Prof. Dr. Mehmet Bayrakdar ile Teleğrafık Bir Konuşma
Sadettin ELİBOL 01 Ocak 1970
“KÜRTLER TÜRKLERİN NESİ OLUYOR?” ADLI YENİ ESERİ ÜZERİNE
Türkiye’de, kimilerinin çok sevdiği bir ifadeyle “Kürt olgusu” üzerine çokça yazıldı, çizildi. Ne var ki bu çalışmalar, spekülatif olmaktan öte bir değer taşımayan “dava kitapları”(!) oldu.
Kuşkusuz bu sorun, konu üzerinde çalışanların öncelikle dilsel ve mantıksal sınırlılıklarından kaynaklanıyor; isim vermeye gerek yok; mebzul miktarda örnek var.
Prof. Dr. Mehmet Bayrakdar, şaşırtıcı bir merak duygusuyla, en eski Doğu ve Batı kaynaklarından en yeni çalışmalara kadar uzanan oldukça geniş bir literatüre dayanarak olgunun tarihsel, dilsel ve antropolojik temellerini hem sergiliyor, hem çözümlüyor, hem de gerçekçi saptamalar yapıyor. Dahası, kimi Müslüman bilginlerin, bu çerçevede Kürt kökenli ünlü isimlerin görüşlerini özetliyor, bugüne kadar gelen efsanelerin çözümlemesini yapıyor.
Bu nedenle, söz konusu eser, aydınlığı kendinden menkul lafazan tiplerin spekülatif nitelikli çalışmalarından kesinkes ayrılıyor; bu özelliğiyle hem sorumlu ilgililere hem de namuslu (gerçekçi) olmak isteyenlere tam bir bilimsel bakış ve çözümleme çerçevesi veriyor.(**)
Bu özelliğiyle Türkçede bir ilk olan eseri üzerine Prof. Dr. Mehmet Bayrakdar ile Türk Yurdu okuyucuları için teleğrafik denebilecek bir konuşma yapma gereği duyduk; işte sorular ve cevaplar:
– Batı’da Kürtler konusunu ele alan ilk çalışmaları kimler yapmıştır?
– Misyonerler yapmıştır. Papalığın 1531 yılında Bağdat’ta açtığı patrikhane ile özellikle İran ve Suriye’de misyonerlik faaliyeti yanında Kürtlere ilgi duyulmuştur. Daha sonra İtalyan ve Fransız Kapuçin ve Dominiken misyonerleri 1632 yılında Musul ve Ahmediye’de yeni misyonerlik merkezleri açmışlardır. Bu merkezlerde çalışan Fransız Kapuçin papazı, 1683 yılında ilk defa bir Kürtçe dilbilgisi kitabı ve sözlük yazmıştır; ancak onun bu eseri bugün elde yoktur. Kürtler hakkında bugün elde mevcut ikinci eseri; 1753-1771 yılında misyonerlik yapan İtalyan papaz D. Lanza yazmıştır. Onu yine 1762-1788 yılları arasında Musul’da yaşayan M. Garzoni izlemiştir. 1787 yılında Roma’da basılan eserinin ismi “Kürt Dilinin Dilbilgisi ve Deyimleri” adını taşır. Bu ilk yazılan eserlerde, Kürtlerin Fars, Keldânî ve Arap soylu oldukları işlenmiştir.
Özellikle de 1850’lerden sonra İngiliz ve Rus casusları yoğun bir faaliyet yürütmüşlerdir. Kürtçe de dahil bölgenin Türkçe, Arapça ve Farsça gibi dillerini öğrenmişlerdir. Hatta çoğu Müslüman olduklarını söyleyerek halkın arasına rahatlıkla girmiştir. Böylece Osmanlı’ya karşı Arap ve Kürt milliyetçiliği tohumları aşılamışlardır.
– Bu çalışmalar, Batı’nın hâlâ süren “Şark Sorunu” bilinmeden anlamlandırılabilir mi?
