REŞAT NURİ GÜNTEKİN VE ANADOLU
OLCAY ÖNERTOY 01 Ocak 1970
"Efendi Anadolu... Boşuna yorulma
sen ahlâksızlığa karar verdiğin
zaman da beceremiyeceksin."
Edebiyatımız romanlarında ele alman, çevrelere bir göz atacak olursak
ilk romanlardan başlayarak uzun bir süre çeşitli semtleri ile istanbul'un yan-
sıtıldığı görülür. Ele alınan çeşitli toplumsal konular da İstanbul sınırları
içinde verilmiştir. Bunun nedeni de, Anadolu'nun yıllarca bir sürgün yeri
olarak kabul edilişi, romancıların Anadolu'yu gezip göremeyişleri, Anadolu'
daki yaşayış ve Anadolu'nun sorunları hakkında bir bilgileri olmayışı-
dır. Anadolu'nun bir parçasını ilk olarak Nabizade Nazım'm Karabibik1
adb büyük hikâyesinde görüyoruz. Vakası Antalya'nın Kaş ilçesine bağlı bir
köyde geçen bu hikâyede köy yaşayışı ve köylü psikolojisi verilmiştir. Hi-
kâyesine yazdığı önsözde romancı, Anadolu köylerinden birini konu olarak
alışının nedenini şu sözlerle belirtiyor:
"Romanımın zeminini Anadolu köylerimizden intihapta bir mütalâam
vardır ki bu köylülük, çiftçilik âlemlerinin yabancısı iseniz, size o âlemler
hakkında bir fikir vermiş olmaktır; vukuatıma zemin-i cereyan olan yerlerde
ahâbnin sûret-i maişet ve meşguliyeti hakkında kâfi derecede malûmat bu-
lacaksınız; lisanlarına da aşina olacaksınız."
Karabibik'ten sonra Ebubekir Hazım Tepeyran'ın Küçük Paşa2 roma-
nında Anadolu köyü ele alınmıştır. Yazar önsözünde romanı, "bir köylü ço-
cuğun muhayyel sergüzeşti" olarak tanımlamış ise de köylünün kentle olan
ilişkisi ve İstanbul'da bir paşa konağına sütanne olarak gönderilen saf
Anadolu kadınının oradaki davranışlarının verildiği romanda, romancı
sık sık konu dışma çıkarak, köylerde eğitim, sağlık, Anadolu'nun
yol durumu gibi çeşitli sorunlara değinmiştir. Romancı gene önsözde,
1 Karabibik 1890,1944, 1961
2 Küçük Paşa 1910, 1947
romanı yazmaktaki asıl amacının bu gerçekleri vermek olduğunu, hikâyeyi
bunları verebilmek için uydurduğunu da şu satırlarla açıklıyor:
"Küçük Paşa"da, saded haricindeki sözlerde hikâyenin serrişte-i cere-
yanı, bid-defeât ve bilâ-ihtiyar elden kaçırılmıştır. Fakat ben, bu muhayyel
hikâyeyi o hakikî elvâh-ı fâcianın hatırı için yazdım.
Bu kitapta Anadolu fecayiinin kâffesi değil, en evvel söylenmek lâzım
gelenlerden bazıları söylenmiş oldu. Anadolu'nun, bütün memâlikimizin bü-
tün ahvâl-i fâciasından bahsedilecek olsa lâ-yuad ciltler dolar; yazan da,
okuyan da bî-tâb-ı melâl düşer, anlar yine tükenmez."
Görülüyor ki, Nabizade Nazım'ın amacı sadece köy yaşayışını vermek,
Ebubekir Hazım'ınki ise Anadolu'nun sorunlarını ortaya koymaktır. Ana-
dolu'nun sorunları ile ilgilenmesinde, Orta Anadolu'da (Niğde) doğmuş
ve öğrenimi ile beraber ilk memurluk yıllarını da orada geçirmiş olmasının
etkisi büyüktür.
Bu iki eserden sonra Anadolu ile bilinçli olarak ilgilenmek gerektiği,
sadece İstanbul'la devletin kurtulamayacağı düşüncesi Balkan Savaşı yenil-
gisiyle uyanmaya başlamıştır diyebiliriz. Bu bilinçlenişi Reşat Nuri, aynı
zamanda kendisini Anadolu ile ilgilenmeye yönelten bir neden olarak belir-
tiyor.
"Sene 1013; Büyük Muharebe eli kulağında
O zamanın gençliği Osmanh devletiyle beraber memleketi de bir uçu-
ruma doğru götüren sebeplerden bazılarını yalan yanlış sezinlemeğe başla-
mıştı. Bunlardan biri Anadolu'ya yapılmakta olan haksızlıktı. Asırlardan
beri bütün kuvvet İstanbul'a verilmişti. Devlet Adamları, iş adamları Ana-
dolu'yu yalnız bir asker ve zahire deposu; idealist gençlik, ancak uzaktan
sevilir, akşamın ve acının karanlık ve esrarlı bir evliyalar diyarı görüyordu.
Balkan felâketinden sonra İstanbul'da bir kalkınma hareketi oldu; ga-
zetelerde bazı yazılar yazıldı. Bunlardan biri merhum Şehabettin Süleyman'ın
"Gençler Anadolu'ya" başlıklı bir makalesiydi.
Gençler, o zaman makale ile, nasihatle pek Anadolu'ya rağbet edeceğe
benzemezlerdi. Bazıları kalem kâtipliği filân gibi küçük bir işle İstanbul'da
tutunamazlarsa ağlaya sızlaya yakın vilâyetlerden birine çıkarlar, orada dün-
yanın öbür ucunda sürgüne gönderilmiş gibi âhüzâr içinde vakit geçirirlerdi1".
3 Anadolu Notları C. X., s. 81, 1968
Vatanın kurtulmasında önemli rolü oynayan Anadolu'ya geçiş ise daha
çok Kurtuluş Savaşı ve savaşın bitimini izleyen yıllara rastlar. Çeşitb amaç
ve görevlerle Anadolu'ya giden aydınlar, bunların arasında yazarlar, bihn-
meyen Anadolu'yu tanımaya başlamışlardır. Böylece, bir yana bırakılış yü-
zünden çözümlenmesi gereken çeşitb sorunlar ortaya çıkmıştır.
ilgisizlik yüzünden Anadolu'nun içine düştüğü durumu " Bu satır-
ları heyecanla okuyacak arkadaş, sen ve ben onları (Bu cahil köylüleri) asır-
lardan beri bu yakm tabiatın göbeğinde herkesten, herşeyden ve her türlü
yaşama zevkinden mahrum bir avuç kazazede halinde bırakmışız. Açlık,
hastalık ve kimsesizlik bunların etrafını çevirmişti ve cehalet denilen, zifiri
karanlık içinde ruhlar, her yanmdan örtülü bir zindanda gibi mahbus kalmış-
tır. Bu zavalh insanlardan, sevgi, şefkat ve insanlık namına artık ne bekleye-
biliriz? Bu iklimin çorakhğı ruhlarını kurutmuştur, bu ıssızlık ve gurbet,
onlara müthiş bir egoizm dersi vermiştir, onun için her biri kendi yuvasında
bİT kunduza dönmüştür."4 şeklinde bebrleyen Yakup Kadri ile beraber Halide
Edip ve Reşat Nuri Anadolu'nun çeşitb sorunlarına ve özelliklerine eğilen
romancıların başmda gebrler.
