NAMIK KEMAL'İN SOSYAL VE EKONOMİK GÖRÜŞLERİ
Prof. Dr. M. Çadırcı 01 Ocak 1970
Bildiğimiz gibi Namık Kemal 2 Aralık 1888 yılında ölmüştü. İçin-
de bulunduğumuz tarih O'nun ölümünün yüzikinci yılıdır. O günden
bu yana geçen bir yüzyıl boyunca çeşitli dönemlerde çeşitli vesilelerle
Namık Kemal anılmış, görüş ve düşünceleri, özellikle edebiyatımıza
katkıları üzerinde durulmuştur. Bu yazımızda O'nun çeşitli konular-
daki düşünceleriyle Osmanh ekonomisi hakkında döneminde çıkan ga-
zetelerde yazdığı yazılarından derlediğimiz bazı bilgileri aktarmaya
çalışacağız.
Namık Kemal, Tanzimat Fermanı'nın öngördüğü düzenlemelerin
uygulamaya konulduğu 1840 yılında gözlerini Dünyaya açmıştı. Onun
için yapdan yeniliklerin ilk sonuçlarını görmüş olmakla birlikte çocuk-
luk yıllarına denk geldiği için olup biteni anlamamıştı. Ancak, daha
on dört yaşında iken Kırım Savaşı çıkmış, savaşın bütün olumsuzlukları-
ma yaşamıştı. Arkasından Paris Antlaşması ile Osmanh İmparatorlu-
ğunun Avrupa Büyük Devletlerinin güvencesine girerek hukuklarından
yararlanma olanağını elde ettiğini öğrenmişti.
Daha yirmi yaşında iken gazetelerde çıkan yazılarıyla kendisini
tanıtmaya başlamış, yirmi sekizinde düzene ve İmparatorluğu yöne-
tenlere karşı büyük bir savaş başlatmıştı. Hürriyet ve meşrutiyet için
yaptığı bu mücadelede yenik düşeceğini anlayınca Avrupa'ya kaçmak
zorunda kalmıştı. Yurt dışında bir yanda bilgi ve görgüsünü artırırken
bir yandan da yazdıklarıyla Padişah'ı sarayında, sadrazamı da Bâb-ı
Ali'de diken üstünde oturur duruma getirmişti. Otuz üç yaşında iken
bir tiyatro oyunu bütün İstanbul'u ayaklandırarak, Magosa'ya sü-
rülmesine neden olmuştu. I. Meşrutiyetin ilânında görev almış, Os-
manlı-Rus Savaşı'nın (1877—1878) bütün acılarını tatmış ve nihayet
genç yaşta daha kırk sekiz yaşında iken dünyaya gözlerini kapamıştı.
Namık Kemal, Osmanlı tarihinde etkin bir makama geçmeden, dev-
letin sağladığı olanaklardan yararlanmadan, yalnız şiirleri, makaleleri,
romanları, tiyatro yazılarıyla hem döneminde yaşayanları ve hem de
daha. sonra gelenleri büyük ölçüde etkilemiştir. Bu yönüyle üzerinde
önemle durulması gerekir. Nitekim hayatta iken bile hakkında öyküler
söylenmiş, adı etrafında ilginç söylentiler çıkarılmış, yalnız okur yazar-
ların değil, okuma yazma bilmeyenlerin bile hayranlığını kazanmıştı.
Özellikle Türk Kurtuluş Savaşı'nın büyük önderi Mustafa Kemal
Atatürk ve arkadaşları üzerindeki etkileriyle Cumhuriyet döneminde
Namık Kemal, yeniden üzerinde önemle durulan bir vatan şairi olmuştur.
Özellikle doğumunun 100. yılma raslayan 1940 yılında dönemin Maarif
vekili Hasan Ali Yücel'in de isteği ve desteği ile Türk Dil Kurumu ve
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi gibi kurumlar, Namık Kemal'in yaşa-
mını, yapıtlarını, ayrıntılarıyla ele alan, inceleyen, konu edinen eserler
hazırlatmışlardı. Ayrıca ülke düzeyinde Halk Evleri'nin önderliğinde
hemen hemen bütün illerde toplantılar düzenlenmişti. Ne var ki ölü-
münün yüzüncü yılında benzeri bir çabanın görülmediğine tanık olduk.
Namık Kemal'in şiirlerini, bir edebiyatçı olarak çalışmalarını bir
yana bırakarak, din, toplum, ahlâk ve terbiye, eğitim, öğretim, yöne-
tim ve politika ile vatan ve hürriyet konularındaki bazı düşüncelerini
özet olarak ele alacağız. Namık Kemal'in bir sosyoloğ veya filozof ol-
madığını biliyoruz. O, Osmanlı toplumunun sosyal meseleleri ile ilgile-
nen, onlara çözüm yolu arayan bir yenilikçi idi. Düşüncelerini, önerile-
rini kitaplarda değil, gazete makalelerinde dile getirmeyi daha uygun
görerek çalışmalarının ağırlık noktasını bu noktada yoğunlaştırmıştı.
Ancak çeşitli gazetelerde belirli aralıklarla çıkan yazılarındaki fi-
kirlerini bir arada değerlendirdiğimizde anlamlı, uyumlu bir bütün oluş-
turmaktadır. Hiç şüphesiz Namık Kemal bir sistem kurmuş değildir
ama fikirleri sistemlidir.