– Elbette anlamlandırılamaz. Çünkü sizin de belirttiğiniz gibi Şark Sorunu bitmemiştir; hâlâ devam etmektedir. Batı için Lozan’ın pek fazla meşrûiyeti yoktur; siyasî açıdan onlar için Sevr önemlidir. Sevr’den vazgeçilmiş değildir. Bölge için yapılan 22. yüzyılın planlarında bölünmüş ve küçültülmüş devletçiklerin rüyası vardır. Dolayısıyla Şark Sorunu, Tanzimat ve sonrası dönemlerde Osmanlı’ya dayatılan Batı istekleri, bugün de gündemdedir; adı ve niteliği değişmiş başka projeler ve faaliyetlerle.
– Kürtler konusunda Batılıların geliştirdiği kuramları iki grupta topluyorsunuz; bunları kısaca özetleyebilir misiniz?
– Batılı oryantalistler ve tarihçiler, 18. yüzyıldan özellikle 1950’l yıllara kadar, yoğun bir şekilde Orta-Doğu’da yaşamış en eski kavimleri Kürtlerin atası olarak göstererek 15-20 kuram oluşturmuşlardır. Birinin oluşturduğu bir kuramı diğeri reddetmiş; bilimsel bulmamıştır. Bu kuramlar; Kürtlerin Kürtlüğünü Farslılık, Araplılık, Keldanilik gibi kökenlerle açıklayan kuramlar, zaten bilimsel bulunmamış; tarihî açıdan da temellendirilememiştir.
Kürtlerin kökenini, Medlik-İskitlik, Gurluk, Gutilik, Kimmerlik ile açıklayan ikinci sınıf kuramlar, üzerinde durduğumuz kuramlar oldu.
Başlangıçta, Kürt tarihini araştırmak için değil, Türk-Japon soy birliğini araştırmak amacıyla başladığımız İslâm öncesi Türk tarihini okuma ve araştırmalarımızda, Avesta gibi en eski İran kaynakları ile en eski Yunan kaynaklarında, arkeolojik kazılarda bulunmuş ve yayımlanmış tabletlerde Kürtlerin atası olarak gösterilen bu kuramlardaki kavimlerin Turânî veya Türk soylu kavimler olduğunu öğrendik.
Bu kuramları oluşturan Batılılar, Kürtlerin atası olarak gösterdikleri kavimlerin ırkî kimlikleri üzerinde pek fazla durmamışlardır. Bunda, kuramların oluşturulduğu dönemde tarih ve arkeoloji bilgilerinin azlığı da rol oynamıştır. Ancak bazıları, onların Turânî olduklarını bilmiş olsalar bile veya araştırma yaptıklarında öğrenme imkânı olduğu halde, konu üzerinde durma ihtiyacı duymamışlardır. Örneğin; Kürtlerin kökenini 1938 yılında oluşturduğu Med-İskit kuramıyla açıklayan V. Minorsky’nin, hem İran kaynaklarından hem de Rawlinson’dan Oppert’e kadar bazı uzman tarihçilerin eserlerinden, Medler’in Turânî olduklarını öğrenme imkânı vardı. Ama bu imkânı kullanmamıştır.
– Müslüman bilginler Kürt konusunu nasıl ele alıyorlar?
– Müslüman bilginlerin Kürtlerin ırkî kökeniyle ilgilenmeleri 10 ve 11. yüzyıllarda başlar. Onların ilki olan, İranlı meşhur tarihçi Firdevsî, Kürtlere Arap olarak bakmıştır. Ünlü Arap tarihçi Mes’ûdî bu konuda çelişkili bir görüş ortaya koymuştur. O, Kürtlere bazen Arap, bazen de İranlı olarak bakmıştır. MS. 5 ve 6. yüzyılda yazıldığı sanılan Elegeş yazıtı, Kürtleri bir Oğuz alt boyu olarak kabul eder. Ayrıca Oğuznâme ve Dede Korkut türü Türk yazarların eserlerinde de Kürtler, Oğuzlardan olarak tanıtılmıştır.
