MİLLETİN DİĞER SOSYAL GRUPLARDAN FARKI
Mehmed NİYAZİ 01 Kasım 2006
Milletle diğer sosyal gruplar olan halk, kavim ve ırkın arasında önemli farklar vardır. Halk aynı ülkede oturan insanların bütününü ifade eder; fakat halkı oluşturan fertler arasında, millette olduğu gibi onları birbirine kuvvetli bağlayıcı nitelikte bir bağın olması gerekmez. Aralarındaki ilişki düzenli, devamlı, belli muhtevalara kavuşmuş bir ilişki olmayabilir; sadece aynı toplumda bulunmanın zorunlu kıldığı maddî ilişkiler olabilir.
Zaman ve mekân bakımından da halk ile millet arasında fark vardır. Ayni kökten gelen kavimlerin bir bölümü, o kökten gelen kavimlerin oluşturduğu milletin değerler sistemi içinde yer almayabilir. Halk kavramı milletin dışında kalan bu bölümü de ifade eder. Bu itibarla mekân bakımından halk milletten daha geniştir. Zaman bakımından ise aralarındaki fark ters bir mâhiyette kendini gösterir. Millet geçen nesilleri, yaşayanları ve gelecek nesilleri ifade etmesine rağmen, halk daha çok o milletin yaşayan neslini ifade etmek için kullanılır. Bir de halk, siyasî egemenliği elinde bulunduranların dışındaki kitleleri ifade etmek için kullanılır.
Kavram kargaşalığını önlemek için yüz yıllardan yüz yıllara çeşitli serüvenlerle boy atan milletleri bir önceki şekilleri olan “kavim”lerden de ayırmak gerekir. Milletler, ya bir kavmin, veya akraba kavimlerin birleşip gelişmesiyle veya değişik kavimlerin kaynaşıp gelişmesiyle ortaya çıktığı gibi, bir kavmin bölünmesiyle de oluşan milletler vardır. Bir kavmin gelişmesi veya akraba kavimlerin birleşip gelişmesiyle ortaya çıkan milletlere, soy birliklerinden dolayı tarihî veya kök milletler denmektedir. Türkler gibi… Değişik kavimlerin kaynaşarak gelişmesiyle oluşan milletlere de halita milletler denmektedir. Galyalılar, Franklar, Burgondlar, Vizigotlar ve Normanlar gibi değişik kavimler birleşmiş, tarih içinde bütünleşerek Fransız milletini ortaya çıkarmışlardır. Bir kavmin bölünüp gelişmesiyle ortaya çıkan milletlere örnek Almanlar, Hollandalılar, Danimarkalılar ve benzerleridir. Bunlara da dal milletler demek yerinde olur.
Elbette ki milletler mutlak anlamda gelişmelerini tamamlamış değillerdir. Milletler de canlı birer organizma gibidirler; kavuştuğu bilim ve kültür düzeyiyle, hayatına giren eşya ile, teknolojisi ile, yaşadığı acı ve tatlı anılarla, hayatına atkılan fikrî akımlarla gelişmeye devam eder. Bu gelişme hiçbir zaman millet figürünü ortadan kaldırma; bilakis onu tarihî gelişmesiyle sahip olduğu asliyetin elverdiği özelliklere kavuşturur.
Milliyetini tamamlamış topluluklar çeşitli sebeplerden dolayı birbirleriyle karışırlar, kaynaşırlarsa ortaya yeni milletler çıkar. Buna en canlı örnek ABD de oluşan Amerikan milletidir. Almanlar, İngilizler, İtalyanlar, İspanyollar ve benzeri milletler tarihî gelişmelerini tamamladıktan sonra Amerika’ya göçmüşlerdir. Oraya yerleştiklerinde hepsi ayrı ayrı milletlerdi. ABD’nin milletini oluştururken bu milletler kavim rolünü oynadılar.
Çoğu kere, karışan milletler özelliklerini ortaya çıkan milletlerde yaşatamamaktadırlar. Çünkü çeşitli özellikler birbirinin tersi olduğundan aynı milletin şahsiyetinde barınamamakta, ağır basan özellikler milletlere şahsiyetini vermektedir. Diğer millet veya milletler oluşan milletin şahsiyetinde ya silik bir şekilde sezilmekte, ya da milletler mezarlığı olan tarihe gömülmektedir. Meselâ Güney Amerika’da oluşan milletlerin şahsiyetinde İspanyol ve Portekizliler ağır basmışlardır. Bu milletler İspanyolca ve Portekizce konuştukları gibi onların izlerini çok canlı olarak taşımaktadırlar. Fakat onların reaksiyonlarını aynen göstermezler; çünkü diğer karışan milletler silinmelerine rağmen çok az da olsa bir etki bırakmışlardır. Ayrıca Güney Amerika’nın değişik coğrafî yapıya sahip olması ve diğer unsurlar onları etkilemiştir. ABD’nin milletinde ise İngiliz milletinin özelliklerinin ağırlığı görülmektedir.