Namık Kemal, toplum ve ailesinden aldığı telkin yoluyla Allah'a
Peygamberine inanmış bir müslümandır. Şeriatın kurallarını benim-
semekte samimi ve ateşli bir müslüman olarak dininin yüceliğini savun-
maktadır.
insan ve toplum hakkındaki düşüncelerine gelince, o'nun gözünde
insan, mensub olduğu dinin öngördüğü insanlık anlayışına uygun ola-
rak, yapıcı, irade sahibi bir varlıktır. "... eline bir esrar yumağı halinde
teslim olunan dünya ve tabiatı, iplik iplik çözmeğe, fetih ve teshir et-
meğe, tayin edeceği fayda sahalarında iş gördürmeğe memurdur". Ta-
biatı istismar ve içtimaî hayat çerçevesinde beşerî bir faydaya hizmet
ettirmek gibi bir yeteneğe sahiptir. Bunun için de onun için en gerekli
olan şey, müsbet bilgilerdir.
insanlar lıür doğarlar ve birbirleriyle eşittirler. Hür olan kişi başka
birinin egemenliğine giremez. Ancak her kişinin hürriyetini diğerinin
taarruzundan kurtarmak için devlet veya hükümete gerek vardır. Fa-
kat devletin egemenliği ve özgürlüğü ancak kişilerin özgürlükleri ve
egemenliklerinin bir toplamı olabilir. Bunun için her toplumda egemen-
lik hakkı toplumundur. Ancak, toplum ve devlet kişilerin üstünde, ayrı
bir varlık olmadığından kişiler toplanıp devleti oluşturmakla özgürlük-
lerinden vazgeçmiş olmuyorları. "J/er kimse kendi aleminin padişahı-
dır'". Bu hak, hiç bir zaman hiç bir kimsenin elinden alınamaz ve devr
edilemez. O'na göre kişiler mevcut otoriteye itiraz etmeye isterlerse
onu değiştirmeye hakları vardır. Kişiler bir araya gelerek ortak kararla
bu haklarını kullanabilirler. Halkın müstebit, zalim bir idareye karşı
isyan etme hakkı vardır. Bu hakkını kullanmak gereğini duyduğunda
üzerine asker sevkedilemeyeceğini söylemektedir.
Namık Kemal, halkın egemenliğini biat, (Yani Halifeye, göreve gel-
mesinden sonra yapılan ve yeni hükümdar ile tebaası arasındaki sözleş-
meyi tamamlayan resmî itaat yemini) ile özdeştirmektedir. Meşveret
ve temsil yoluyla hükümet ilkeleri için bizzat Kura'ndan örnekler ver-
mektedir. imparatorlukta yenileşme öncesinde temsilî hükümetin bir
şeklinin uygulanmış olduğunu savunmaktadır. Yeniçerileri bile kaldırd-
malarına kadar "bayağı silahlı bir meclis-i şûra-yı ümmet hükmünde"
tanımlamaktadır. Böylece meşrutiyet fikri O'nun nazarında çağdaşla-
rına göre daha geniş bir anlam kazanır. Ziya Paşa'da ve arkadaşlarında
sadece öngörülen devlet idaresi şekli, az çok fenalıkları önleyecek bir
düzen iken, bu Namık Kemal'de birden bire insana ait haklarla karışır.
Londra'da bir taraftan mücadelesini sürdürürken, bir yandan da çıkar-
dıkları gazetenin adı olan Hürriyet kelimesine yeni anlamlar kazandır-
maya çalışır. Fransız ihtilâlinin getirdiği ufuk değişikliğiyle zenginleş-
tirir. Böylece ortaya insanı kişi olarak ve toplum yaşantısı içinde ayrı
ayrı yer alan yeni bir değer konusu yapar. Bu bakımdan "Türkiye'de
insan haklarının bayrağını ilk kaldıran adamdır" diye nitelendirilmiştir.
Evrak-ı Perişan'da Fatih'i Olivier Croınwel'e benzettiğini görüyo-
ruz. Bilindiği gibi bu kişi ingiltere'ye kişisel özgürlüğü getiren kimse-
dir. Dünya ihtilalcilerinin öncüsüdür; rolü bütün insanlığa şamildir.
Fatih'i öğmek isterken bu hürriyet kahramanından yararlanıyor. Nite-
kim bütün yazılarında bu hürriyet aşkını buluyoruz, insan hür doğar.
işte Namık Kemal'in Türk toplumu içinde sürekli tekrarladığı büyük
ana fikir budur.
Önemle üzerinde durduğu ikinci konu ise buna bağlı olarak meşru-
tiyet fikridir. Bu konuda çağının diğer düşünürleriyle birleşmektedir.
Ziya Paşa gibi kurulacak meşrutiyetin Islâmî esaslara ve fıkıha dayan-
masını ister. Bu sistemin İslâmda öteden beri mevcut olan bir esas ol-
duğunu, buna dönülmüş olacağını savunur.
Bu yönetim biçimi için İslâm hukukundan yararlanmayı önerir.
Hattâ Kanun-i Esasî'nin bile her maddesinin fetvaya bağlanmasını
isteyecek kadar bu konuda eski ile yeninin aynı şeyler olduğuna inanır.
Namık Kemal Avrupa'da Yeni Osmanlılar Cemiyeti'nin bir üyesi ola-
rak çaba gösterirken bu görüşleri savunur. Yurda dönüşünde de baş-
lattığı ikinci basın mücadelesinde etrafa yaymaya çalıştığı esas fikir-
ler bunlardı.
