MİLLİYETÇİLİK-MİLLİYETSİZLİK
Ömer Lütfi METE 01 Ocak 1970
KİTABIN KONUSU : Ömer Lütfi Mete, TİMAŞ Yayınları’ndan çıkan “ Milliyetçilik-Milliyetsizlik (Kardeşliğimizi Zorlayan Kimlik Tartışması) ” isimli kitabında, milliyetçilik anlayışımızın nereye gittiğine, bütün bu hadiselerin ilk anda göründüğünden daha farklı olarak nerelere uzanabileceğine ilişkin çarpıcı açılımlar sunmaktadır. Mete, bu tür bir sorgulama kitabına neden ihtiyaç duyulduğunu ise şöyle anlatmaktadır:
“İlke olarak, önyargısız hareket ettiğimiz zaman, bu üç olayda, varlığı öne sürülen dürtülerin ortak noktalarına bakarak milliyetçiliği sorgulama ihtiyacı duymayı anlayışla karşılamamız gerekir. Eğer böyle bir sorgulama ihtiyacını, kendilerini ‘bilinçli milliyetçiler’ olarak tanımlayanlar duyarsa bu davranış, anlayıştan da öte, saygıyla karşılanır. Nitekim biri gerçekten kalkar da milliyetçi olduğu için filanca ve falancayı öldürürse, ben de bütün gücümle bunu sorgulama ihtiyacı duyarım. Fakat, esasında milliyetçilik karşıtı ideolojik duruşu olanların veya başka milliyetçilikler adına Türk milliyetçiliğinden rahatsızlık duyanların, sorgulama görüntüsü altında suçlama kampanyasına kalkışmaları durumunda, şüpheci bakış, her türlü manevra ihtimalini araştırmayı gerektirir. O zaman ne olabilir? Türkiye’de milliyetçi eğilimleri köpürterek, karşı ve farklı milliyetçilikleri tahrik etmek suretiyle doğacak yüksek gerilim altında Ankara’ya yeni diplomatik, siyasi, ekonomik veya stratejik istekler dayatmak da söz konusu olabilir.
Onun içindir ki bu hengâmede milliyetçilik hakkında sorgulayıcı bir tartışmayı şahsen rahatsız edici ve yararsız bulmam. İster önyargılı bir milliyetçilik karşıtı kampanya ile karşı karşıya bulunalım, ister samimi bir merak içinde bu tür cinayetlerle milliyetçi gençler arasındaki bağlantının mahiyetini araştırma arzusu ile yüz yüze gelelim; her durumda, eğer milliyetçilik sağlıklı bir siyasi akımsa, mensupları kendilerine güvenlerini yitirmezler.”
Kitapta; konuşmacı-Selman Kayabaşı Ömer Lütfi Mete’ye;
“Milliyetçilik anlayışımız nerede duruyor?”
“Ayinsi milliyetçilik mi, gerçek milliyetçilik mi?”
“Milliyetçilik her devlet için vazgeçilmez bir siyasi ve stratejik istikamet midir?”
“İslam kültürü, ne tür bir milliyetçiliğe cevaz verir?”
“Osmanlı’yı bir arada tutan 'Millet-i İbrahim' anlayışı…”
“Atatürk milliyetçiliği ile İttihat ve Terakki milliyetçiliği arasındaki fark nedir?”
“Cumhuriyet yönetimi Mustafa Kemal’den sonra nasıl bir milliyetçi yönelime girdi?”
“Çatlı Türk gençliği için bir milliyetçi örneği miydi?”
“Ülkücü hareket sivil bir oluşum mudur?”
şeklinde sorular sormuş ve tatmin edici sayılabilecek yanıtlar almıştır.
