ZİYA GÖKALP VE ÇOCUK EDEBİYATI
Murat ATEŞ 01 Ocak 1970
ÖZET
Türk ilim, fikir, edebiyat ve siyaset hayatında derin izler bırakan Ziya Gökalp, yakın
tarihimizin çok yönlü ve çok etkili bir simasıdır. Sosyolojiden eğitime, edebiyattan tarihe pek çok
konuda fikirleri ve eserleri vardır. Bu çalışma onun çocuk edebiyatı alanındaki görüşlerini ortaya
koymaya ve bu alanda yazdığı eserleri incelemeye yöneliktir.
“Ziya Gökalp Ve Çocuk Edebiyatı” adlı bu makalede, Gökalp’ın çocuk, çocuk eğitimi, çocuk
ve edebiyat konularındaki görüşleri özetlenmiştir. Ayrıca çocuk edebiyatı alanına giren eserleri
şekil, muhteva, dil ve üslup bakımından değerlendirilmiştir. Araştırma Gökalp’ın bütün eserleri ve
Gökalp hakkında yazılmış incelemelerle sınırlıdır.
Türk, ilim, fikir, edebiyat ve siyaset hayatında derin izler bırakan Ziya
Gökalp, yakın tarihimizin en önemli simalarındandır. Büyük Atatürk, “Etimin
ve kemiğimin babası Ali Rıza Efendi ise, fikrimin babası da Ziya Gökalp’tır.”
demektedir. Sözden de anlaşılacağı üzere Gökalp, fikirleriyle Atatürk ilke ve
inkılâplarına; dolayısıyla Cumhuriyet dönemine damgasını vuran insandır.
Toplumsal ve ferdî pek çok konuda fikirleri ve önerileri vardır. Söz konusu fikir
ve önerilerden yola çıkarak bu çalışmamızda, Gökalp’ın çocuk edebiyatı
hakkındaki düşünce ve faaliyetlerine değineceğiz.
Ziya Gökalp’ın düşünce sisteminin merkezini millet kavramı oluşturur.
Gökalp, aileyi milletin en temel ve çekirdek yapı taşı olarak görür. Sosyolog,
düşünür ve edebiyatçı kimliği ile aile kavramına çok önem veren Gökalp, bir
fert ve bir baba olarak da aile ocağını fazlasıyla önemser. Malta’dan kızı
Seniha’ya yazdığı bir mektupta: “insanı mesut edecek yegâne hayat, aile
hayatıdır. Yeryüzünün cenneti aile ocağıdır.” (Tansel, 1989b, s.562) der.
Aile ocağını böylesine önemseyen Gökalp, çocuğu ailenin süsü kabul eder.
Kendi çocuklarına ve onların şahsında bütün çocuklara derin bir sevgisi vardır.
Onun “İnsan ruhunun çocuklarla beraber saf bir hayat yaşamaya ihtiyacı vardır.
* Arş. Gör., Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi
Göz çiçeklere muhtaç olduğu gibi, ruh da çocuklara muhtaçtır.” (Tansel, 1989b,
s. 184) cümleleri bu sevginin ispatı gibidir. Aynı doğrultuda; “ Çocuksuz bir
hayat, çiçeksiz bir tarla gibi pek sevimsiz.” (Tansel, 1989b, s. 571) ifadesini de
kullanır.
Ziya Gökalp çocuklara olan sevgisini ve onları iyi anlamasını kendi
çocukluğundan kopamamasına bağlar. Ailesine yazdığı bir mektubunda bu
durumu şöyle ifade etmektedir:
“ Çocukluk başka bir âlemdir. İnsanlar büyüyünce o zamanın duygularını
unuturlar. Ben, yazdığım çocuk şiirleri de gösterir ki, o hayattan hiçbir zaman
çıkamıyorum.” (Tansel, 1989b, s. 571)
Gerçekte de Gökalp, çocukluğundan hiç kopamamış, sürekli kendi
çocukluğunun izlerini taşımıştır. Şahsiyetinin ve fikirlerinin olgunlaşmasında
çocukluğunda yaşadığı olayların tesirli olduğunu söyler. İnsanın çocukluğunda
aldığı eğitimin ve çocuğun kendi yönelimlerinin kişinin hayat görüşünün
belirlenmesinde büyük rol oynadığını düşünür. Bu nedenle çocuğun seçimlerine
saygı duymak gerektiğini belirtir. Çocuğun istediği kitapları okuması ve istediğini
yapması gerektiğini savunur. O, kendi çocukluğunda istediklerini yapmış ve
bundan fayda görmüştür. Bunu şöyle ifade eder:
“Misal olarak ben kendi çocukluğumu anlatacağım. Ben çocukken bazılarına
göre çok tembel, bazılarına nazaran da çok çalışkandım. Okulun derslerine hiç
çalışmazdım. Fakat geceli gündüzlü meşgul olduğum bir şey varsa o da kitap
okumaktı.
Yedi yaşındayken Âşık Garip, Kerem, Şah İsmail gibi kitaplardan bir
koleksiyonum vardı. Bir iki sene sonra tiyatro kitaplarına, daha sonra romanlara,
şiir ve edebiyat kitaplarına sarıldım.” (Tansel, 1989b, s. 159-160)
Bu yönelişler Ziya Gökalp’ın düşünce dünyasını oluştur. Nitekim Gökalp
çocuk ruhunu gayet hassas bir aynaya benzetir. (Tansel, 1989b, s. 115)
Gökalp’a göre “hayatın en tatlı çağı çocukluktur.” (Tansel, 1989b, s. 205)
Malta’dan eşi Vecihe Hanım’a yazdığı bir mektupta şunları söyler:
“Zaten ben bir türlü çocukluktan, gençlikten dışarı çıkamıyorum. Çocukluk
şetaret, gençlik metanettir. Hayat bunlarsız nasıl yaşanır? Benim nasıl yaşadığımı
soruyorsun: Türkan gibi desem bilmem inanır mısın? İnsanların yalancı
hakikatlerinden uzak, hakikatten daha doğru olan hayaller, masallar, rüyalar
içinde yaşıyorum.” (Tansel, 1989b, s. 407)
Çocukları çok seven, onlarla ilgilenen, onlar için yazan bir insanın içindeki
çocuk her an dışarı çıkabilir. Ziya Gökalp her vesileyle içindeki çocuk ruhunu
eserlerinde sık sık açığa vurmuştur. “Yaşımın kaç olduğunu bilmem; fakat ben
biraz çocuk, biraz da gencim. Çocuk olmasaydım çocuk masalları, şiirleri yazar
mı idim?” (Tansel, 1989b, s. 489) demesi anlamlıdır.
Ziya Gökalp’ın çocukluk ve çocuklarla ilgili en samimi görüşleri sürgün
yıllarında eşine ve kızları Seniha’ya, Hürriyet’e ve Türkan’a yazdığı mektuplarda
yer bulur. Çocuklarına hasret duyan bir babanın kaleminden çıkan bu samimi
görüşler bir mütefekkirin hayata ve çocuklara bakışının en saf hâlidir. 4 Ekim
1920 tarihli mektubunda kızı Seniha’ya şunları yazar:
“Türkan gibi Hürriyet gibi ben de hülyalar kuruyorum; ben de onlar gibi
çocuk oldum. Hayatın en tatlı zamanı çocukluk çağıdır. Ben bir türlü çocukluk
zamanını unutamam. Şiirle, felsefeyle uğraştığım da bundan dolayı değil mi?
İnsaniyetin çocukluk devrinde bu günkü ilim, fen ve medeniyet yoktu. Yalnız
şiir, felsefe ve ahlak vardı. Şimdi de şairlik, filozofluk ve ahlaklılık ancak çocuk
gibi saf kalabilmiş insanlarda görülebilir. Çocukluk ve gençlik? Bu devirler
geçtikten sonra, insanlar şe’niyyete, yani hariçteki hakikatlere daha çok yaklaşır;
fakat mefkûreden de o kadar ziyade uzaklaşırlar; fakat, bu çocukluk ve gençlik
yaşa tabi‘ değildir. Nice ihtiyarlar vardır ki, ruhen genç kalmışlardır. Nice gençler
de vardır ki, ruhen ihtiyarlardan ziyade mefkûreye yani gençliğe uzak
düşmüşlerdir. Beni bu felaket günlerinde mukavemetli yapan kalbimin
çocukluğu, ruhumun gençliğidir. Kalbimin çocukluğuna tabi‘ olduğum zaman,
hayata bir şair gözüyle bakarım. Ruhumun gençliğine uyduğum zamanlarda ise,
dünyayı bir filozof gözüyle görürüm. Hayata bir sarraf gözüyle bakmak, dünyayı
bir tüccar gözüyle görmek, insanı yüksek saadetten uzaklaştırır. Onlar, belki
maddeten daha rahat yaşarlar; fakat manen bedbahttırlar; çünki insanlığın hakiki
zevklerini tatmaktan mahrumdurlar. Sözün doğrusu, insanda bu iki ruhiyyet
beraber bulunmalıdır. İnsan hem mefkûreli hem şe’niyetli olmalıdır. Tam
mükemmel bir insan böyle olur.” (Tansel, 1989b, s. 453)
Ziya Gökalp’ın düşünce dünyasında çocuk yüce ve kutsal bir varlık,
çocukluk da insanın en mutlu olduğu dönemidir. Hayatın en temiz, en tatlı ve
en güzel anları çocukluk çağında yaşanır.