– Bir de ünlü Kürt bilginleri var; bunlar ne diyorlar?
– Kürtlerin tarihini ilk defa yazan Şerefhân, meşhur eseri Şerefnâme’nin Farsça aslında kendi görüşü olarak Kürtlerin Gurlar ile aynı etnik kökene sahip olduğunu açıkça belirtmiştir. Çağımızda Ziya Gökalp’ten, önce Kürtçülük akımına kapılıp sonra araştırmaları sonucunda Türk ve Kürtlerin aynı kökene sahip olduğunu gören Dr. M. Şükrü Sekban’a ve Mesud Fani (Bilgili)’ye kadar, bazı önemli Kürt bilginleri Kürtleri Oğuz nesli olarak görürler.
– Farklılığın, kimilerince ayrılığın temeli olarak gösterilen bir dilden (Kürtçe’den) söz ediliyor; bu, gerçekten bir dil mi, yoksa farklı dillerden alınan kelimelerle oluşmuş bir yığışım mı?
– Kürtçe, aslında morfoloji ve sentaks bakımından kitapta da gösterdiğimiz gibi, Türk lehçelerinden bir lehçedir. Uzun süre Fars ve İslâm’dan sonra da Arapça’nın etkisiyle, hem bu dillerden çok miktarda kelime almıştır; hem de isim ve sıfat tamlamalarında bu dillerin tamlama biçimlerini almıştır. Bu durum sadece Kürt lehçesine mahsus bir durum değildir. Özellikle 17. yüzyıldan sonra Osmanlı lehçesi için de söz konusudur. Zaten bugünkü Kürtçe denen lehçe, başlangıçta Farsça’nın etkisiyle yaklaşık MÖ. 3. yüzyıldan sonra oluşmaya başlamıştır. Keyânîler, Med-İskit gibi Türk soylu kavimlerin atası olmuştur; Ahamenidlerin ve Sâsânilerin hükümranlığı altında kalınca, dilleri zamanla değişime uğramıştır.
Aynı isimli aşiretlere bazı bölgelerimizde Kürt denir ve Kürtçe konuşurlar. Bazı bölgelerimizde Türkmen denir ve Türkçe konuşurlar. Dolayısıyla Kürtçe, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Fars dili ve kültürü tesiriyle oluşan bir Türk lehçesidir; kendi başına bir dil değildir.
– Peki bu dilin bir alfabesi de var mı?
– Hayır; Kürtçenin kendine has bir alfabesi yoktur. Arap harfleriyle yazıldığı devirlerde, hem Türkçe için, hem de Kürtçe için aynı harfler kullanılmıştır. Türkçede, Kürtçede ve Farsçada olup da Arapçada olmayan sesler için ilave harfler kullanılmıştır. Geçmişte Garzoni gibi papazların “Kürt Alfabesi” dedikleri şeyler Fars veya Osmanlı alfabesinden başka bir şey değildir.
Son günlerde bazı Kürtçüler, Kürtçe kelimeleri Latin harfleriyle yazdıklarında, Türkçe yazımdan ayırmak için olsa gerek, oryantalistlerin Arap harfleriyle yazılmış Türkçe olsun, Farsça olsun- metinleri Batı dillerine aktarımlarındaki transkripsiyon veya transliterasyon sistemini kullanıyorlar. Örneğin, Arapça asıllı Türkçede “Haber” olarak yazdığımız kelimeyi onlar “Xaber” şeklinde yazıyorlar; Van kelimesini “Wan” yazıyorlar; işte buna “Kürt alfabesi” diyorlar. Bu yeni bir şey de değildir; Azerbaycan Türkleri bunu yıllardır yapıyorlar. Latin alfabesini kullandıkları zaman onlar da “haber” kelimesini “xaber” şeklinde yazıyorlar. Çünkü Batılılar Arapça “hı” harfini “x” veya “kh” harfiyle; Arapça “vav” harfini “w” harfiyle karşılarlar.