Bu yazımızda, edebiyatımızda "Çalıkuşu romancısı" olarak tanınan
Reşat Nuri Güntekin'in, romanlarında ele aldığı Anadolu ve sorunları
üzerinde duracağız:
Bilindiği gibi Çabkuşu'nun kazandığı ünün nedeni, henüz kadınların
sosyal görevlerde yer almadığı yıllarda, Anadolu'ya ilk olarak aydın bir is-
tanbul kızının gönüüü gitmesi ve gittiği yerlerde özelbkle eğitim sorunlarını
elinden geldiğince düzeltmeye çalışmasıdır. Ayrıca yazarın hemen bütün ro-
manlarında dekor olarak Anadolu'nun değişik bölgeleri ele alınmıştır. Yazar
Anadolu'yu, kendisinin "Çocukluğum bir asker doktoru olan babamın peşin-
de küçük Anadolu şehirlerinde geçmiştir."5 ifadesinde bebrttiği gibi çocukluk
yıllarında tanımış, daha sonra yaptığı çeşitb gezilerde, özelbkle Milli Eğitim
Bakanlığında müfettişlik görevini yaptığı yıllarda da Anadolu'nun çeşitli
sorunlarını yakından görmek olanağını elde etmiştir.
Yazar gezilerini şöyle anlatır:
"Ben çokça gezerim. Bunlar, diplomat gezileri gibi plânb, programlı
şeyler değildir; dâima kendi sınırlarımız içindedir; yelken gemileri gibi esecek
rüzgâra göre rota değiştirir.
4 Yaban, S. 150
5 Anadolu Notlan, C. I. s.77
Bazı, saatlerce tanha bir istasyonda tren yahut güneşle beraber uyumuş
bir küçük kasabanın otelinde uyku beklerim. Fazla bir yağmur, yahut kar
fırtınasında bir iki gün köyde kapanıp kalırsam arayıp soranım bulunmaz.
Gün olur ki bomboş bir ovanın ortasmda otomobil bozulur; şoför yoldan
geçen kamyonlardan pompa, tel, meşin ve lâstik parçaları tedarik edip maki-
ne veya tekerleğini tamir edinceye kadar etrafta dolaşırım; yahut eski taş-
basması Muhammediyelerdeki Cennet bağı resimlerini andıran cılız bir ağacın
altında otururum.
Bu saatlerde vakit öldürmek için icad ettiğim çarelerden biri de elime
geçen bir kâğıt parçasına yollarda gördüğüm öteberiyi karmakarışık not
etmektir."6
işte bu gezilerde "Anadolu Notları" adı ile iki ciltte topladığı, bazılarını
da genişleterek romanlarına konu yaptığı Anadolu gerçeklerinin malzemesi
toplanmıştır.
Yazarın çeşitli nedenlerle değindiği bir nokta Anadolu'nun geri kalmış-
lığında önemli rol oynayan tanmmayışıdır. istanbul dışına çıkmayan istanbul-
lu için Anadolu tam bir bilinmezlik içindedir.
iik olarak bir Anadolu köyü ile karşılaşan Feride, istanbul'da iken gö-
zünün önünde canlandırdığı köyü şöyle anlatıyor.
"Köy deyince gözümün önüne, yeşillikler arasında eski Boğaziçi yalı-
larında güvercinliklere benzeyen sevimli, şen manzaralı kulübeler gelirdi.
Halbuki bu evler, çökmeğe yüz tutmuş, simsiyah viraneliklerdi."7
Istanbullu'yu Anadolu'ya gitmekten ürküten önemli bir sorun yoldur.
İstanbul'da yağmur yağınca geçilmesi, yürünmesi güçleşen yollardan gözü
korkan İstanbullu, tanımadığı Anadolu'dan büsbütün ürker.
"
İstanbullu böyle düşünmekte hem haklıdır, hem haksız.
Haklıdır; çünkü Anadolu, onun için büyük bir meçhuldür. Yağmurda
Eminönü'nün, açık havada meselâ Çakmakçılar, yahut Tophane yokuşunun
halini gören kimsenin Konya ovasından, Kop dağından ürkmesini gayet tabiî
bulmak lâzımdır."8
6 Anadolu Notlan, C. I. s. 5
7 Çalıkuşu, s. 144
8 Anadolu Notlan, C. I. s.25
Anadolu'yu tanımayan sadece İstanbul halkı değildir. Devletin başın-
dakiler için de Anadolu aynı derecede bilinmez. Bu yüzden de ilk olarak köy
gören şehzadeye, hiçbir zarar yapmayan depremi büyük zarara yol açan şid-
detli bir sarsıntı olarak kabul ettirmek çok kolay olur.
"O güne kadar Beykoz'dan uzak yola gitmemiş ve Ortaköy ile Çengel-
köy'den başka köy görmemiş olan Şehzade Şemsettin Efendi, Sarıpmar'ı
daha uzaktan görünce karşısında oturan valiye: "Hakikaten harabe haline
gelmiş biçare şehir... Vah, vah
Vah, vah " dedi. Biraz sonra heyet şe-
refine en yeni elbislerini giyerek ilk sokağın iki tarafında selâm vaziyeti almış
olan halkı gördüğü zaman ise; "Ne sefalet ya Rabbi, ne sefalet" diye içini
çekti, "zelzele ne kıyafete sokmuş zavalbları."9
Aradan yıllar geçmesine rağmen Anadolu ile bütün ilgilenmenin sözde
kaldığını, Kan Davası'nda öğretmen Ömer'den dinliyoruz.
"
Onlara, vergi tahsildarlarından daha başkalarının da tırma-
manabilecekleri yolları olanlara asırlardan beri yardım diye, ışık diye götür-
düğümüz şey sadece edebiyattır, nutuktur: "Var mı sizin gibi özü, sözü doğru
insanlar bu dünyada?... Akıl sizde, ahlâk sizde, namus, merhamet, temizlik,
güzellik sizde
Lâkin neden öyle bazılarınız afacanlık ederler; birbirlerinin
toprağını, karısını, neyini kapmağa, durup dururken hayatına kıymağa kal-
karlar? Neden bazılarınız tembellik edip fakir kalırsınız; pislikten, mikrop-
tan korkmaz, takımınızla ölürsünüz; bereket dolu topraklarınızı işlemezsiniz,
ateş diye yakıp ormanlarımızın kökünü kurutursunuz? Vergileri saklar, ka-
çakçılık yaparsınız? Neden pensibne inanmaz, kendinizi afsunculara okutur-
sunuz? Bunlar, sinek gibi ufak şeyler ama ne de olsa mide bulandırır.... Söy-
leyin bakalım dertlerinizi, yazalım birer birer defterlerimize
Sizler de bütün tesbmiyetinizle gözlerinizi yumun, ameliyat masasına yatar
gibi bırakın güzel vücut ve ruhlarınızı, çırılçıplak, sizin iyiliğinizden ve yük-
selmenizden başka emelleri olmayan fedakâr büyüklerimizin, idealist mek-
tep hocaları, profesörler, fen adamları vesiremizin kucaklarına
Tanrı'nın
üzerlerine ne istenirse yazılması mümkün kaymak kâğıtları gibi yaratmış
olduğu o bembeyaz, dupduru sayfalara sizin ve sizinle beraber de memleke-
tin yüce kaderini ve istikbalini yazsınlar."10
Bu bilinmeyen Anadolu'ya herhangi bir görevle gitmek ise sürgüne git-
mekten farksızdır. Bu düşüncenin yaygın oluşu yüzünden de Anadolu'ya
9 Değinner, s.142
10 Kail Davası, s. 182
hizmet etmek isteyen idealist gençler, karşılarına çıkan herhangi bir güçlüğü
fırsat bilerek daha görevlerine başlamadan geri dönerler. Kurtuluş Savaşı son-
larına doğru gençler arasında yayılmış olan "Gençler Anadolu"ya parolasına
uyarak altı arkadaşıyla yola çıkan ve gittiği ilçede onyedi yıldanberi çalışan
bir doktorun, ilçeye gidişini anlatan aşağıdaki satırlar gençlerdeki bu yılgın-
lığı ortaya koyuyor.