Namık Kemal'in temel düşüncesinin insanın hürriyeti olduğunu
belirtmiştik. Bu hürriyet iki türlüdür. Toplum içinde ve toplum halinde
hürriyet. İlki kişinin bütün olanaklarını geliştirmesini sağlar. Bunun
için de adalet ve eşitlik gerekir. İyi düzenlenmiş bir toplumda bu
iki koruyucu düşünce daima vardır ve geçerlidir. İnsanlar hür doğ-
makla eşittirler, fakat eşit olarak doğmazlar, yaradılışın eşitsizlikleri
vardır. Bu görüşlerini II. Abdülhamit'e Kanun-i Esasi dolayısiyle bir
daha sunmuştur. Mutlak eşitliğin olmayacağını açıklarken, İstanbul'da
o zaman pek tanınmış bir deli olan Çıplak Mustafa'nın zekâda Sait Pa-
şa ile, servette sarraf Zarifi ile eşit olmadığı örneğini verir. Bu demek-
tir ki eşit doğmadıkları gibi eşit yaşamazlar da. Ancak kanun karşısın-
da eşittirler. Adalet ise insanın erişmesiyle "mükellef olduğu mahasin-i
ulviyederi''' olduğu için, insan vicdanının bir rüknü sıfatıyle mutlaktır.
Kanun bu eşitliği, adaleti sağlar. Bu görüşten hareketle üçüncü bir te-
mel prensibe geçiyoruz: Kanun yani cemiyetin nizamı. Namık Kemal
çalışmalarının önemli bir kısmını hukuka ayırmıştır.
Ona göre hürriyetin bir de cemiyet halinde şekli vardır, bu istik-
lâldir. Buradan vatan ve millet gibi büyük realitenin dünyasına geçer.
Kişisel özgürlük, kanunun güvencesi altındadır. O çiğnenince vatan-
daşa mücadele etmek, hakkını korumak görevi düşer. Toplum halinde
hürriyetin simgesi devlettir. O tehlikeye düşünce millet ve vatan teh-
likeye düşer. Burada da vatandaşın görevi tehlikeye karşı mücadele et-
mesi, istiklâlini, yani kütle halinde hür yaşama hakkını koruması lâzım-
dır. Bu kişi olarak çok özel anlarda dahi yapılır; yani vazife hissi tek
başımıza kaldığımız zaman dahi bunu yapmamızı emreder. Fakat önce
kütle halinde yapılması lazımgelen şeydir. Bunu devlet yapar. Devlet,
cemiyetin manevi ve nizamlı yüzüdür. Bundan ötürü hem millet ve
cemiyet olarak, hem fert olarak icabında bu mücadeleyi başarabilecek
halde bulunmalıyız.
Kanun, fert olarak, devlet cemiyet ve kütle olarak hürriyetimizi
kefaleti altına alır. Fakat bunlar bütün eninde sonu da yine kişiye da-
yanırlar. Başkalarının hürriyetleriyle sınırlı olan bir kişi hürriyeti gerçek-
te hürriyetsizliktir. Bunun gibi behemehal bir vatana sahip olmak ve
müstakil yaşamak endişesi, arzumuzla, hattâ seve seve hayattan vazgeç-
memizi emreder. Bu iç gücü sağlayacak olan nedir? Değerler ve onun
kuvvetini veren ahlâk ve ahlâkın aynası ve kaynağı olan vicdan. Böyle-
ce Namık Kemal'in düşüncesi kişiye ve onun iç dünyasına varır. Şunu
önemle belirtmeliyiz ki Namık Kemal bir ahlâkçı değildir. Bununla bir-
likte çeşitli yazılarında, dolayısiyle olsa da bu konuya dokunduğunu
görüyoruz. Edebî eserlerinde ise daima değerler üzerinde durmaktadır.
O'nu bu konudaki anlayışını şöyle belirleyebiliriz. Namık Kemal, lıayır
ve şer hakkındaki fikirlerini "Hukuk" adlı makalesinde açıklar. Once
"acaba hukukun menbaı kâinatta vücudunu aradığımız bir mebde-i
evvelde midir? Yoksa ihtiyar-i beşerde midir?'''' sorusunu sorduktan ve
bir ihtiyar-ı beşer tasavvurunun dahi bir mebde-i evvel tasavvuruna
bağlı olması lazımgeldiğine karar verdikten sonra, bu ihtiyarın hudutla-
rını arar; "İhtiyar-1 beşer ya hürr-i mutlaktır, veya bir kayıt ile bağlı-
dır'''' der. Ona göre bu kayıt "hâkim-i kudretin tabiat-ı külliyede halk
ettiği hüsn ve kubh'de" (güzellik ve çirkinlikte) dir.
O'na göre öncelikle doğada iyi ve kötü beraberce vardır ve insanoğlu
iyi ile kötünün, güzelle çirkinin uyumlu ile uyumsuzun olanaklarına
kendinde sahip olarak doğar, yahut böyle olmasa bile tabiatındaki if-
rat ve tefrit ile zarurî olarak kötüye, şerre, akıl ye ayırma duygusuyla
özellikle, seçme yapma durumunda kaldığında iyiye ve güzele yönehk-
tir. Fakat nasıl adalette şeriatı bir rehber olarak kabul ediyorsa fazilet-
ler karşısında da terbiyeyi öylece rehber kabul eder.
Namık Kemal, İngiliz yönetim biçimini beğenmektedir. Ancak,
meşrutiyet idaresini kurmak için gereken hukukî esasları dışardan
almaz. Çünkü ona göre İslamiyette meşveret esastır. Bunun gibi yeni
kanunlar çıkarmada da başkalarını taklit etmeye gerek yoktur.
Meşrutiyet yönetimini yalnız insan haklarını korumak için değil,
tarihî gelişme ve zaruretlerin bir sonucu olarak gerekli görür. İmpara-
torluk, bİT güçler dengesine sahipken, Yeniçeri Ocağının kaldırılmasıyla
denge bozulmuştur. Adil yönetimin yerini zalimane bir anlayış ve yöne-
tim almıştır. Kırım Savaşında bize yardım eden devletler "nihayet-i
meselede bize irade-i zalimanemizin ıslahını teklif etmişlerdir.'" Hükü-
met, meşruti bir yönetime geçme yerine, yalnız hıristiyanlara bazı hak-
lar verme yolunu seçmiş, bunu da Avrupa devletlerinin güvencesi altı-
na koymakla hata etmiştir. Bu Tanzimat'ın en büyük hatasıdır, şeklin-
de özetlenebilecek görüşü savunmaktadır.