“Çocuk Allah’ın nurunu hisseder. O, daima Allah’la beraberdir. Bundan
dolayıdır ki, çocukluk hayatı en mesut bir zamandır. Bu çağda bütün duygular
şiirdir, bütün sesler musîkidir, bütün hareketler rakstır, bütün sözler masaldır,
romandır, edebiyattır. Hayat, meraklı bir tiyatro sahnesidir... onlar hayatın
acılarını henüz bilmiyorlar. Hasılı çocukluk tatlı bir hayat, masum bir
ömürdür.”(Tansel, 1989b, s. 518)
Ziya Gökalp, çocukluğu sadece duygusal bir pencereden görerek çocuğa
karşı sevgi ve ilgi duymaz. Aynı zamanda bilim adamı kimliği ile çocukla ilgili
yaklaşımları vardır. Çocuk ve toplum, çocuk ve edebiyat, çocuk ve din gibi
konularla ilgili tespitleri vardır. Örneğin, çocuk ve toplum ilişkisine yönelik
olarak, bireyin değerlerinin, özelliklerinin ve alışkanlıklarının çocukluk
döneminde kazanıldığı hususunu şöyle dile getirir:
“ İnsan en samimi, en derunî duygularını ilk terbiye zamanlarında alır. Tâ
beşikte iken işittiği ninnilerle ana dilinin tesiri altında kalır. Bundan dolayıdır ki,
en çok sevdiğimiz dil ana dilimizdir. Ruhumuza vücut veren bütün din, ahlâk ve
güzellik durgularımızı bu dil vasıtasıyla almışız zaten ruhumuzun sosyal
duyguları, bu din, ahlâk ve güzellik duygularından ibaret değil midir? Bunları
çocukluğumuzda hangi cemiyetten almışsak, o cemiyette yaşamak isteriz. Başka
bir cemiyetin içinde daha büyük bir refahla yaşamamız mümkün iken,
cemiyetimiz içinde fakirliği buna tercih ederiz. Çünki dostlar içindeki bu fakirlik,
yabancılar arasındaki o refahtan ziyade bizi mesut kılar. Zevkimiz, vicdanımız,
özleyişlerimiz hep içinde yaşadığımız, terbiyesini aldığımız cemiyetindir.
Bunların yankısını ancak bu cemiyet içinde işitebiliriz.
Ondan ayrılıp da başka bir cemiyete intisap edebilmemiz için, büyük bir
engel vardır. Bu engel, çocukluğumuzda o cemiyetten almış olduğumuz
terbiyeyi ruhumuzdan çıkarıp atmanın mümkün olmamasıdır.” (Ziya Gökalp,
1970, s. 21-22)
Gökalp, çocukların ruh dünyaları, çocuğun toplumdaki yeri, onların eğitimi
gibi meselelerde fikirler beyan etmiş bir düşünürdür. Bunlardan birkaç örnek
verecek olursak:
“Çocuk dünyaya geldiği zaman lâ-millî bir ferttir. Çünki ana rahminden
beraberinde millî harsa, millî kıymet hükümlerine dair hiçbir duygu getirmez.
Çocuklar mektebe gittikten sonra oralarda, yalnız eski yahut yeni bir
medeniyetin cansız ananelerini öğrenir ve millî harstan büsbütün mahrum
kalırsa gayr-ı millî fertler sırasına geçerler. (...)
Terbiyenin gayesi millî fertler yetiştirmektir. Millî fertler yetiştirmek ise,
doğrudan doğruya millet yapmak demektir. Hakiki ferdiyetler de ancak bu millî
fertlerdir; çünki fert, ancak millî harsın temsilcisi olduğu zaman bir şahsiyete
maliktir. Gayr-ı millî fertler ise, dejenere dediğimiz şahsiyetsiz insanlardır.
Şahsiyet önce millette meydana gelir ki, buna hars adını veriyoruz. Millî
terbiyenin gayesi, şahsiyet sahibi gençler, fertler yetiştirmektir.” (Ziya Gökalp,
1972, s. 18-21)
Bütün bu düşünceler, Gökalp’ın çocuklara çok yakın ilgi duyduğunu, onları
toplumda önemli bir yerde gördüğünü ortaya koyar. Çocukları eğitmek
gayesindedir, topluma çocuklar yoluyla ulaşmayı bilmiştir. Çocuk Ziya
Gökalp’ın dünyasında büyük bir yer kaplar. Kızı, Hürriyet Hanım bir
hatırasında şunları yazar:
“Diyarbekir’de çıkardığı Küçük Mecmua’da ilmî ve fikrî yazılarıyla beraber
çocuk masalları da yazıyordu. O zaman bir gün dedim ki:
_ Baba, bu masalları benim için mi yazıyorsun?
_Hayır, yalnız senin için yazmıyorum.
_Biliyorum yalnız benim için değil, benimle kardeşlerim için yazıyorsunuz.
_Hayır, Hayır, bilemedin! Bu masalları yalnız senin ve kardeşlerin için
yazmıyorum; Türk çocukları için yazıyorum. Ben yalnız senin ve kardeşlerinin
babası değilim. Bu dünyadaki bütün Türk çocuklarının babasıyım. Sizleri ne
kadar düşünür ve seversem onları da o kadar düşünür ve severim.”
(Beysanoğlu, 1964, s. 326.)
Ziya Gökalp sürgündeyken düşman çocuklarına bile sevgiyle bakabilen
onlara bakarken duygulanabilecek kadar çocuk sevgisiyle dolu ve çocuk ruhlu
bir insandır. Kızı Seniha’ya Malta’dan yazdığı 19 Şubat 1920 tarihli mektubunda
çocuklara duyduğu hasretini ve sevgisini ortaya koyarak şu satırları yazar:
“Sürü sürü koyunlar, öbek öbek çocuklar görüyoruz. Çocuklar umumiyetle
bize selam verirler. Acaba bizi kendileri gibi mektep talebesi mi sanıyorlar?
Yahut başımızdaki fesler ve kalpaklar, onlara sevimli mi görünüyor? Hasılı
küçük çocuklar bize dost nazarlarla bakıyorlar. İngilizce kitaplarda da çocuk
şiirlerini severek okuyorum. Hayatın en tatlı yanı çocukluktur. Bu devirde
dinlenen peri masalları, en güzel romanlardan daha vecdlidir. Bilmem
çocuklarıma olan iştiyakımdan, tahassürümden dolayı mı her nedense bu gün
ruhumun içi bir çocuk bahçesi gibi olmuştur.” (Tansel, 1989b, s. 205)
Yukarıdaki bilgiler ışığında Ziya Gökalp’ın çocuk hakkındaki görüşlerini,
yaklaşımlarını topluca ifade etmek gerekirse; o, çocuğa, düşünür, sosyolog,
edebiyatçı, baba Ziya Gökalp olarak bakar. İnci Enginün, bu durumu şu şekilde
özetlemektedir.
“Türk cemiyeti için önemli bütün meseleleri içine alan bir sistemin kurucusu
olan Ziya Gökalp bu sistemde en küçük birim ve geleceğin unsuru olan çocuğa
da büyük yer vermiştir. Çocuk sosyal kurumların en önemli ve en ufak birimi
olan ailenin temelidir. Gökalp aile ve çocuk üzerinde çok durmuş, çocuğu hem
aile birimini kuvvetlendiren varlık hem de cemiyetin geleceğinin gücü olarak
görmüş ve çocuğun bir şahsiyet olarak yetiştirilmesini hedef edinmiştir.
Gökalp’ın eserlerini ele aldığımız zaman, çocuklarla ilgili görüşlerini dört grupta
toplayabiliriz.
1. Terbiye ve sosyal meselelerle ilgili olarak çocukların yetiştirilmesine dair
görüşleri.
2. Çocukları yetiştirmek için yazdığı şiirler ve masallar.
3. Kendi çocukluğuna dair intibaları.
4. Kendi çocuklarının yetiştirilmesiyle ilgili görüşleri ve telkinleri.”
(Enginün, 1991, s. 426)
Ziya Gökalp Türk milletinin her türlü meselesiyle ilgilenmiş bir düşünürdür.
Yukarıda söylediğimiz gibi o, sosyolog, edebiyatçı, şair, filozof aynı zamanda da
eğitimcidir. Fiilî olarak eğitim camiasında yer alması ve eğitimle ilgili ortaya
koyduğu fikirleriyle Türk eğitim tarihinde önemli bir yeri vardır.
Gökalp eğitimi terbiye sözcüğü ile ifade ederek şöyle tanımlar:
“Terbiye bir cemiyette, yetişmiş neslin henüz yeni yetişmeğe başlayan nesle,
fikirlerini ve hislerini vermesi demektir.” (Ziya Gökalp, 1973, s. 321)
Başka bir makalesinde, “eğitim toplumun bireylerini kendisine benzetmesi,
yani temsil etmesi” şeklinde eğitimin fonksiyonunu anlatır. (Ziya Gökalp, 1992,
s. 170)
İçtimaiyat Mecmuası, Millî Tetebbular Mecmuası, Yeni Mecmua dergilerinin
yayınlanmasına öncülük ederek, Türkçülüğün Esasları, Türk Medeniyet Tarihi,
Türkleşmek- İslâmlaşmak- Muasırlaşmak kitaplarını yazıp yayınlayarak
döneminde eğitimle ilgili görüş ve politikaların ortaya çıkıp tartışılmasını
sağlamıştır. Millî eğitim meselelerini ilk kez sistemli olarak ortaya atıp işleyen
odur. Cumhuriyetin eğitim ilkelerinin belirlenmesinde Ziya Gökalp’ın önemli
bir rolü vardır. Öğretmen sorunları, meslek eğitimi sorunları gibi konulara yıllar
önce çözüm aramıştır. Temmuz 1917 Muallimler Kongresi, Terbiye Kongresi,
Ahlâk Kongresi, Lisan Kongresi gibi toplantıların önce ulusal sonra da
uluslararası düzeyde toplanmasını önerir. Zaten Halkçılık, Millîyetçilik, Laiklik,
Garpçılık, millî tarih, dilin sadeleşmesi, kadın hakları konularında olduğu gibi
millî eğitim konusunda da Ziya Gökalp’ın fikirleri Atatürk’e ilham olmuştur.