Yerleşik milletlerle göçebe milletler karıştığı zaman göçebe milletlerin yerleşik milletler içinde eriyip gittiğini tarih bizlere göstermektedir. Bu durum aynı zamanda karışan milletlerin kalabalıklarıyla, uygarlıklarının temel esaslarıyla yakından ilgilidir.
Kendi özelliklerini tam oluşturamamış veya özelliklerinin değerini yeterince idrak etmemiş, çoğunlukla soy birlikleri olan kavimle millet arasında belirli ayrılıklar vardır. Milletleri oluşturan kişiler arasındaki ruhî temâyüller, kavimleri oluşturan kişilere göre daha yaygındır.
Bir başka söyleyişle milletlerin özellikleri daha netleştiğinden, daha belirli çizgilere kavuştuğundan insanını daha çok etkilemiş, reaksiyonlarını kontrol altına almıştır. Reaksiyonlarından bir Alman’ın, bir İngiliz’in milliyeti tahmin edilebilir. Ayrıca kavimlerde klik şuuru hâkimdir. Bir kavmi, aynı kökten gelen diğer bir kavmin varlığı dahi rahatsız edebilir. Oysa milletlerin şuuru daha bütünleşmiştir. Kendi soyundan olan bir kavim değil, diğer bir millet dahi onu rahatsız etmez; bu değişiklikte kendi zenginliğinin sırlarına varır. Şuuru tam gelişmediği için yeni bir kültür bir kavmi yok edebilir; millet ise bu yeniliği kendine maledecek şuura sahiptir ve hatta bu yenilikle özelliklerini besleyebilir, aslî özelliklerini koruyarak yeni boyutlara kavuşabilir.
Çoğu kere bilerek veya bilmeyerek ırk da kavim gibi “millet” kavramıyla karıştırılmaktadır. Antropologların bazıları insan ırkını tasnif için cild rengini esas almışlar ve bu bakımdan insanları Beyaz Irk (Avrupalılar), Sarı Irk (Asyalılar), Siyah Irk (Zenciler), Kırmızı Irk (Amerika Yerlileri) olarak dörde ayırmışlardır. Bu ayrımın yeterli olmadığı açıktır. Siyah olan Zenciler arasında fizikî özellikler bakımından birbirinden değişik zümreler olduğu gibi diğer renkteki insanlar arasında da birbirinden tamamen farklı insanlar vardır. Sarı Irk olarak nitelendirilen Asyalılar arasında bulundukları yerlerin coğrafî şartlarının yakınlığı dolayısıyla Beyaz Irk olarak nitelendirilen Avrupalılarla ayrımı mümkün olmayan insan toplulukları bulunmaktadır. Meselâ Norveçlilerle İtalyanlar arasındaki fark, Finlandiyalılarla Afganlılar arasındaki farktan daha az değildir.
Antropologların yapmış oldukları incelemelerde insan renginde iklimin büyük rol oynadığı tespit edilmiştir. Onların kanaatine göre insan derisi biraz bukelamun derisini andırır. Ayrıca yeryüzünün bazı bölgeleri insan derisine belli bir renk verir. Örneğin Kafkasya bölgesi çok çabuk beyazlattığı halde, Afrika’nın bazı bölgeleri de beyaz insanları çabucak zencileştirip Race Takrowienne, yani Sudan ırkı, yahut Mélanodermes, yani kara derili insanlar haline getirmek özelliğine sahiptir.
İnsanların rengine dair iki görüş ileriye sürülmektedir. Işık ve sıcaklık görüşleri.
Işık görüşünü ileriye süren Gustave Le Bon düşüncesini şöyle açıklıyor: “Karanlık bir yere konan bitkinin rengi ağarır ve kısa zamanda kurumağa başlar. Fakat bu bitki güneşe konunca canlanır. Aynen bunun gibi Avrupa’ya göç eden zencinin rengi uçmağa başlar ve Afrika’daki renginden eser kalmaz. Sıcak ülkelere giden insanın da derisinin koyulaştığını görürüz. Kanaatime göre vücude gelen bu renk değişikliği sıcaktan değil, ışıktandır.” Haddon ise Gustave Le Bon’a karşı sıcaklık görüşünü ileriye sürdü. “Renk çeşitlilikleri, değişikliklerle gelişmelerin daha kolay olduğu bir devrede çevre şartlarından ayrı olarak meydana gelmiş ve hemcinslerine ölçüyle cildlerinin renkli tabakası daha derin olan kişiler, Ekvator güneşinin etkisine daha dayanıklı olmalarından dolayı diğerlerine göre yaşama bulmuşlardır. Bunun için değişik renklilik olayı zamanla çoğalmıştır. Cildin altındaki eviye demiye sıcaklığı ayarlama görevi ifa eden bir görev yapar. Afrika milletlerinin çok zengin cildleri vardır ve bu durumdan dolayı da, herhalde, onların derilerindeki sıcaklığı doğuran şartlarla yakından ilgili olması gerekir.” Aynı yazar aynı kitabının 14. sayfasında şunları belirtmektedir: “Renk derecelerinin koruyucu bir kıymeti olduğu kabul edilmektedir. İşte bu yüzden siyah derililer güneş ışınlarının kimyasal etkilerinden kendilerini korumakta oldukları gibi beyaz derililer de soğuğa karşı dayanıklıdırlar. Cild renginin değişikliği, derinin en derin tabakasında bulunan bir takım küçük ve esmerimtırak tanelerden ileri gelmektedir. Cild renkleri arasındaki ayrılıklar bu tanelerin miktarından doğmaktadır.”