KİTABIN ÖZETİ
Yazar hakkında bilgiler:
1 Şubat 1950 yılında Rize’de doğdu. İlk ve orta öğrenimini burada tamamlarken özel olarak dini eğitim gördü ve bir süre kuran kurslarında hocalık yaptı. Kısa süreli olarak Rize Ülkü Ocakları Başkanlığı görevinde bulundu. 1970 yılında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ne girdi. Aynı dönemde Babıali’de Sabah gazetesinde basın hayatına atıldı. 1972’de İktisat Fakültesi’nden ayrıldı. 1973 yılında Atatürk Eğitim Enstitüsü’ne girdi 1976’da mezun oldu. Kısa bir dönem edebiyat öğretmenliği yaptıktan sonra tekrar gazeteci ve senaryo yazarı olarak çalıştı. Evli ve dört çocuk babasıdır. MHP’den bir dönem milletvekili adayı oldu. Babıali’de Sabah, Orta Doğu, Tercüman, Türkiye, Yeni Binyıl, Ayyıldız, Yeni Şafak, Yeni Haber gazetelerinde editör, yönetici ve yazar olarak çalıştı. Türk Edebiyatı ve Çağrışım dergilerinde makale, mizahi öykü ve şiirleri yayınlandı.
Senaryoları: Bizim Ev, Çizme, Bizim Yunus, Köstekli Saat, Veysel Karani, Ahmet Bedevi, Evlere Şenlik, Avcı, Deli Yürek, Çanakkale Destanı (Belgesel Drama), AGA,
Kitapları: Gülce (Şiir), Balonya Tünel (kara mizah), İtfaiye Yanıyor (kara mizah), Çığlığın Ardı Çığlık (roman), Çizme (roman), Yerden Göğe Kadar (roman), Asker ile Cemre (roman), Derin Devlet (röportaj), Dünyayı Kimler Yönetiyor (röportaj), Derin Millet Manifestosu (köşe yazılarından seçmeler), Hacıyağı ile Parfüm Arasında (deneme).
Milliyetçilik-Milliyetsizlik:
1)Gerekçe:
Yazar, bu kitabın oluşması için kendinde istek uyandıran nedeni “milliyetçi” sıfatı ile anıldıkça açıklama yapma ihtiyacının özünde yatan düşünce ve duygular olarak tanımlamaktadır. Kendisini yetiştiren ailenin milliyetçi duygular bakımından bilinçli olmakla birlikte dindarlığı daha baskın bir örnek olduğunu söylemektedir. Yazar, kendisinin de gençliğinde Süleyman Hilmi Tunahan Hazretlerine izafetle Süleymancı denen ve Kuran Kurslarında eğitim görmüş, okutuculuk görevi yapan bir genç olarak İslami öncelikleri daha belirgin biri olduğunu ifade etmektedir. O dönemde genel havaya uyarak MHP’li olan akrabalarına faşist veya ırkçı gibi yakıştırmalar yaparak onları kırdığını da sözlerine eklemektedir. 1973 yılında Atatürk Eğitim Enstitüsünde okurken üç bin kişilik devrimci öğrenci grubu boykota kalkışınca bir an önce okullarını bitirmek isteyen sadece on beş kadar ülkücünün devrimcilere karşı sergilediği direnişi kahramanca algıladığını, kültür ve yaşantı itibariyle de kendini daha yakın bulduğu ülkücü gençlerle düşüp kalkmaya başladığını dile getirmektedir. O günden bugüne kadar geçen süre zarfında en yakın arkadaşlarının hep ülkücü camiadan insanlar olduğunu söylemektedir. Mesleği gereği hemen her eğilim ve camiayı yakından tanımış biri olarak ülkücüleri adam gibi adam oranı bakımından ülkenin en yüksek orana sahip kesimi olarak görmektedir. Ancak yine de ülkücü ve milliyetçi olarak tanımlandığı zaman şerh koymak, kayıt düşmek ihtiyacı hissettiğini ve bu kitabın var oluş gerekçesini de bir bakıma o şerh ve kayıtlarını derleyip toparlama arzusu olarak ifade etmektedir.
2) Kimliğimiz İbrahim Milletidir.
