bulunan dört Fıkhî Mezhebi böylece doğmuş ve

yayılmışlardır. Bunların hepsi de haktır. Hepsi de Edille-i Şer'iyyenin sınırları içindedir. Sadece ayrıntı niteliğinde olan meselelerde farklı içtihadlara göre hareket etmektedirler.



Ülkücü, önce ve bilhassa, kalûbelâ'da ulu ve yüce Allah'a “evet, Sen bizim Rabbimiz olan Allah'sın” diyerek, Müslüman olmaya söz verdiği için... Bu sözünü tutmak için, Müslümandır... Sonra, ulu ve yüce Allah, “Hak din Allah indinde İslâm'dır” ve “Bugün dininizi kemâle erdirdim. Üzerinize olan nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı beğendim” buyurduğu için Müslümandır... Daha sonra, gene ulu ve yüce Allah, “Kim

İslâm'dan başka bir din ararsa, ondan (bu din) asla kabul olmaz ve o, âhirette büyük zarara uğrayanlardandır” buyurduğu için... Ahiret'te büyük zarara uğruyanlardan olmamak için, Müslümandır... Ülkücü sonolarak da, Ülkücü olduğu için, yani ÜLKÜCÜ DÜNYA GÖRÜŞÜ'ne inandığı için, ÜLKÜCÜ DÜNYA GÖRÜŞÜ de kendisini Müslüman olmaya mecbur ettiği için Müslümandır... Ülkücü, bu sebeplerle İslâmiyet'e iman eder ve

İslâmiyet'i yaşar!

Ziyaret -> Toplam : 125,02 M - Bugn : 47371

ulkucudunya@ulkucudunya.com