(Akyüz, 1994, s. 270-272)
Bugünkü eğitim anlayışındaki “yaygın ve örgün eğitim sınıflandırmasını ilk
olarak ortaya koyan ve savunan odur.” (Aksu, 1989, s. 30) Eğitimi şu şekilde
sınıflandırmıştır:
“ Birinci tarz, yetişmiş neslin, kendisinin hiç haberi olmadan, samimi
hayattaki konuşmaları, fiil ve hareketleriyle canlı misaller teşkil ederek yeni nesle
tesirler icra etmesidir. İkinci tarz, yetişmiş neslin velî, vasî, öğretmen, mürebbî
adlarıyla resmî vazifeler alarak, usûl ve irade altında yeni nesle bir takım
muayyen fikirleri ve hisleri telkine çalışmasıdır. Ben, terbiyenin bu iki tarzdan
birincisine yaygın terbiye, ikincisine organize terbiye adlarını veriyorum.” (Ziya
Gökalp, 1973, s. 321)
Bütün bunlardan sonra, yaşadığı dönemden bu yana eğitim tarihimizde çok
önemli bir yeri olan Ziya Gökalp, Cumhuriyet dönemi eğitim anlayışının miladı
kabul edilebilir.
Gökalp eğitimin gayesini millî fertler yetiştirmek olarak tayin etmiştir:
“Millî fertler yetiştirmek millet yapmak demektir. O halde millî terbiyenin
gayesi, millet yapmaktır denilebildiği gibi, hakiki fertleri yetiştirmek de
denilebilir.” (Ziya Gökalp, 1973, s. 50-51)
Terbiyenin tanımını ve gayesini yukarıdaki şekilde tespit eden Ziya Gökalp’ın
eğitim hedefinde çocuklar vardır. Eğitimle ilgili görüşlerinin toplumun tamamını
ilgilendirdiği ve toplumun tamamına hitap ettiği söylenebilir ancak genel
anlamda eğitim, -özellikle örgün eğitim- çocukları hedef aldığı için Gökalp’ın
eğitim görüşleri çocuk eğitimi ile ilgilidir. Gökalp’a göre eğitim millet yapmak
gayesi taşır. Bu gayeye ulaşmanın en güzel yolu ise terbiyenin tanımında yeni
nesil olarak belirttiği çocukları millî kültür bünyesinde eğitmek ve
sosyalleştirmektir.
Ziya Gökalp bir ideologdur. Bu sebeple fikirlerini emanet edebileceği ve bu
fikirleri uygulamaya geçirecek yeni bir nesle ihtiyaç duyar. Bu nesil, çağının
çocukları ve gençleridir. Fikirlerinin özeti olarak kabul edilebilecek olan
Türkçülüğün Esasları adlı eserinin son cümlesinde: “Ey, bugünün Türk genci!
Bütün bu işlerin yapılması, yüzyıllardan beri seni bekliyor.” (Ziya Gökalp, 1970,
s. 188) diyerek gençliğe seslenmekte onları göreve çağırmaktadır. Aynı şekilde
çocukları da ideolojisinin geleceği olarak görür. Bundan dolayı Gökalp, çocuk
eğitimine özel bir değer vermiştir. Çocukları devletin ve milletin devamı,
geleceğin teminatı olarak görmektedir. Gelecekte sağlıklı bir millet hayatı
oluşturabilmek için, çocukların millî değerler, millî duygular ve modern ilimler
çerçevesinde eğitilmesi gerektiğini düşünür. Onun bu yaklaşımlarını çocuklar
için yazdığı eserlerin hemen hemen tamamında görmek mümkündür.
Diğer görüşlerinde olduğu gibi çocuk eğitimi konusunda da Ziya Gökalp’ın
düşünce merkezi millîliktir. O, modern bir eğitim anlayışını savunur ve bunun
temelini millî eğitimde görür. Konuyla ilgili olarak Millî Terbiye isimli
makalesinde şu görüşlere yer verir:
“Hulâsa, modern cemiyetlerde, çocuklara millî terbiye verilmesiyle, aynı
zamanda, modern terbiye de verilmiş olur. Halbuki, modern olmayan
cemiyetlerde çocuklara modern terbiye vermeye çalışmakla ne modern terbiye
ne de millî terbiye verilebilir. Tam tersine, çocukların karaktersiz, muvazenesiz,
gayr-ı millî bir surette yetişmesine sebebiyet verilmiş olur.
Hususiyle, biz modern bir cemiyet olduğumuz için, terbiyemizin yalnız millî
olmasını temine çalışmak kâfidir. Terbiyemiz millî olduğu gün, ister istemez
modern de olacaktır. Bizim için millî terbiyenin gayesi, aynı zamanda modern
terbiye gayesinin de içinde vardır.” (Ziya Gökalp, 1973, s. 62-63)
Ziya Gökalp eğitim hakkındaki görüşlerini üç ana prensip üzerine kurar.
Bunlar; Türk Eğitimi, İslam Eğitimi ve Çağdaş Eğitimdir. Bu üç eğitimin
birbirine yardımcı, birbirini tamamlayıcı ve yol gösterici olması gerektiğini
savunur. Bu yardımlaşma ve irtibat olmazsa eğitimin birbiriyle çelişen ve
faydasız bir iş olacağını söyler. “Oysa yetkilerinin çemberi ve bu çemberin
sınırları akla uygun ve dosdoğru belirlenmezse birbirine karşı ve düşman
olabilirler.” (Ziya Gökalp, 1992, s. 49)
Ortaya koyduğu fikirleri ve eserleriyle çocuk eğitiminde yeni ve modern bir
yaklaşım sergileyen Ziya Gökalp milletin geleceğinin çocuklar olduğunu
görmektedir. Bu sebeple onların eğitimine büyük önem verir. Gökalp çocuklara
verilecek eğitimin usulleri üzerine de fikirler beyan eder. Mesela çocuk
eğitiminde gayet hassas ve nazik olunması gerektiğini vurgular ve şunları söyler:
“Çocuk her gördüğünü taklit ettiği gibi, korkaklığa ve cesarete de ufakken
alışır.” (Tansel, 1989b, s. 171-72)
Aynı konuda, çocuklarla ilgilenirken söz konusu dengenin iyi ayarlanmasının
önemine istinaden eşine yazdığı bir mektupta şunları yazar:
“Çocuğu şımartmak iyi değildir, fakat, korkutmak hiç caiz değildir. Türkan
gibi çocuklar tatlı dille yola gelir.” (Tansel, 1989b, s. 180)
Ziya Gökalp’ın çocuklar ve çocuk eğitimi konularındaki görüşlerini ortaya
koyan belgeler arasında özel mektuplarının da bulunması, bu konularda çok
aydınlatıcı olmuştur. Gökalp sürgün yıllarında çocuklarından ayrı kaldığı için
çok müteessirdir. O, çocuklarıyla birlikte olmak onlarla oynamak, eğlenmek,
onlara dersler vermek ister çünkü Gökalp, çocukların eğitiminde ailenin büyük
rol oynadığını bilir. Çocuk ilk eğitimini ailesinden alır. Özellikle anne çocuğun
eğitiminde büyük sorumluluk taşır. Çocuk eğitiminde annenin üstüne düşen bu
büyük görevin farkında olan Gökalp bu durumu değişik bir benzetme ile anlatır:
“Bir anne çocuklarını söyletmeli ve onlara ihtiyaçlarına göre terbiye edici
sözler söylemelidir. Çocuklar, aile tarikatının müridleridir. Anneleri onların şeyhi
gibidir. Şeyh nasıl müridlerinin ruhlarıyla meşgul olur ve daima bu ruhları tedavi
ederse, anne de çocukları hakkında onun gibi yapmalıdır.” (Tansel, 1989b, s.
384)
Yine ailenin çocuk eğitimine katkısını dile getirirken:
“Çocuk için en iyi mektep, ana kucağıdır; en iyi bahçe baba ocağıdır. Aile
içinde alınan terbiye, her terbiyenin fevkindedir.” (Tansel, 1989b, s. 447) der.
