ZİYA GÖKALP ÂLİM VE İDEALİST ŞAHSİYETİ / Necati Akder
01 Ocak 1970
«Lisan, daima insanları aldatan bir
şeydir.
Bir «kelimeyi muhtelif ağızlardan işittiğiniz zaman,
hepsinin bu kelimeden aynı mânâyı murat ettiğini zannet-
«meyiniz. Aynı kelime, bir hatipten diğer
hatibe,
bir «muharrirden diğer muharrire
geçerken mânâsını «değiştirebilir.
Çünkü, kelimeler, insanlar arasında
«müşterek timsâllerden ibarettir.
Mefhum ise iptida «bir şahsın, sonra da
ilmî yahut edebî bir mektebin «hususî bir telâkkisidir.
Aynı zamanda muhtelif hususî «telâkkileri ifade için
kullanılan bir kelime şüphesiz «hiç birisini hakkile
ifade edemez. İlmî münakaşalarda «bir çok iltibasların,
sui tefehhümlerin husule gelmesi «bu halin bir neticesidir.
Muhtelif zümrelerde, muhtelif telâkkilere delâlet eden
kelimelerden biri de ilim «tâbiridir.»
ZİYA GÖKALP
Şahsiyetinin cepheleri mahdut olmıyan her büyük adam gibi Ziya
Gökalp de bir çok zıt hatta çelişik hükümlere hedef olmuştur. Bir
yanda ilim ve irfanı göklere çıkarılırken, öte yanda, tamamlanmamış
veteriner tahsiline de imâ edilerek, fikrî bulanıklığı, kıvamsızlığı, dog¬
matizmi iddia ve muaheze edilmiştir. Onun ilim adamı hüviyetini
yadırgıyanlara göre, Gökalp ancak bir siyaset nazariyecisi, bir ideo¬
logdur. Bununla beraber, nazariyecilik sıfatı da dedikodulu bir müna¬
kaşaya uğramış, hem lehinde hem aleyhinde kullanılmıştır. Lehinde
tefsir edenler amelî siyasete karşı duyduğu çekingenliğe dayanarak,
karakterinin hasbîliğini, menfaatdışı temayüllerini alkışlarlar, aleyhinde
kullananlar ise bir takım sosyolojik prensipleri gündelik ihtiyaçlara,
politika akıntılarına hizmet ettirdiğini dermeyan ederek, ilmî hakikat
kaygısını ifsat eylediğini, kötü bir düşünüş geleneği kurduğunu söylerler.
Gökalp'in sükûnu, vekarı, en acı hâdiselere şikayetsiz katlanışı bile iki
türlü telâkkiye yol açmıştır. Hayranlarınca, bu durgunluk, modern hayat
kadrosunda tezahür eden klasik hakîm olgunluğunun ifadesidir. Bazı
tanıdıkları, Hikmet sanılan halinin, delilik arâzına muadil olduğuna
hükmetmişlerdir. Bu uzlaşmazlıkları en kesin safhasına vardırmak üzere
Gökalp'i memlekettmizde hemen hemen ilk âlim örneği farzedenlerin
yanı sıra, alman İmparatorunun telkinlerine kapılmış bir demagog
sananların mevcudiyetini kaydetmeliyiz. O arada türklüğüne, türkçü-
lük hareketindeki samimiliğine şüphe ile bakanlar çıkmıştır. Bunlar, kürt
alfebesi yapmak teşebbüsünde öz zihniyetini açığa vuran fena bir
alâmet sezinlemişlerdir.
Biz, 1924 İlkteşrininin 24. gününe tesadüf eden, ölümünün yıldönü¬
münü vesile ittihaz eyliyerek, bu telâkkileri, Gökalp'in nazarî faaliyet
ve eserleri ile vesikalandırılmış bir zemine nakleylemek, üçüzlü bir
sorunun ortaya koyacağı bir problem şeklinde incelemek istiyoruz.
Gökalp'in âlim ve idealist şahsiyeti dâvâsı, ilkin, bizi ilimden ne
anladığını, sonra ideale, ülküye, ne mânâ verdiğini araştırmağa sevke-
decektir. Üçüncü merhalede her iki zihnî tavrın samimî bir bağlılığı
olup olmadığını, itiraz ve tenkitlere temas ederek, belirtmeğe ve bir
netice elde etmeğe çalışacağız.
I
İlim, insanın tabiat karşısında aldığı ruhî bir vaziyetten doğmuştur.
Fakat bu vaziyet alınabilecek tek vaziyet değildir, İnsanı hayvanlarla
iştirak ettiren bir vaziyet daha vardır ki, hasselerimizin, duygu organ¬
larımızın, intibâlarına dayanır. Biz gözlerimizle renkleri, kulaklarımızla
sesleri, burnumuzun içzarı ile kokuları, dilimizi kaplıyan sinir uçlariyle
tatları idrâk ederiz. Bunlar hasse bilgisi tâbir ettiğimiz bir muhit levhası
vücude getirir. Fakat hasse bilgisi ilim sayılamaz. Zira eşyanın tabia¬
tından ziyade, kendi tabiatımıza, duygu organlarımızın yapısına bağlıdır.
Renkler göz yapımızın bir idrâk tarzıdır. Bazı göz hastalıkları muayyen
renklerin tanınmasına mani olduğundan bu hastalıklara tutulanların
muhit levhası sağlam kimselerinkine uymaz. Hayvanlarda göz yapısı
özellikleri, farklı idrâk nevilerini tayin etmektedir. Aynı farklar kulak,
burun, deri, intihâlarında tekerrür eder. Üstelik hasse . bilgisi bizi
eşyanın tabiatını takdirde de yanıltır. Aynada derinliğine seyrettiğimiz
suretler, hayaller nesnel (objektif) gerçeklikten mahrumdur. Suya
daldırılmış bir kalemin kırık görünüşü aldatıcı bir manzaradır. Güneşin,
ayın ufka yakın iken iri, gökte yükselince, nisbeten, ufak çapta irtisam
etmeleri birer idrâk galatıdır. Şu halde eşya mahiyetini sadece hasse¬
lerimizin şehadetlerine güvenerek tarife kalkışırsak yanılmağa mahkûmuz.
Yanılma ihtimalini azaltmanın çaresi, eşyayı şahsî intihâlarımızla tasvir¬
den vazgeçerek gayrışahsî, herkes ve her vaziyet için müşterek ve
mûteber bir vasıta kabul etmektir. Öyle bir vasıta ise akılda aranabilir.
Akıl tabirinin arapçada ip manasına gelen "ikal,, den çıkmış olması,
Prof, Ahmet Naim'i "Müfredat-ı Ragıb,, ı senet tutarak, bu kelimenin
"bütün müştekkatında imsâk ve istimsâk mânâsı münderiç,, olduğu
kanaatine götürmüştür1. Böylece akıl, intiba ve idrâklerin başıboş
1
Ahmet Naim : Ilmünnefis (Georges. L. Fonsegrives: Elements de philosophie
(Psychologie) tercümesi,) Shf. 357, haşiye.
dağılmalarını önliyen bağlayıcı prensipler sistemini ve o sistemi temsil
ve muhafaza eden zihnî disiplini ifade etmektedir.
Gökalp ise, aklın ferdî ve psikolojik telâkkisine karşılık içtimaî
rol ve önemini belirten sosyolojik bir izah teklif eder. Gökalp'e göre
aklın, "ikal,, ile münasebeti, Amerikadaki Peru Cumhuriyetinde olduğu
gibi, "ihtimal ki eski bir zamanda araplarda muhabere için düğümlü
ip kullanılmasından ileri gelmiştir. Türklerde de akla ok denilmesi
muhabere için çeteleli okların kullanılmasındandır,,2. İki telâkkinin
zıtlığı zâhiridir. Muhaberenin içtimaî temas vasıtası olması için fertler
müşterek ve ğayrişahsî mefhumlara yükselebilmelidirler. Fakat öyle bir
kabiliyet de insanın içtimaî hayat yaşıyabilmesi, içtimaî bir hayvan
olması ile şartlandırılmak doğrudur. Kısacası ferdî bir meleke olan akıl,
eri çok içtimaî hayatımızla ilgilidir. Bizi intibâlarımızın öznelliğinden
(şubjectivite), nefsaniyetimizin indîliğinden sıyrılarak umumî, herkesçe
mûteber hükümler kazanmağa zorlar. Bu zihnî disiplini kendimizde ne
kadar sağlamlaştırırsak cansız ve canlı varlıkları, dünyayı ve hemcins¬
lerimizi tarafsızca tanımakta, anlamakta o kadar ilerleriz; hem tabiata
daha iyi nufûz eder, hem içtimaî vecibeleri daha muvaffakiyetle yerine
getiririz. Şu halde akıl, tatbik sahası, kullanılışı bakımından, amelî ve
n azarî, iki büyük kısma, bu kısımlar da, teknik akıl- içtimaî akıl (aklıse¬
lim), mihanikî akıl- dinamik akıl olmak üzere, tekrar ikişer kısma
bölünebilir.
Amelî akıl tabiat eşyasını verimlendirmek, içtimaî malzemeyi idare
etmek ihtiyacımızdan doğmuştur. Teknik akıl, eşyayı kullanmak kabili¬
yetimizin ifadesidir, ve ensdüstiriyi meydana getirmiştir. Saban, araba
tekerleği, kayık, kürek, dümen, uskur, buhar makinası, motor, dinamo,
uçak, vs, teknik aklın eserleridir. Teknik akıl bu eserleriyle amelî
mukadderatımızı daima daha yeni, daha istifadeli istikametlere sokmak¬
tadır. Aklın içtimaî vecibeleri gözeterek tabiat ve cemiyete ait tecrü¬
beleri tedvin ve tensik edişi bir aklıselim faaliyetidir. Aklıselîmin
gayesi, içtimaî değerleri kavramak, ferdi diğer insanlarla tesanüt ve
ahenk halinde yaşatmaktır. Aklıselim teknik fayda kaygısına içtimaî
hayır mefhumunu katar. Eşyayı, insan tabiatını maddî kazanç fikrine
üstün bir açıdan tasavvur eder. Bu üstün açı "örf,, plânında, cemiyetin
manevî düzenini kuran reyler, inançlar, özleyişler, davranışlar toplulu-
ğundadır. "Aklıselimin en feyizli tecellisi "dehâ,, dır. Dâhiler aklıselimde
son dereceyi bulanlar, yani örfü, mensup oldukları cemiyetin temayül
ve zihniyetini en iyi duyup yaşıyanlardır. Aklıselimin icabatını sırf
amelî bir surette icra edenlere kahraman namı verilir. Dâhiler nazarî
kahramanlar, kahramanlar amelî dâhilerdir. Aklıselimi daha az bir
miktarda haiz olanlara da ârif namı verilir. Milletin mümessilleri dâhiler,
kahramanlar ve âriflerdir,,3.
2
Ziya Gökalp: Millî Tetebbüler mecmuası, C. I, sayı-3, Shf. 402.
3
Ziya Gökalp: İçtimaiyat mecmuası, C. I. sayı-1, Shf. 29.