"Bahar aylarında olmamıza rağmen geri dönmüş gibi görünen münase-
betsiz kış yolları kestiğinden beş altı gün Eskişehir'de bir handa oturmaya
mecbur olmuştuk, idealistlerden birini bir gece kömür çarptı, ertesi gün ken-
dine geldikten sonra da: "Aman kardeşler, yol yakınken ben geri döneyim
.......Perişan oldum....Bakalım biraz kendimi toplarsam arkanızdan gelirim."
dedi. istasyona giderken hastalığını biraz mübalâğalan diriyor, ikide bir ba-
caklarının kuvveti kesilmiş gibi kollarımıza dayanıyordu. Fakat istasyonun
büfesinde son bir toplantı yaptığımız sırada tren, bir manevra için bir parça
kımıldanacak olmuştu. Gidiyor sanarak arkasından öyle bir koştu ki hayret
ettik.
iki gün sonra ikinci bir arkadaşımıza Ankara'da Sıhhat Vekâletinde
büyücek bir memur dayısından bir telgraf geldi, istanbul hastahanelerinden
birine tayin edildiği için geri dönmesini bildiriyordu. Aşırı bir heyecanla "Ne-
den böyle yapar bu adam? Sonradan beni böyle bir emrivâki karşısında bı-
rakmanın mânâsı var mı ?" diye söylendi ve fakat ertesi günki postayı bekle-
meden asker treninin furgonuna kendini dar attı. O akşam arkasından biraz
söylendik ama bize de bir dayıdan telgraf gelseydi bilmem ne diyecektik?
Anadolu'daki büyük işler için beş kişi kalmıştık. Eskişehir'de birkaç
gün fazla kalaydık belki daha da eksilirdik, Fakat ertesi gün yolun açıldığına
dâir haber geldi ve hareket ettik."11
Doktor gibi, Anadolu'da kalmak zorunda olanlar ise, ya kendisini çöl
ortasında unutulmuş kabul eden istasyon memuru gibi, gelen geçene İstan-
bul'a aldırmaları için yalvarmakta, ya da iyi bir görev sahibi olduğu halde
kendisini oraya gönderenleri lânetle anmaktadır.
"Mutasarrıf, Meşrutiyetten sonra, altmışına doğru ilk defa İstanbul'dan
çıkmış bir Bâbıâli beyi, yıllardan beri ihtiyar dadısı Nâlân kalfanm kendi
eliyle pişirdiği fosfatin muhallebisiyle yaşayan bir merak hastası idi. Kala-
mış'taki köşkünden sonra sancak ona eski sürgünlerin gönderildikleri Fizan
gibi görünmüştü. Dört seneden beri vücutça, ruhça perişan bir halde idi " 1 2
11 Kavak Yelleri, s. 66
12 Değirmen, s. 91
Yazar herkesin kaçtığı Anadolu'ya ilk gönüllüler olarak genç öğretmen-
leri gönderir. Daha önce de değindiğimiz gibi bunların arasmda "Feride"
Anadolu'ya giden ilk genç kız öğretmen olarak dikkati çekmiştir. Dame de
Sion'u bitiren bu genç kızın ısrarla Anadolu'ya gitmek istemesi ilgililer tara-
fından çok garip karşılanmıştır. O zamanın MiUî Eğitim Bakanlığı olan Maa-
rif Nezareti'nde bir müdür ile aralarında geçen konuşmayı Feride'nin ağzın-
dan dinliyoruz.
"-Kızım, sen İstanbul rüştiyelerinden birinde Fransızca muallimliği
istesene. Bak ben sana yolunu öğreteyim. Doğru İstanbul Maarif Müdürlüğüne
gidersin....
Ben Müdürün sözünü kestim.
-İstanbul'da kalmama imkân yok, efendim, dedim, Mutlaka vilâyet-
lerden birine gitmek mecburiyetindeyim.
O, şaşırmıştı.
-Amma yaptın ha. dedi, gönlünün rızasıyle Anadolu'ya gitmek isteyen
muallimeye ilk defa tesadüf ediyorum. Ayol biz muallimlerimizi İstanbul'
dan çıkarıncaya kadar akla karayı seçeriz. Sen ne dersin Naime Hocanım?"13
Bir gönüllü bulununca da elden kaçırmamak için en kötü yerler bile,
aşağıda gördüğümüz biçimde övülmektedir.
"
buraya bir iki saat bir mesafede bir "Zeyniler" nahiyesi var.
Havası, suyu güzel, menazır-ı tabiiyesi ferahfeza, ahalisi halûk ve müstakim,
cennet gibi bir yer
Mahaza, Zeyniler'i beğenmeye-
cek olursanız bana iki satır birşey yazarsınız, derhal sizi burada münasip bir
yere alırım. Hoş siz orayı gördükten sonra merkeze tayin edilseniz de "İste-
mem"diye ayak direyeceksiniz ya.
Hava güzel, manzara güzel, yiyecek, içecek ucuz, ahali iyi, Şöyle böyle
İsviçre köyleri gibi birşey, insan Allah'tan ne ister?
Gözümün önüne güneşli yollar, gölgeli bahçeler, dereler, ormanlar geli-
yor, yüreğim şiddetle çarpıyordu."14
13 Çalıkuşu, S.112
14 Çalıkuşu, s. 134-135
Feride bu kadar övülen yere gidip de, kapkara, çoğu yıkılmaya yüz tut-
muş evler, daracık pis sokaklarla karşılaşınca büyük bir hayâl kırıklığına
uğrar.
Feride'den sonra Anadolu'ya gönüllü gitmek isteyen, gene öğretmen
okulunu yeni bitiren genç bir öğretmendir (Şahin Efendi). Kura çekiminden
sonra bir arkadaşı ile yer değiştirmeyi tekbf etmek üzere gittiği Maarif Neza-
retinde, önce başvurmasının nedeni, İstanbul'da kalmak şeklinde anlaşıla-
rak şube müdürü tarafından azarlanır. Fakat sonradan ısrarının Anadolu'ya
gitmek için olduğu anlaşılınca aynı şekilde garip karşılanır.15
Acımak romanında Zehra, öğretmen okulunu bitirir bitirmez Anadolu'
ya koşan bir genç kız, Kan Davasında Ömer, yedek subaylığını yaptıktan
sonra kendini bir dağ köyüne adayan öğretmendir. Bu genç öğretmenler git-
tikleri yerlerde öğretim yapabilmek için çeşitli engellerle karşılaşırlar.