Aileyi eğitim yuvası olarak görmektedir. Kızı Hürriyet’e yazdığı bir mektupta,
küçük kızı Türkan’ın güzel konuşmayı öğrenmesi için ona yardımcı olmasını
ister ve şu bilgileri verir:
“Türkan’a güzel masallar söyle; konuşmayı kendisine doğru öğret! Çocuk
diliyle eğri büğrü konuşmasın” (Tansel, 1989b, s. 174)
Ziya Gökalp’ın çocuk eğitimi ile ilgili olarak çocuklara doğrudan telkinleri
azdır. Onun, çocuk eğitimi ile ilgili görüşlerini daha ziyade, yetişkinlere bu
konudaki telkinlerinde görmek mümkündür. Buna örnek olabilecek bir
değerlendirmesini eşine yazdığı bir mektubunda dile getirir. Küçük çocukların
meraklı olabileceğini bu durumun normal olduğunu ve anne babaların,
büyüklerin meraklı çocuklara nasıl tavırlar göstermeleri gerektiğini anlatarak:
“Çocuklar her şeyi anlamak isterler, sorarlar; fakat bizde ekseriya ana ve
babalar, çocuğun bu suallerine kıymet vermezler. Ona baştan savma bir cevap
verirler. Bu iyi değildir. Bilakis çocuğun bu sorularından istifade ederek, ona
sorduğu şeye dair doğru bilgiler öğretmelidir. Bir çocuk daima suallerine baştan
savma cevaplar alınca, yavaş yavaş artık hiçbir şeyi merak etmez ve sormaz olur;
çünki evvelki suallerine aldığı cevaplar ruhunu doyurmadı. Avrupa’da ise
çocuğun bir şey sormasını dört gözle beklerler; çünki bir çocuk sorduğu bir şeyi
anlamağa hazırlanmış demektir. Bu fırsatı kaçırmayarak çocuğa sorduğu şey
hakkında onun anlayacağı derecede malûmat verirler. Bundan başka babalar ve
analar kendileri de, çocuklardan birçok şeylerin ne olduğunu sorarlar. Çocuk
cevap vermek için düşünmeğe mecbûr olur. Doğru cevaplar verirse kendi
aklına, zekasına i‘timad etmeğe, kendi kendine meseleler halletmeğe alışır. Bu
usul eğlenceli bir çocuk terbiyesi yoludur.” (Tansel, 1989b, s. 513-514) yargısını
ortaya koyar.
Gökalp yukarıdakilere benzer yaklaşımlarını sıklıkla dile getirir. Onun bu
yaklaşımını Önder Göçgün bir pedagog tavrı olarak nitelendirir ve Ziya
Gökalp’ın 2 Aralık 1920 tarihli mektubundan alıntılar yaparak şunları yazar:
“Ziya Bey bir pedagog tavrıyla çocuğun biraz yaramaz ve zeki olmasını
sever.
‘...çocuklar dövülmekle uslanmaz. Zaten bir çocuğun çok uslu olması da iyi
değildir. Zeki çocuklar, yaramaz olurlar. Uslu çocuklar hımbıl olanlardır.’
Onun için de; ‘küçük çocuklara bağırma(nın), dövme(nin), ekşi yüz
gösterme(nin) iyi olmadığı’ inancındadır. Zira:
‘Sinirlilik bundan doğar. Sinirli insanlar, çocukken yahut büyüdükten sonra
sert muamele gören insanlardır.” (Göçgün, 1992, s. 74)
Gökalp aynı tavrını sık sık sergiler. Gökalp’ın bu pedagog tavrını Önder
Göçgün aynı yazısının devamında mektuplarından alıntılar yaparak şöyle dile
getirir:
“Onun nazarında çocuk, ‘kendisine kıymet verildiğini gördükçe, kendi
kendine itimat eden bir varlıktır’ ve:
Bir çocuğa yaramaz, haylaz gibi sözlerle hitap edilirse, gerçekten yaramaz ve
haylaz olur. Bununla beraber çocuğu şımartmak da iyi değildir.” (Göçgün, 1992,
s. 75)
Çocukların da yetişkinler gibi maddî, manevî bir takım ihtiyaçlarının olduğu
bilinen bir gerçektir. Güzel sanatların bir şubesi olan edebiyatın çocukların
manevî ihtiyaçlarının karşılanmasında çok önemli bir rol üstlendiği
görülmektedir. Söz konusu rol, edebiyatta, çocuk edebiyatı alanının ortaya
çıkmasına sebep olmuştur. Ziya Gökalp fikirleri ve bu sahadaki eserleriyle
çocuk edebiyatının öncülerindendir.
Ziya Gökalp’ın döneminde (1876-1924) bugünkü anlamda, sınırları tespit
edilmiş bir çocuk edebiyatı yoktu. Ancak o, bugünkü çocuk edebiyatına temel
olabilecek nitelikte fikirler ve eserler ortaya koymuştur.
Edebiyatın; çocukların eğitimi, olgunlaşması, sosyalleşmesi ve diğer ruhî
ihtiyaçlarını karşılaması gibi konularda en büyük yardımcı olarak gören Ziya
Gökalp edebiyat-çocuk ilişkisini çok önemli bulur. Çocukların müspet özellikler
kazanabilmesi için edebiyat önemli bir araçtır. Onun bu konudaki fikirlerine
örnek olması bakımından, kızlarına yazdığı bir mektubunda söylediği şu
cümleler önemlidir.
“Edebiyata ve şiire kıymet vermeli: çünkü bu iki hüner de gayet eğlenceli ve
zevklidir. Aynı zamanda zekaya nur, muhayyileye kanat, kalbe de heyecan verir.
Derslerin en vecdlisi edebiyat ve şiire dair olanlardır. Resimle mûsikî de şiirle
edebiyatın arkadaşıdır. Bunların hepsi rûha güzellik, ahlâka temizlik verir. İnsan
en tatlı vecdleri bu hünerden alır. Çocuklara Allah sevgisi, mefkûre sevgisi iyi
verilmiyor. Çocuklar bu duyguları da, edebiyatın ilahilerinden, destanlarından
almak mecbûriyetindedir.” (Tansel, 1989b, s. 73)
Bu cümlelerden de anlaşılacağı gibi Gökalp, toplumsal kuralları, Türklük ve
beşerî değerleri çocuklara edebiyat yoluyla telkine çalışır. Bu anlamda edebiyatı
bir araç gibi kullanmak isteği düşünülebilir. O, edebiyatı faydacı bir beşerî ilim
olarak görür. Ferdiyet ve şahsiyet adlı makalesinde bu konuyla ilgili olarak
edebiyatın yeni nesle şahsiyet kazandırması gerektiğini belirtir. Şinasî ve Nâmık
Kemâl dönemi edebiyatının gençleri şahsiyetli olmaya yönlendirdiğini söyleyerek
edebiyatın bu noktadaki görevini şöyle tespit eder:
“Edebiyat, gençlik terbiyesinin temeli olan beşerî ilimlerin mühim
meşalelerinden biridir. İşte, bu yeri itibariyledir ki edebiyat insanı tam
bütünlüğüyle tasvir etmek mecburiyetindedir. Edebiyat bütün insanlık
hakkındaki gördüklerini söylemek için basın huzuruna davet edilmiş bir şahit
mevkiindedir. Bu şahit insanların yalnız ferdi temayüllerini tasvir eder de, şahsi
temayüllerini saklarsa vazifesini kötüye kullanmış, hakikate karşı küfretmiş
olur.” (Ziya Gökalp, 1973, s. 197)
Gökalp çocuklar için şiirler ve masallar yazmıştır. Onun bu vadideki eserleri
çocuklara edebiyat aracılığı ile ulaşmak istemesinin bir sonucudur. Çünkü
Gökalp edebiyatı pek çok noktada en iyi iletişim aracı olarak kabul etmektedir.
Çocuklar edebiyat aracılığı ile eğitilmeli, onlara edebiyat aracılığı ile hitap
edilmelidir. Kızlarına yazdığı mektuplarından birinde küçük kızı Türkan’ın aile
içindeki eğitim ve diğer aile fertleriyle iletişimi konusunda söyledikleri çocuk ve
edebiyat ilişkisini nasıl değerlendirdiğini gösterir:
“Çocuğu şımartmak iyi değildir. Korkutmak hiç caiz değildir. Türkan gibi
çocuklar tatlı dille yola gelir. Ona vermek istediğiniz dersleri, masallarla
anlatabilirsiniz. O, küçük zekasıyla annesine teselli verebiliyor; o halde,
masallarla vereceğiniz dersleri anlayabilir.” (Tansel, 1989b, s. 180)
Ziya Gökalp edebî ürünlerin çocuk ruhuna ne derece hitap ettiğini iyi bilir.
Kendi çocukluğundan örnekler vererek çocuğun ruhunu edebî eserlerle
doyurduğunu ve zihnini edebî eserlerle genişlettiğini belirtir. Edebî eserlerin
çocuk üzerindeki olumlu tesirine o kadar inanır ki kızı Seniha’nın kardeşi
Hürriyet’le ilgili -çok konuşmuyor, konuşurken sıkılıyor- şikâyeti üzerine
cevaben şöyle yazar:
“Üzerine düşmeden, kendisini sıkmadan, masallarla, oyunlarla biraz bu
kızcağızı da şetaretlendirirseniz iyi olur. Kendisine sıkılma, utanma dendikçe,
mahcupluğu daha ziyade artar, fakat, bu gibi sözler söylemeden, kendisiyle çok
konuşup söyletmek faidelidir. Ezberlediği şiirleri yüksek sesle okursa, hepinizin
yanında masal söylerse, yavaş yavaş sıkılganlığı geçer... Birbirinize masal
söyleyiniz.” (Tansel, 1989b, s. 218)
Ziya Gökalp’in fikir sisteminde çok belirgin bir özellik vardır. O önce
teoride fikirlerini ortaya koyar sonra bu fikirlerin hayata geçirilmesinin yollarını
gösterir. Buna da bizzat öncülük eder. Gökalp’in çocuk ve edebiyat eksenindeki
görüşlerini değerlendirirken de aynı istikamette hareket ettiğini görürüz.
Ziya Gökalp’a göre edebiyat millî olmalı, edebî eserlerde sade bir Türkçe
kullanılmalı, edebî eser, okuyucusuna şahsiyet ve olgunluk kazandırmalı,
okuyucuyu sosyalleştirmeli ve geliştirmelidir. Çocuklara yönelik yazdığı eserlere
genel bir çerçeveden bakıldığı zaman onun eserlerinin bu fikirlerinin tatbiki
niteliğinde oldukları görülür. Somutlaştırarak söyleyecek olursak Gökalp,
masallarında ve şiirlerinde millî motiflere yer vererek Kızıl Elma’da Türkçülük
mefkûresini; Tembel Ahmet ve Küçük Şehzade’de çalışkanlık ve dürüstlüğün
neler kazandırabileceğini; Keloğlan ile Kuğular’da halkın zulme karşı zaferini;
Düzme Keloğlan’da görünüşe kıymet vermenin kötü sonuçlarını; Pekmezci
Anne’de sabrın, Keşiş Ne Gördün’de iyi kalpliliğin faydalarını; Yılan Bey ile
Peltan Bey’de ise aile bağlarının önemini sade bir dille kaleme almıştır.