Nazarî akıl, aklın teknik yahut içtimaî hiçbir hedefe, doğrudan
doğruya, yönelmeksizin varlığı, olduğu gibi, bilmek cehdinin timsâlidir.
İlim, işte bu salt nazarî ve hasbî cehdin eseridir. "Âlim, yaptığı tetkikleri
amelî bir netice endişesiyle icra etmez. Çünkü amelî bir gaye takib
eden içtimaî bir sanat, ıslahat ihtiyaçlarının müstaceliyeti dolayısiyle
alelâcele hükümler vermek mecburiyetindedir. İlim hakikati amelî ihti¬
yaçlara feda etmiyeceğinden, bu gibi isticalkâr âmillerden tevakkî
ederek hür ve sabur bir surette çalışmakla mükelleftir. Vakıa ilmî tet¬
kiklerden çıkacak neticelerin içtimaî sanatlar tarafından derhal amelî
gayelere tatbik olunacağını, bu tetkikleri yapanlar bilirler. Hatta bu
müteharrileri saiylerinde mukdim yapan manevî müşevvik de, bu gün
amelî endişelerden âri olan tetkiklerinin, yarın behemehal kendi kavmi
yahut insaniyet için nâfi tatbiklerle tetevvüç edeceğini bilmeleridir.
Ruhunda böyle mefkûrevî bir duygu mevcut olmadıkça âlim hayatını
bu kadar suubetli bir işe vakfedemez. Bununla beraber bu amelî tat¬
biklerin, ilmin gayesi olmayıp, zarurî bir neticesi olduğunu da hiçbir
zaman nazarından dûr tutmaz,,4.
Ancak amelî kaygılardan sıyrılmak da yetişmez. Zira akıl, amelî
faaliyetinin teknik ve içtimaî iki türlü manzarasiyle mütenazır olarak,
nazarî sahada da mekanik (mihaniki) ve dinamik iki farklı istikamete
girmektedir. "Birinci mânâya göre akıl bizden evvel meratîbevî (hie-
rarchiqne) bir surette tasnif olunmuş mefhumların mecmûudur. Bu,
"kurulmuş mekanizmalara tâbi olarak,, düşünüş tarzıdır. Yarattığı bilgi,
benimsediği ilim telâkkisi tamamiyle mekanik, "tarassut ve tecrübeye,,
kayıtsızdır. Ortaçağın iskolastik bilgisi, bizde medrese "ulemâ,, sının
ilmi bu mânâda bir ilimdi; "evvelce hissen kabul edilmiş hakikatleri
aklın istidlâl oyunlariyle ispat,,5
etmeğe inhisar ediyordu. "Tabiiyatçılar
şeniyeti (realite) tarassut ve tecrübe altına almağa lüzum görmüyorlardı.
Eşyayı anlamak için aklî mebde'leri bilmek ve istidlâl tarikiyle bunların
mantıkî neticelerini çıkarmak kâfi görülüyordu. Meselâ, toprak,
su, hava, ateş denilen dört unsurun teşekkülünü şu suretle izah edi¬
yorlardı : bürudetle yubûsetin birleşmesinden toprak, bürudetle rutubetin
birleşmesinden su, suhunetle rutubetin birleşmesinden hava, suhunetle
yubûsetin birleşmesinden ateş husule gelmişti,,6.
Bu ilim tekrarlayıcı ve tefsircidir. Üstelik iskolastiğin, dinî değerleri
kâinat düzeninin prensipleri yerine koyması tabiî ve içtimaî vakıaları
iman temellerini koruyacak tarzda tefsir etmesi, bunları oldukları gibi
değil olmaları dilendiği gibi tasvir eylemesini dâvet etmiştir. Şüphesiz
öyle bir durumda ne maddî, ne manevî bir yenilik beklenemezdi. İsko¬
lastik ilmin güvendiği akıl, mekanik kuruluşu icabı, bir yaratılmış
4 Ziya Gökalp : Millî tetebbüler mecmuası, C. I, Sayı-2, Shf-194.
5
Ziya Gökalp: Yeni Mecmua C-II, Sayı-46, Shf-382.
6
Ziya Gökalp : Türkleşmek, İslâmlaşmak, muarırlaşmak, Shf. 49.
akıl,, dır. "Bu yaratılmış akıl ile düşünmek hariçteki şeriiyeti evelce
zihnimizde mevcut olan mefhum çerçevelerine sıkıştırmak demektir.
Halbuki aklın vazifesi zihnimizdeki mefhumları hariçteki şeniyetlere
mutabık bir surette yeniden tanzim ve tasnif etmektir. Bu vazifeyi
ifa için yaratıcı bir tefekkür melekesi lâzımdır ki, işte ikinci mânâya
göre akıl budur, ve ilim noktai nazarından ancak bu yaratıcı melekeye
akıl denilebilir. Yaratılmış, mihaniki akıl ile düşünmek zihindeki mef¬
humlardan hariçteki şeniyete doğru gitmektir ki buna "induction,,
denilir,, 7.
Müsbet ilim, tarafsız müşahede ve tecrübeler üzerinde istikrâ usu¬
lüne göre elde edilmiş umumî, evrensel neticelerin düzenidir. Vâkıa bu
araştırmalar da "netice itibariyle meratibevî bir surette tasnif olunmuş
bir mefhumlar manzumesine müncer olur,, ise de "bu tarzdaki tetkik¬
lerden çıkan mefhumlar,, salt mantık hükümleri olmayıp "hariçteki
şeniyetin mücmel ifadeleridir,,; ve nesnellik dereceleri de daima yeni
tecrübelerle tahkik edilebilir. İskolastiğin, otoriteye bağlı mekanik bilgi¬
sine karşılık müsbet ilim, dinamik, her türlü tahakkümden azâdedir.
Iskolastik aklın taklitçiliğine karşılık modern ilmi yaratıp geliştiren akıl
tahkikçidir. Gökalp'e göre modern zihniyeti ortaçağ zihniyetinden ayır¬
mak yetişmez. Nazarî aklın müsbet tecellisini kavramak için, iskolastiğin
bu aklı çemberliyen dinî kadroculuğu ile beraber, çağdaş politikacı¬
lığın siyasî kadroculuğu da tasfiye olunmalıdır. Bu siyasî kadroculuğun
öteki adı "Fikriyyat-İdeoloji,, dir. Fikriyatçılık, aslında, "içtimaî teşkilâtı,
akla istinaden yeniden tanzim etmek istiyenlerin mesleğidir. İdeoloji
halihazıra ait bazı temayül ve müşahedeleri kılavuz belliyerek cemiyette
yeni istidât ve imkânlar yaratmak yolunda girişilen nazarî bir hazırlık
hareketidir. Ötedenberi bütün büyük siyasî hamleler, ihtilâller, inkilâplar
hep o çeşit içtimaî nazariyelerin, istikbal plânlarının, inkılâp program¬
larınınmahsulü olmuştur. Montesquieu'nün "Ruhulkavânin,, i, Rousseau'-
nun "Mukavele-i- içtimaiye,, si büyük fransız ihtilâlinde önemli rol
oynamıştır. Bu açıdan bakılınca ideoloji aklıselim karşısında "aklı
mücerret,, in ifadesidir. Aklıselimin tâbi ve mümessilleri olan iş ve
devlet adamları ideologların nazariyelerinden hoşlanmamışlar, onların
iddialarını "neticesiz vehimler, hayaller,, saymışlardır. "İçtimaî hayatın
aklı mücerretten ziyade aklıselim ile idare edileceğini hisseden Nâpoleon
onları muzlim bir mâbâdüttabîaya (metafizik) firifte olmuş insanlar gibi
addediyordu,, 8. Bu ittiham ideolojilerin hiçbir ahlâkî, insanî mevkii
olmadığına delâlet etmez. "Her halde fikriyatçılar gayet necip bir hisse
tâbî olarak devletin mûsavi hukuk esasına istinaden teessüsünü istiyor¬
lardı. Nâpoleon ise - belki şahsî mevkii itibariyle - mutlak bir müsavatı
kabul edemiyordu. Mamafih şunu da ilâve edelim ki fikriyatçılar mef-
7
Ziya Gökalp: Millî tetebbüler Mecmuası, C-I, Sayı-2, Shf 195.
8
Ziya Gökalp: içtimaiyat mecmuası, C. I, sayı-1, Shf. 8.
•'•
kûreyi daha iyi hissediyorlar, Napoleon işe zamana ait şeniyeti daha
iyi görüyordu,,.
Ancak ideolojinin içtimaî degişmelerdeki nazarî ve ahlâkî payı ne
olursa olsun ilme müsavi tutulması kabul edilemez. Siyasi bir partinin
iktidar ve hâkimiyet gayesini, bir sınıfın varlık iradesini izah ve müda¬
faa eden ideolojinin akıl ve mantık kuvveti, ilminkine zıt olarak, nesnel
neticesinden ziyade, öznel hedefinde amelidir. Böylece sosyoloji bir
ilimdir, sosyalizm bir ideolojidir. Sosyolojinin gayesi morfolojik değişik¬
likleri, tekâmülî süreçleri (processus), içtimaî bünyelerin özelliklerini
aksettiren müesseseleri, tarafsızca irdeleyip mukayese etmek, devamlı
münasebetler, kanunlar tesbit eylemektir. Sosyoloji bu münasebetleri
yakalayıp ortaya koydu mu, ilim olarak, vazifesini bitirmiştir. Sosya¬
lizmin ise, ister millî, ister milletlerarası hedefler kollasın, asıl kaygısı
bir takım içtimai sevgileri, nefretleri, korkuları, özlemleri istismar etmek
ve bu amelî zemine yapışarak, ilmî, teknik temayülleri, hakikatları,
siyasî bir hedef uğrunda çalıştırmaktır. İdeolojinin zararı, ameliyecilik
gayreti ile nazarî hakikatları tahrife, ilmî usulleri suistimâle kalkışma¬
sından doğar. Nasıl vaktile dinî zihniyet ahlakî ve insanî kaygılar
namına nazarî aklın hür cehdini, yaratıcı dinamizmini tazyik ederek
iskolastik cedelciliğe sebep olmuşsa, şimdide çağdaş ideolojiler aynı
kaygılar ardında hakikati kendi monopolleri altına sokmuşlardır, ve
eski cedelciliği yeni bir tabiat ve hayat "Dialektik,, i içinde revac-
landırmaktadırlar. Modern hayat ve medeniyete dönen cemiyetlerde
henüz yaratıcı akıl ve müsbet ilim usulleri kökleştirilmeğe savâşılırken
ideolojik doktirinlerin, ilim namına, uyandırdığı ilgiler zihnî itiyatları
okşaması yüzündendir. Fakat bu sahte ilim gayretçiliği, kolaylığı
nisbetinde sunî, hele gerçek bir insanî terakki bakimından büsbütün sahte
ve şeametlidir. Öyle bir tehlikeyi yenmek için içtimaî sahada da parlak
nazariyeciliği bir kenara bırakmak, içtimaî gerçekleri tabiî vâkıalar gibi,
ayrı ayrı, sabırla, teferruatı kitleye feda etmeksizin, işlemek lâzımdır.