Trabzon’da Rahip Santaro’nun öldürülmesi, ardından Danıştay saldırısı ve nihayet Dink cinayetinin görünürdeki fail ve azmettiricilerinin çevreleri ve ilişkileri hakkında ortaya çıkan bilgi ve iddialar, genel olarak milliyetçiliğin sorgulanmasına ve suçlanmasına yol açan bir süreç başlatmıştır. Yazar bu olaylarla ilgili bilinçli milliyetçilerin sorgulama ihtiyacı duyması gerektiğini belirtmektedir. Ancak, Türk milliyetçiliğinden rahatsızlık duyanların başka milliyetçilikler adına sorgulama görüntüsü altında suçlama kampanyasına kalkışmaları durumunda ise şüpheci bakışla her türlü manevra ihtimalinin araştırılması gerektiğini söylemektedir.
METE sözlerine şöyle devam etmektedir;
“Bu olaylardan sonra bizim medyamız milliyetçiliğe karşı bir tür linç uygulamasına girişmiştir. Bu olaylarda görülen o ki dış mihraklar Türkiye’de milliyetçi eğilimleri köpürterek karşı ve farklı milliyetçilikleri tahrik etmek suretiyle doğacak yüksek gerilim altında Ankara’ya yeni siyasi ve ekonomik istekler dayatabilirler. Ancak yine de milliyetçilik sağlıklı bir siyasi akımsa her türlü sorgulama yararlıdır ve milliyetçiler kendilerine güvenlerini yitirmezler. Ne yazık ki Türkiye bu tarz olaylarda sebebin köküne inmek yerine güncel çalkantılardan kendi meşrebine göre siyasi ve ideolojik verim sağlamaya çalışanların baskın çıkabildiği bir ülkedir. Bu yüzden ülkemizde dengeli bir toplum yapısı oluşmamış olup, her türlü iç ve dış tezgahlara maruz kalmaktadır. Milliyetçilik istismara açık bir akımdır. Bir milliyetçiliğin sorgulandığı yerde daima başkalarının milliyetçiliğine yarayan sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Örneğin Çin’in milliyetçiliği Doğu Türkistan’daki Uygur Türklerinin milliyetçiliği için bir sorundur. Öyleyse herkesin milliyetçiliği bir başka milliyetçi için sorundur. Büyük bir tarihe, büyük bir milli kültüre sahip iddialı bir milletin mensubu değilseniz milliyetçilik size tabii ki itici gelecektir. Bu da milliyet sorunudur. Esasen devletin olduğu yerde milliyetçiliğin olması kaçınılmazdır. Hitler de Mussolini de Churchill de hatta Küba lideri Castro’da milliyetçidir. Şayet suçlama olarak aşırı milliyetçilik üzerinde duruyorsak buna itiraz etmem. Zira her şeyde aşırılık kötüdür. Zira ben millet kelimesini Kur’an-ı Kerim’deki Millet-i İbrahim tamlamasından ilhamla adlandırıyorum. Din eğitimimizde şöyle iki soru-cevap zinciri vardır;
Dinin nedir? –İslam
Kimin milletindensin? –İbrahim Aleyhisselam’ın
Burada millet ve din iki farklı soru olduğuna göre; köken birliği ile din birliğini zorunlu kılmayan bir ortaklık iradesi mevcuttur. Böyle yorumladığım için Türkiye’nin Rum, Ermeni, Süryani ve Yahudi vatandaşlarını da Türk milletinin eşit bireyleri olarak görüyorum. Bu çerçevede bir millet tanımı en medeni bir hoşgörü ve ortak çıkar toplumunu içerir. Yani bir Türkmen olarak benim milliyetçiliğim, Türkiye’deki söz gelimi bir Rum vatandaşın da benimseyebileceği temennileri içerir.”
Ömer Lütfi METE, Türklerin, Batılıların “nation” diye tanımladığı kavramı “millet” kelimesi ile karşılayarak doğru yapmadığını belirtmektedir. Çünkü burada İbrahim Milleti tamlamasını hesaba katmadığımızı, oysa bütün unsurlarını düşünürsek Osmanlı Toplumu deyiminin İbrahim’in Milleti niteliğini taşıdığını dile getirmektedir. Mete’ye göre, günümüzde Türkiye Osmanlı toplum yapısının biraz daha küçük bir örneğini oluşturmaktadır ve Türk milletinin ezeli-ebedi bir “öteki” tanımlaması bulunmamaktadır. Bu yüzden ülkemizdeki sağduyulu milliyetçiliğin asla ırkçı bir temel öngöremeyeceğini söylemektedir.