İnci Enginün, “Cumhuriyetin ilk nesillerinde, bu masal ve şiirlerle telkin
edilen millî ve beşerî değerler derin izler bırakmıştır.” (Enginün, 1991, s. 427)
demektedir. Bize göre de bu böyledir ve çok yerinde bir tespittir.
Gökalp’ın çocuk, çocuk eğitimi, çocuk ve edebiyat konularına ilişkin
düşünce ve yaklaşımlarını eserlerinde uyguladığını görürüz. Buna göre Ziya
Gökalp’ın çocuk edebiyatı sahasına dahil edebileceğimiz eserleri şekil, konu, dil
ve üslup, bakımından değerlendirildiğinde söz konusu yargının doğruluğu daha
iyi anlaşılacaktır.
Ziya Gökalp, edebi eserlerinde Divan, Halk ve Batı Edebiyatı şekil
unsurlarını kullanmıştır.
Yetiştiği ve yaşadığı dönem itibariyle Gökalp’ın Divan edebiyatı’ndan
tamamen kopuk olması beklenemez. 1911 yılında Genç kalemler hareketi ile
başlayan dilde sadeleşme ve millîleşme cereyanına kadar Gökalp Klâsik
edebiyatımızdan kopmuş değildir. O, Fevziye Abdullah Tansel’in de tespit ettiği
gibi vezin olarak “ilk manzumelerinde aruzu” (Tansel, 1989a, s. XXIX)
kullanmıştır. Divan edebiyatı nazım şekillerinden de gazelle şiirler yazmıştır.
Ancak onun çocuk edebiyatı alanına dâhil olan eserlerinde Divan edebiyatı
nazım şekillerinden herhangi birine rastlanmaz.
Daha sonra Ziya Gökalp’ın fikirleri belli bir sistematiğe oturunca edebi
eserlerin şekli konusunda net görüşler ortaya koymuş ve eserlerinde söz konusu
görüşlerini uygulamıştır. Bu aşamada Gökalp’ın manzumelerini bir kaçı hariç
özellikle Türk Halk ve Batı edebiyatının nazım şekilleriyle yazdığı görülmektedir.
Bu uygulamanın gerekçelerini Türkçülüğün Programı’nı yazarken ortaya
koymuştur. Gökalp fikirlerini Türkçülük temeline oturturken Halka Doğru ve
Garba Doğru ilkelerini ortaya koyar. Bu doğrultuda Edebiyatımızın Millîleşmesi
ve İşlenmesi başlığı altında bu konuyu geniş bir şekilde açıklar:
“Türkçülüğe göre, edebiyatımız yükselebilmek için, iki sanat müzesinde
terbiye görmek mecburiyetindedir.
Bu müzelerden birincisi Halk edebiyatı ikincisi Batı edebiyatıdır. Türkçü
şairler ve yazarlar bir taraftan halkın güzel eserlerini, öte yandan Batı’nın
şaheserlerini model olarak almalıdırlar. Türk edebiyatı, bu iki çıraklık devresini
geçirmeden, ne millî olabilir, ne de tekâmül edebilir. Demek ki edebiyatımız bir
taraftan halka doğru öbür yandan Batı’ya doğru gitmek mecburiyetindedir.”
(Ziya Gökalp, 1970, s. 143)
Ziya Gökalp manzum eserlerinde millî veznimiz heceyi tercih eder. Bunu da
estetik Türkçülüğün bir gerekçesi olarak görür. (Ziya Gökalp, 1970, s. 141-142)
Ziya Gökalp’ın söz konusu görüşlerine uygun olarak çocuklar için yazdığı
manzum masalların çoğu mesnevî nazım şekliyle yazılmıştır. Mesnevî nazım
şekliyle yazılmış bu manzum masalların en güzel örneklerini, Kızılelma, Ülker ile
Aydın, Küçük Şehzade, Alageyik, Kolsuz Hanım, Küçük Hemşire, Arslan Basat,
Türk’ün Tufanı, Küçük Tomris, Yeşil Boncuk, Yaradılış, Kendine Doğru ve
Limni’de Dicle Vadisi şiirlerinde görmek mümkündür.
Divan edebiyatında mesnevî denince akla genellikle uzun manzumeler gelir.
Gökalp’ta ise durum her zaman böyle değildir. O, mesnevî için kısa denebilecek
tarzda manzumeler de kaleme almıştır. Kanaatimizce bu durum Ziya Gökalp’ın
mesnevîde özgün yanını oluşturmaktadır. Adı geçen mesnevîlerin vezni hecedir.
Gökalp, bu manzumelerinde hecenin muhtelif kalıplarını kullanmıştır. En çok
kullandığı kalıplar ise (6+5) 11’li ve (4+3) 7’lidir.
Ziya Gökalp’ın çocuklar için yazdığı manzumelerin bir kısmı da Batı kaynaklı
nazım şekilleriyledir. Mektepli Hanım Kızların Marşı, Kurt ile Ayı, Yeni Atilla
ve benzeri yirmi manzume böyledir. Fevziye Abdullah Tansel, bu hususta şu
tespiti yapmaktadır:
“Bunlar, esasını dörder mısralık kıt‘alar teşkil eden quatrain adı altında
toplanan nazım şekline girer. Gökalp’ın bu şekli kullandığı otuz iki
manzumesinden çoğu 1915-1922 yılları arasında basılmıştır. İlk şiirlerinde ise,
herhalde Servet-i Funûn şairlerinin te‘siri ile, yine Garp klasik nazmına ait üçer
mısralık kı‘alardan meydana gelen serbest terza-rima ile sone (sonet) şeklini
kullandığı görülür.” (Tansel, 1989a, s. XXVIII)
Gökalp’ın çoğunlukla kullandığı nazım şekilleri Halk edebiyatına ait
olanlardır. Tevhid, Türk’ün Tekbir’i, İlahi, Asker Duası, Hayat Yolunda, Yeni
Attila, Durma Vur, Şehit Haremi manzumelerinde görüleceği gibi en çok
kullandığı Halk edebiyatı nazım şekli koşmadır.
Ziya Gökalp bazen de Divan, Halk ve Batı edebiyatı kaynaklı nazım
şekillerini ve bu şekillere ait unsurları aynı manzumede birilikte kullanır. Arslan
Basat, Ülker ile Aydın, Kızılelma’da olduğu gibi. Olay, mesnevî şeklinde
kafiyelenmiş beyitlerle, diyaloglar ise dörtlüklerle verilmiştir.
Öte yandan onun hiçbir şekle uymayan manzumeleri de vardır ancak bu
tarzda yazdığı manzumelerden çocuk edebiyatı kriterine uyanı yoktur.
Gökalp çocuklar için mensur eserler de kaleme almıştır. Bu eserler Türk
Halk masalları formundadır. Keloğlan, Tembel Ahmet, Kuğular, Nar Tanesi
Yahut Düzme Keloğlan, Keşiş Ne Gördün, Pekmezci Anne, Yılan Bey ile
Peltan Bey böyledir. Gökalp mensur eserleri içinde manzum parçalara da yer
vermektedir.
Ziya Gökalp, Türkçülüğün teorisyenlerindendir. O, bu ideolojiyi “ilmî,
felsefî, estetik bir mektep başka bir deyişle, kültürel bir çalışma ve yenileşme
yolu” (Ziya Gökalp, 1970, s. 183) olarak görür. Çalışmaları, görüşleri ve eserleri
de bu doğrultudadır. Çocuklara yönelik eserlerinde kültürel bir yenileşmeyi
sağlamak amacındadır. Eserleri özellikle konuları ve kaynakları bakımından
genel prensipleri ile paralellik arz eder. Konuları millîdir.
Amaç Türk milletini medeniyetçe yükseltmek ve kültürel olarak
kuvvetlendirmektir. Böylece Türk çocuklarına güçlü ve iyi bir karakter
kazandırmak Gökalp’ın başlıca hedefidir.
Gökalp, kendi millî kültürümüzü tanıyıp, o vasıtayla millî zevki tatmadan
diğer kültürlere gitmenin doğru olmadığını düşünür. Bir insanın millî zevki
tadacağı ilk devre ise çocukluk devresidir. Gökalp bu bilinçle millî ve kültürel
konulara yönelmiş halk edebiyatından faydalanmıştır. Bu yönelişin sebeplerini
şöyle izah eder:
“Her millette, güzellik telakkisi başkadır. Bir milletin güzel gördüğü şeyleri,
diğer millet çirkin görür. Bu suretle, zevkin millî olması lâzım gelir. Gerçekten
de her milletin millî bir zevki vardır.
Millî zevki bulmak için halka doğru gitmek, halk sanatlarından uzun uzadıya
estetik bir terbiye almak lâzım olduğunu anladık.” (Ziya Gökalp, 1970, s. 149)
“Devletler, kendi sanayilerini korumak ve geliştirmek için, yüksek gümrük
vergilerini koymak suretiyle, dış alım satımların serbestçe devamını önlerler.
Kavimler, millî dillerinin saflığını korumak için yabancı kelimeleri dillerine
sokmamağa, edebiyatlarını millîleştirmek için milletler arası nitelikteki klasik
edebiyatı bırakarak, konu ve esaslarını halk edebiyatından almağa çalışırlar.”