Gerçi tabiî ilimler, hekimlik ve tedavi sahasında mefhumculuk terkedil¬
miştir. "Bu gün tabiat sahasında artık mefhum usulü yer bulamıyor.
Memleketimizde maddî ve tabiî ilimlerle iştigal edenler yalnız tarassut
ve tecrübeye ehemmiyet veriyorlar. Mefhumları şeniyetten çıkarmağa
çalışıyorlar. Halbuki içtimaiyet sahasındaki düşüncelerimiz tamamile
eski usule tâbidir; yani içtimaiyata dair yazı yazanlarımız mefhumları
şeniyetten değil, şeniyeti mefhumlardan çıkarmağa uğraşıyorlar,,0.
İlmin vazifesi vâkıaları olduklarından, hele olabileceklerinden başka
şekil ve istikametlere doğru çekmeğe uğraşmak değil, oldukları ve
olmakta bulundukları bünye, tarz ve mahiyette tahkik ve tesbit etmek¬
tir. Âlimin vazifesi basmakalıp belbağlanmış dinî, ahlakî yahut insanî
prensipleri eşya düzenine ölçü yapmak değil, sadece nazarî aklını
9
Ziya Gökalp : Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak, Shf. 50.
eşyanın tecrübî bünyesine katlamaktır. "O halde içtimaiyatçıların vazi¬
fesi vazı' ve tesis etmek değil, hayatta şuursuz bir surette bulunan
millî vicdanın muhtelif anâsırını keşfederek şuurlu bir hale getirmek,
yani kitaplara nakletmektir. İlim, maddî ve hayatî tabiatlar karşısında
nasıl bir vaziyet alıyorsa içtimaî tabiat müvacehesinde de aynı vaziyeti
almalıdır. Bugün hiçbir mühendis sihir ile, simya yahut nücûm ile bir
saray, bir köprü, bir mâbet yapmayı hatırına getiremez. Hiç bir tabib
efsun ile, cülcülûtiye ile hastalıkların tedavisini düşünemez. İçtimaî
mütefekkirlerin de artık fikriyatçılıktan vazgeçmeleri zamanı gelmiştir.
Artık milletin, kendi efradına, mefkureler benim temayüllerimdir. Kıy¬
metler benim duygularımdır, lisan, ahlâk, hukuk, bediiyat, hulâsa
her şey benimdir. Bunları icada uğraşmayınız, keşfe çalışınız. Yükselmek
bana doğru derinleşmek demektir. Ben sizin vicdaninızım, siz de benim
şuurlarım olunuz. Ey fertlerim, siz beni arayınız ki ben de sizi arayım,
diye bağırdığını işitmeliyiz! Milletler nasıl tetkik edilir, millî vicdan
nasıl keşfolunur, bunu bize içtimaiyat ilminin şeyî (objectif) olan usulü
gösteriyor. Bu usule ittibâ ederek millî tetkiklerde bulunmak en ziyade
türk mütefekkirlerine düşen bir borçtur. Çünkü türkler ötedenberi her
yerde; başka unsurlarla karışık bir hayat yaşamışlardır. Bunun neticesi
olarak bütün milletler arasında en ziyade kitaptaki müessiseleriyle
hayattaki müessiseleri biribirine mübayin olan millet Türkler olmuştur...
Bugün, bir türk mütefekkiri ancak ya dâhi olduğunu iddia, yahut
fikriyatçılardan bulunduğunu itiraf etmek suretiyle ilmî usule karşı müs¬
tağni olabilir,,10.
|
Gökalp'in ülkü târifi böyle bir ilim telâkkisi ile ne derece uzlaştı-:
rılabilir? Bu soruyu cevaplandırmak için kendisininkine benzemiyen
târifleri neden tasvip eylemediğini anlamalıyız. Bugün herkesin kolayca
telâffuz ettiği ülkü, Gökalp'in devrinde yepyeni bir mefhumdu. Esasen
Osmanlıca dediğimiz eski münevver lehçesinde ülkü karşılığı olan
"mefkûre,, tâbirini Gökalp icat. etmiştir. Mefkûre, ideal sözünün kökü
olan "fikir-idée,, den yapılmıştır. Şu halde etimolojik bakımdan, düşün¬
ceye ait bir keyfiyettir. Netekim etimolojik münasebete dikkat edenler,
ülküyü fertlerin muhayyelesinde cazip bir istikbal rengine bürünmüş bir
dilek sayarak "gaye-i-hayal„ tabirini kullanmışlardır.
Gökalp'e göre "mefkûreye hayal, gaye, emel, dilek,, denilmesi
sathî bir hükmün ifadesi olur. Eski çağ filozofları bile, metafizik sistemle¬
rinde, ülkünün ferdî muhayyeleye inhisar etmiyen mahsusötesi karekterini
takdir eylemişlerdir. Varlığı salt matematik surette izah eden fisagorcu-
larda sayı eşyanın vücûda geldiği bir nevi cevherdir, yoksa sadece
manevi, Öznel bir prensip değildir. Eflâtun'uri "Fikirler,, i atom, molekül
10
Ziya Gökalp : İçtimaiyat Mecmuası, C-l, Sayı 2, Shf. 62-63.
nevinden bir cisimliliği haiz olmamakla beraber ferdî subjektivizme de
irca edilemez. Bilâkis ferdî zihinlerdeki fikirler, hatta ferdî bedenler
aşkın (transcendant) mahiyette örnek fikirlerin sembolleridir. Gökalp
bunu göz önüne alarak ülkü mefhumunun tefsirlerinde, nazarî akıl ve
ilim telâkkisinin üç tekâmül merhalesiyle mütenazır safhalar kabul
etmiştir. Bunlardan birincisi metafizik, ikincisi ideolojik, sonuncusu
müsbet ve ilmîdir.Fakat hepsinde de ülkü ya ferdiyete yüksekten hitabeden
bir değer, yahut ferdin kendi üstüne fışkırttığı, kendi dışında nesnel-
lendirmeğe özendiği bir "kemâl nümunesi,, inanciyle mütesanittir.
Metafizik bakımdan değer "maveraî âleme mensup bir şeniyet,, tir.
"Meselâ Eflatun Ulûhiyeti ezelî bir ilim olarak tasavvur etmiş ve
bu ilmin ezelî malûmlarını eşyanın ezelî modelleri suretinde kabul
eylemiştir. Her mahlûk ancak bu ezelî ve ebedî modellerin bir
timsalidir, ve ancak aslına benzediği nisbette güzeldir. Eflâtun'un
fikretleri enmûzecî, misali fikretler halinde Plotine'e ve oradan
Muhittin ibni Arabi'ye geçerek âyân-ı sabite adını almıştır. Ayân-ı
sabite varlık kokusunu koklamamışlardır, sözünün mânâsı,
bu
ezelî mefkureler hiçbir zaman teşe'ün edememişler, mevcudat ezelî
modellerine benzeyememişlerdir, demektir. Muhittin'e göre eşya âyân-ı
sabite'nin mektuplarıdır. O halde mâbâdüttâbiacıya göre hakikî
varlıklar mefkürelerdir, maddî varlıklar onların gölgeleridir,,11.
Görülüyor ki metafizik telakki ülküyü mahsusötesi bir gerçekliğe
dayandırmakla, tecrübî bir izah zemininden sapmaktadır. İdeolojik
telakkiye gelince, bu da, ilim sahasında olduğu gibi ülkü ve iman saha¬
sında dinî maverâcılığı, iskolastik mantıkcılığı bertaraf etmişse de gene
tabiî gerçekliğe kavuşamamıştır Zira "fikriyatçılara göre ülkü,, ancak
fertlerin muhayyilesinde tasavvur edilen bir kemal numunesi dir.
Gerçi fikriyatçılar mefkûreyi maveraîlikten kurtardılar. Fakat şeniyetsiz
irade ile istenilen şekle sokulabilir sunî bir fikir gibi gördüler. Mefkû¬
renin maveraî telakkisi müsbet ilimlerle itilâf edemezdi. Sunî, şeniyetsiz
telakki edilmesi de onun varlığına nihayet vermek demekti,, 12.
Her iki telakkiden uzaklaşıp müsbet zihniyetin icaplarına uygun
bir açıya yerleşilmelidir. Yoksa iskolastik ve metafizik mefhumlar gelişi
güzel inkâr edilmek yahut bir takım süslü kelime ve cümlelerle telâ¬
fisine yeltenilmek hakikatin büsbütün kaybedilmesine malolur. Modern
bilgi iskolastik istidlâl sistemi ile iltibas ettirilemeyeceği kadar müsbet
ülkü edebî frazeolojiden ibaret sanılmamalıdır. "Cemiyetlerin içinde
yaşayan ve el'an yaşamakta olan tasavvurlardan hiç birisi asılsız,
esassız değildir. Yalnız bunlar sırrî ve timsalî şekillerde tecellî ettikleri
için haricî şekillen ve ananevî münasebetleri itibariyle gayrımâküi, gayrı-
şenî görünebilir,,ıs. Ülkünün mahiyetini kavramak istersek mevzuunu
1 1
Ziya Gökalp : Küçük Mecmua, S. 8 (Mefkûre nedir?).
1 2
Ziya Gökalp : Küçük Mecmua, Sayı-8.
13
Ziya Gökalp: Yeni Mecmun, C-I, Sayı-7, Shf. 124.
teşkil eden değerleri nesnel bünyeler gibi irdelemeliyiz. "Biraz dikkat
edersek görürüz ki kıymetler, mevzularının zatî mahiyetinden sadır
olmuş cevvanî (immanent) keyfiyetler değildir. Kıymetler kendi mev¬
zuları üzerine dışarıdan konulmuş (superpose) ve sonradan ilâve
olunmuş (sürajoute) bir takım vasıflardır ki bunlara Kant'ın lisaniyle
berranî (transcendant) mahiyetler demek doğru olabilir. Çünkü Kant
fertlerin fevkinde ve onlara âmir olan bir şeniyetin varlığını duyduğu
halde bunun içtimaî şeniyet olduğunu anlıyamamış, bundan dolayı ona
berranî şeniyet adını vermiştir. Bugünkü içtimaiyat ilmi, Kant felsefe-
sindeki berranî tabiri yerine içtimaî kelimesini ikame etmekle, Kant'ın
tahminlerinde temamiyle isabet ettiğini meydana koymuştur. O halde
kıymetler ferde nazaran şeyî (objectif), cemiyete göre nefsî (şubjectif)
mahiyette olan içtimaî müessiselerden ibarettir. İçtimaî vicdan ise ferde
nazaran şeyî olan bu kıymetlerin ferdî ruhlarda yaşaması meleke-
sidir,, 14.