Karşılaşılan güçlüklerden biri okul olarak yapılmış bir binanın olmayışı-
dır. Bu güçlükle ilk olarak Feride karşılaşır ve ders yapacağı sınıfı şöyle tarif
eder:
"Maarif Müdürünün büyük fedakârlıklarla yenileştirdiği dershaneyi,
sabahleyin daha iyi gördüm. Burası herhalde eski bir ahır olacaktı. Yalnız
altına tahta döşemişler, pencerelerini genişleterek cam, çerçeve takmışlardı.
Ocak bacaları gibi kapkara görünen duvar kaplamalarında tepe aşağı
takılmış bir harita ile bir iskelet levhası, bir çiftlik ve bir yılan resmi sarkı-
yordu. Bunlar da herhalde yeni ders aletleri olacaktı.
Dershanenin bahçe tarafındaki duvarının dibinde âhir zamandan kalma-
bir hayvan yemliği vardı ki, kaldırmağa lüzum görmemişler, üstüne bir tahta
kapak çakarak bir nevi dolap haline getirmişlerdi."16
Tabiî öğrencilerin oturması için sıra yoktur. Sadece din öğretildiği için
buna gerek de görülmemiştir. Aynı şekilde Zehra gittiği yerde okul olarak,
harap bir binayla karşılaşır ve kendisi binayı onarır, ayrıca yerli zenginlerin
bazılarından topladığı paralarla ders araçları alıp, binayı büyütür. Şahin
efendi de aynı şekilde okul binasını oturulmayacak kadar harap bulur ve için-
de barınılabilir bir duruma getirinceye kadar, oradan oraya koşar. Ayrıca
softalar da, evkaf tarafından maarife verilmiş olmakla beraber, arsanın için-
15 Yeşil Gece
16 Çalıkuşu, s. 151-152
de bulunan harap medresenin yıkılmasına razı olmazlar. Ömer, bir dağ köyü
olan Yukarı Sazan'da, okul olarak sadece dış duvarları ve kapısı sağlam kal-
mış bir yıkıntı ile karşılaşır ve önce çocuklarla beraber, sınıf olarak kullanıla-
bilecek ve oturulabilecek birkaç oda bölerler.
Yer meselesini hallettikten sonra karşılaşılan en önemli güçlük, cahil
din adamları ve softalarla mücadeledir. Yalan yanlış ve cahilce yapılan din
öğretiminin çocuklar üzerindeki olumsuz etkisini, çocukları dünyadan çok
ahireti düşünür bir duruma getirmesini Feride şöyle anlatıyor:
"Mektebe teneffüs usulünü de koyduk, Çocukları yarım saatte, bir saat-
te bir bahçeye çıkarıyorum, eğlenceli, meraklı oyunlar öğretmeğe uğraşıyo-
rum. Nedense, bir türlü bundan tat duymuyorlar. O vakit, çaresiz onları
kendi hallerinde bırakarak bir köşeye çekiliyorum.
Bu mihnet çekmiş yaşlı başlı insanlara benzeyen, yorgun çehreli, donuk
gözlü kız çocuklarınm en büyük eğlenceleri bahçenin bir köşesine toplanıp
ölüm, tabut, teneşir, zebani, kabir gibi korkunç kelimelerle dolu ilâhiler oku-
maktan ibaret."17
Anadolu'da medresenin, medrese öğreniminin önemi ve softalarla ya-
pılan mücadeleler geniş ölçüde Yeşil Gece romanında yansıtılmış. Bu roman-
daki genç öğretmen Şahin Efendi, öğretmen okuluna gitmeden önce medresede
okumuş, softaları yakından tanıyan bir kişidir. Kendi isteğiyle gittiği Sa-
rıova'da softalarla mücadele etmek zorunda kalır.
Şahin Efendi ilçeye gider gitmez orada softalığın hakim olduğunu anlar:
"Sarıova'ya geleli daha üç saat olmadığı halde softabğın bu kasabaya ne
büyük bir kudretle hâkim olduğunu anlamıştı.
Ahalinin yarısından ziyadesi sarıklıydı. Otuz bir Marttan sonra istan-
bul'da birdenbire miskinleşen softalar burada meydan kahvelerinde, medre-
se önlerinde, çarşı sokaklarında azgın oğul arıları gibi kaynaşıyorlardı."18
Medrese öğrenimine verilen önem de, medreseye gönderilen çocuklarla
diğerleri arasındaki ayrdık anlatdarak şöyle belirtilmiş:
"Sokaklarda oynayan yalınayak, başı kabak halk çocukları arasından
yakalanarak medreseye gönderilen ve başma sarık sardan çocuklar, ayrı bir
bayrağın altından geçmiş gibi olurlar ve eski arkadaşlarıyla aralarına bir ya-
17 Çalıkuşu, s. 159
18 Yeşil Gece, s. 51
hancılık girer. Onları bir daha anlaşmalarına ve birbirlerini sevmelerine im-
kân olmayan iki düşman fırkaya ayırırdı. Öyle ki her türlü kardeş kavgaları-
nı, aile kinlerini söndüren yabancı düşman karşısında bile artık birleşmez
olurlardı."19
Medresede cahil din adamları tarafmdan yetiştirilen softalar batılılaş-
maya karşıdırlar, başlarından sarığı çıkarıp, fes giymeyi kabul etmezler, ço-
cuklarının gereği gibi yetiştirilmediği düşüncesiyle devlet tarafmdan açılan
ilkokullara karşıdırlar, çocuklarını çok küçük yaştan hafızlığa çalıştırırlar.
Büyük oğlunu hafızlığa çalışmak yüzünden kaybettiği halde, küçük oğlu için
de aynı geleceği düşünen imam, Şahin Efendiye bu düşüncelerini açıkça söy-
ler.
"
Zaten doğrusunu isterseniz ben onun maarif mekteplerinde
tahsil etmesine pek taraftar değilim.... Hatırınız kalmasın amma mektep-
lerinizde çocuklar çok avare yetişiyor
Evet, Bedri artık yaramazlığı bıra-
kacak
Güzel, güzel dersine çalışacak.... Eskiden hafız olmağa hiç hevesi
yoktu. Fakat Cenab-ı Allah yavrucuğun yüreğine bir muhabbet sundurdu.."20
Şahin Efendi, imamı, çocuğunu iki yıl daha ilkokula göndermeye razı
ederse de başından sarığı çıkarması büyük bir tepki yaratır, ilçenin koyu
softalarından olan Hacı Emin'in Şahin Efendiye karşı davranışı, onunla
aynı tutumda olan softaların düşüncelerini açıklar.
"Hacı Emin, lâkırdı dinlemiyor:
-Hafız-ı Kür'an olmağa azmetmiş bir çocuğu Allah'ın yolundan çevir-
mek, envai hakaretlerle başından sarığı çıkarmak, ahlâksızlıktır, dinsizliktir.