– Özellikle dinsel, kültürel ve antropolojik açıdan bakıldığında Türk-Kürt ilişkisi nasıl görünüyor?
– Bizim araştırmalarımıza göre İslâm öncesinde, diğer Türk soylular gibi Kürtler de Kam geleneğinden gelen ve farklı zamanlarda yeni şekiller alan dinlere mensupturlar. Bunların en önemlileri, bir Med dini olan Zerdüştlük/Mecûsiliktiryeni araştırmalarımız, Zerdüşt (Zarathustra)’ün Medli Turânî bir kimse olduğunu kabul eden Batılı bilginlerin varlığını göstermiştir.- Ayzidlik’tir. Ayzidlik dinine, bazı Batılılar ve bazı Müslüman tarihçiler yanlışlıkla Yezidilik ismini vermişlerdir. Kısaca dinsel açıdan Türkler ve Kürtler arasında, diğer âdet ve gelenekler gibi, kültürel açıdan olduğu gibi, bir ortaklık ve benzerlik vardır. Ortak masallar ve efsanelerde vardır. Bu durum edebiyatta da görülebilir. Aynı melodiler, temalar ve musiki aletleri söz konusudur; bunun gibi birçok ortak kültürel unsur vardır.
– Öyleyse; “Özbek, Kırgız, Kazak, Peçenek, Kuman, Kıpçak, Uygur, Azeri vb. adlarla anılan Türkler neyse Kürtler de odur” denebilir; öyle mi?
– Ebette. Hatta Kürtlerin çoğu, bize, söz gelimi Kazaklardan daha yakındır. Çünkü Gazneliler devleti yıkılırken, Gazneli halkının çoğu Doğu Anadolu’ya yerleşmiştir: İran siyaseti gereği, önce II. Beyazıd ve sonra da Yavuz Sultan Selim, Orta Anadolu ve Akdeniz yöresinden birçok Türkmen aşiretini Doğu ve Güney-Doğu Anadolu’ya yerleştirmişlerdir. Anadolu’nun fethiyle bölgeye yerleşen ilk Peçenekler ve Avarlar, daha sonra gelen Gazne halkı ve Türkmenler zamanla Kürtleşmişlerdir. Dolayısıyla bugünkü Kürtlerin çoğu Türkmendir. Örneğin, Ege ve Marmara bölgesindeki Karakeçililer’e Türkmen, Urfa ve Mardin bölgesindekilere Kürt denir.
– Bu durumda Kürtlerin temsilciliği iddiasındaki malum şebekeyi nasıl değerlendirmek gerekir?
– Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Şark Sorunu bitmiş değildir; bazı güç odakları için Sevr hâlâ yürürlüktedir. Dolayısıyla malum şebeke mensupları ABD ve AB ülkelerinde bu amacı güden odakların “Kürtleri”dir. Gelecekte yaratılacağı umulan mega oluşumlar için kullanılmaktadırlar; Büyük Pontus ve Büyük İsrail gibi!
– Umarım sözün bittiği yere gelmeyiz; Keyaniler ve Medler üzerine çalışmalarınızı da bitirirsiniz; onları da konuşuruz inşallah. Teşekkürler!..(***)
________________________
(**) Mehmet Bayrakdar, Doğu ve Batı Kaynaklarına Göre Kürtler Türklerin Nesi Oluyor?, Beyazkule yy, Ankara 2009, 304 sayfa.
(***) Bilindiği gibi gerçeği bilmek özgürleştirir. Ancak Kürt kökenli yurttaşları temsil iddiasında bulunan ırkçı grup, ihanetin ateşiyle körleştiği için olgunun tarihsel, dilsel ve antropolojik açıdan açıklanmasına, dolayısıyla öğrenerek özgürleşmeye kapalı duruyor; salt ‘sorun’ ve ‘çözüm’ sözcükleriyle gevişlenerek 1923 Türk devrimini yaratan kurucu paradigmayı yadsıyor.