İçtimaî hayatın ahlâkî, iktisadî, hukukî, dinî, estetik, teknik, ilmî,
lisanî yaşanış tarzları, ferdî vicdanların muhtevası olmakla beraber,
öz manâsiyle, mahsulü bulunmayıp, müşterek işleyişlerin, aksiyon ve
enteraksiyonların neticesidir. Ülkü, içtimaî hayatın normal zamanlarında
sakin bir nehir gibi, akışlarına emniyetle devam eden bu hadiselerin buh¬
ran devirlerinde birdenbire kesafet kazanması, ferdî meşguliyetlerin
üstünde mutlak bir önem alması keyfiyetidir. "Bir millet büyük bir
felâkete uğradığı, korkunç bir tehlike karşısında bulunduğu zaman fert-
lerindeki şahsiyetleri bel'eder: o zaman umumun ruhunda yalnız millî
bir şahsiyet yaşar. Bütün kalplerde bu millî şahsiyeti idame etmek
tehalükünden başka bir duygu kalmaz. Bu hengâmede fertler kendi
hürriyetlerini değil, milletlerinin istiklâlini düşünürler. İşte o muazzez
duygu ile karışık olan bu mukaddes düşünceye mefkûre denilir ve bu
buhranlı devreye de ilkah devresi namı verilebilir. Buhranlı zamanlar
mefkûrelerin hilkat günleridir. Mefkûreler, millî felâketlerin kalpleri
birleştirerek umumî bir kalp yaptığı hengâmlarda, bu müttehit kalpten
doğar, sonra taazzî devresinde tedricen dal budak atarak çiçekler ve
yeni müesseseler meydana getirir. Cermanlık mefkûresi Prusyanın
Napoleon ordusu tarafından tezlil edildiği büyük felâket anında feveran
etti. O zamana kadar "milletim nevi beşerdir, vatanım ruyizemin,, diyen
filozof Fichte bile o anda iliklerine kadar cerman olduğunu his ve ilân
etti. Japonluk mefkûresi Japonyanın amerikalılar ve avrupalılar tara¬
fından tehlikeli ve muhakkirâne bir surette tazyik edildiği dakikada
infilak etti. Fransız milleti İngiliz istilâsi altında muzmahil olmak üzere
iken millî vicdan meczup bir köylü kızdan fışkırarak onu kendisine
bir münci yaptı, Beni İsrailin Mısırda tedmire mahkûmiyeti museviliği,
yahudiliğin Roma istibdadı altındaki makhuriyeti hiristiyanlığı doğur-
14
Ziya Gökalp: İçtimaiyat Mecmuası, C-l, Sayı-2, Shf, 56.
muştu. İslamiyetin tulûu da Arabistanın üç taraftan siyasî ve dinî
istilâlara mâruz bulundnğu mühlik bir dakikada vukubulmuştu,,15.
Bu satırların yazıldığı tarihten sonra cereyan eden istiklâl savaşı
ve onun feyizli eseri olan cumhuriyet inkılâbı Gökalp'in ülkü vâkıasında
kabul ettiği ilkah ve teazzi devrelerine parlak bir misaldir. Millî Misak
hamlesi, taraf taraf istilâlara uğrıyarak hayat ve tarihinin ölüme mah¬
kûm edildiğini anlıyan Türk milletinin heyecan ve galeyanından
fışkırmış ve Erzurum—Sivas kongrelerinde resmî ifadesini almıştır.
Cumhuriyetin yıldırım hıziyle başardığı inkilâplar, o inkilâplar saye¬
sinde kurulan yeni müesseseler, hep bu ülkü hamlesinin, Gökalp'in
tabiriyle, "taazzi devresinde dal budak atarak,, çiçeklenişidir,
Gökalp'in canlı bir intiba ve konkre bir fikir uyandırmak için
edebî surette çeşnilendirerek ileri sürdüğü sosyolojik izah bir nevi
içtimaî mistisizm farzedilmiştir. Bu ittihama karşı Gökalp'in "yaratıcı
içtima,,.a atfettiği tecrübî mahiyet ve tahlilî bünyeyi incelemelidir:
"İnsanlar arasındaki içtima hadisesi, zerreler arasındaki içtimâ hadise¬
sinin aynıdır. Zerreler imtizaç şeklindeki terekküpten başka, ihtilat
suretinde terekküp ettikleri gibi insanlar da bazan içtimâ halinde, bazan
ihtilat halinde birleşirler. Ihtilât halinde iken müvellidülmâ (idrojen): ve
müvellidülhumûza (oksijen) zerrelerinin her biri kendi ferdiyetini muha¬
faza eder. imtizaç ettikleri zaman ise artık ne müvellidülhumûza zerresi,
nede müvellidülmâ zerresi yoktur. Meydanda yalnız su zerreleri vardır,,16.
Cansız madde âleminden başlıyarak canlı madde safhasına oradan
yaratıcı içtimâ merhalesine kadar her terekküp özel bir gerçeklik
meydana getirmektedir. "Maddenin ilk fertleri olmak üzere elektronları
kabul edelim. Elektronların muhtelif nisbetlerde ve muhtelif şekillerde
içtimâından kimyevî unsurların layetecezâları vücude geldi. Layetecezâ-
ların içtimâından zerreler ve bunların içtimâından billurlar hasıl oldu.
Karbon ile azot, müvelidülma ve müvelidilhumûza zerrelerinin içtimâından
ilk protoplazma hücreleri vücut buldu. Bu hücrelerin muhtelif suretteki
içtimâından nebatî ve hayvanî uzviyetler tekevvüm etti,,17. Millî vicdan,
içtimaî vicdanın, millî hayat özelliklerini ihtiva ve ifade eden bir
mertebesidir. Bu mertebe tabiî protoplazmanın kimyevî mürekkeplere,
kolloitlere ve tecrübî hücreye, ruhî hadiselerin biyolojik hadiselere
nisbetle haiz olduğu tekâmülî neviyeti, "ferdiyen ruhî,, keyfiyetler
önünde muhafaza ve ispat eder. Fiziko-şimik amillerin hayat, biyolojik,
uzvî arızaların ruh üzerlerindeki bozucu ve yıkıcı tesirleri ne biyolojik
hadiselerin fiziko-şimik; gerçekliğe ne de psikolojik hadiselerin biyolojik
gerçekliğe nisbetle tekâmülî neviyet ve özellikten mahrum sayılmasını
gerektirmez. Zira "her şeniyetin hususî bir muayyeniyete malik olması
15
Ziya Gökalp: Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak, Shf. 38.
16
Ziya Gökalp :. Küçük Mecmua, C. I, Sayı 2, Shf. 23.
17
Ziya Gökalp : Küçük Mecmua. Sayı, 10.
•
ne bidayetteki yaratıcı ne de sonraki bozucu ve yıkıcı tesirlerin inkâr
edilmesi demek değildir. Belki, her şeniyetin faaliyetinin cereyanı ve
tekâmülünün vukuu, dahilî kuvvetlerinin tesiriyle olmasıdır. Haricî
kuvvetler yalnız, bir milletin haricen düşmanları gibi münebbih vazife¬
sini görürler. Hariçteki bu münebbihler mevcut olunca, canlı mevcutlar,
kendi kendilerine istihale ve tekâmül etmek hassalarını haizdirler,,18.
Gökalp millî vicdanı "fertlerin ruhunda mutlaka bir mefkûre sure¬
tinde,, tecelli etmiş olarak kabul eder.1 9
Menşe ve mahiyetini, içtimaî
hayat yaşamak dolayısiyle, fertlerde husule gelen "âsabî faaliyetlerin
içtimai,, nda arar; o bakımdan maşerî vicdana m e f k û r e adını
verir20.
Gökalp'in mefkûre telakkisi. ilim metodolojisi ve akıl nazariyesi ile
mütenazırdır. Maşeri vicdan=mefkure eşdeğerliği (equivalence) mistisizm
ittihamlarını önleyebilir. İlmî bir hükmün müsbet değeri "zihindeki
mefhumlardan hariçteki şeniyete doğru giden,, istidlal ve cedel usulü
olmayıp yaratıcı akıl ve teerübi kontrol olunca burada aynı esası
tatbik etmek hakkımızdır. Gökalp, Charles Renouvier'nin parça-bütün
münasebetine dair etüdüne ve Boutroux'nun, yukarıda temas ettiğimiz,
müterakki gerçeklikler nazariyesine dayanarak işaret eder ki, salt istidlâl
sahasında kalındıkça gerek bütün mefhumunun, gerek tecrübî veri¬
lerin hakikatına nufuz etmek kabil olmıyacaktır. Bizim mantıkî forma¬
lizmimiz her iki keyfiyeti istediği kadar mistik ve aykırı sayadursun,
tabiat herzaman ve her yerde o aykırılıkları önümüze sermektedir. Asıl
tecrübî ilim, iskolastiğin tersine "şeniyeti mefhumlardan değil, mef¬
humları şeniyetten,, çıkarır. Şu halde içtimaî vicdan da "fertlerin içtimaî
hayat yaşamaları,, yüzünden öz vicdanlarında tekevvün edip, temsil
eylediği lisanî, ilmî, hukukî,iktisadî, estetik, vs. müesseselerin nesnelliği,
umumîlik ve müşterekliği ile mütenasip bir ferdüstü mahiyet tazammun
eden "maşerî tere'iler - apparitions collectives,, sistemidir. "Maşeri tere'i-
ler yani mefkûreler bütün içtimaî hadiselerin sebepleri olmakla beraber,
kendilerinin de doğması, kuvvetlenmesi, zayıflaması, ölmesi bir takım
içtimaî sebeplere tâbidir. Bu sebepler içtimaî bünyede husule gelen
değişmelerdir. Durkheim'a nazaran, içtimaî hadiselerin ilk sebepleri
cemiyetin nüfûsunun, kesafetinin, ihtilâtınln, tecanüsünün, işbölümünün
artıp eksilmesi gibi içtimaî bünyeviyata (morphologie sociale) ait
hadiselerdir,,21.
Gökalp'e yöneltilebilecek itiraz, daha ziyade, kullandığı mefhumun
epistemolojik ve metafizik "problematik,, ini yapmaması olabilir. Bunun
da sebebi kendisindeki metafizik korkusudur. Gökalp bu korkunun
18
Ziya Gökalp: Yeni Mecmua C-II, sayı-46, Shf. 385.
19
Ziya Gökalp : Yeni Mecmua C-I, sayı-4, Shf. 61.
20
Ziya Gökalp: Küçük Mecmua, Sayı 10.
21
Ziya Gökalp : Türkçülüğün Esasları, Shf. 66.
tesiri ile, her türlü ilmî araştırmanın, prensip ve nazariyelerinde felsefi
kontrola tâbi tutulmayınca müsbet müşahede hududunu aşarak dogma¬
lara sarktığını unutmuştur. Netekim Durkheim'ın talebesi ve arkadaşı
Marcel Mauss da içtimaî vicdan nazariyesinin sosyolojide zarurî bir
unsur teşkil etmediğine kanidir. Meseleyi ihtisas sahası dışına çıkar¬
maktan ibaret olan böyle bir ihtiyat tedbiri, onun takımı ile reddedil¬
mesine benzemez. Zira dogmatik karakteri bakımından bir problemi
uluorta benimsemekle topyekûn reddetmek arasında hiçbir mahiyet
farkı yoktur. Menfi
dogmatizmi
müsbet dogmatizm yerine
geçiren bir iddia, meydanda durdukça tecessüs, ilgi uyandırmakta
devam edecek bir mevzuu büsbütün silip süpürmeğe müteveccih tasfi-
yecilik obsesyonu ile en koyu bir gerçek düşmanlığına ve değer
körlüğüne varır. Hatta, memleketimizde henüz kurulmağa başlanmış
yepyeni bir ilmin yayıcısı olmak sıfatıyla, Gökalp lehine önemli bir
mazeret zikretmek de mümkündür. Ne denilirse denilsin Gökalp ülkü¬
nün "maveraî bir aleme mensup şeniyet,,, yahut içtimai gerçekliğe
yabancı, mücerret bir "kemal numunesi,, mânâsındaki tefsirlerini tenkit
etmekle tecrübî vakıalara daha yakın kalmıştır. Onun nazarında ülkü
telakkisinde ilk gözetilecek cihet, bu vakıalara bağlılık kaygısını hiçbir
diyalektik temayülüne feda etmemektedir. "Mefkûre bir millet tarafın¬
dan mazide büyük bir buhran zamanında hakikaten yaşanmış zihnî bir
mevcudiyettir. Ne yaşanmamış bir hayat, ne de istikbalde yaşanacak
bir gayedir,,22.