Buna cüret eden küstahı lokma lokma doğramak farzdır, diye Şahin Efendi'
nin üstüne yürüyordu."21
Huzursuzluk kaynağı olan softalarla, ilçenin yenilik taraftan olan aydın
kişileri de mücadele etmektedir. Şahin Efendi, kendisini, çocuklarda din,
öğrenim, terbiye, ahlâk bırakmadığı, birtakım zararlı bilgiler verdiği gerek-
çesiyle şikâyet etmelerine rağmen mücadelede kararhdır ve çevresinde aydın
kişiler bulundukça da milleti softaların elinden kurtarmanın sanıldığı kadar
güç olmadığını düşünür. Özellikle kendisi gibi düşünenlerle karşılaşması umu-
dunu kuvvetlendirir.
19 Yeşil Gece, s.
20 Yeşl Gece, s. 110
21 Yecil Gece, s. 114
Şahin Efendi, softaların azınlıkta olduğunu, onlarla başa çıkabileceğini
şu sözlerle anlatıyor.
"-Yüreğimizin acısı bizi bazen haksız ve bedbin yapıyor, softalığın mil-
leti baştan başa çürüttüğünü, söylüyoruz. Fakat hastalık, sandığımız kadar
derin ve geniş değil. Softalar okur yazar takımını ve kendi ordularına aldık-
ları bir kısım çocuklarımızı berbad ettiler.... Fakat işi güçü, çoluğu çocuğu,
hâsılı kendi kendi dünya gailesiyle meşgul asıl halk üzerinde derin tesirleri
olmadı.... "Asırların yaptığı bir zihneyi yıkmak ve yenisini yapmak için yine
asırlar lâzım" diyenlere pek hak vermemeli. Milletin asıl büyük bir kısmı
bu Komiser Kâzım Efendiye benziyor. Onları yataklarında sayıklatıp terle-
ten kâbuslarından uyardırmak için müşfik bir elle hafifçe silkeleyip sarsmak
kâfidir. Gün ışığı, dünya ışığı gözbebeklerine değdiği gibi gönülleri, beyinleri
de çabucak aydınlanıyor.... Bu memleketin halkı hiçbir zaman - görünüşe
aldanarak zannettiğimiz gibitam mutaasıp, tam hurafe ve ısrailiyet hastası
olmadı. Softanın pençesinden kendini hiçbir zaman kurtarmamakla beraber,
softaya karşı daima emniyetsizbk ve nefret gösterdi
"2 2
Şahin Efendi gibi softalarla mücadele etmek gerektiğine kesinlikle inanan
aydın bir kişi olarak mühendis Kâzım'ı görüyoruz. Şahin Efendi'nin dikkatli
davranışlarına karşı, aklına geleni söylemekten çekinmeyen bu yüzden de
"Deli Kâzım" diye anılan aşırı yenilik taraflısı mühendis memleketin içine
düştüğü kötü durumlardan ve geri kalmasından softaları sorumlu tutmakta
ve bunu her fırsatta aşağıdaki satırlarda görüleceği gibi açıkça söylemekte-
dir.
"Deli Kâzım tarihin bütün felâketlerini softalık ve softa kafasıyla izah
eden coşkun ve ölçüsüz bir yenilik âşıkıydı, daha bir ay evvel Meşrutiyet
gazinosunda:
"Medreseleri yakmadıkça, softaların sarığını hayvanların boynuna yu-
lar yapmadıkça bu memleket kurtulmaz." diye bağırarak kasaba ahalisini
birbirine düşürmüştü. Deli Kâzım, Meşrutiyet mektebi başmualhmi Ahmet
Masum'u da kendine uydurmuştu. Nereye gitse onu da -cılız ve mini mini
vücudu ile- peşinden sürüklerdi."23
Fakat Şahin Efendi'nin softalarla mücadelesi pek kolay olmaz. İlçe
halkının pek inandığı bir evliya türbesinin yanması, kendisi gibi düşünen
22 Yeşil Gece, s. 87-88
23 Değirmen, s. 47-48
öğretmen arkadaşlarından birinin türbeyi yakma suçuyla tutuklanmasına
sebeb olur. Bu olayın heyacanı geçmeden de ilçe Yunanlılar tarafından işgal
edilir. Şahin Efendi bugünlerde başına sarık sararak halkla, kendilerine az
zarar gelmesi için sâkin olmalarını, taşkınlık yapmamaları gerektiğini bildi-
ren konuşmlar yapar, Fakat sonunda İstanbul'dan gelen "Kuva-yı İnzibati-
ye" taburuna propaganda yaparken yakalanır ve Yunanlar tarafından,
Yunan adalarından birine sürgüne gönderilir.
Savaş bittikten bir süre sonra döndüğü zaman, halifelik kaldırılmış,
medreseler ve tekkeler kapanmıştır. Aynı değişikliğe uğradığını büyük bir
sevinçle gördüğü Sarıova'ya tekrar öğretmenlik yapmak isteğiyle gelen Şa-
hin Efendi, hiç beklemediği bir davranışla karşılaşır. Koyu softalardan olan
Eyüp Hoca, yeni Millî Eğitim Müdürüne onu "İşgal sırasında Yunanlıların
hizmetine giren Şahin Hoca" olarak tanıtmıştır. Şahin Efendi hakkında bir
bilgisi olmayan müdür, "Bu davranışından ötürü kendisine öğretmenlik ve-
remeyeceği" gerekçesi ile onu kovar. Böylece bütün mücadelesine rağmen,
sonunda gene softalara yenilmiş olur.
Bir sorun de Anadolu'da çocukların genellikle güç koşullar altında
öğrenim yapmak zorunda oluşlarıdır. Zehra romanında Zehra tarafından,
sabahları geç kaldıkları için okula alınmayan çocukların geç kalış nedenleri
bu güçlüklerden bir kaçına örnek oluyor.
"Çocuklara niçin muallim hanımın sözünü tutmadıklarını sordum. Bi-
risi "annem hasta, ben ev işlerine bakarım
Küçük kardeşimin yiyeceğini
yediririm.... kuyudan su çekerim.... Ateş yakarım
Bulaşık yıkarım
Bu işler bitinceye kadar vakit geçiyor." dedi. İkincisi titiz bir çocuktu. Hid-
detle kendini müdafaa etti. "Ne yapayım efendim.... Her sabah değil ya...
Bazı gün erken geliyorum.... Bazı günler de hava kapah oluyor.... Anlıyamı-
yorum." Bu mantık tuhafıma gitti. "Hava kapab olursa geç gelmek mi lâ-
zım kızım." dedim. Çocuk, hiç aklıma gelmeyen bir cevapla ağzımı tıkadı:
"Hava kapalı olunca saati nerden anlayayım?" Demek onun da evinde saat
yokmuş... Üçüncüsü çok fakir kıyafetli, fakat gayet edalı bir kızdı. Sualime
pek çok tereddütten sonra cevap verdi. "Efendim, muallim hanım, nalınla
mektebe gelme diyor.... Benim yeni fotinlerim var ama ayağımı sıkıyor..."
