ZİYA GÖKALP VE EDEBİYATIMIZ
Oyhan Hasan BILDIRKİ 01 Ocak 1970
Türk edebiyatı üzerinde, eleştirmenlerimiz çeşitli düşüncelerini ortaya koydular, zaman zaman. Ama hiçbir eleştirmenimiz edebiyatımız adına, ele gelir yargılar ortaya koyamadılar. Yazar ve şairlerimiz, kendi solukları yettiğince edebiyatımızı sürdürmeye çalıştılar. Bir önceki görüşü yok sayarak, önlerine düşürülen yeni akımlara kapılandılar. Bu yüzden, Türk edebiyatı çıkmazlara girdi ve kendine dönemedi.
Tanzimatçılar ile “Avrupalılaşma” yoluna giren edebiyatımız, zaman zaman kâh romantikleşti, kâh realistleşti ama bir türlü gerçek yörüngesine oturamadı. Marksist teorisyenciler de edebiyatımızı yozlaştırmaktan, güdümlüleştirmekten öteye gidemediler. Onların geliştirdiği sosyal gerçekçilik akımı, birkaç -adı ayrı, özü aynı olan- roman ve şiirlerde sırıtıp kaldı. Sosyal gerçekçilik adına milletimizin canına okunmak istendi. Oysa, ünlü Türk düşünürü Ziya Gökalp; Türkçülüğün Esasları adlı eserinde, edebiyatımızın nasıl olması gerektiğini ortaya koşmuş, Türk edebiyatçılarından da bunun yerine getirilmesini istemişti. Millî Edebiyatçılarımız bu konuda dikkate değer eserler ortaya koymuşlardı.
Dünya edebiyatlarına kabaca bir göz attığımızda; her milletin edebiyatının kendi kültüründen izler taşıdığını görüyoruz. Meselâ bir Fransız edebiyatı, bir İngiliz edebiyatı püfür püfür Fransız veya İngiliz kültürü kokmaktadır. Yani bu edebiyatlar bize, kendi insanını, bu insanın dünya görüşünü, geleneklerini, tutkularını, sevdalarını, acılarını ortaya koymakta ve bu yüzden de her çağda orijinal kalabilmektedirler.
O halde kültür nedir sorusunu karşılamak, belirtmek gerekir. Gökalp’e göre kültür, kendisinin deyimiyle hars: “Yalnız bir milletin dinî, ahlakî, hukukî, muakalevî, bediî, lisanî, iktisadî ve fennî hayatlarının âhenktar bir mecmuasıdır.” (1) Her milletin kendine özgü bir kültürü vardır. Yani her milletin kültürü, millîdir. Yine her milletin millî kültürü ile edebiyatları arasında sıkı ilişkiler vardır. Millî kültür ve edebiyat arasındaki ilişkiler bozulmaya başlayınca, edebiyatın kozmopolitleştiği bilinen gerçekler arasındadır. Türk edebiyatı da bunun sıkıntısını, acısını çekmektedir. Türk edebiyatı adına ortaya konan eserler, çok azı müstesna olmak üzere, millî kültürümüze ters düşmekte, giderek kozmopolitleşmekte ve orijinal kalamamaktadır. Türk edebiyatındaki bu kozmopolitleşmenin durdurulabilmesi için, eleştirmen, yazar ve şairlerimizin millî kültür kaynaklarına dönmesi, bu kaynakları iyi tanıyabilmesi gerekmektedir. Yani; “… millî harsımızı arayıp bularak millî harsımızı meydana çıkarmamız icabeder.” (2)
Millî kültürümüzü arayıp bulmak, aydınların görevidir. Aydınlar, edebiyatımız üzerinde kalem oynatan kişiler değil midir? Hemen hemen her aydın, millî kültürümüz üzerinde durmuş, birtakım düşünceler ileri sürmüştür. Ama henüz, millî kültürümüzü aramak için, “halka doğru” gitmemişlerdir. Masa başında çiziştirdikleri veya kapalı salon toplantılarında ileri sürdükleri öneriler, asıl kaynaktan, özden uzak bulunduğumuz için, askıda kalmıştır. Bu yüzden edebiyatımız, millî kültür verilerinden yoksun olduğu için, evrensel bir soluğa erişememiştir. Edebiyatımızın evrensel bir soluğa erişmesini istiyorsak; “Halktan harsî bir terbiye almak için, halka doğru gitmek” (3) zorundayız.
Bu yüzden edebiyatçılarımız; “halkın içine girmek, halkla beraber yaşamak, halkın kullandığı kelimelere, cümlelere dikkat etmek. Söylediği darbımeselleri, an’anevî hikmetleri işitmek. Düşünüşündeki tarzı, duyuşundaki üslûbu zaptetmek. Şiirini, musikisini dinleyerek, raksını, oyunlarını seyretmek. Dinî hayatına, ahlakî duygularına nüfuz etmek. Giyinişinde, evinin mimarîsinde, mobilyelerinin sadeliğindeki güzellikleri tadabilmek. Bundan başka, halkın masallarını, fıkralarını, menkıbelerini öğrenmek. Halk kitaplarını okumak. Korkut Ata’dan başlayarak âşık kitaplarını, Yunus Emre’den başlayarak tekke ilahîlerini, Nasreddin Hoca’dan başlayarak orta oyununu aramak bulmak lâzım. Halkın cenk-nâmeler okunan eski kahvelerini, ramazan gecelerini, cuma arifelerini, çocukların her sene sabırsızlıkla bekledikleri coşkun bayramlarını yeniden diriltmek, canlandırmak lâzım. Halkın sanat eserlerini topluyarak millî müzeler vücuda getirmek lâzım.” (4) diyen Gökalp’i izlemek zorundadırlar.