Yazara göre; “Avrupai eski milliyetçi akımlar ve taklitçileri ırkçı bir referans ararlar. Bütün üstünlüğümüz ve bütün zaafımız bizim için öteki tanımlamasının olmamasındadır. Bu üstünlüktür, çünkü kültür hayatımızda kamil insan olmanın sağlam bir temeli mevcut demektir. Bu aynı zamanda zaaftır çünkü başka toplumlar öteki tanımlamasını zorunlu buldukları için bizim gönlümüzün her unsura sonuna kadar açık olmasını istismar edebilirler. Bizim inancımıza göre başkalarının kötülüğünü isteyen bir milliyetçilik muteber değildir.”
Bu durumda Fatih’in İstanbul’u fethetmesi nasıl yorumlanabilir?
Yazar bu soruya; “Fatih İstanbul’u fethederek esasen çürüyen bir yapıyı yıkıp yenisini kurmuştur. Sadece kendi evlatlarına değil bütün insanlığa iyilik etmiştir. Avrasya’da başkalarından çok daha adil bir Osmanlı Barışı tesis etmiştir. Bu nedenle Fatih’in müreffeh kıldığı insanlar, mutsuz ve mağdur ettiklerine nazaran ezici bir çoğunluk oluşturur. Fakat günümüzdeki ABD milliyetçiliği ise dünyayı tek başına ve kendi çıkarlarına göre yönetme gayesi içerisinde; her yerde kendi milliyetçiliğinin önünü açabilmek başkalarının milliyetçiliğini tehlike olarak göstermeye çalışır, hatta başka ülkelerin seçkinlerine milli duyarlılığın küresel gelişim adına kötü bir tutum sayılması gerektiğini aşılar. Bu hususlar ışığında kendi ülkemizde milliyetçiliği tartışmaya itirazı olmadığını fakat kendi milliyetçiliğimizi aşağılama ve suçlama sürecine girdiğimiz zaman, etrafınızda stratejik emelleri bulunan küresel oyuncuların milliyetçiliğine alan açarız. Konunun özü şudur: Milliyetçilik, her durumda devlet olgusu ile yaşıt bir akımdır. Milliyetçiliğin gerçekçi tanımı ise; Devlet niteliğine sahip her siyasi yapının kendi kural ve hedeflerinin gereğini yerine getirmesi fiilen milliyetçiliktir. Osmanlı devletinin ideolojisi ise Nizam-ı Alem’dir. Yani Dünya Düzeni. Çağımızda ABD’nin Yeni Dünya Düzeni dediği tasarı, esasen bu ülkenin milliyetçiliğe koyduğu addır.” şeklinde cevap vermektedir.
3) Kimin Milliyetçiliği?