Namık Kemal'in üzerinde önemle durduğu bir konu da geçmişte
her alanda ilerlemiş ve yüksek bir medeniyet kurmuş olduğumuz halde
bugün neden ilerlemediğimizdir. Ona göre bunun başlıca nedeni son za-
manlarda başımızda bulunan idarenin fenalığı ve cehaletidir. İlerlemek
için ne yapmak gerektiğini de durmaksızın dile getirmektedir. Avrupa-
nın bulunduğu düzeye gelmesi bir anda olmamış, uzun bir sürede ger-
çekleşmiştir. Birkaç sene içinde İstanbul'u Londra veyahut Rumeli'yi
Fransa haline getirmek mümkün değildir. Avrupa bu seviyesine gelmek
için iki asır çalışmıştır. Hatta yüz sene evvel Avrupanın bizim memle-
ketten mamuriyetçe dahi farkı yoktur. Onların icat ettikleri terakki
vasıtalarını hazır bulacağımıza göre biz de hiç olmazsa iki yüz senede
aynı merhaleye gelebiliriz. Bu amaca ulaşmamız için birçok engelin
ortadan kalkmasına, bazı durumların değişmesine gerek vardır. Ancak
bizde herşeyden önce çalışma hayatını ve maarifi düzenleyerek ıslah
etmek zaruridir demektedir.
Memurların her şeyden önce kuvvetli bir ahlâk ve seciye sahibi ol-
maları gerekir. Bunun için de onların yetiştirilmesine önem verilmelidir.
Modern esaslara göre kurulacak okullarda meslek alanlarına göre eğitil-
melidirler. Yargı ile yönetim işlerini birbirinden ayırarak ona göre eği-
tim verilmelidir.
Öte yanda bir müderrisin aidatı ile bir kazaskerin varidatı arasında
hali hazırda mevcut âzim fark bulundukça tedris ile uğraşacak ulemayı
fıkıh ile meşgul olacaklardan ayırmak demek memleketimizde tedrisi
bütün bütün kapatmak demek olur. Ne zaman ki bir müderris de haysi-
yet ve menfaatçe bir kazasker veya molladan aşağı kalmaz ve bu iki
meslek için de imtihan vermekten hiç kimse müstesna tutulmazsa ve
aynı zamanda tedris dahi asrımızın icabettirdiği şekilde ıslah edilirse
o zaman Abdürrahim Efendi gibi kadılarımız ve Kâtip Çelebi gibi mü-
derrislerimizin yetişeceklerine şüphe yoktur (Makalat, s. 140). Kıymetli
rical yetiştirmek ve millî haysiyeti muhafaza etmek için muhakkak me-
muriyete alacak olduğumuz kimseleri muayyen bir imtihana tabi tut-
mak mecburiyetindeyiz. Zira uBâb-ı devlet Üsküdar Miskinhanesi de-
ğildir."
Askerlerimizde görülen yetersizliğin nedeni mekteplerimizdir. Har-
biyede okutulan dersler Avrupa ayarında ise de oraya öğrenci yetiştiren
okullarımızın seviyesi pek düşüktür. Öncelikle idadiler kaldırılmalı,
buralara harcanan paralarla daha iyi rüştiyeler açılmalı, mezunlarına
yalnız Harbiyeye değil bütün yüksek okullara girme hakkı verilmelidir.
Taşra'da da askeri okullar açılmalıdır.
Mülkiye memurları ise dairelerde, kalemlerde çalışmakla istenilen
derecede yetişmezler. Nazari bilgileri olmayıp tecrübe ile işe başlayan-
ların yetenekleri ne olursa olsun, tam başarı elde edemezler. Açılmış olan
Mülkiye Mektebinde biraz tbni Haldun ve biraz Ticaret Kanunnamesi
gibi şeyler okumak ve biraz yazı yazmayı öğrenmek, bir devletin memur-
larına verdmesi gereken bilgi ve kültür için yeterli değildir. Bununla
ümit ettiğimiz ıslahat başarılamaz. Tam ıslahat yapmak ve hatta mev-
cut eksik nizamları bile tatbik edecek adam yetiştirmek için, sıralarında
usul ve ahkâm-ı fıkıh ve hukuk, ilmi servet ve fenni idare gibi maarifi
siyasiye öğretilen muntazam bir mektep vücuda getirmek ve burada
okunacak şeyleri telif ve tercüme yolu ile kendi dilimize nakletmek mu-
hakkak lazımdır. Hasıh mektep, mükemmel mektep, memurların muh-
taç bulundukları ehliyetin icadı için bir "destegahdır".