Bir ilim adamının, mensubu bulunduğu ve o sıfatla irdelediği cemi¬
yet mevzuunun "hakikaten yaşanmış ruhî halet,, ve "zihnî mevcudiyet,,
ini benimsemesi mutlaka ilmî usullerini çürütmek icap etmez. Bir biyo¬
loji âliminin kendi uzviyetini ve umumiyetle hayat kanunlarını inceler¬
ken bu uzviyetin muayyiniyetine itaat eylemesi, tabiî vazifelerini yerine
getirmesi, anormallik sayılamıyacağı gibi, sosyoloji aliminin de bir
üyesi olduğu içtimaî bünyenin tarihî ve aktüel şartlarına uymasında
hiçbir garabet yoktur.
III
Burada bahsimizin üçüncü merhalesini teşkil eden sonuncu
nokta ile karşılaşıyoruz. İlmin mahiyetini anlamak, ülkünün içtimaî
mevki ve fonksiyonunu takdir edip tanıtmak başka, onlara bütün şah¬
siyeti ile bağlanıp hayatını vakfetmek başkadır. Bu bakımdan Gökal-
p'ın ne derece ciddî bir ilim ve ülkü adamı sayılacağı sorulabilir. Üs¬
telik fiilî şahsiyetinin ilmî ve ülküsel unsurları arasındaki nisbetin de¬
ğeri hususunda tereddüt beyan edilebilir. İmdi başlangıçta kaydeyledi-
ğimiz tenkitleri tekrar ele alarak üç grupa bölebiliriz. Gökalp'in ilmî
adına lâyık bir eser yazmadığını söyliyerek âlimlik sıfatından şüphe
22
Ziya Gökalp : Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak. Shf. 42.
edenler ilim mefhumu ile muayyen bir telâkkiye tercüman olmaktadır¬
lar. Bu telâkkiye göre ilim kesin ve sabit hakikatlerin yekûnudur. Gök-
alpe mâledilen hakikatler ise haddizatinde siyasî hayat ve muhitinin
ilham eylediği bazı sezgi ve fikirlerden ibarettir. Bir takım kimseler de
daha cüretli davranarak esasen Gökalpin ilmî bir usulü bile olmadığını,
usul gibi görünen çalışma tarzının telifçiliğe münhasır bulunduğunu
iddia etmişlerdir. Ülkü bahsinde Gökalpin samimiliğine güvenmiyenler
kürt alfabesi icat etmek teşebbüsünü hatırlatırlar. Görüşlerinin sakatlı¬
ğını ispata çalışanlar çılgınca ütopilerle memleketi maceraya sürükli-
yenleri şevklendirdiğini ilân ederler. Bu ittihamın en ağır şekli, akıllı
sanılan bir deli olduğuna dair, ölümünden altı yedi yıl sonra, gazete
sütunlarında yapılan dedikodudur.
Reyleri gözden geçirmek üzere, "Türkleşmek, İslamlaşmak, Mua¬
sırlaşmak,, risalesinin, umumî harp sıralarında, Necmettin Sadak
tarafından kısa tenkidini işaret edeceğiz. Necmettin Sadak bu eserin
"üç dört seneden beri muhtelif yerlere yazılmış makalelerin bir mec¬
muası,, olduğunu söyleyerek şu hükmü çıkarır: "makaleler arasında
bir silsile, bir rabıta mevcut değildir. Bunlar kül teşkil eden bir eserin
muhtelif ve yekdiğerine merbut mebhasleri olmamakla beraber aynı
esas fikrin, aynı meslek düşüncesinin etrafında yazılmış, ruhen birbirin¬
den ayrılmayan makalelerdir,,23.
Necmettin Sadak, Gökalp'in ölümünden bir yıl Önce "Türkçülüğün
Esasları,, ndan bahsederken bu hükmünü bir kat daha kuvvetlendir¬
miştir: "Ziya beyin henüz bir kitap denilebilecek bir eseri yoktur.
Makale üsûlünü tercih eden içtimaiyat müderrisi anlaşılıyor ki, fikirlerini
henüz toplayamamış, bir çok mevzulara tatbik ettiği nazariyelerine bir
kül şekli verememiştir,,24.
Aynı yıl, "Ziya Gökalp ve Mefkûre,, adında yüz otuz beş sayfalık
bir kitap yayınlayan Saffet Örfî, şahsiyetinin ağırlık noktasını ilim
adamlığından ziyade "Muhayyile ve İrade,, adamı olmakta buluyordu.
Muharrir, Gökalp'in araştırma ve öğrenme ihtirasındaki olağan üstünlü¬
ğünü inkâr etmez. "Onu pek yakından bilen dostlar,, ının şehadetlerine
dayanarak bize nakleder ki "bilmediği bir sual ve mesele olursa onun
hakkında gider, derhal on cilt, yüz cilt kitap okur, başkasını iknâ
edebilmek için evvela kendisini kati surette tenvir edermiş. Sonra
İttihat ve Terakkî merkezi umumisindeki o zengin kütüphaneyi Ziya
bey baştanbaşa devretmiş. Maltadaki hayatı ise bütün arkadaşlarının
gıptasını davet edecek bir azim ve sekinetle geçmiş: "ne bir şikâyet,
ne bir tazallüm, ne bir müracaat, ne bir sabırsızlık ve isyan ve nede
biribirine girenlere müdahale: hayır. Sakin, mutlak bir vekar,,25. Fakat
23
Necmettin Sadak: Yeni Mecmua, C. III sayı, 57, Shf. 95.
21
Necmettin Sadak: Yeni Mecmua, C. IV, Shf. 357.
25
Saffet Örfî: Ziya Gökalp ve Mefkûre, Shf. 113.
A. Ü. D. T. C. F, Dergisi F. : 4
Saffet Örfîye göre bu inanılmaz araştırma kabiliyeti, gündelik vakalara
kayıtsızlık, insan zaaflarına yukarıdan bakış âlimden ziyade "harsî
idealist,, in vasfıdır. Böylelerinde düşünce, ilmî faaliyet kendi kendisinin
gayesi olmayıp muhayyile ye iradenin vasıtasıdır. Zira "o kadar
mütetebbiğ bir adamdan doğacak tefekkür kuvveti insana o kadar
iman veremez. İlmin dilediği, murad ettiği mütefekkirlikte az çok bir
reybîlik vardır; ve tefekkür o kadar kati bir inanma veya inandırma
hamlesi inandıran iradeyi örmekten acizdir. Tefekkürün yapabileceği
irade bu cins ve vasıfta değildir. Halbuki onun bütün yazılarında bir
tek yarım kanaat, hiçbir reybî şemme yoktur. Baştanbaşa dogmatiktir;
ve onun bütün yazıları adeta anlatır ki, o, kadar tetebbüatını sadece
tetebbü etmek, mesela bir içtimaî veya felsefî yolda nazarî bir neticeye
varmak maksadiyle değil, ideal için yarayacak nesi vardır diyerek,
muhayyilesinin tasmimî rehberliği ile ve iradesinin tasmimi ile yapmıştır
ve yapıyordu. Esasen yürüdüğü prensipler, bulmağa çalıştığı içtimaî
meslek de onun için gaye değil, vasıta idi: İdeale yarayacak vasıta. O,
ilmi ilim için değil ideal için istiyor ve tatbik ediyordu. Bütün tetkikleri
bize bunu sarahaten ifşa ve ilân eder. Durkheim'ın tecrübe dediği
eserleri onun elinde Türk cemiyeti için birer nas olmuştur,,23. Gökalp'in
belbağladığı başlıca prensip, "tesis ve tervici için tavsiye ettiği sistem,
cemiyetçiliğin kuvveti,, dir. Bu sistemin icabı olarak "cemiyetin iradesini
hükûmette görür,,. Fakat "bütün kuvveti hükümete toplamak, hükümeti
cereyanın manzumesi yapmak bir hizip sultasına cevap vermek demektir.
Bu, gene asıl halkın gözünü kendisine değil, burç gördüğü hedefe
çevirmesi; halkın yine kendisine değil, müttehaz bir manzumeye inkıyadı
demektir. Bunda asıl kitlenin iradesini işletecek, duyurup şuura çıkaracak;
asıl millî dehaya kendiliğinden bir faaliyet mihveri yaratacak bir nimet
ve kuvvet yoktur,,27. Tarihî hadiseler, bu prensipi bazan doğrulamış
bazan da yalanlamıştır. "Ziya beyin cemiyetçilikte belbağladığı umdenin
ilme ve hayata göre doğruluğunu hiç bir şey teyit etmez. En yakın
hadiseler önün yanlışlığını ilân eder. Ziya beyi bu yanlışlığa sevkeden:
işte muhayyilesidir. O, bu sistemi milliyetçi bir idealist imanı ile
kucaklamış, ideali için en muvaffak bir ilâç gibi tahayyül etmiş ve onu
bütün kuvvetiyle bütün peygamberliği ile iltizam edip tervicine çalış¬
mıştır. O telakkî bir idealist aşılanması olduğuna göre bir muhayyile
eseri olduğu gibi o telakkinin tatbikine cehit de bir irade tecellisidir.
Birincisile yanlış olan nokta ikinci kuvvetin elinde doğru semere verdi.
İlme göre hata olan bu nazariye mefkûreye muhtaç bir cemiyete
mefkûre göstermek itibariyle o zamanki Türk mecmuası ve o zaman
için doğru müsmir oluyordu,,28.
26
Saffet Örfî : Ziya Gökalp ve mefkûre, Shf. 115.
27
»
» : Ayni eser, Shf. 115.
2 8
»
: »
» Shf. 119.
Gökalp'in ilim adamlığını tenkit eden bu fikirler üç noktada topla¬
nabilir: İlmî adına lâyık derlitoplu bir kitap bırakmamıştır. İlmî nazari¬
yeleri daima muhayyile ve iradesinin telkinlerine tabi tutmuştur. Kullan-
dığı usûl şahsî ve öznel, imdi ilme aykırıdır.