Onun da derdi anlaşılmıştı. Zavallının ya giyecek fotini yoktu.... Yahut da
anası bin zahmetle aldığı fotini mektepte eskitmesine razı olmuyordu."24
24 Zehra,
Bazı fakir köylerde ise çocuklar, tarlada hayvanların gördükleri işi yap-
tıkları için büyükleri onları okula göndermek istemez. Yukarı Sazan köyün-
deki "Döneaba"nın, torunlarını okula göndermesini isteyen öğretmen Ömer'e
verdiği cevap köylülerin bu tutumunu ortaya koyuyor.
"-BizimkUer çocuk mu ki? Hayvan.... Öküz, inek yok bizde Onları ça-
lıştırıp giderim. Sana verirsem ne iderim ben?"25
Bir güçlük de köylerde küçük yaşta başlatdan cinsiyet ayrıbğı düşün-
cesinden doğmaktadır. Bununla da Feride karşdaşır. Gittiği köyde on iki-
on üç yaşmdaki erkek çocuklar, kızlarla beraber okumaları doğru bulunmadığı
için hergün bir saatbk yol yürümek zorundadırlar. Buna da büyüklerin cahil-
liği sebeb olmaktadır. Feride ile, ondan önce çocuklara yalan yanbş dinbilgisi
veren Hatice Hanım arasındaki konuşma bu yanbş düşünceyi yansıtıyor:
"-Garipler köyü nerede ?
-Şu karşıda, ağaran kayaların ardında.
-Yazık değil mi çocuklara, karda, kışta oraya kadar nasd gidip geliyor-
lar?
-Onlar, yola alışıktır, çamursuz havalarda bir saate bile kalmadan gi-
derler. Sade yağmurlu, çamurlu, karlı havalarda biraz zorluk çekiyorlar.
-Peki niçin onları da burada okut muyoruz?
-Kadın, erkek bir arada okur mu ?
-Onları erkekten mi sayacağız?
-Elbette kızım, on ikişer, on üçer yaşında koca debkanblar."26
Bu çeşitli eğitim sorunları karşısında Zehra, Anadolu'nun ihtiyacı olan
bir öğretmen tipi olarak tanıtlamıştır.
"Maarif Müdürü, pencereden uzaklara bakarak gülümsedi:
-Keşke bütün mekteplerimizi Zehra gibi bocalara tesbm etsek de bizim
hiç işimiz kalmasa... istiklâl alâmeti olarak onlara birer davul ile tuğ gön-
derir, maarif idarelerinin kapılarını emniyetle kapardık..."27
Bütün güçlüklere rağmen yapdan eğitimin çocukları değiştirebileceğini ve
bu değişikbkbkten bir öğretmenin duyacağı sevinci de Ömer'den dinliyoruz.
25 Kaıı Davası, s. 157
26 Çalıkuşu , s. 152
27 Zehra, s. 6
OLCAY ÖNERTOY
Ömer, yol kesip soygunculuk yapmayı göze alan, köylüler tarafından köye
alınmak istenmeyen bir gurup çocukta birşeyler öğrenmeye başladıktan son-
ra meydana gelen değişikliği şöyle anlatıyor.
"
Hep bir arada ağır işlere koştuğum, yahut birbirleriyle boğuş-
maya bıraktığım zaman onlar gerçi yine vahşi hay kırışmalardan başka sesi
olmayan bir sürüdür. Fakat teker teker karşıma aldığım ve hele ufaktan
ufağa derslere başladığım zaman aralarındaki farklar gitgide çoğalıyor. Kara
tahtaya renkli tebeşirlerle çizmeye başladığım karışık çizgilerde bir hayvan,
bir ağaç, bir derenin üzerine doğan güneşi tanıdıkları zaman yüzlerindeki
ve hareketlerindeki hayret ve sevinç, bana adeta heyecan veriyor."28
Eğitim için gerekli olan öğretmen ve okul ihtiyacı ile beraber Anadolu,
yazarm dolaştığı yıllarda genel olarak kültürün artmasında önemli rol oya-
yan gazete ve kitaptan da yoksundur. Bunun nedeni de çoğunlukla, kitap
satanların cahil oluşu, bu yüzden okunmaya değer kitaplarm getirilmeyişi,
gazetenin nasıl satılacağını bilmeyişleridir. Bu yoksunluğu çeken sade ilçe
ve köyler değil, Anadolu'nun belli başh illeridir. "Bizde halk gazete ve kitap
okumaz" diye yakınanlara, yazar, gazete ve kitap satışının nasıl yapılması
gerektiğini de belirtiyor.
"Kitap ve gazete müşterileri biraz işçi müşterilerine benziyor. Tiryakiler
vardır ki satıcının peşini kovalarlar, onu iğnenin deliğinde olsa bulup çıkar-
mayı iş edinirler. Fakat öyleleri de vardır ki, satıcı onları kovalamağa, birer
birer avlamağa ve böylelikle tiryakilerin sayısını artırmağa mecburdur.
Bu ise gazete ve kitabı hergün onun gözünün göreceği, elinin erebileceği
yere koymakla olur."
Yazar, gazete ve kitaptan yoksun olan Anadolu'da halkın eğitimi için
tiyatrodan yararlanılabileceğini düşünüyor. Onu bu düşünceye götüren Ana-
dolu'da halkın pek rağbet ettiği tulûat tiyatrolarının çokluğudur. Tulûat
tiyatrolarının çokluğunu ve ne kadar üstün bir biçimde halkı etkileyebilme
yeteneğine sahip olduklarını şu sözlerle açıklıyor:
"Evet, Anadolu'daki tulûat tiyatroları orta kültür müesseselerinden
çok fazladır. Hem de şu farkla ki, mektebin talebesi senelerce aynı, iki yahut
üçyüz talebedir, fakat tulûat sahnelerinin seyircileri her gece değişir.
Anadolu'da kaç kitap, kaç mecmua okunuyor? Bunu ne siz sorun; ne
Ankara caddesinin kitapçıları söylesin. Fikir terbiyesi vasıtası olarak radyo-
28 Kan Davası, s. 202
dan istifadeniz Dedir? Şimdiye kadar hiç. O şimdilik bizi kebmesiz, fikirsiz
bir yeni ahenge alıştırmağa çalışıyor. Bundan sonra dillerin de halk terbiyesi
için faydalı birşeyler söylerse ne mutlu!
Buna mukabil yüzlerce tulûat sahnesi her gece topladığı birçok bin genç
insana durmadan söylüyor. Hem onların söyledikleri saatler ruhların en zi-
yade açıldığı, duygu ve fikir olarak ne duyarsa plâk gibi kapıp, zaptettiği
saatlerdir. Müzikle, dansla gevşemiş insanların sahnedeki boyab kadın gibi
mücerret fikirlere de vurulmağa müsait bulundukları zaaf saatleri
Kantolardan sonra başlayan bu oyunların halk üzerinde, izi ölünceye
kadar silinmeyen çocukluk masalları kadar tesiri vardır.