Namık Kemal, okullarımızda öğretimin Türkçe yapılmasından ya-
nadır. Ancak, alanlarına göre memurların bir yabancı dil bilmelerini de
gerekli görmektedir. Avrupa uyguralığı düzeyine erişmemiz ve gelece-
ğimizi güvenceye bağlamamız için öncelikle düzeltmek zorunda oldu-
ğumuz kurum öğretim kurumudur. Bizde maarif pek geri ve noksan,
devlet daireleri içinde en düzensiz olanı Evkaf Nezareti ile Maarif Ne-
zaretidir. Avrupa ve Amerikada ise maarif o derecede yüksektir ki, bir-
çok yerlerinde halkının yüzde doksanı okumak yazmak bilir. Onlarda
okur yazar olmak okudukları her şeyi anlamak ve düşündüğünü sahihen
yazmak iktidarına malik olan kimse anlaşılır... Buralarda kadınlar da
erkekler gibi tahsil ve terbiye görürler ve içlerinden milletin birinci sınıf
kâtip, şair ve âlimleri çıkar. Bazı yerlerde muallimelerin yarısından faz-
lası kadındır. Bizde ise bu sözkonusu olmamakla birlikte Maarif Nizam-
namesine nazari olarak bu hususlar konmuştur der. Şimdilik büyük pro-
jelerden vazgeçip hiç olmazsa İstanbul'da birkaç tane modern sibyan
ve rüştiye mektepleri açılmasını önerir. Namık Kemal'e göre kullanılan
alfabenin bazı güçlükleri olmakla beraber değiştirilmesi düşünülmeme-
lidir. Harflerin bir sakıncası olmadığı gibi Türkçe lisanı dahi dünyanın
en mükemmel ve inkişafa uygun dillerinden biridir.
Namık Kemal, burada sözünü ettiğimiz ve edemediğimiz birçok
hususu gerçekleştirmenin kolay olmadığını bilmektedir. Bütün bunları
az bir zamanda "vücuda getirmek sahhar veya sahib-i keramet olmağa
tevakkuf eder"., demektedir. Ancak memleketin ve milletin sahip ol-
duğu yetenek ve olanaklarla otuz beş seneden beri Tanzimatçıların ger-
çekleştirdiklerinden daha fazlası yapılabilirdi. Şimdi yapılacak şey, es-
ki yönetimin kaçırdığı fırsatları telafi etmek ve onların acısını çıkar-
maktır görüşündedir. Avrupa'nın hasta adam diye nitelendirdiği Os-
manlı imparatorluğunun alınacak önlemlerle daha uzun süre ayakta
kalacağı inancında olan düşünürümüz, İbni Haldun'un görüşlerine ka-
tılmamaktadır. Devletlerin öyle tabii ömrü falan yoktur. O hasta adam
tabiatın kurallarına göre hareket etse hem sıhhat bulur, hem kuvvetle-
nir, hem dünya durdukça ömür sürer hükmüne varmaktadır.
Namık Kemal'in ekonomi hakkındaki görüşlerine gelince, bir sos-
yolog veya filozof değildi. Ekonomi hakkındaki bilgileri gördüklerine,
okuduklarına ve duygularına dayanmaktaydı. O, Osmanlı toplumunun
sosyal sorunları ile ilgilenen onlara çözüm arayan bir yenilikçi idi. Dü-
şüncelerini, önerilerini kitaplarda değil, gazete yazılarında makalelerin-
de dile getiriyordu. Çalışmalarının ağırlık noktasını gazete yazıları oluş-
turuyordu. Bu tür yazılarda ayrıntılara girme, konuları derinlemesine
işleme olanağı elbette yoktur. Kaldı ki çok yönlü olan bir yazardan
ihtisası gerektiren özel konularda ayrıntı ve kanıt beklemek de doğru
olmasa gerek. İşte biz Namık Kemal'in Osmanlı ekonomi hakkında
düşündüklerini bu çerçevede ele alıyoruz. Değerlendirmelerimizi buna
göre yapıyoruz. Bununla birlikte her konuda olduğu gibi, ekonomi ko-
nularında da çeşitli gazetelerde belirli aralıklarla çıkan yazdarındaki
fikirlerini bir arada değerlendirdiğimizde, anlamlı uyumlu bir bütün
oluşturduklarını görmekteyiz. Bu bütünlük bizi bir sisteme, belirli bir
dünya görüşüne ulaştırmamakla birlikte liberal anlayışa uyum göster-
mektedir. Ancak, yer yer bu anlayışa aykırı görüşleriyle de karşılaşıl-
maktadır. Hürriyetçi, liberal olmasına karşın, iktisadî konularda Os-
manb benzeri ülkeler için devlet müdahalesinin gerekliliğini savunmak-
tadır. O'na göre "... hürriyet-i ticaret, Osmanlılar için aynı mazzarrat
oldu.... Devlet hürriyet-i ticareti öyle bir zamanda ilân etti ki mülkü-
müzde sanat ve marifet tamamiyle inkıraz halinde idi. O yolda haiz-i
kemâl olan Avrupa halkı vatanımıza yığıldı...'" (Hürriyet Gazetesi,
Nr. 7).
Döneminin yazar ve düşünürleri içerisinde ekonomi konularıyla
ençok uğraşanlar arasında yer alan Namık Kemal'in üzerinde durduğu
önemli konulardan birisi dış borçlar ve kapitülasyonlardır. Dış borçlan-
maya karşıdır. Alınan borçların gereksiz yere harcandığı kanısındadır.
Bütçe açığının iç borçlar ve tasarruf tedbirleriyle kapatılmasını savun-
maktadır. "İstikrazlar Hakkında''''
başlıklı yazısında (Tasvir-i Efkâr
Gazetesi, No: 445) Osmanlı Devletinin yaptığı dış borçların tahlil ve-
tenkidini yapmaktadır. Dış borç alma yöntemini eleştirerek, bundan
vazgeçilmesini, içborçlanmaya gidilmesini önermektedir. Bunun millî
ekonomi için daha yararlı ve önemli olduğunu belirtmeye çalışmaktadır.