Bu renk ayrımından başka insanları değişik ırklara bölen diğer ayrımlar da vardır. Bunların en önemlisi kafatasını esas alarak yapılan ayrımdır. Bu da hiçbir zaman gerçeği yansıtmamıştır.
……
Bugün insanları belli ırklara ayırmada cildin renginden, kafatasının biçiminden başka saçların, gözlerin rengi, burnun basık veya sivri olması gibi diğer dış görünüşler de esas olarak ele alınmaktadır. Hiç birisi de tutarlı bir sonuç vermemektedir.
Herşeye rağmen ırk vardır. Fakat yalnızca renk esasını, kafatasını, burnun basık veya sivri oluşunu; saç, göz rengini ele alarak yapılan ayrımlar bizi yanlış sonuçlara götürür. Rengin yanı sıra kafa yapısı, saç, boy, yüz şekli, çeşitli uzuvlar, dil, mizaç, reaksiyonlar, âdet ve diğer maddî ve manevî ölçüleri birden ele alıp insanları değerlendirirsek şüphesiz ayırımımız daha tutarlı olur. Tabiatta renk ve biçim itibarıyla tamamen aynı iki yaratık yoktur. Fakat her cins yaratık birbirine benzer; insanlar da böyledir. Dünyada birbirinin aynı iki insan olmamakla beraber her ırktan gelen insanların yüzleri birbirine benzer. Bundan da şu sonuç çıkarılır ki tabiatta birlik içinde ayrılık, ayrılık içinde birlik vardır. Bir Alman’ı, bir Arap’ı bize tanıtan şey ayrılık içinde birliktir.
Toplumdaki değişmelerin ırsiyetin devamlılığına engel olmadığı biyoloji bilimince de kabul edilmektedir. Her yeni hücre, kendinden önceki hücrelerin ırsî özelliklerini taşıdığı biyoloji bilginlerince ispatlanmıştır. Bu ırsî özellikler, kişiye doğuştan bir takım yetenekler nakleder ki bunlardan bazıları aynı ailenin ve bazen aynı ırkın bütün fertlerine şâmil olur. Aynı ırkın fertlerinin benzer his ve fikir taşımasının sebebi budur. İtalyanların heyecanlılığı, İngilizlerin soğukkanlılığı buradan gelir.
Bu ırsî realitenin yanı sıra sosyal ve tabii şartlar da topluluklarda kendini gösterir. Anî değişmeler, ekonomik şartların değişmesi, büyük göçler toplulukları etkilemektedir. Bu değişik coğrafî şartların etkisiyle olabileceği gibi, yeni yaşayış ve geçim tarzı, hukukî sistem ve hukukî sistemin getirdiği sosyal teşkilâtlar milletin üzerinde küçümsenemez rol oynamaktadır. Hatta alınan gıdanın bile bir millette uzun zamanda etkisini görmek mümkündür.
İnsanın fizikî özellikleri esas alınarak yapılan bu ayrımların yanı sıra geçmişte bir büyük devletin içinde bulunmuş, töreleri, ruhî temâyülleri birbirine yaklaşmış milletlerin bütünü de bir ırk olarak nitelendirilmektedir. İspanyolların, Portekizlilerin, İtalyanların, Franzsıların, Latin ırkından sayılmaları gibi.
İnsan, yalnızca fizikî dış görünüşünün mahsulü olmayıp, ruhî muhtevada yerini bulan bir varlık olduğuna göre ayırımlarda dış görünüşleri ölçü olarak ele almakla tutarlı bir sonuca varmak mümkün değildir. Latin ırkından olan Fransızlar, İspanyollar ve benzerleri ayrı unsur ve özelliklere kavuşarak millet oldukları gibi Germen ve diğer ırklardan da pek çok milletlerin doğduğu gerçeği “ırk” ve “millet” kavramlarının karışmasına engel olmak için gerekli ve yeterli ölçüdür.
Millet ve Milliyetçilik, sh:51-58