(Ziya Gökalp, 1995, s. 44)
Ziya Gökalp, edebî eserlerin konuları bakımından Türk halk edebiyatına
dayanması ve bunların Batı edebiyatında görülen terbiyeye göre işlenmesi
gerektiğini savunur. Çünkü o, Türk halk edebiyatı ürünlerinin yüksek estetik
değere haiz olduğu, yüksek sanat değeri taşıdığı görüşündedir. Bu eserlerin
ihmal edilmemesini ister:
“Türk halk masallarıyla halk şiirinin güzelliği Türklerin estetik sahasında
büyük bir kabiliyete malik olduklarını gösterir. Fakat yazık ki Osmanlı
sanatkârlarının hatası yüzünden, şimdiye kadar bu sanat kabiliyeti Avrupaî bir
terbiyeden mahrum kalmıştır.” (Ziya Gökalp, 1970, s. 140-141)
“Edebiyatımız yükselebilmek için iki sanat müzesinde terbiye görmek
mecburiyetindedir. Bu müzelerden birincisi halk edebiyatı, ikincisi batı
edebiyatıdır...
Halk edebiyatı ne gibi şeylerdir. İlkin masallar, fıkralar, efsaneler, menkıbeler,
üstureler; ikinci olarak, ata sözleri, bilmeceler; üçüncü olarak, maniler, koşmalar,
destanlar, ilahiler, dördüncü olarak; Dede Korkut Kitabı, Aşık Kerem, Şah
İsmail, Köroğlu gibi hikayelerle ceng-nameler, beşinci olarak; Yunus Emre,
Kaygusuz, Karacaoğlan, Dertli gibi tekke ve saz şairleri, altıncı olarak; Karagöz
ve Nasrettin Hoca gibi canlı edebiyatlar.
Edebiyatımız bu modellerden ne kadar çok feyiz alırsa, o kadar çok
millîleşmiş olur...
Edebiyatımızın Batı şaheserleri müzesinde geçireceği çıraklığa da millî
edebiyatımızın batılılaşması diyebiliriz.
Bu ifadelerden anlaşıldı ki, millî edebiyatımız millîleştirme ve batılılaştırma
adları verilen iki terbiye devresinden geçtikten sonra hem millî hem de Avrupalı
bir edebiyat haline girecektir.” (Ziya Gökalp, 1970, s. 143-144)
İşte Ziya Gökalp bu düşünceler ışığında Türk milletini yükseltmek için
çalışmıştır. Çocuklar için kaleme aldığı kısa manzumeler, şiirler, manzum ve
mensur hikayeler, masallar bu çabanın sonucudur.
Kızılelma ve Alageyik, Gökalp’ın Turan mefkûresini anlatan sembolik
hikâyelerdir. Ülker ile Aydın manzumesinde de Turan kelimesi sembolik olarak
kullanılmıştır. Bir büyü sonucu ceylan şeklini alan Aydın, kardeşi Ülker’in yeni
doğan ve Turan adı verilen oğlunu görür görmez eski şeklini alarak insan olur.
Gökalp’ın çocuklar için yazdığı eserler dışında da Turan ülküsünü işlediği
eserleri vardır. Fevziye Abdullah Tansel’in tespitine göre 1915 yılı başından
itibaren Gökalp, Turan ülküsünü anlatma ve yayma maksadıyla hiçbir şiir
yazmamış 1916’da yazdığı Lisan şiirinden sonra Turan’ı mefkûre anlamında
kullanmaya başlamıştır. Türklük’ün yakın mefkûresi olan Oğuzculuk fikrini
işleyen tek şiiri ise Ötüken Ülkesi’dir. (Tansel, 1989a, s. XXIII)
Ziya Gökalp’ın vatan sevgisini işleyen eserlerinin bazıları yaşadığı dönemin
olaylarını konu alır. Bu eserler sayı bakımından pek çok olmakla beraber
çocukların faydalanabileceği Kolsuz Hanım adlı eser İzmir ve Edirne’nin işgali
ile geri alınmasını anlatan sembolik bir hikâyedir. Belli bir olayla ilgili olmaksızın
çocuklara vatan sevgisini aşılamak maksadıyla yazdığı eserleri ise Kurt ile Ayı,
Şehid Haremi, Asker Duası, Türk’ün Tufanı, Yeni Attila, İlahi, Yeşil Boncuk,
Küçük Tomris’tir.
Gökalp’ın Atatürk, Enver Paşa, Tal‘at Paşa, Ömer Naci gibi yakın
tarihimizde derin izler bırakmış şahsiyetleri çocuklara tanıtan şiirler yazması hiç
şüphesiz faydalı olmuştur. Ancak bu şiirler, anlatım, dil, muhteva ve benzeri
özellikleri göz önüne alınarak değerlendirildiğinde çocuk edebiyatına dâhil
edilemez.
Türk destanlarından ve Türk halk hikâyelerinden faydalanarak yazdığı eserler
arasında Tepegöz ve Boğaç Han hikâyelerini sayabiliriz. Fevziye Abdullah
Tansel’in adı geçen eserlerle ilgili olarak kaleme aldığı şu tespit önemlidir.
“Gökalp, ‘ümid ederiz ki, sanatkâr bir şairimiz çıkar da devletimizin esası
olan Kayı Boyu’na ait bu iki menkıbeden millî bir Şeh-name, bir Altun Destan
çıkarır’ dileğinde bulunur. Ergenekon’dan sonra Tepegöz ve Boğa ile Boğaç
hikayelerini manzum olarak Anadolu lehçesine çeviren şairimiz, bu iki
hikayedeki vak‘aları mantıklı sıraya bağlı kalarak Arslan Basat adlı hikayesini
yazdı. Tepegöz hikayesinin kahramanı Basat, Oğuz ilini Ergenekon’a benzer
ikinci bir felaketten kurtarmıştır. Arslan Basat hikayesinin son kısmında, Oğuz
ilinin Tepegöz’den kurtarılması ile İstiklâl Savaşı’mız, Tepegöz’ü mahveden
Arslan Basat ile Türklerin yetiştirdiği kahramanlar ve Atatürk arasında bağlılık
yaratmıştır.” (Tansel, 1989a, s. XXVI)
Ayrıca Ziya Gökalp, halk masallarını manzum olarak düzenlemeye
çalışmıştır. Bunlar arsında Yaradılış Kozmogonisi adlı eseri dikkat çekicidir.
Gökalp’ın halk edebiyatına ait ürünlerden faydalanarak yazdığı eserler
üzerine müstakil bir çalışma yapan Rıza Filizok, eserleri belli bir sistematiğe
bağlamış ve bunları geniş bir şekilde incelemiştir. Bu incelemede Rıza Filizok,
Gökalp’ın söz konusu eserlerini şöyle tasnif etmektedir:
“Ziya Gökalp’ın Masalları
A- Dede Korkut Hikayelerine Dayanan Masallar
1- Arslan Basat
2- Deli Dumrul
B- Temelinde Belli Bir Halk Masalı Bulunan Masallar
1- Küçük Şehzade
2- Ülker ile Aydın
3- Kolsuz Hanım
4- Yılan Bey ile Peltan Bey
5- Keloğlan
6- Nar tanesi Yahut Düzme Keloğlan
7- Keşiş Ne Gördün
8- Pekmezci Anne
9- Tembel Ahmet
10- Küçük Hemşire
C- Çeşitli Motiflerin Birleştirilmesiyle Meydana Getirilmiş Masallar
Kızılelma
D- Yabancı Kaynaklı Masallar
Kuğular
Ziya Gökalp’ın Şiirleri
A- Konusunu Eski Türk Ustûrelerinden Alan Şiirler
B- Şekil ve Muhteva Yönünden Tasavvufî Halk Şiiri ve Saz Şiirinden
Unsurlar Taşıyan Şiirler
C- Tekerleme, Mani, Masal Gibi Kolektif Bir Karakter Taşıyan Halk
Edebiyatı Ürünlerinden Yararlanarak Yazılan Şiirler” (Filizok, 1991, s.
108-267)
Aynı çalışmanın sonunda Filizok, Gökalp’ın eserlerinde muhteva konusuyla
ilgili olarak şu tespite yer verir:
“Ziya Gökalp, Türk milliyetçiliğinin temeli olarak gördüğü Türk halk
kültürüne yönelmiş, Türk halk edebiyatını kurulacak yeni edebiyatın temeli
olarak görmüştür.” (Filizok, 1991, s. 277)
Sonuç olarak Ziya Gökalp’ın eserlerinde, halk edebiyatı kaynaklı ancak batılı
anlamda işlenmiş konular yer alır. Kaynağı Türk halk edebiyatı olmayan konular
ise halk edebiyatı formunda işlenmiştir.
Görüşleri ve eserleriyle Ziya Gökalp’ın fikir tarihimizde olduğu kadar, kültür,
sanat ve özellikle edebiyatımızda da seçkin bir yeri vardır. Ziya Bey’e göre,
edebiyat milli kültürümüzün ele alınması gereken en önemli bölümlerinden
biridir. Bu düşüncesi doğrultusunda edebiyat kavramı üzerine pek çok fikir
ortaya koymuştur. Edebiyat dille yapılan bir sanat dalıdır. Edebiyat kavramı
üzerine düşünenler yoğunlukla dil konusu üzerinde kafa yorarlar. Ziya Gökalp
da hem edebiyatın hem de kültürün ana unsuru olarak gördüğü dil konusuna
çok sık temas etmiştir.