1872'de ibret Gazetesinde çıkan "Ziraatimiz" başlıklı yazısında
(ibret, No: 61), şöyle demekteydi: "... Ticaretimiz ecnebilerin elinde,
sanatımız hiç hükmünde... Cenab-ı Hak ihsan ederse, topraklarımız-
dan biraz mahsul alabilirsek, onunla geçinir gideriz. Dünyamda ziraat
ise hiçbir vakit zenginliğe sanat ve ticaret kadar hizmet edemez. Çünkü
kazanç hususunda ölçü, tacir için saat, ehl-i sanat için gün, ziraatçı için
yıldır. Ziraat ıslah edilmelidir....''''
dedikten sonra "Rençberimizin es-
vabında tufandan biraz sonra insanların biiründükleri hayvan derile-
rinden terakkice nekadar fark varsa ziraatimiz dahi devri- Ademden
beri o nisbette ya ilerlemiş ya ilerlememiştirgerçeğini
vurgulamakta-
dır. Bu alanda ilerlemenin ön koşulunu Avrupa'dan çiftçilik alanındaki
ilerleme ve tekniğin alınması olduğunu savunur. Bunun yanısıra her
vilâyet dahilinde birkaç ziraat komisyonu ve birkaç nümune çiftliği
hasıl etmenin gerektiğini, ancak meclislerin bilgili kimselerden oluş-
turulmasını, vurgulayarak, bunun için okullar açılmasını önermektedir.
"... Bu yolda ne kadar masraf ihtiyar olunsa pekaz zaman içinde hâsıl
edeceği semerâtın ortakçı ücreti hükmünde...'" kalacağını belirtir.
Aşarın adaletsizliğinden sözettikten sonra bu verginin yerine vasıta-
lı vergilerin konularak artırılmasını, İstanbul halkından da vergi alın-
masını önerir, istanbul'da oturanların emlâk vergisi vermemelerini bü-
yük haksızlık olarak niteler ve şöyle der "...Hiç olmazsa tırnaklarıyla
yer kazıp da verdikleri tekâlif sayesinde bin türlü nimetine müstağrak
olduğumuz köylüden utanalım..'"
"Acaba İstanbul'dan Niçin Vergi ve Asker Alınmaz" (ibret Gaze-
tesi, No: 60) başlıklı yazısında, hazinenin gelir sıkıntısı içinde olmasına
karşın, istanbul'dan vergi alınmamasının anlamsızlığını belirterek bu-
radan alınacak verginin önemi üzerinde durur. Eğer bu vergi alınırsa
hazinenin 100.000 kese kadar gelir sağlayacağını tahmin eder. Ayrıca
istanbul halkının asker olmamasının doğurduğu tepkiler üzerinde durur.
Namık Kemal, maliyedeki bozukluklardan da şikâyetçidir. Özellik-
le bu alandaki düzensizliğin birçok fenalığın kökünü oluşturduğu üze-
rinde durur. Siyaset biliminin gereği olarak, devletin düzenli bir bütçe-
ye sahip olması gerektiğini savunur. Ona göre "... Devlet Hazinesi her
sene büyüyen bir altın madeni hükmünde tutularak, bu seneki irâd kâfi
olmamakla rıe lazım gelir, bir parça terkin eder borç alırız" zihniyeti
kaldırılmalı; köylünün altında ezildiği ağır vergileri hafifletmek suretiy-
le memleketin umumî servetini her gün biraz daha azaltmaktan kurtar-
mak ve istikraz karşılıklarımıza müessir bir çare bulmak gerekir. Ay-
rıca diğer yazılarında da maliyeye dair gözlem ve önerilerde bulunur.
"Maliyenin Muamelat-i Hesabiyyesme Dair Bir Lâyihadır'''' (Tasvir-i
Efkâr Gazetesi, No: 406), başlıklı yazısında maliye hesaplarındaki ha-
talara, bunların nedenlerine, maliye memurlarının görevlerine ve yapı-
lan yanlışlıkların düzeltilmesine ait bilgiler aktarmaktadır. "Ahval-1
Maliyeye Dair Bir Lâyihadır" (Tasvir-i Efkâr, 414, 20 Haziran 1866)
adlı makalesinde de 1283 (1866) yılı bütçesinin tahlilini yapmaktadır.
Bu vesile ile devlet maliyesinin nasıl ıslah edilebileceğine dair görüş ve
düşüncelerini aktarmaktadır. Yine "Muvazene-i Maliye'''' (Hürriyet Ga-
zetesi, No: 62—63) başlıklı iki makalesinde 1285 (1860-70) yılı bütçe-
sini ele almaktadır. Devletin malî konularda düştüğü hataları belir-
terek, gelirlerin artırılması için yapılması gerekenler üzerinde ısrarla
durmaktadır. Yine "Masraf ve İradımız" (İbret Gazetesi, No: 90), adlı
yazısında İmparatorluğun 1288 (1872—1873) yılı bütçesi üzerinde du-
rur ve tahlilini yapar. O'nun Tezyid-i Varidat (İbret Gazetesi, No: 91)
ve "Tekâlif" (İbret Gazetesi No: 87), "Mümteniat" (Hadika Gazetesi,
No: 23) başlıklı yazıları da maliye ve vergilere ayrılmış bulunmaktadır.
Diğer yazılarında da arada bir bu konulara dokunduğunu görmekteyiz.