Gösterilen tereddüdü benimsemekte isticale kapılmamalıyız. Bir kere
makale nevinin hiçbir ilmî değer tazammun edemiyeceği, ilmî eserin
kitap şekline sokulması lâzım geleceği fikri mutlak mânâda tefsir edil¬
memelidir. İlmî araştırmaların bir veya birkaç ciltlik kitap halinde
tedvin edilmesi, onun ne zarurî neticesi, ne de, değer bakımından,
mutlak kefaletidir. Bir çok âlimler şu veya bu sebeble faaliyetlerini
derlitoplu bir kitapta tebellür ettirmemiş olabilirler. Qna karşılık modern
mânâsiyle hiç te âlim sayılamıyacak nice grafomanlar kütüphane raflarını
çökertecek hacimde koskoca ciltler karalamışlardır. Bunlara bakarken
şairin:
Zahidâ ! mâzûr tut, cildinde siklet var biraz,
Gılzetin fehmolunur hacmi kitabından senin.
beytini hatırlamamak imkânsızdır. Modern ilmin kurucularından Koper-
nikus 1512 de, yani de revolutionibus orbium coelestium'dan çok önce,
temel düşüncesini tesbit ettiği Gommentariolus'ı ile ortaçağın gururu
olan eski astronominin heybetli hesaplarını yıkmıştır. Bir fikrin ilmîliği
teşhir edildiği sayfaların sayısında, ciltlerin çapında değil, doğrudan
doğruya problemin kendisinde, konuluş ve işleniş tarzındadır. Klâsik
mekanik ve fizik'in zaman, mekân, madde, kudret mefhumlarını altüst
eden Einstein nazariyesi altı sayfalık bir broşüre sıkıştırılmıştır. Formun
önemi, herhangi bir keşfin teşhir ve tevşik şartlarını tatmin etmesi ile
taayyün eder; bilhassa psikolojik ve didaktiktir. Gökalp'te ise "ilmî
düşünceyi ifade eden lisan biraz sıkışık olmakla beraber, eser ihtiva
ettiği fikirlerin kesafetine, dolgunluğuna nisbetle sarih ve sadedir,,29.
Gökalp'in, "ilmi ilim için değil, ideal için istediği,, muahazesi daha
çok söz götürür. İlim adamının her türlü dünya ve hayat görüşünden
sıyrılarak mevzularını seçip irdelemesi dileği fazla mücerret bir tavsiye¬
dir. Fiiliyatta bu dilek asla tam gerçekleşmez, Âlim devir ve muhitinin
atmosferini, ister istemez, teneffüs eder; bir takım dinî inançlara, yahut
siyasî hedeflere mâliktir, ahlâkî değerlere bağlıdır. İnsan sıfatıyle ken¬
disinin veya hemcinslerinin mukadderatını filân veya filân istikamette
tasavvur eder. İlim için ilim tasavvuru, eğer, eskisinin zıttına olarak,
başka bir yeni hayatı amaçlayan bir ülkü ile ilgili bulunmıyorsa, ancak
nazarî, hattâ romanesktir. Bu tasavvur ilim adamını, gece yarısı, cehen¬
nemi bir fırtına lâboratuvarının camlarını şimşeklerle fosforlandırırken,
garip inbikleri, esrarlı parşömenleri ortasında, ruhu her türlü merhamet,
sevgi, korku ... duygusuna, aile, çocuk, memleket kaygısına sağarlaşmış,
29
Necmettin Sadak : Yeni Mecmua, C. III, Sayı - 57, Shf. 95.
bir "hacerî felsefî,, ve "iksirî hayat,, araştırıcısı gibi tahayyül ettiren
melodram edebiyatına uygundur; ve belki de kuvvetinin bir kısmını
o kaynaktan almaktadır. İlim işçisine yüklenmek istenilen böyle bir
insanüstü, daha doğrusu, insanlıkdışı şahsiyet, onu Tanrı ile Şeytanın
trajik ve acîp bir halitasına çevirmekle her türlü tabiilikten ve tabiî
ciddiyetten uzaklaştırır. Alimler yanılmayan, hükümleri mukadderatın
şaşmaz iradesini temsil eden olağanüstü mahlûklar değil, Pascal'ın de¬
diği gibi hakikati inleye inleye araştıran, bu uğurda bazan yanılabilen,
fakat daima hatalarını düzeltmek için didinen kimselerdir. Üstelik şu¬
nu da kabul etmeliyiz ki amelî, hele siyasî hayatta şaamet olan isabet¬
sizlikler ilimde bir hayır ve nimet yerine geçer. İlmî teşebbüsler, birer
hayat faaliyeti olarak, hayatın tabiatına ait kanunların dışında cereyan
etmez. Maziyi tekrarlamaya özenmeyen yaratıcı hamleler, o arada ilmî
cehitler meçhule doğru atılmış adımlardır. Her teşebbüs yenilik ve ta¬
zeliği nisbetinde, bilkuvve, yanılma ihtimalini haizdir. Dahası var:
İlim adamlarını ötedenberi benimsene gelmiş sistemlere itiraz ettiren
sebeplerin kökleri çok defa ispati güç yahut imkânsız sezgiler, öznel
saiklardır. Kopernikus şöyle bir çıkış noktasından hareket etmişti:
Kâinatın hayranlığa lâyık tenazuruna, mahreklerin bu derece âhenkli
bağlılığına bakılınca, güneşi bütün seyyareler familyasını sevk ve idare
edecek surette, güzel tabiat mabedinin merkezî tahtına yerleşmiş tasav¬
vur etmekten daha sade hiçbir sistem bulunamaz. Bu düşüncede tabiat
kanunlarının daima basit olduğu kanaati ve bu kanaatle mütenasit ola¬
rak, bilgimizin ancak açık ve aydın kanuniyetler ihtiva ettiği takdirde
doğru bulunacağı nevinden felsefî bir seziş gizlenmektedir. Fakat sezi¬
şin ilmî keşfe tesiri ne olursa olsun mahiyeti ilmin dışındadır. Böylece
Kopernikus'un iptidai sezgisinden çıkmış bazı istidlalleri meselâ "arz
bir seyyaredir. Her seyyare bir arzdır; güneş de bütün kâinatın
merkezidir,, iddiası bu gün bize çocukça görünmektedir. En ihtilâlci ilim
adamı bile her cepheden ihtilâlci değildir. Bir yanda eski fikir düzenini
devirirken öte yanda geleneğin tâbii kalabilir. Kopernikus eserinin bir
noktasında şöyle bir sual sormuştur : "Kâinat yapısında el, ayak, göz,
baş, yürek, bütün uzuvlar teker teker güzel olmakla beraber toplu
heyetiyle bir bütün teşkil etmemesi mümkün müdür ? Hangi mimar böyle
bir plânı tasarlayup çizer ? Öyle ise güneşlerimizi dünyalarımızı tanrının
tasarlamış olması icap etmez mi ?„ Her iki fikrin gerisinde eflâtun ve
Aristonun düşünce sistemlerini yakalayabiliriz. İlmî şöhret en saçma itiraz¬
ların ileri sürülmesini de menedemez. Ticho Brache, Kopernikus'un ölümün¬
den kırk yıl sonra, yıldızların güneş etrafında döndüğünü ortaya atmış
ve delil olarak Uranienborg rasathanesinde daha mükemmel âletler ve
daha iyi müşahede imkânları bulunduğunu söylemiştir. İlimde varılan
neticeler ne pürüzsüz ve ne de tamdır. Kopernikus'un sistemi Kepler'siz
birçok yanlışlardan kurtulamıyacaktı. Kepler'in semavi mekanik hesap¬
larına ne gibi astrolojik inançların tesiri ile tevessül ettiği ve sistemin
nasıl, tedrici surette, ayıklandığı malûmdur. Öyle olmakla beraber Kep-
ler'i müsbet araştırmalarında heyecanlandıran saık yine mistik tema¬
yülleridir. Ayni mistik temayüllere çağdaş hayat, nihaî adalet, müstak¬
bel insanlık ve cihan cumhuriyeti ülküleri şeklinde bazı modern iktisadî, ah¬
lâkî doktirinlerde tesadüf ediyoruz. Hattâ bu ülküler temellerinde en inhisar¬
cı sempati ve antipatilerle yuğurulmuştur. Friedrich List'i müstahsil kuv¬
vetlerin tahliline, coşkun vatan severliği götürmüştür. Marx'ın "Kapital,,
mevzuunu seçip incelemesinde, burjuva sınıfına beslediği kin ve nefretin
payı geniştir. Büyük matematik dehası Henri Poincare'nin ihtar ettiği
veçhile hakikat sevgisi bile akıldan ziyade kalbe bağlıdır ve "bütün
çarkları, dişlileri harekete geçiren ahlâkî saık ancak duygudur,,30.
Gökalp'te muhayyilenin fikre tahakküm ettiği iddiasına gelince,
bu da yalnız sözde kalır. Meslekî tipleri hafıza, irade, muhayyile faali¬
yetlerinin galip karekterlerine irca ederek izah etmek merakı ise, artık
iflâsında kimsenin şüphe etmediği melekeler nazariyesine mahsus bir
zihniyeti aksettirmektedir. Muhayyile romancı kadar ilim adamına, yahut
endüstri teşkilâtçısına da lâzımdır. Basch doğru söylüyor: "Muhayyile
aslında müdrikenin ikinci nushasından, menekminden (Menechme) baş¬
ka bir şey değildir,,31.
Ne ilimde, ne de alimin şahsiyetinde arızasız hiç bir cephe arama¬
malıyız. İlmin münakaşadan müstağni sayılan hakikatleri yaşayan,
hareket eden yaratıcı ilimden ziyade, onun kitle seviyesine çökerek
vülgarizasyon mefaına dönmüş tortularıdır. Bu tortulan bellemekte,
tekrarlayıp yayınlamakta ve o suretle göz kamaştırmakta propoganda,
irşat nevinden demokratik bir hizmet olabilirse de ilmî hiç bir özellik
ve fazilet yoktur. Asıl ilmî faaliyet ve şahsiyet devamlı araştırmalar,
usanıp yılmak bilmez tecrübeler, tenkitler ile tartaklanan, derinleştirilen
dinamik bir bölgededir. İlimde önemli olan şey gerçeklik sezgisi
hakikat susuzluğu, öğrenme ihtirası, usul kaygısıdır. ...
Fakat mevzuda ümit edemiyeceğimiz mutlakiyet usulden de bekle¬
memeliyiz. Newton, Descartes'ın fizikte takip ettiği usulü.beğenmiyordu.
Bundan dolayı, gitgide dikkate çarpan taşkınlıklarına rağmen, Descartes
usulünün ilme açtığı ufuk inkâr edilmemiştir. Hele fiziğinkine muadil
hiç bir kanuna malik bulunmayan pisikolojide ve sosyolojide usul kav¬
gası henüz şiddetini muhafaza edip dururken, Gökalp'i tam yahut nihaî
bir usul kullanmadığı bahanesile mahkûm etmekte nasıl haklı olabiliriz ?