Mete’nin anlattıklarına göre;
“Atatürk Ne Mutlu Türk Olana demediğine göre Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşıyım anlamında Türküm demeyi yeterli gördüğünü belirtmek istemiştir. Ülkemizin bütün unsurlarını bir büyük tasarının eşit ortakları olarak algılamak gerektiğini vurgulamıştır. Fakat nice yıllardır kaşınan yapay kavmiyetçi fitne yüzünden bu kimlikte bütünleşmeyi başaramıyoruz. Çünkü Kürt kardeşlerimiz arasında ne kadar sınırlı sayıda benimseyeni olursa olsun, bir kere böyle bir ayrılıkçı tasarı icat edilmiş bulunmaktadır. Benimseyenlerin sınırlı sayıda olması fitnenin küçük kalmasını ve aşılmasını kolaylaştırmaz. Çünkü bu ayrılıkçı tasarının inanmış aydın kadroları teşekkül ettirilmiştir. Hele bir de yabancı büyük oyuncular böyle bir kuruntuya kapılanları sinsice örgütlemeye, maddi yönden desteklemeye başlayınca ortaya bugünkü gibi büyük bir fesat çıkar. Başbakanımızın kimlik sorununun çözümü için ortaya attığı Türkiyelilik kavramını ise asla benimsemem. Fransa’da da Fransızlardan başka kökenden insanlar vardır ama kimse Fransızlara Fransız demeyelim Fransalı diyelim şeklinde bir teklif ortaya atmaz. Hele bir Fransız Başbakanı asla böyle bir öneride bulunmaz, bulunmayı aklının ucundan bile geçirmez. Bu nedenle Türk yerine Türkiyeli demeyi önermek gülünçtür. Selçuklu Türk devleti ise, Osmanlı Türk devleti ise, Türkiye Cumhuriyeti de Türk devletidir. Bunu değiştirmeye kimsenin gücü yetmeyecektir. Örneğin Yunanistan toprakları içerisinde Türkler var, Makedonlar var, başka küçük azınlıklar var… Ancak kimse Yunanistan’ın Grek adını tartışmıyor. Grek oradaki bütün unsurların ortak adı değil, ana gövdeyi oluşturanların adıdır. Kısacası Türkiye Cumhuriyeti topraklarında yaşayan bütün unsurlar Türk kimliğinden rahatsızlık duymayacaklar. Esasen Türkiye Cumhuriyeti isminin tercih edilip de Türk Cumhuriyeti denmemesi yeterli bir denge seçimidir. Bu seçim Türklerin verebileceği azami tavizdir, Türklerin cömertliğidir. Türkiye’nin üzerinde şüphesiz ayrılıkçı bir balon uçuruluyor. Ancak bizim asıl sorunumuz genç insanımızı ülkesine bağlayacak değerler üretmememiz. Genç insanımız ABD veya AB için heyecanlanıyor ama Türkiye için heyecanlanmıyor. Bu durum milli ve manevi değerlere duyarlı yetiştirilmiş gençlerinde pek çoğu için geçerli. Oysa Türkiye büyük tasarıları ile, insanlığa katabileceği değerlerle, estirebileceği insancıl buluşlar dalgası ile bir şekilde pasaportuna sahip olmakla gurur duyulan ülke haline getirilebilir. Türkiye böyle bir ülke konumuna gelinceye kadar hemen hemen tüm gençlerimiz küresel değerler üzerinden başka ülkelerin hayranı ve onların kullanışlı işbirlikçileri olmaya aday demektir. Burada her boyut ve zemin için söyleyebilirim ki Türklerin ve Müslümanların kıskanacakları huzur ve güzellikler batı uygarlığı değil bizatihi kendi geçmişlerindeki mübarek toplumlar ve ortamlardır. Gençlerimize batı uygarlığının insanlığa lüks, ihtişam ve hız getirdiğini ama mutlu etmeyi başarmadığını anlatmalıyız. Gençlerimize kendi tarihlerinden gerçekçi örnekler bulabileceklerini gösterebilmeliyiz. Gençlerimize ecdadının göçmen kuşlar için yuvalar yaptığını, her canlıya değer verdiğini, dilenciliğin ayıplandığı bir toplumda kimseden yardım isteyemeyen çaresiz insanlar için mahalle aralarına yoksul taşı yerleştirildiğini anlatmamız lazım. Gençlerimiz Türk-İslam kültürü sayesinde güzel bir uygarlık ürettiğini öğrenebilirse milliyetçiliğinin bir anlamı olabilir. Genç insan -Atalarım bu güzellikleri yaşadı, ben de yaşayabilir, yenilerini geliştirebilirim- diyebilmeli.”
4) Ortak ülkümüz Adil Yönetim Olmalıdır
Ülkemizin sınırları içinde yaşayan vatandaşlarımızı bir arada tutacak en temel ortak değerimiz nedir?