Namık Kemal, Osmanlı ticaretini de yetersiz görmekte, bu konuda
tenkitlerde bulunmaktadır. Ona göre Ticaret Nezareti, şimdiye kadar
gösterdiği faaliyetlerine nazaran Adliye'nin bir şubesi olmaktan öteye
gidememiştir. Ticaretimiz ise İstanbul'da hazinenin daima Galata Ban-
kerleriyle muamelede bulunması dolayısıyle mevcut servetin en mühim
kısmı sarraflığa münhasır kalmıştır. Şehrin büyüklüğüne oranla hiç de-
nilebilecek kadar az olan servetin dahi yüzde doksan dokuzu ecnebiler
eline geçmiştir. Taşralara gelince, dahilde yolların olmaması ve ulaşımın
güçlükle yapdmasmdan dolayı, servet "madun bir dereceye inmiş ve
ancak sahilde birkaç yer birkaçyüz ecnebi tacirine define-i istifade"
olmuştur. Halbuki dünyada mevcut üç servet kaynağından en verimlisi
ticaret olduğuna göre, bizde ticaretin inkişafı için her ne lazımsa yapd-
malıdır. Nafia işlerimiz dahi bir iki demiryolu ile birkaç şoseye münhasır
kalmıştır. Nafianın bugünkü tahsisatı ile daha fazlasını yapmağa da
imkân yoktur. Halbuki ticaretin ve ziraatın ilerlemesi, nafia işlerimizin
ilerlemesiyle kaim olduğundan hükümetin "bir suret-i mahsusa ve fev-
kalâde ile himmet ve itina etmesi" gerekmektedir.
"Sanat ve Ticaretimiz" (İbret Gazetesi, No: 7) başlıklı makalesinde,
Doğu sanayi ve ticaretinde Osmanlıların tarihteki önemli yerlerini özet-
ledikten sonra bunun o sıralardaki Avrupa büyük sanayii karşısında
nasıl hezimete uğradığını anlatmaktadır. Millî sanayinin korunması için
Avrupa ülkelerinden gelecek mallara fazla gümrük konmasını önerir.
Banka tesisinden, ticaret ve sanainin gelişmesinde çok önem
verdiği yolların yapılması üzerinde durur. Bu önemli meseleleri tartı-
şırken, gümrük tarifelerinin artırılmasına ve millî sanayiin himayesini
önleyen kapitülasyonların kötülüklerine dokunur. uTezyid-i Varidat"
(İbret, No; 91), adlı yazısında da gelirleri artırmanın yollarını belir-
terek bazj çareler gösterir. İngiltere ve Fransa gibi devletlerin gelirle-
rini artırmak için başvurdukları önlemlerden söz eder. Bunların başında
gümrüklerin artırılması gösterir. Böylelikle hem gelir artar hem millî
sanayi ve ticaret Avrupa'ya karşı korunmuş olur. Bundan başka reji
idaresinin devlete geçmesine, yabancıların elinde olan başka kurum ve
kuruluşların da millîleştirilmesine yorumlanabilecek imâlara da bu ya-
zısında yer vermektedir.
SONUÇ
Namık Kemal, bütün yazılarında Osmanlı İmparatorluğu'nun çök-
mekte olduğunun bilincindedir. Bu çöküntüyü önlemenin yollarını
irdeler ve hangi yenilikler ve düzenlemeler yapılırsa çöküntü önlenir
sorusuna cevap arar. O'nun yirmi beş yılı bulan yazarlığı süresince
kendisine başlıca uğraş alanı olarak seçtiği bu sorunun çözümü için
önerdiği yolları şöyle özetlemek mümkündür:
imparatorluk siyasal ve ekonomik nedenlerden çökmektedir. Bu-
nu önlemenin yolu eğitimden geçmektedir. Ayrıca öncelikle Anaya-
salı, merkeziyetçi, meşrutî bir rejim kurulmalı, sorunlar bu rejimin sağ-
layacağı imkânlarla çözümlenmelidir. O'nun yazdıklarından çıkardı-
ğımız bu sonuçlara uygun olarak, ilk kez çağdaş Batı uygarlığının felsefî
temeli olan "Doğal Haklar" düşüncesine yer verdiğini görmekteyiz.
Batı'da bulunduğu sıralarda öğrendiği doğal haklar ve toplumsal sözleş-
me gibi ilerici sonuçları olan iki temel fikri "Şeriat" ile bağdaştırmaya
çalışır. Yer yer zorlanarak bir senteze varmak ister.
Öte yanda bilindiği gibi 19. yüzyıl liberalizmi, hükümetin kişinin
hak ve hürriyetlerini korumaktan başka görevi o1 madiğini savunur. Dev-
letin ekonomi ve kültür sahalarındaki faaliyetlerini kişisel özgürlüklere
saldırı olarak niteler. Namık Kemal, bu görüşe şiddetle karşı çıkmakta-
dır. Zorunlu öğretimin uygulanmasında buna "kişinin özgürlüklerine
saldırıdır''''
diye karşı çıkanları haksız bulur. Ona göre "Devlet efradın
marifetine, mülkün mamuriyetine, insaniyetin kemâline, medeniyetin
terakkisine hizmet ederse hem kendinin hem ahalisinin hem de bütün
âlemin menfaatine mürüvetmendâne bir muavenet ibraz etmiş olur,
namı kıyamete kadar insaniyetin evliyayı nimeti olon eazimle beraber yad
olunur...''''
Namık Kemal'in Osmanlı maliyesi, tarımı, ticareti hakkındaki dü-
şünceleri, devrinde dikkate alınmış, bu düşünceler doğrultusunda uy-
gulamalar olmuştur. Ancak, o sıralarda onun gibi düşünen başkaları-
nın bulunduğunu da gözönünde tutmamız gerekmektedir. Birçok yöne-
tici, devlet adamı ve düşünür, benzer önerileri anılarında, verdikleri ra-
porlarda dile getirmişler, İmparatorluğu çöküntüden kurtarmak için
önerilerde bulunmuşlardır.
Bunların içerisinde Namık Kemal'e özel bir yer vermemizin neden-
leri arasında, onun düşüncelerini kamu oyuna aktarabilmiş olmasından
kaynaklanmaktadır. Günümüzdeki kadar olmasa bile, Tanzimat'ın bu
döneminde gazete okuma alışkanlığı yaygınlaşmaktaydı. Ülke sorunla-
rına çözüm arayanlar, gazete yazılarına, özellikle Namık Kemal gibi ün-
lü bir şairin yazdıklarına elbette ki önem vermekte idiler. Bu yönüyle
de Namık Kemal'in etkisinin ayrıca araştırılması gerekir kanısındayım.