Bu sahalarda çalışan bîr kimseden istenecek meziyet problemlerini müsbet
zihniyetin icablarıyla ayarlıyarak bir gerçeklik sezgisine dayandırabil-
mektlr. İlimde amelî hedefin hakim prensip yahut gaye olamaması, onu
başlatan, hatta şevke getiren bir saik mevkiinde bulunmamasını zarurî
kılmaz. Duygulara tabi olmamak bir kavmi sevmemek için değil, ancak
30 Henri Polncare : Dernieres Pensees, Shf. 227
31 Basch - Essai d'esthetique, de philosophîe et de litterature, Shf. 185.
manasız bir taraftarlık gayretiyle iltizam etmemek için şarttır. Gökalp
"kavmimize karşı en büyük vazifemiz, onu olduğu gibi bilmektir,, der;
ve ilâve eder: "kavmimizde birtakım hastalıklar varsa, tedavisi için,
bunları teşhis etmemiz lâzımdır. Hakikî muhabbet, nakisaları görme¬
mek şeklinde tecelli etmemelidir. O halde kavmimizi ilmî bir surette
tetkik edebilmek için yalnız amelî endişelerden değil, vicdanımızdaki
muazzez duygulardan da tecerrüt etmemiz iktiza eder. Fakat; şu kadar
var ki tecerrüt edilecek duygular yalnız nikbînane olanlara inhisar
etmemeli, aynı surette bedbinane duygulardan da tevekkî edilmelidir.
Vakıa millî terbiye gören ekseriyet, kavmine karşı nikbindir; fakat
gayrımillî terbiye ile yetişmiş olan bazı kimseler de haksız olarak,
kavimlerine karşı bedbinane duygular taşırlar. Hisse tabiiyet ister nik-
binane, ister bedbinane olsun, her iki surette de ilmî tetkikler için
tehlikelidir,,32.
Gökalp'in muhit ve devri için son derece inkılapçı olan bu usul
şuuru ve onun tatbikatını arzeden tipik incelemeleri, araştırmaları
siyasî cephesinin gölgesinde unutulmamalıdır. Gerek umumî ve muka-
yeseli, gerek millî sosyolojilere dair metodolojik yazılarından ilim ve
felsefe münasebetini tahlil eden tenkitlerinden, modern hayat ve millî
ihtiyaçlarla islamî hukukun temas ve alâkasına dair makalelerinden,
Türk ailesinin tekâmülünü izah eden denemelerinden başka, Durkheim..."
veMauss'un L'année sociologique, de yayınladıkları "bazı iptidaî tasnifler,,
makalesine muvazi olarak "eski Türklerde içtimaî teşkilât ile mantıkî
tasnifler arasında tenazur., meselesini irdeleyen araştırmalar pek âlâ ilmî
tecessüsü memnun edecek vasıf ve değerdedirler. Gökalp'in kusuru
Prof. Mehmet İzzet'in söylediği gibi "tabiat itibariyle felsefî, terkipçi
görüşlere fevkalâde inhimak ve istidadı,, dır. "Bundan dolayıdır ki
üstadı Durkheim'ın içtimaiyatı bir corpus des sciences sociales- içtimaî
ilimler mecmuası- olarak tasavvur etmiş, yani her içtimaî ilmin ferdiyetini
ve istiklâlini tanımış, içtimaiyatta işbölümü lüzumuna kani olmuş
bulunmasına rağmen ne Ziya Gökalp, ne de onunla beraber ve ondan
sonra bu ilme merak edenler iştigalleri sahasında bir işbölümünün
lüzumunu hissetmediler, onu tatbika kalkışmadılar,, denilebilir33. Ancak,
büyük başlatıcılarda tesadüf edilen bu vaziyeti Gökalp'in şahsında
mazur saymak caizdir. Durkheim, Auguste Comte'un bir yanda sosyoloji
mirasına konmuş Öte yanda, açıkça itiraf edilmese bile, Hegel'in nesnel
Tin (der objektive Geist) tarziyesine dayanmış, o bakımdan zengin bir
felsefî zeminde yerleşerek müsbet araştırmalara daha müsait bir fırsata
kavuşmuş iken bile gene kendisini büsbütün felsefeden çözememiştir.
Mauss'un içtimaî vicdan problemi hususundaki ihtirazi kararı bu tema¬
yülün artık firenlenmesi ihtiyacından doğmuş olmalıdır. Gökalp ise
32
Ziya Gökalp : Milli Tetebbüler Mecmuası, C. 1, Sayı 2, Shf. 194.
3 3
Mehmet İzzet: Hayat Mecmuası, C. 2, Sayı 44, Shf.
modern fikir cereyanlarında epi geri bulunan muhitinin gerçeklik
sezgisini beslemek ve felsefece temellendirilmek ihtiyacını duyuyordu.
O halde muarızlarının Gökalp'deki ideoloji aleyhtarlığını ve kendilerinin
bu memnu mevaya gösterdikleri iştihayı hiç hesaba katmaksızın, onu
politika zaafı ile suçlandırmaları iki ihtimalden birini düşündürüyor: bu
vaziyet Gökalp'i tahrik eden millî ve siyasî kanaatin zıddına delâlet
edebileceği kadar, yüksek mânâda, siyaset adamı (politique) ile politi¬
kacı (politicien) tabirleri arasındaki mefhum farkının seçilememiş
olmasına da atfedilebilir. Gökalp'in siyasî makamlar, resmî pâyeler
ihraz etmek zevkine ısınmayarak tekellüfsüz "içtimaiyat müderrisliği,,
ile iktifa etmesi, siyasî zihniyet ve ülküsünün, birinci mânâda bile,
kayıtsız şartsız, tefsir edilemiyeceğini kabul ettirecek mahiyettedir.
Kaldı ki bir ilim adamı gündelik siyaset kasırgasına kapılmadıkça;
mensup bulunduğu.cemiyet ve tarihî hayatın yüksek dâva ve ülküsünü
benimsemesinden dolayı, ilmine ihanet etmiş olamaz. Umumiyetle ilim,
hele içtimaî gerçekliği irdeleyen ilim, amelî hayata büsbütün sırtını
çeviremez. Durkheim "içtimaiyatın tatbikî bir faydası olmasa idi bir
saatlik iştigal zahmetine değmezdi,, itirafında bulunmuştur. Fakat.
Mehmet İzzet'in dikkatimizi çektiği gibi, fransız sosyoloğları "siyaset
ile içtimaiyat arasında mevcudiyetini tasdik ettikleri sıkı alâkaya
rağmen,, siyaseti sosyolojinin bir kısmı yapmaktan sakınmışlar "ve bu
noktada amerika içtimaiyatçılarının an'anesinden ayrılmışlar,, dır.
"Filvaki amerikalı içtimaiyatçıları ilim ile tatbikatı biribirinden ayırmak
istemezler. Durkheim ise buna muarızdır,,, İzzet aynı görüşün Mauss
tarafından da şiddetle müdafaa edildiğini kaydeder. Zira "bir fırkanın
siyasetini ilmî göstermek arzusiyle istatistikleri işine gelen kalıba
sokması kolaydır. Bir içtimaiyatçının acele bir tamim ile istihsal edilmiş
kanunlara istinat ederek cemiyeti tanzim ve islâh etmek istemesi de
kolaydır. Lâkin her iki hareket tarzı ne hakikî ilmin, ne de salim bir
siyasetin lehinedir. İçtimaiyat halihazırda, henüz lâyıkıyla tetkik edilme¬
miş olan birçok siyasî meselelerde, sükût eylemeğe mecburdur; ne
lehde, ne de aleyhte bir hüküm verebilir. Bu gibi ahvalde âlim câhil
olduğunu söylemekle şeref kazanır. Sahte bir ilmin hayatımıza rehber
olmasından ise asırdide bir tecrübenin mahsulü olan insiyakların (sevki
tabiilerin) hakimiyyeti müreccah değil midir ?„3 4
Aynı ilmî ihtiyatkârlığa, "bir türk mütefekkiri ancak ya dahî
olduğunu iddia, yahut fikriyyatçılardan bulunduğunu itiraf etmek sure¬
tiyle ilmî usule karşı müstağni olabilir,, ihtarını beyan eden Gökalp'de
de tesadüf eylemekteyiz 35. Üstelik Gökalp'in siyasî zihniyet ve ülküsü
ne olursa olsun ilmin istiklâlini nasıl candan iltizam ettiği "Genç Ka¬
lemler,, deki "Yeni Hayat ve yeni Kıymetler,, makalesinden başlayarak
34 Mehmet İzzet : Hayât Mecmuası, C- III, Sayı 59, (İçtimaiyat ve Siyaset).
35 Ziya Gökalp : İçtimaiyat Mecmuası C. I Sayı 2 Shf. 63
"halk terbiyesi namına bazı fikirlerin vezin kisvesinde arzedil,, diği
"Yeni Hayat,, adlı kitabındaki Darülfünun menzumesine kadar birçok
eserleri, gayretleri ile sabittir.
"Türk Medeniyeti Tarihi,, ne dair bilgi ve kanaatlarının eskimeye
yüz tuttuğu, hırpalandığı söylenirken, adlarını saygı ve minnetle andı¬
ğımız garp âlimlerinin de bu umumî kaide dışında kalamadıkları, er-
geç kalamiyacaklan unutulmamalıdır. Pekaz kimse Gökalp derecesinde
kaideciliğe vardırılan ilmin aleyhinde davranmış, ilim hayatında "ya¬
ratıcı tekâmül,, hamlesine tabi olmanın faydasını öğmüştür. İlimde de
"an'ane tekâmülün muvakkat bir neticesi,, bulunan "kaide,, de değil,
"tarihî ittisal ve tekâmülî in'itafı (direction evolutive) "temsil eden,,
ibda, ve terakki cehdindedir. İlmin "ibda, ve terakki,, kudreti onu
başlatmış, islâh etmiş, derece derece hamle hamle yükseltmiş azim ve
feragat sahiplerinin tarihî tesanüdüne dayanmaktadır. "Çünkü an'ane
muhtelif anları birbiriyle zeveban etmiş bir maziye, arkadan muharrik
bir kuvvet gibi ileriye doğru iten tarihî bir cereyana maliktir ki daima
yeni inkişaflar, yeni in'itaflar tevlit edebilir. An'ane kendi başına velut
ve mübdi olmakla beraber ona aşılanan yabancı yenilikler de damar¬
larındaki hayat nuskundan feyzalarak canlanır ve âdî taklitte olduğu
gibi düşmez,,.36. Nasıl veraset nev'in hafızası ve hafıza ferdiyetin ve¬
raseti ise gelenek de içtimaî bir müessese olan ilmin fikrî veraseti,
irsî dinamizmidir. İlimde en büyük tehlike, onu hayatî şartları ve içti¬
maî fonksiyonu dışında hazır kurulmuş, statik bir şey gibi anlamak,
problemlerini ve hal tarzlarını bunların mülhem olduğu, cevap verdiği
gerçek vaziyetlere, zaruretlere bakmaksızın, tabiî muhitinden kopararak
almaktır. "Fenler sanayiden doğar, sanayii sevk; ve idareye uğraşır.