Fikirleri bütünüyle incelendiğinde, Ziya Gökalp’ın yeni bir toplumun
temellerini oluşturmak istediği görülür. Bu yeni toplumun ise yeni bir dil
anlayışına ihtiyacı vardır. Toplumumuza temel olarak Türkçülüğü alan Gökalp,
yeni dil anlayışına “Lisanî Türkçülük” adını verir. Osmanlı döneminde
edebiyatta, dilde, ahlakta, musikide ve bilimde ikilik olduğunu öne süren
Gökalp, bu konulardan dille ilgili olarak şunlar söyler:
“Bundan beş yıl önce, memleketimizde yan yana iki dil yaşıyordu. Bunlardan
birincisi, resmi bir kıymete malikti ve yazıyı inhisar altına almış gibiydi. Buna
Osmanlıca adı veriliyordu.
İkincisi, yalnız halk arasında konuşulmağa münhasır kalmış gibiydi. Buna da,
küçümseyerek, Türkçe adı veriliyordu ve avama mahsus bir argo zannediliyordu.
Halbuki, asıl tabiî ve hakiki dilimiz bu idi. Osmanlıca ise, Türkçe, Arapça ve
Acemce’den ibaret olan üç dilin gramerini, sentaksını, lügatini birleştirmekle
husule gelmiş sun‘i bir karışımından ibaretti. Bu iki dilden birincisi, tabii bir
teşekkül ve günlük hayatta kullanılmak suretiyle, kendiliğinden vücuda gelmişti.
Bundan dolayı milli kültürümüzün diliydi. İkincisi ise, fertler tarafından usulle
ve iradeyle yapılmıştı. Bu dil aşuresinin içine, yalnız bazı Türkçe kelimeler ve
takılar karışabilirdi. Demek ki, Osmanlıca’nın milli kültürümüzde pek az bir payı
vardı.” (Ziya Gökalp, 1970, s. 92)
Bu tespitleriyle dilimizdeki ikiliğe vurgu yapan Ziya Gökalp söz konusu
ikiliğini aydın-halk kopukluğunu ortaya çıkardığını söyler. Milletleri millet yapan
bağın eğitimde, kültürde yani duygularda birlik olduğunu söyleyen büyük
düşünür bu bağın kurulabilmesi için dilde birlik kurulması gerektiğine
inanmıştır*. Bu birlik Türkçülük anlayışının prensipleri doğrultusunda “halka
doğru” gitmek suretiyle sağlanacaktır. Halkla aydının kaynaşması için birbirlerini
anlayacakları bir dil gerekti. Bu dilin Osmanlı aydınının kullandığı dil
olamayacağını gören Ziya Gökalp konuşma dilini yazı dili haline getirmeyi
hedefler. Bunun nasıl yapılacağını da Türkçülüğün Esasları adlı eserinde “Lisanî
Türkçülüğün Umdeleri (Dilde Türkçülüğün Prensipleri)” başlığı altında
maddeler halinde açıklar. Yeni Türk dili konusundaki düşüncelerini özetleyerek
bugünkü Türkçe’nin genel prensiplerini belirleyen Ziya Gökalp görüşlerini
edebî eserlerine yansıtmıştır. Çocuk edebiyatı sahasına dahil edebileceğimiz
eserlerinde prensiplerini ortaya koyduğu Türkçe’yi kullanmıştır.
Halkı aydınlatmak için onun dilini kullanmak gerektiği gerçeğinin farkında
olan Gökalp’in eserlerinde kullandığı dil halkın dilidir.
Ziya Gökalp halk dilini kullanırken şive ve ağız özelliklerini ortadan
kaldırmıştır. Eserlerini edebi İstanbul ağzıyla yazar. Özelikle temelini Dede
Korkut hikâyeleri ve halk masallarından alan eserleri dil yönünden istediği gibi
işlemiştir. Millîleşmek ve ilerlemek için halka doğru gitmek gerektiğini düşünen
Gökalp edebi eserlerinde halk edebiyatını kaynak olarak görmüş ve halkın diliyle
yani konuşulan Türkçe ile eserler vermiştir. Bu yargının hemen ardından
belirtmek gerekir ki, Gökalp kaynağı halk edebiyatı olan eserleri ve halkın dilini
belirli bir sistematiğe göre işlemiştir. Bu sistematik yukarıda alıntı yaptığımız
prensiplerdir. Milli edebiyat cereyanı içinde dilde sadeleşme fikrinin öncülüğünü
yapan Gökalp o tarihe kadar yazılı edebiyatta ve aydın çevrelerce edebi bir dil
olarak kullanılmayan konuşma dilini edebiyata taşıması bakımından çok önemli
bir şahsiyettir. Bugünkü yazı dilinin de temeli olan bu yeni edebi dilin fikir
mimarı Ziya Gökalp’tır.
Çocuklar için yazdığı bütün eserlerinde sade ve akıcı bir dil kullanarak,
günümüze kadar tüm çocukların beğenerek okudukları eserler meydana
getirmesi yanında günümüz yazılı çocuk edebiyatının dil problemini de ortadan
kaldırmasıyla Ziya Gökalp’in çocuk edebiyatı içinde özel bir yeri vardır.
Konularının çoğunu sözlü edebiyattan almakla beraber Gökalp’in eserleri dil ve
üslup yönünden çok orijinaldir. Bu orijinallik söz konusu dil ve üslup
özelliklerinin ilk olmasından kaynaklanır.
“Ziya Gökalp edebi eserlerinde halkın konuştuğu dili kullanır” tespitini
yaparken anlatılmak istenen onun halkın konuştuğu kelimeleri kullandığıdır.
Zira edebi eserin dilinin günlük konuşma dilinden farklı olduğu bilinen bir
gerçektir. Edebi eserlerinde günlük konuşma dilin kelimeleriyle edebiyat
yapılabileceğini ispatlayan Gökalp aynı zamanda dilde Türkçülük ilkesini ve
Türk dilinin zenginliğini ispatlamış olmaktadır. Gökalp’in eserlerinde kullandığı
dil ve üslup başarılı da olmuştur. Mesela yazıldığı günden beri Alageyik, Yeşil
Boncuk, Kurt ile Ayı gibi manzumeler her Türk çocuğunun belleğinden iz
bırakmış, bir tekerleme gibi söylenegelmiştir. Gökalp’in masalları birer halk
masalı hüviyetinde anlatılagelmiştir. Onun Ülker ile Aydın, Keşiş Ne Gördün,
Tenbel Ahmet, Kuğular ve diğer masallarını bilmeyen pek az çocuk vardır. Ziya
Gökalp’in eserlerinin her dönemde sevilerek okunmasında, birçok sebep
olmakla birlikte, asıl sebep bu eserlerin dil özellikleridir.
Her yazar ve şair sözü etkili kılmak için uğraşır. Bunu nasıl başaracağı ise
yazarın veya şairin üslubuna bağlıdır. Bunu yapabilmek için edebi sanatlara ve
yoğun bir anlatıma yer vermemek Ziya Gökalp’ın en önemli üslup
özelliklerinden biridir. O anlatımındaki akıcılığa ve güzelliğe sadelikle ulaşmayı
başarır.
“Çocuktum ufacıktım,
Top oynadım acıktım.
Yolda buldum bir erik,
Kaptı bir alageyik.”
dizelerindeki rahat söyleyiş
“Yüce Tanrı! Biz ki yavru Türkleriz,
Sana geldik, vatan için duaya
Yurdumuzun necâtını dileriz
Elimizi açtık işte semaya
Biz yalvarır iken, söyle: Amin
Duamızı kabul eyle: Amin”
dizelerindeki samimi ve içten anlatım tarzı söz konusu sadeliğin örnekleridir.
“Ben bir küçük çocuğum,
Var bir yeşil boncuğum.
...
Üstünde bir güzel kız
Resmi var; Ay ve yıldız”
Örneklerinde de görüleceği gibi rahat bir söyleyiş, sade bir dil ve anlatımı
güçlendiren Gökalp gereksiz kelime kullanımından kaçar. Masal üslubuyla
yazdığı manzumelerde de nesir halindeki masallarında da bu durumu görmek
mümkündür. Gökalp halk masallarının kalıplaşmış giriş ve bitiş motiflerini
kaldırmıştır. Halk masalının içinde yer alan manzum sözleri, aslını bozmamaya
itina göstererek onarmış, şekil ve dil özellikleri bakımından, güzelleştirmek
amacıyla işlemiştir. Ancak masalları kendi üslubuyla yazarken halk masallarının
anlatım özelliklerini tamamen ortadan kaldırmamış, onlardan birer üslup unsuru
olarak faydalanmıştır. Mesela Kızılelma şiirindeki
Bir varmış bir yokmuş, Tanrı’dan başka
Kimseler yok imiş, yakın zamanda
başlangıcı buna güzel bir örnektir.
Ziya Gökalp anlatımında zenginliği sağlamak için eserlerini halk edebiyatı
unsurlarıyla güçlendirir. Bu konuda Rıza Filizok şöyle demektedir:
“Gökalp daha yoğun bir masal atmosferi elde edebilmek için işlediği masalı
diğer masallardan aldığı unsurlarla zenginleştirir. Bununla birlikte Gökalp’ın
masalları, üzerimizde masaldan çok hikaye tesiri bırakır. Bunun sebebi yazarın
konu, şahıslar, zaman ve mekan üzerinde modern bir hikaye tavrıyla durmasıdır.