Namık Kemal'in aktarabildiğimiz bazı fikirlerinin yanısıra sözünü
edemediklerimizi de bir arada değerlendirdiğimizde şu sonuca varıyoruz:
O'nun üç ana fikri savunduğunu görüyoruz. İlki Batı uygarlığı, ikincisi
İslâm-Osmank kültürü ve üçüncüsü ise arzulanan Osmanlı vatanı hak-
kındaki fikirleridir. Belirttiğimiz gibi Namık Kemal'e göre Batı bize
maddî kültürde üstündür. Bunu Batıyla temasa geçtiğimiz ilk dönem-
lerde kavrıyamadık. III. Mustafa döneminden II. Mahmut dönemine
kadar topun karşısına, şişhane, tüfeğin karşısına sopa ile çıktık ve hezi-
mete uğradık. Şimdi anladık ki Batının ilmini, fennini sanayiini, iktisadî
sistemini almamız gereklidir. Fabrikalar, şirketler, bankalar kurmamız
lâzımdır. Tembelliği ve cehaleti bir tarafa bırakıp, çalışmamız, bin ka-
zanıp bir yememiz gerekir. Fakat bunları yapalım derken, Avrupa'nın
kötü gelenek ve kurallarını alıyoruz ve taklit ediyoruz. Halbu ki bizim
şerefli bir mazimiz vardır. Bu İslamm ve Osmanlılığın mazisidir. Mari-
fet, intizam, şecaat, adalet, hürriyet ve terakkiperverliğin bu mazinin
sahifelerinde binlerce misalleri vardır diyor ve Hammer ile Ernest Re-
Renan'a Osmanlı ve İslâm tarihlerini tahrif ettiklerinden dolayı şiddet-
le karşı çıkıyor. Bunların Osmanh tarihinde küçüklükler bulmak, İs-
lâm dinine mensup olanın fikren geri kalmaya mahkûm olduğunu isbat
etmek yolundaki tezlerini, Osmanlı ve İslâm tarihinden misaller getire-
rek çürütmek istiyor. Bunu yeterli bulmayarak tarih yazıcılığına başlı-
yor. Yatan mefkuresinin en kuvvetli bir şekilde tarihi eserlerinde ifade
etmeye başlıyor. Vatan adh makalesinde deneye dayalı ilimlerin günü-
müzdeki ilerlemelere yararı büyük olmakla birlikte, bazı sakıncaları da
beraberinde getirdiğini vurguluyor. Özellikle dünyada elle tutulması,
gözle görülmesi mümkün olmayan her şeyi, yok hükmünde tutmak is-
teyen materyalistlere karşı çıkıyor. Beşeri ruhun maddî âlemden farklı
olduğunu, insanın kafasının ve vicdanının geometrik ölçülerde yapıl-
pılmadığını, aklın 2x2=4'ü ne kadar açıldıkla benimsiyorsa vicdan da
" Vatan başkadır, vatandan gayrisi başkadır" sözünün doğruluğuna o
kadar itimat ediyor demektedir. Bütün duygular gibi vatan duygusu da
sırf sebepsiz bir doğal içgüdüden ibaret değildir. "J/er dinde, her millette,
her terbiyede, her medeniyette vatan sevgisi en büyük faziletlerden
en mukaddes vazifelerdendir." Bu duygunun birçok nedenleri vardır.
Yatanını seven kişi bütün yaşamında bunların etkisi altında yaşar.
Bütün dünyanın vatandaş olacağını ummak şimdilik bir hayal besle-
mekten başka bir şey değildir.
Namık Kemal, birçok etnik unsurların bir mozayiği olan Osmanlı
İmparatorluğu hudutlarını vatan olarak tanır. Bu vatanın sınırları
içinde ne kadar muhtelif cins,- mezhep ve dil olursa olsun, bu farklar
vatanın çöküşünü, parçalanışı gerektirmez. Her sınıf ahali umumî
hukuk ve hürriyetten yararlandırılır ve umumî terbiye müesseseleri
herkese vatanın kıymetini anlatırsa bütün farklara rağmen herkes bu
vatanı sevecektir. Vatan hudutları içinde biribirnden farklı ırkların,
dinlerin bulunuşu hatta iyidir de. Eğer doğru hareket edilirse, bu birlik-
ten doğacak güç karşısında hiç kimse duramaz. Bunun için de çok ça-
lışmak çaba göstermek gerekir. Böyle bir gayret gösterildiğinde netice-
sinde "Her tarafta servetli şehirler, her saat başında şehirlerden, büyük
kişverlerden mahfuz kariyeler, her sokakta saraylar, ziyneti kaValar,
metin haneler.... demir yollar, nehirler, kanallar damar kadar çok ve
birbirine karışmış bir halde her tarafa yayılmış... Hâkimiyet ümette,
tefriki kuvva olmuş, istibdat yok, mebusan meclisi, mahkemeler kurul-
muş, maarif intişar etmiş, usul-ü mesuliyet tessüs etmiş, ticaret, yenilik
ler, muhabere vasıtaları, telgraf intişar etmiş, velhasıl ahenkli bir cemi-
yet... Fakat bu sadece bir rüya". Uyanınca bu mamure kayboluyor,
bir daba görülmüyor. Ardından ünlü şairimizin dileği geliyor:
Ölürsem görmeden millette ümit ettiğim feyzi,
Yazılsın seng-i kabrimde vatan mahzun, ben mahzun.