Yazar, bugün dünyanın, ABD’den yeşil kart denen evrakı alabilmek için can atan insanlarla dolu olduğunu, Amerika’nın bu insanlara doğru veya yanlış, insani veya gayri insani sadece güçlü bir hayal ama sadece hayal sunduğunu ifade etmektedir. Mete, öyle ise Türkiye’nin de insanlarına bir hayal sunması gerektiğini ve kendisinin hayalinin de adaletli olmayı her şeyin önüne koyabilmek olduğunu belirtmektedir. Ay-yıldızlı nazlı bayrağımızın temsil edeceği en yüksek değer olarak adaleti ve ülkeleri fethedenleri değil, adalet için savaşanları kahraman sayan bir toplumun bireyi olmayı hayal ettiğini dile getirmektedir. Bunun gerekçesini de, adaletin en büyük ülkü olduğu yerde İslamiyet yücedir, devlet yücedir, toplumun şu veya bu bütün kesimleri yücedir, şeklinde açıklamaktadır. Son olarak, Osmanlı’nın sağlam dönemlerinde en iyi yaptığı şeyin, değişik toplumları idare eden başka devletlerin hepsinden daha adaletli bir yönetim sergileyebilmesi olduğunu vurgulamaktadır.
5) Ayinsi Milliyetçilik mi? Gerçek Milliyetçilik mi?
Lütfi METE, kitabın son bölümünde Ayinsi Milliyetçilik ve Gerçek Milliyetçilik kavramlarına değinmekte ve bu kavramları şöyle özetlemektedir;
“ Her gerçekçi milliyetçilikte bir ölçüde ayinsi boyut vardır. Her ayinsi milliyetçilikte de gerçekçi yanlar bulunabilir. Buna göre, yirminci yüzyılın faşizm ve nazizm uygulamaları abartılı birer ayinsi milliyetçilik örneğidir. Aynı yüzyılın İngiliz, Rus, İsrail ve Amerikan devlet ideolojileri de olabildiğince örtülü birer gerçekçi milliyetçilik uyarlamalarıdır. Ayinsi milliyetçilikte ırkçılık yüksek yoğunlukta, gerçekçi milliyetçilikte ise daha düşük yoğunluktadır. Belki bu tasnifi amatör milliyetçilik ve profesyonel milliyetçilik ifadelerine kadar da indirebiliriz. İlki çoluk çocuk işi gibi durur, öteki ustalıkla işler… Örneğin, gerek Mustafa Kemal’in yaşadığı, gerekse sonradan onun yolundan gitme iddiasındakilerin dillerinden düşürmedikleri Atatürk Milliyetçiliği, içe dönük olarak ayinsi, dışa dönük olarak da gerçekçi niteliktedir. Atatürk’ün içeriye yönelik Ayinsi Milliyetçilik yaklaşımı keyfi bir tutum değil topluma özgüven aşılamayı hedefleyen bir siyasettir. Atatürk’ten sonra ise Türk Devletinin yarı resmi ideolojisi, adeta Amerikan Milliyetçiliği oluverir. Atatürk döneminde Türkiye’nin dış ülke temsilcileri birer milli misyon adamıdırlar. Atatürk’ten sonrakilerin kahir ekseriyeti ise Türkiye’nin batılılaşmaya çalıştığını kanıtlamaya çalışan konu mankenleridir. Türk milliyetçileri Atatürk’ten sonra 1946’daki Tabutluk macerasına uzanan etkinlikleri ile ayinsi milliyetçilik boşluğunu doldurmayı denerler. Ancak Gerçekçi Milliyetçilik boşluğunu dolduracak irade ortada yoktur.
Atatürk’ün devlet ideolojisini; “Türk devletini sonsuza kadar payidar kılmak, dünyadaki bütün Türklere güvence sağlayabilecek güce eriştirmek ve ülkenin tam barış içinde yaşayabilmesi için yeryüzünün her köşesinde barışın temininde sorumluluk üstlenmek…” şeklinde tasnif edebiliriz.