Gökalp, yukarıdaki kategorilerle ilgili teferruat üzerinde duruşuyla, tasvirlere yer
verişiyle, masala yabancı olan motivasyonu masallarına ilave edilişiyle masallarını
hikayeleştirmiştir.” (Filizok, 1991, s. 281)
Üslup bakımından, sıfatın çok kullanıldığı eserler süslü kabul edilir. Gökalp
özellikle masallarında bol sıfat kullanmıştır. Ancak bu durum onun eserlerini
süslü yapmaz. Gökalp kullandığı sıfatlarla eserlerine şairâne bir bakış tarzı, değer
hükümleri ve bir duygu yükü katar. Gökalp’ın diğer bir üslup özelliği ise
eserlerinde diyaloglara fazlaca yer vermesidir. Hem manzum hem nesir
eserlerinde her zaman diyaloglar görmek mümkündür.
“Üvey ana dedi: “Artık çekemem
Bu afacan çocukların derdini;
Ya bunları evden çıkar, ya beni…
Baba dedi: “Sen üzülme bu elzem”
dizeleriyle başlayan ülker ile Aydın manzumesinde bunun çok örneği vardır.
Kolsuz Hanım, Alageyik, Kurt ile Ayı, Pekmezci Anne, Kızılelma ve diğer
bütün eserlerinde aynı özellikleri görürüz. Bu durumu Rıza Filizok, Gökalp’ın
eserlerinin manzum tiyatro dilinin eşiğine geldiğini söyleyerek açıklar. Filizok
söz konusu diyaloglarla ilgili olarak da şu tespiti yapar:
“Halk masallarında şahısların konuşmaları onların sosyal mevkilerine vb.
göre değişmez. Gökalp, modern bir tiyatro yazarı gibi kahramanlarını
karakterlerine uygun bir tarzda konuşturmuştur.
Ziya Gökalp, bu tür edebî faaliyetleri ile halk kültürüne ve halk edebiyatına
dayanarak, modern edebi eserler verilebileceğini göstermiş ve kendisinden sonra
bu yolda çalışanlara ciddi bir örnek olmuştur.” (Filizok, 1991, s. 281)
Ziya Gökalp’in çocuklar için yazdığı eserlerde anlatıcı üçüncü şahıstır. “O”
anlatımı vardır. Bu anlatıcı olaya müdahale etmez. Olayın dışında gördüğünü
anlatan bir anlatıcı vardır. Çocuklara yazdığı eserler içinde nazım ve nesir
masallar ağırlıkta olmasına rağmen klasik masal anlatıcısı durumunda olmayan
anlatıcı çoğu zaman kahramanları konuşturmayı tercih eder. Bu eserlerde
anlatıcı görülen geçmiş zamanı kullanmakla birlikte, geniş zamanı da kullanır.
Gökalp’ın eserleri içinde “Ben” anlatıcı kullanıldığı da olmuştur. Daha çok bir
çocuk sözüyle yazdığı Alageyik, İlahi, Yeni Attila, Yeşil Boncuk bu
eserlerdendir.
Gökalp anlatımında mahalli ve argo tabirler, deyimler ve kelimeler
kullanmaz. Kendi dünya görüşüne uygun olarak Türk kültürüne ait kelime, tabir
ve deyimleri kullanmıştır. Gramer ve köken olarak Türkçe kelimeler kullanan
Gökalp anlam bakımından da kelimeleri seçmiş ve yabancı kaynaklı olanları
tercih etmemiştir. Manzum eserlerinde Türkçe cümle yapısının kurallı şeklini
tam kullanmasa da cümle yapıları sağlamdır. Nesir tarzı eserlerinde ise cümleler
kurallı ve gramatik olarak kusursuzdur.
Edebiyatın konusu insandır. İnsanoğlunun serüvenini, özlemlerini, yaşayışını
anlatan edebiyat, konusunun insan olması münasebetiyle sosyal bazı görevler
üstlenmiş durumdadır. Bu görev birtakım mesajları topluma ulaştırmaktır.
Edebiyatçı bu görevi üstlenmiş kişidir. Toplumun bütün sorunlarını gören yazar
veya şair eserlerinde bazı çözümler sunması yanında insanoğlunun iyiye, güzele
ve doğruya yönelmesi için telkinlerde bulunur. Söz konusu telkinler edebiyat
aracılığı ile yapılır. Cahit Kavcar bu konuyu şöyle özetlemektedir:
“Sanat, hem kişinin yaratıcı gücünü geliştirmek, hem de insanlık niteliklerini
yüceltmek için güçlü bir araçtır. Kalpten kalbe giden en sıcak, en dolaysız ve en
sağlıklı araç. Sanatçı, duyarlığı, düşünüşü ve yorumlayışı ile dikkati çeker, öteki
insanlardan ayrılır. Çünkü o, toplumun ve yurdunun insanlarının özlemlerini,
ihtiyaçlarını en iyi duyan ve sezen kişidir.
Genel anlamda sanatın ve sanat eserinin asıl amacı yaşamı kolaylaştırmaktır.
Çünkü yaşamı yalnızca teknolojik araçlar kolaylaştırmaz. İnsanları iyiye, güzele
ve doğruya yöneltme, güzellik duygusunu geliştirme ve toplumun ilerlemesi
yolunda hizmet etme, sanatın temel işlevleri arasında yer alır.
Sanatçı, örneğin bir yazar bu ödevlerini, bazen iyiyi canlandırmak, bazen de
kötüyü, toplumun ve insanın aksak yanlarını sergilemek biçiminde yerine getirir.
Vereceği dersi yasa maddeleri ya da ders notları ezberletir gibi kuru kuruya değil,
sezgi, yaşantı ve telkin yoluyla, estetik yolla verir. Bu yönüyle sanat, genel
anlamda eğitimin bir organı ve aracıdır.” (Kavcar, 1982, s. 2-3)
İnsana ve topluma edebiyat aracılığı ile ulaşmak ve bazı değerleri telkine
çalışmak edebiyatçıların hemen hemen tamamının yapmak istediği bir şeydir.
Ziya Gökalp da aynı düşünce doğrultusunda hareket eden bir mütefekkir ve
edebiyat adamıdır. O da çocuklara yönelik yazdığı eserlerde, Türklük ve insanlık
için önemli gördüğü değerleri işler. Bu anlamda onun çocuk edebiyatı
bünyesindeki eserleri mesajlarla doludur. Kullandığı dil ve ifade, seçtiği konular
bu mesajları çocuğa daha iyi ulaştırmak içindir. Bu hususta İnci Enginün şu
tesbitlerde bulunmaktadır
“Gökalp’in halk masallarından derleyerek Türklük değerine göre baştan
yazdığı masallardan manzum olanları, çocukların kolayca anlayıp
ezberleyebilecekleri şekilde hecenin kısa kalıplarıyla söylenmiştir. Nesir olanların
da dili son derece sadedir. Fakat her masal, milli ve beşerî bir değer telkin
edecek tarzda yeni baştan inşa edilmiştir.” (Enginün, 1991, s. 427)
Buna benzer bir tespiti Rıza Filizok da yapar. Filizok, Gökalp’in çocuklar
için yazdığı masallar üzerine bir değerlendirme yaparken şunları söylemektedir:
“Halk masallarında “kıssadan hisse” çıkarma geleneği yoktur. Gökalp
fabllerde ve park hikayelerinde görülen bu tekniği masallarda kullanmıştır.
Ancak onun masallarında “kıssadan hisse çıkarmak” yeri “kıssadan sosyal plana
geçiş”’e bırakmıştır.” (Filizok, 1991, s. 280)
KAYNAKLAR
AKSU, M. Hakkı, Ziya Gökalp’ın Eğitim ve Din Eğitimi ile İlgili Görüşleri,
(Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Bursa, 1989.
AKYÜZ, Yahya, Türk Eğitim Tarihi, Ankara Üniversitesi, Ankara, 1985.
BEYSANOĞLU, Şevket, Ziya Gökalp için Yazılanlar- Söylenenler, Ziya
Gökalp Derneği Yayınları, Ankara, 1964, s. 326
ENGİNÜN, İnci, Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları, 2.baskı, Dergah
yayınları, İstanbul, 1991.
FİLİZOK, Rıza, Ziya Gökalp’ın Edebî Eserlerinde Halk Edebiyatı Tesiri
Üzerine Bir Araştırma, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1991.
GÖÇGÜN, Önder, Hususî Mektuplarına Göre Ziya Gökalp’ın Hayat
Görüşü, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara, 1992.
KAVCAR, Cahit, Edebiyat ve Eğitim, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri
Fakültesi Yayınları, Ankara, 1982.
TANSEL, Fevziye Abdullah, Ziya Gökalp Külliyatı I Şiirler ve Halk
Masalları,, 3. Baskı, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1989.
—— ——, Ziya Gökalp Küllüyatı II Limni ve Malta Mektupları,, 2. Baskı,
Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1989.
Ziya Göklap, Türkçülüğün Esasları,(haz. Mehmet KAPLAN), Millî Eğitim
Basımevi,İstanbul,1970
—— ——, Millî Terbiye ve Maarif Meselesi, 2. Baskı, Diyarbakır’ı Tanıtma
ve Turizm Derneği Yayınları, Ankara, 1972.
—— ——, Terbiyenin Sosyal ve Kültürel Temelleri I, (haz. Rıza
KARDAŞ), Millî Eğitim Basımevi,İstanbul, 1973.
—— ——, Türkleşmek –İslâmlaşmak- Muasırlaşmak, (haz.Yalçın TOKER),
2.Baskı, Toker Yayınları,İstanbul,1992.
—— ——, Türk Ahlakı, (haz.Yalçın TOKER), 2.Baskı,Toker
Yayınları,İstanbul,1992.
—— ——, Hars ve Medeniyet,(haz.Yalçın TOKER),Toker
Yayınları,İstanbul,1995.