Bizde fen tahsili bir vasıta değil, bir gayedir,, 37. İçtimaî ilimlerde ise
bu mücerredat zevki daha aykırı neticeler dâvet etmektedir. "Avrupa
milletlerinden her birisi kendine göre bir iktisat sanatı, bir hukuk sa¬
natı, bîr ahlâk sanatı vücuda getirmiş. Biz bu millî sanatları müsbet ve
beynelmilel ilimler zannederek, onları ayniyle milletimize tatbika çalışıyo¬
ruz. Mamafih Avrupa milletlerinin bu gibi içtimaî sistemleri de daima millî
ihtiyaçlarına muvafık değildir. Meselâ tabiî hukuk sistemi Fransada
büyük inkilâptan evvel faydalı idi. Çünkü, eski teşkilâtı yıkarak inki-
lâbı vücüda getirdi. Fakat eski idareyi yıkmak için faydalı olan bu
hukuk sistemi yeni bir idarenin teessüsüne de manidir: Bunun içindir
ki o zamandan itibaren yirmi sene evveline kadar Fransada istikrarlı
bir idare teessüs edemedi. Nihayet fransızlar, yeni bir hukuk sistemi
vücuda getirerek idarelerini tesis edebildiler. Amerikalılarla almanlar
da bidayette ingilizlerin iktisadî sistemini taklit ettiklerinden birçok za¬
rarlara oğradılar. Nihayet kendileri için millî bir iktisat sistemi yapa-
36
Ziya Gökalp : Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak, Shf. 16
37
»
»
: Ayni eser, shf. 18
rak hayatlarını düzelttiler,, 38. Demek oluyor ki ilmî nâzariyyeler de,
teknik gelişmeler gibi, tabiî şart ve özelliklerin tabiidir. Bu hakikat lâ-
yıkiyla kavranılıp gözetilmedikçe bizde kitapların hayata inmesine ve
hayatın kitaplara girmesine imkân yoktur. "Hayatımız kitaplarımıza ini¬
kâs etmediği için kitaplarımız da hayatımıza müessir olamiyor. Harsi-
miz tahsilimize hulul etmediği için tahsilimiz de harsimize nufuz ede¬
miyor. Şuurumuz ile vicdanımız arasında ittisal ve müfaheme olmadığı
için çifte irfanlı hastalar gibi yaşamaktayız,, 39. İşte ilim geleneği bu
"ittisal ve müfahame,, nin canlı ve dinamik sürecidir; ve bir cemiyet
ancak öyle bir özel ve özlü şuur sayesinde bilmek ile yapmanın faal
tesanüdünü temsil eden içtimaî bir mücahedeyi başarabilir. "Bu gün
içtimaî bir mücahedeye en ziyade muhtaç bir memleket varsa o da bi¬
zim zavallı vatanımızdır. Memleketimiz sayısız fenalıklar içinde kavru¬
luyor. Bunların bir kısmı harbin doğurduğu fenalıklardır. Diğer kısmı
da geçmiş asırların birbirine devrederek bize miras bıraktığı hastalık¬
lardır. Bu iki türlü fenalıkların ekserisi izalesi, ıslâhı mümkün olan
şeylerdir. İçtimaî bîr mücahede ile bu hastalıklara nihayei vermek
mümkündür. Hatta bu mücahedeyi candan arzu eden, hayatını ona
vakfetmek istiyen fertler de vardır. Fakat, maatteessüf bütün hüsnüni¬
yetlere rağmen hiç bir iş yapılamıyor. Çünkü, yapılacak şeyler hakkın¬
daki fikirlerimiz tahkikî değil taklididir,, 40. Taklitten tahkika geçmenin
tek yolu, âlimın bağrında bulunduğu heran temae ettiği gerçeklik ve
gerçeklere dönmesi, mekanik aklı ve tekrarlayıcı bilgiyi bırakarak
dinamik aklı, yaratıcı bilgiyi kılavuz bellemesidir.
Tahkik kaygusu bu derece keskin, ülküsünü daima hakikata dayan¬
dırmayı prensip ittihaz etmiş bir ilim adamının hiçbir peygamberce
sezgiye yahut sanatçı ilhamına belbağlamıyarak, içtimaî gerçeklerle
temasını kaybetmemek için bir takım yoklamalar, denemeler yapmış
olması tabiidir. Hatta fikrî tekâmülünde ideolojik bir safhanın bulun¬
masına bile şaşılmamalıdır. Prof. Ziyaeddin Fahri Findıkoğlu pek güzel
işaret ediyor ki, Gökalp Önceleri "bir yanda kendisiyle siyasî birlik
kurulan unsurların tecanüssüzlüğü, öte yanda imperatorluğun islâmî
tesanüdü bakımından din duygusunu kuvvetlendirmek imkânsızlığı
karşısında islâmcılık ve Osmanlıcılığı bırakıp,, Türkler arasında maâşerî
bir vicdan istihsal etmek., yolunu tutmuştur. Fakat sonraları Türk
tarihini, folklor ve mitolojosini inceliyerek, millî şuur ve Vicdanın icat
edilecek bir ülkü değil, esasen ötedenberi mevcut bir gerçeklik oldu¬
ğunu tahkik eylemiş ve bu vicdanın menşe' ve tarihî tekâmülünü idare
eden sosyolojik kanunların objektif usullerle keşfedilmesi gerektiğini
anlamıştır41. Bütün bunlar Gökalp'te ilmî hakikatlara ülküsel değerlerin
38
Ziya Gökalp : Yeni Mecmua, C. I, Sayı 56, Shf. 63
39
»
» : İçtimaiyat Mecmuası, G. I, Sayı 2, Shf. 71
40
»
»
:
Yeni Mecmua, C. 1, Sayı 56, Shf. 63
41
Ziyaeddin Fahri Findıkoğlu : Ziya Gökalp, sa vie et sa sociologie, shf..36
samimî tesanüdünü teyit eder. Eğer düşünce ve aksiyon aynı davra¬
nışın birer cephesi ise, "Millî İçtimaiyat,, bahsinde durumun başka
türlü olmasını istemek manasızdır 42. Mademki "mefkûre halin mürebbisi
ve istikbalin halikı olmakla beraber mazinin bir şeniyetidir. Milletin
mazisinden gelip onu istikbaline doğru iten bir hamlesidir,,43, o halde
bu "mefkûre,, yi yaşamak anlamının neticesi ve anlamak da yaşamanın
müeyyidesidir, "Mefkûre., nin hakikiliği hayatiyyetinin delil ve şartıdır.
İlim ve ülküyü uzlaşmaz kutuplar gibi zıt istikametlerde ve çar¬
pışma mevkiinde gören eski irfan telâkkisi bu yeni Kopernikus
inkilâbiyle yıkılmalı, ikisi de halk ve millet gerçekliğine râciğ birer
hayatî ve içtimaî fonksiyon olarak kavranılmalıdır:
Okumuşlar!
bırakınız gururu,
Millî
harsi öğreniniz
milletten...
O vicdandır sizse onun şuura,
Köksüz şuur uzak değil cinnetten...
44.
Aydınları ideoloji rasyosinasyon (ratiocination) larına dalmaktan,
içtimaî gerçekliğe ilgisiz davranarak ahlâkî alyenasyon (alienation) a
uğramaktan esirgemek için yıllarca mücadele etmiş, ilim - ideal bağlılı¬
ğını bütün ömür ve şahsiyetinde temsil eylemiş bir insanın delilik ile
vasıflandırılmasını nasıl izah etmeli? Böyle bir ittihamı kabul etmek
için delilik tâbirini alışılmış mânâsından apayrı tefsir etmek gerekmez
mi? Esasen delilik ile dehâ benzerliği, birincisinin hiç bir ciddî terkibe
müsait olmaksızın yıkmasına karşılık, ikincisinin, şaşırtıcı terkipçiliğinde
ortalama seviyyeyi aşmış, yani üstün ve yeni bir muvazenet lehine alelade
bir muvazeneti bozmuş bulunmasından çıkmıyor mu? İşleri güçleri o yük¬
sek muvazenet kurucularının maddî, manevî, teknik yahut ahlâkî zafer¬
lerini istismar etmeğe inhisar eyleyen ucuz akıl tellalları, basireti yalnız
kendi zekâ ölçülerinde tasvip ederek iz'anlarına sığıştıramadıkları fazi¬
letleri tevilde serbestirler. Fakat gündelik aklı temyiz eden sığlığın bir
millette genişliyerek ülkü sevgisini kurutması, nefsaniyet kaygısını
biricik hayat kaidesi mertebesine çıkarması tehlikelidir. Ziya Paşa
bu türlü dünya ve hayat görüşlerinin doğurduğu vicdan buhranını
meşhur bir manzumesinde deşmiş ve acı bir istihza ile şamarlamıştır:
Eski
mecnunlardaki gayret,
hamiyyet
kalmamış.
Simdi herkes âkil olmuşlar, o cinnet kalmamış.. .
Gözden geçirdiğimiz çeşitli reyler ve bunların sınırlarıyle isabet
derecelerini belirtmek üzere, serdeylediğimiz tenkitler, her büyük fikir
adamı gibi, Gökalp'te de bilgi ve ülkü münasebetinin düşünce-iş bağ-
4 2
Ziyaeddin Fahri Fındıkoğ-lu : Ayni eser, P. 24
4 3
Ziya Gökalp: Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak, Shf. 42
44
»
» .: Yeni Hayat (Dehâ) manzumesi.
lılığı şeklinde muayyen bir varlık ve hayat görüşü aksettirdiğine şeha-
det eylemektedir. Bu varlık ve hayat görüşü ilmin ameliyeden kaçınması,
teknik ve endüstriyi idare eden nazarî faaliyetten ayrılması keyfiyetini,
ilmî araştırmaları hayata karşı mutlak yabancılık tarzında tefsir ettirmi-
yerek sadece bir usul zarûretine tâbi kılmıştır. Usul ise, son tahlilde,
değişmez, sâbit hiçbir tâdile uğratılamaz sayılmamalıdır. İlmin doğmalara
tereddî ederek donmaması, canlı ve faal hayat fonksiyonunu başarması
için, onu tazeleyip besleyen gerçek sezgisi, hakikat kaygısı yanında
usul şuurunun gergin tutulması lâzımdır. Bu üç prensip ilmî araştırma¬
ların mihenk ve müeyyidesi oldukça düşünce ile iş, bilgi ile ülkü tesa-
nüdü kurulmuş, akıl vicdansızlıktan, gönül iz'ansızlıktan korunarak
ideoloji sakarlıklarının önü alınmış olur. Hülâsa Gökalp'teki ilim ve
ideal cepheleri bir nevi hikmet sevgisinde kaynaşmış, meslekî sistem,
isterse açıkça itiraf yahut iyice tedvin edilmiş bulunmasın, felsefî su¬
rette taçlanmıştır. Ancak bu felsefe, onun tarifine uygun olarak "keş-
folunmuş bir sürü malûmatın mecmuu,, sanılmayıp bu malûmatı lâyen-
katiğ keşif ve islâh eden usullerden ibaret,, bellenmelidir. Zira "fenler
aliyat'tan (technologie) doğduğu gibi felsefe de usulden tevellüt eder.
Filozoflar başkalarının bulduğu hakikatları. terkip ve tensik edenler
değildir. Gerçekten filozof olanlar hakikatin taharrisi usulünü bilenler
ve bunu bizzat tatbik edebilenlerdir,,45.
45
ZiyaGökalp: Türkleşmek. İslâmlaşmak, Muasırlaşmak, Shf. 18.