Kuşkusuz, kurucu paradigmanın yarattığı Cumhuriyetçi Demokrasi, sözkonusu yadsımayı kendi varlığına tehdit olarak görüyor. Çünkü bu grubun ‘özerklik’ten ‘federasyon’a kadar uzanan ‘çözüm çeşitliliği’ (!) millet içinde millet yaratmanın ön aşamasıdır; varacağı yer de etmik temelli devlettir.
Kürt kökenli yurttaşlar elbette, bireysel haklar ve özgürlükler çerçevesinde ana dillerini öğrenebilirler, konuşabilirler, müzik yapabilirler, yazı yazabilirler; ancak söz konusu ana dili kamusal alanın ne birinci dili, ne de ikinci dili haline getirebilirler. Çünkü bu, Boşnak, Arap, Çerkes, Roman vb. kökenli yurttaşlar açısından da ‘hak’ olarak talep edilir. Kaldı ki ne ABD’de, ne de AB kodamanı ülkelerde farklı kökenden gelen yurttaşlar ana dilleri, ulusal diller yerine ikame edebiliyorlar; tam tersine, kendilerinden ‘rüyalarını bile ulusal dille görebilmeleri’ isteniyor
Hem bu olgusal durum hem de ülkenin özgün koşulları dikkate alınarak TRT’nin farklı dillerdeki ‘yayın açılımı’ mutlaka gözden geçirilmeli; örneğin mevcut uygulama, Arap, Çerkes, Boşnak, Roman vb. kökenli yurttaşları da kapsayacak şekilde genişletilmeli; yayınlar, üçer saatlik haber, yorum ve müzik programlarıyla sınırlandırılmalıdır (Kaldı ki sorumlu ilgililerin önünde BBC gibi bir örnek de vardır.).
Cumhuriyetçi Demokrasi, bu çerçeveyi zorlayan hiçbir talebi artık olumlayamaz; çünkü sınır aşan taleplerin ‘hak’ kategorisine sokulması, ortak değerler varlığı milleti sözcüğün tam anlamıyla ayrıştırır; bu dazorunlu olarak- devasa bir ‘Türk sorunu’ yaratır. Ve sonuçta, olacak olan olur: Öncelikle dış dinamiğin ‘Şark sorunu’ bağlamında yarattığı ‘Kürt sorunu’ sözünü dillerine pelesenk eden neoliberal, mürteci ve klan fetişisti mahutlardan oluşan işbirlikçi cephe bu sorunun mutlaka altında kalır. Çünkü binlerce yılın tarihsel tecrübesi gösterir ki hiçbir kurucu halk (ya da irade), yıllar sonra ‘farklıyız’ demagojisiyle ‘ortaklık dilekçesi’(!) verenleri İbn-i Haldun’un ifadesiyle söyleyelim- ‘mülkün tapusuna ortak etmez.’
Tarih babanın bu konudaki Tunç kanununu bir kez daha anımsa(t)mak gerekir: Devlet ne şirket gibi kurulur, ne de şirket gibi yönetilir, yaşadığı sürece dedoğası gereği- kendine ortak almaz!
Bu Tunç kanunu gereği, Kürt kökenli yurttaşlar, derinleşen süreçteAnayasa hukukçusu Mümtaz Soysal’ın formüle ettiği gibi- çok basit iki seçenekle karşı karşıya gelirler: Mevcut ulus-devletin yurttaşı olarak kalmak isteyenler burayı, ‘ikinci İsrail’ olarak kurgulanan etnik devletin hukukunu beğenenler orayı yeğlerler! (Kurucu paradigmanın anlamı, önemi, değeri, başarıları, imkânları, karşı saldırılar ve sınırlarına felsefece bir bakış için bkz; S. Elibol, Cumhuriyetçi Demokrasi / Türkiye’nin Özgün Yolu, Minima yy, Ankara, 2007.)