Atatürk’ten sonraki devlet ideolojisini ise; “ Sabahleyin Cumhurbaşkanlığının veya Başbakanlığın penceresinden baktığım zaman dibini görebileceğim bir ülkem olsun ve dünya yansa bile benim bir bağ otum yanmasın.” şeklinde izah edebiliriz.
Şüphesiz bu süreçte Türk Milliyetçiliği davası güdenlerin solculuk ve kökten batıcılık karşısında güçlü bir fikir ve sanat birikimi geliştirememiş bulunmaları, devletin devlet olma özelliğini kaybetmesinde bir hisse sahibi sayılabilir. Fakat yine de Türk Milliyetçileri eyaletleşme ve milli kültürü tahrip etme sürecinde tatlısu solu ve kökten batıcı kesimler kadar büyük hizmette bulunmuş değildir. Bununla birlikte Türk Milliyetçiliği hareketi kişiliğini koruyarak değişen şartlara ayak uydurabilen, söylem ve yönelimlerini yenileyebilen bir akım niteliği kazanabilmiş de değildir. Türk Milliyetçiliği birkaç istisnai fikir ve hamle adamını saymazsak, ağırlıklı olarak ayinsi bir söylem ve eylem geleneğidir.
Soğuk savaş döneminde Türk Milliyetçiliği ideolojik ve siyasi örgütlenme bir ölçüde kolaylaşmıştır. Türk Ocakları canlanmıştır. Ardından Komünizmle Mücadele Dernekleri sahne alır. Bu dönemde Türk Milliyetçilerinin gözünde bütün öncelik, Komünizmle Mücadeleye verilmiştir. 12 Eylül 1980’e kadar sürekli tırmana gelen bu gerilim, Türk Milliyetçiliğini ister istemez yarı-sivil veya yarı-resmi bir hareket durumuna getirmiştir. Geniş bir halk kitlesine dayandığı için sivil bir harekettir. 1980 ihtilaliyle birlikte Türk Milliyetçiliği tamamen sivilleşme gerçeği ile yüz yüze gelmiştir. Bu yüzleşme devlet tarafından devrimci kesimle aynı derecede karşıt olarak algılanmaktan kaynaklanan hayal kırıklığı ile başlar. Her şeye rağmen kutsal devlet düşüncesi sarsılır. Artık ülkücüler kendilerini devletin milis gücü hissetmediklerinden hareketin büyük ölçüde sivilleştiğini düşünebiliriz. 1984’te patlayan bölücü tehdit ise ülkücü hareketi yeniden yarı-sivil veya yarı-resmi bir hareket durumuna getirmeye zorlayacaktır. Ancak bu sefer doğrudan taraf olmayı önleyecek bir irade ve tecrübe mevcuttu ve Rahmetli Türkeş’in bu yönde kararlı tutumu ile ülkücüler PKK’nın karşısına birer milis olarak dikilmediler. Özel harekat elemanlarının ülkücülerden oluşturulması ise dönemin gereklerindendi. Zira PKK ile mücadele edecek özel polisliğe solcu, liberal, dinci veya futbolcu gençler mi gönüllükte gerektiren böyle bir savaşçılığa talip olacaktı. Hem oldular da kabul mü edilmedi?
Böyle bir ortamda Kahrolsun PKK narasıyla özetlenebilecek güncel doktrin zaten sığ olan ideolojik içeriği büsbütün boğuvermiştir. Çünkü rahmetli Erol Güngör dışında ülkücü aydınlar fikri düzeyde yeterli olamamıştır.”
Mete sözlerini;
“Hasılı Türk Milliyetçiliği çok partili siyasi hayat boyunca şeytan taşlamaktan ibadete vakit bulamadığı için kendini yeterince sorgulayamamıştır. Sonuç olarak Türk Milliyetçiliği hareketinin teşkilat kadroları gümbür gümbür düşünce üreten ve sorgulayan ülkücü kökenli parlak aydınların verimini değerlendirerek özgün bir parti programına temel oluşturacak sosyal ve iktisadi ideolojik çerçeveyi geliştiremezse siyasi gelecek yok demektir.”
şeklinde noktalamıştır.
Metin DEMİRSOY