Onlarda ders ve propaganda kokusu sezilmemesi de tesirlerini artıran
sebeplerdendir
"2 9
Çoğunlukla kahvelerde kurulan sahnelerde temsiller veren, özelbkle iç
sıkıntısından bunalmış gençlerin başlıca eğlencesi olan bu topluluklar kar-
şısında, halka gerçek tiyatroyu sevdirmek amacıyla ağırbaşlı eserler sahneye
koyan toplulukların tutunamayışı Son Sığınak adlı romanda ortaya konul-
muştur.
Halkı tiyatroya alıştırmak için bütün Anadolu'yu dolaşmak amacıyla
İstanbul'dan ayrılan bir tiyatro topluluğu gittiği yerlerde seyirci bulama-
yarak hayâl kırıklığına uğrar. Bir ilde karşılaştıkları, halk tarafından çok
tutulan operet oyuncularının patronu; "-Kimbilir, ne güzel şeyler oynadınız,
fakat sökmez bu taraflarda" diyerek tutunamayacaklarını açıkça söyler ve
topluluk gerçekten dağılır.
Yazar, tiyatrodan eğitim yönünde yararlanabilmek için, bu tiyatrolarda
sahneye konulan eserlerin düzeltilmesi gerektiği düşüncesinde olduğunu açık-
lıyor.
"Bence yapdacak şey bu tiyatroların çok eskimiş piyeslerini asıllarmdaki
tadı ve keyfi bozmadan- yenileştirmek ve yeni hayata uydurmak; bir de re-
pertuara aynı sadelikte yeni piyesler ilavesine çalışmak olacaktır. Onlar,
gene ufak tefek tulûatlarını yapmakla beraber yazılı piyeslerden oynamağa
alıştırılır, tekstlerin dil ve fikir itibariyle daha düzgün şeyler olması temin
edilirse halk terbiyesi noktasından ehemmiyetli bir iş görülmüş olur."30
29 Anadolu Notlan, C. I. , s. 118
30 Anadolu Notları, C. I., s. 120
Eğitimden sonra yazarm önemle üzerinde durduğu bir konu Anadolu
halkının büyük bir kısmının yoksul oluşudur. Sık sık bu noktaya da değinen
yazar, Anadolu'nun bu durumundan, çoğunlukla gözü kendi yaşayışıdan
daha üstün yaşama olanaklarına sahip kişilerde olan aydınları suçlamakta-
dır. Anadolu'ya yaptığı gezileri sırasında, Anadolu illerinden birinde rast-
ladığı bir mühendis arkadaşının," -kıvırcık pirzolası, taze barbunya yiye-
mediği, Fransız şarabı yerine tekel şarabı içmek zorunda kaldığı, ve kulübe
olarak nitelendirdiği beş odah bir evi olduğu için— sefalet olarak nitelendir-
diği yaşayışını dinlerken, bir küçük kızın seslenmesi üzerine birden bire ger-
çek yoksullukla karşılaşması yazarı derinden yaralıyor.
"Bir ara kulağıma "amca, amca" diye bir ses geldi. Yanımdaki parmak-
bktan aşağıya bakınca sazlar ve kurumuş çamurlar arasında yan çıplak bir
kız çocuğu gördüm, Lüksün kuvvetli ışığı altında saçları ve yüzü bembeyaz,
gözleri kamaşmış bana elini uzatıyor.
-Amca bana ekmek atıver.
Dikkat edince daha ötelerde, ilerlerde aynı kıyafette daha başka çocuk-
lar, hattâ büyükler görüyorum."31
Arkadaşıyla beraber akşam yemeği yedikleri gazino sahibinin yakınma-
sından bu küçük kızın ve grubunun ekmek istemek için her akşam oraya gel-
diklerini öğrenince artık arkadaşını dinlemeye tahammülü kalmayarak, bu
gerçek yoksullukla ilgilenmeyen aydınlara şöyle sesleniyor:
"Ben artık onu dinlemiyorum, bu bataklık üzerine, birkaç direkle kurul-
muş, sabntıb salaş tarasın üstündeki rahat köşemizde, irili ufaklı tabakalarla
dolu masamız önünde büsbütün başka şeyler düşünüyorum. Karşımdakinin
matemi, yalnız yukarıya bakmasını bilen bu gözlerdeki hırs ve kıskançlık
yaşları bana lugatlardaki şenâat kelimesinin tâ kendisi gibi görünüyor. O
arkadaşm şayet bir yerde bu yazılara gözü ilişirse bana darılmasın.... Sözüm
yalnız onun için değil, içinde kendim de dahil olduğum çok geniş bir münev-
verler kafilesi içindir."32
Yoksulluk, Anadolulu'nun oturduğu evde, dış görünüşünde, kılığında
kendisini açıkça göstermektedir. Hattâ yazar, bir az daha ileri giderek Ana-
dolu deyince akla yoksulluğun geldiğini açıklamaktan da çekinmiyor. Bunu
30 Anadolu Notlan, C. II. s. 42
32 Anadolu Notlan, C. II., s. 43
Şahin Efendi'nin ağzından öğretmenlik yaptığı ilçe olan Sarıova'yı anlattığı
aşağıdaki satırlardan öğreniyoruz.
"Eski bir taş köprü ile dere geçildikten sonra fakir mahallelere giribyor
ve sefalet bütün dehşeti ve çirkinliğiyle başlıyordu. Ortalarmda akan çirkef
sularında yarı çıplak çocuklarla, çamurlu köpekler oynayan eğri, büğrü so-
kaklar
Tezekle çamurdan yapdmış yarı yarıya toprağa gömülü penceresiz
kulübeler... Bir çoğunun aralık kapılarından pis kokulu dumanlar tütüyor.
Başları yamalı peştemallarla sarıb, dizlerinden aşağısı çıplak kadınlar
Eski hasır parçaları üstünde güneşlenen iskelet gibi ihtiyarlar, Küçülmüş
ihtiyarlara benzeyen yüzündeki yaralara sinekler üşüşmüş, şiş karınlı, çıplak
vücutlu çocuklar
Bunlar Şahin Efendi'nin bilmediği, beklemediği şeyler değildi. Cer ho-
calığıyla Anadolu'da gezerken daha buna benzemez neler görmüştü. Ona
göre kasaba deyince zaten akla başka türlüsü gelmezdi ki."33
Yazar, bu yoksul Anadolulu için para ve servetin ne demek olduğunu da
yansıtmıştır. Paraya düşkün olmakla beraber, para ve servet diye kabul edi-
len miktarm bize göre ne kadar küçük olduğunu, "O da elbette büyük servet
diye karışık birşeyler tahayyül eder. Fakat bunu rakamla ifade ettirdiğimiz
zaman işittiğiniz şeye hem acmır, hem gülersiniz."34 sözleriyle anlatıyor.
Bir servet olarak kabul edilebilecek paranın öyküsü de şöyle:
"Harman mevsiminde bir akşam üstü bir Orta Anadolu kasabasının
tarlaları arasından geçiyordum, bir bereket senesiydi. Tarlalardan birinde
bir şenlik seyrettim.
Bir köylü oturduğu yerde cura çalıyor, birkaç delikanlı etrafında el çır-
parak, ayak vurarak türkü söylüyorlardı:
"Fidayda yavrum fidayda
On beş lira yemiş bir ayda"
Bu türkü Anadolu sefilinin tasviriydi. Bir ayda içki ile, çalgı ile, kadın
ve kumarla havaya savrulmuş bir servetin hikâyesi.