Bunu yapabildiğimiz ölçüde, edebiyatımız millî bir görünüşe kavuşacaktır. Bu gerçeğin birçok edebiyatçımız tarafından anlaşılmış olması, yeni atılımlarla evrensel bir soluğa erişmek isteyen edebiyatımız için önemlidir. Devrimci kuşağa bağlı Konur Ertop’un, “Gelenek ve göreneklerden yararlanma söz konusu olabilir mi? Yararlanacaksak bunun sınırını nereye kadar, ne ölçüde, nasıl çizebiliriz?” diyen Refik Durbaş’a verdiği cevap dikkat çekici değil midir? Konur Ertop; “Batı etkisinde gelişen sanatımız yeni türler tanımış, yeni tekniklerle zenginleşmiştir. Ama bizi gösteren ayna olmaktan git gide daha çok uzaklaşmıştır. Batıdaki örneklerin ustalıklı benzeri durumuna gelmiştir. Fakat bizim insanımızın bütün değişmeler arasında devam eden yönünü dile getirememiştir. Gelenekle ilgilenmek bu noktayı görebilmemiz için şarttır. Yeter ki onu eksiksiz tanıyalım. Ona sahip olmayı gericinin, tutucunun, bağnazın elinden kurtaralım. Bunu yaparken gelenekle ilgileniyoruz diye, bizi suçlayacak sözde devrimciden de çekinmeyelim.” (5) demektedir.
Devrimcilik adına, edebiyatımızı Marksist ideolojinin dar kalıpları içinde eritmek, bir sınıfın emrine vermek isteyenler bile günümüz edebiyatından hoşlanmamaktadırlar. Konur Ertop’un da belirttiği gibi edebiyatımız, bizim insanımızdan uzaktır. Bu yüzden okuyucu azalmakta, basılan eserler kitapçı vitrinlerinde sararıp solmaktadır. Bu yüzden edebiyatçılarımız, dünya çapında başarılardan uzak kalmaktadırlar.
Ziya Gökalp’e göre: “Edebiyatımız yükselebilmek için iki san’at müzesinde terbiye görmek mecburiyetindedir. Bu müzelerden birincisi halk edebiyatı, ikincisi garp edebiyatıdır. (…) Türk edebiyatı bu iki çıraklık devresini geçirmeden, ne millî, ne de mütekâmil bir mahiyet alamaz. Demek ki, edebiyatımız bir taraftan halka doğru, diğer cihetten garba doğru gitmek ıztırarındadır.” (6)
Bu öneri açısından baktığımızda edebiyatçılarımıza iki büyük ödevin düştüğünü görmekteyiz. Bunlar; a) Halka doğru gitmek, b) Garba doğru gitmektir. Ancak o zaman, Türk edebiyatını evrensel bir soluğa ulaştırabiliriz. Çünkü; “Shakespeare, Rousseau, Göthe gibi romantik dâhiler, hem halk terbiyesini almışlar, hem de eski Yunan-Latin tekniklerini temsil etmişlerdi. Bu sayede, her biri kendi milleti için, hem millî, hem de mütekâmil bir edebiyat vücuda getirdi.” (7)
Hal böyle iken günümüz edebiyatı ne durumdadır? Bu soru umarım ki, aklı başında bütün edebiyatçılarımızı üzmektedir. Çünkü; millî kültürümüzü tanıyan, bilen milliyetçi edebiyatçılar bölük-pörçüktürler ve savaşlarını kişisel olarak yapmaktadırlar. Bu tutum, bizler için büyük bir kayıptan başka nedir? Ama beri yanda Marksist ideolojinin bayraktarlığını yapanlar, edebiyatımızı bir sınıfın tekeline verebilmek için, el ele çalışmaktadırlar. Gazete ve dergilerde sık sık gördüğümüz, Che Guevera övgüleri, Mau-Mau şiirleri, Vietnam ağıtları, büyük şehrin bohem hayatı kokan düzmeceleri, edebiyatımızın millî kültürümüzden kopmasının birer delili değil midir? Bir Yaşar Kemal, bir Kemal Tahir, bir Nazım Hikmet, bir Arif Damar, bir Çetin Altan, bir Orhan Kemal edebiyatımızı kozmopolitliğe sürüklemişlerdir. Ve bunu bilerek, isteyerek yapmışlar, millî kültürümüzü hiçe sayarak, Türk milletine hakaretler yağdırmışlardır. Evrensel bir soluğa erişebilmek için, bu milletin dinine, geleneklerine küfretmenin, Marksist ideolojiyi yerleştirmenin gerekli ve yeter şart olduğuna inanmışlardır.
Yapacağımız iş nedir? Kısaca özetlemek gerekirse; millî kültürden faydalanmak, kendi insanımızı verebilmek için, halk edebiyatı verilerini, evrensel bir soluğa erişebilmek için de, batı edebiyatı örneklerini incelemek, orijinal kalmak zorundayız. Aksi takdirde Türk edebiyatından söz etmek, ele güne gülünç olmaktan başka ne olabilir?
(1) Ziya Gökalp, TÜRKÇÜLÜĞÜN ESASLARI, s. 29
(2), (3), (4) Age, s. 43 - 44- 45
(5) Cumhuriyet Gazetesi, Sanat Edebiyat Eki, s.6
(6), (7) Ziya Gökalp, TÜRKÇÜLÜĞÜN ESASLARI, s. 13-138