Bu on beş lira belki böyle bir bereket yılının yahut gurbet ilde çekilmiş
türlü mihnetin mahsulüydü. Yahut da ölmüş bir babanın mirası "3 5
33 Yeşil Gece s. 47-48
34 Anadolu Notlan, C. II., s. 46
35 Anadolu Notlan, C. II., s. 48
Önemli bir para olarak sözü geçen on beş lira, o yıllara göre bir değeri
olmakla beraber gene de servet kabul edilebilecek bir para değildir. Bu kadar
küçük bir parayla yetinebilen köylü, güçlükle kazandığı parayı, yaşantısında
biçbir değişiklik yapmadan, bir parça toprak alabilmek, ya da bazı mutluluk
günlerinde ele güne karşı küçük düşmemek için biriktirir. Bu nedenle de köy-
lüden tek istenmeyecek şey para, yaptığı en küçük bir hizmete karşılık onu
memnun edecek tek şey gene paradır. Bu tutumundan ötürü Anadolu'luyu
cimri olarak nitelendirenlere, onun cimri olmadığını da şu sözlerle belirtiyor.
"
Hasıb Anadolu'lu hasis değil, sadece taş ve kayadan kopa-
rırcasına güçlükle ele geçirdiği birkaç parayı ucu ucuna getirmek gayretiyle
yanan bir fakirdir."36
Anadolu, yalnızca para yönünden yoksul değildir. Anadolu, su yoksulu-
dur, yol yoksuludur, doktor yoksuludur. Anadolu'da yol konusuna, Anadolu'
nun tanmmayışı nedenlerinden biri olarak değinmiştik. Anadolu'nun çok
yerleri içmek ve temizlik için gerekli temiz sudan yoksundur. Sağlık bakımın-
dan önemli bir sorun olan su problemi, yazarın, bir ilin hükümet doktoru ile
yaptığı konuşmada ortaya konulmuştur:
"Şehirde ilk önce hükümet doktoruyla karşılaştım.
—Bugünlerde başımı kaşımağa vakit bulamıyorum, dedi. Tifo, dizanteri
dehşet
-Peki, sebebi?
-Sebebi pis su... Birkaç saatlik bir yerde iyi bir su var... Fakat bir türlü
para bulup getirtilemiyor.... Dere suyu tekmil çamur... Halk, kuyu suyu iç-
mek mecburiyetinde.... Kuyuların da çoğuna lâğım karışıyor... Doğrusu ahali,
gene iyi dayanıyor. Anlaşılan pis su içe içe mikroba karşı bir nevi muafiyet
kazanmışlar. Ben kendi hesabıma evde çoluk çocuğa kaynamış su içiriyorum."37
Hastalıkla uğraşan doktor, bir yandan da, mikroplu suyun zararlarını
bildikleri ve kendilerini göstermek için gereksiz birtakım yapılara rahatça
para harcadıkları halde, birkaç iyi su çeşmesi yaptırmaktan kaçman yetki-
lilerden yakınmaktadır.
Bu hükümet doktoru gibi, Anadolu'ya birşeyler yapabilmek isteğiyle
giden genç bir kaymakam da aynı dertle karşılaşır. îlgiblere baş vurduğu hal-
36 Anadolu Notları, C. II., s. 54
37 Anadolu Notlan, C. I., s. 56
de bir sonuç alamayışı, çocuklar arasında ölümün gittikçe artması, onu âdeta
bunalıma sürükler.
"(M) de ne büyük bir ateşle çalışacaktım. Fakat olmadı. Su yoktu. Ahali
kokmuş bir bataklıktan su içiyordu. Beş yaşına kadar olan çocuklar arasmda
müthiş bir dizanteri hüküm sürüyor, her gün hükümet konağının karşısın-
daki camiin mezarlığına bir iki mâsum cenazisi geliyordu. Belediye doktoru,
"Kasabaya içilecek su gelmeyince bu ölümlerin önü alınmayacak" diyordu.
Vilâyete, belediyeye, hâsılı dört yana baş vurdum. Beni tasdik etmeyen yok-
tu. Fakat işler çok ağır yürüyor, mini mini çocuk tabutları pencerenin önün-
den geçmekte devam ediyordu. Sinirlerim fena halde bozulmuştu. Bu cena-
zeleri gördükçe boğazım tıkanıyor, yumrukla göğsüme vurarak "Katil...
Katil...Bunları sen öldürüyorsun...Hani vicdanının sesini dâima dinleyecek-
tin. diye söyleniyor, hattâ bazen hıçkırarak ağlıyordum."38
Susuzluk ve pisbğin zaman zaman yarattığı çeşitb hastahklarm ise,
doktorsuzluk yüzünden bugün bile kısa süre içinde çok sayıda ölüme neden
olan salgın durumuna geldiği bir gerçektir. Soğuk ve karb bir kış gününde
öğretmen Ömer'i hükümet doktorunu çağırmak için tek başına dağ köyün-
den ilçeye götüren de böyle bir salgın hastalıktır. Öğretmen kendisini doktora
tanıtırken bir yandan da salgının korkunçluğunu belirtir:
"-Ömer diye bir adam, diyor, bir dağ köyü öğretmeni.... Adını belki
işitmişsinizdir. Yukarı Sazan diye bir köy... Uzun zamandan beri salgm var
orada.... Köylüler, büyük, sürü sürü ölüyorlar... Hükümet doktorundan
yardım aramağa geldim."39
Ancak bir sorun da doktor olan yerlerde doktorun halkı kendisine
bağlayabilmesidir. Çünkü, cahillikten, bazı yerlerde halk doktordan çok,
hocalara ve hastalığın okunarak geçeceğine inanmaktadır.
Kavak Yelleri romanındaki doktor, Anadolu'nun ihtiyaç duyduğu bir
doktor olarak verilmiştir:
"Bir kaza hekimi için şöhretten daha kârb bir gelir kaynağı akla gelmez.
Fukara babası doktor; görmeden yan cebine konan paraya az, çok demeyen,
yol üstündeki fukaranın para almadan diline, nabzına bakan; daha düşkün-
lerine Avrupa firmalarından gelmiş reklâm ilaçlardan bedava komprimeler
dağıtan, iğneler vuran ve hattâ bazılarının yastığı altına usulca birkaç lira
bırakan fukara babası doktor "4 0
38 Acımak, s. 67
39 Kan Davası, s. 9
40 Kavak Yelleri, s. 5
Yazarm bir romanına ad olarak verdiği önemli bir problem de, bugün
bile çoğunlukla suçsuz kişilerin ölümüne yol açan kan davasıdır. Kan Davası
romanında, Ömer'in öğretmenlik yaptığı Yukarı Sazan ve onun biraz aşağı-
smdaki Aşağı Sazan, kan davası yüzünden birbirine düşman olmuş iki köy-
dür. Bu yüzden aralarında zaman zaman aşağıdaki satırlarda belirtildiği gibi
savaşa benzer çarpışmalar olmaktadır.
"
Karabaltalılarm erkekleri uzun zamandanberi devam eden
bir kan davası yüzünden Aşağı Sazan'da; Moskof, Balkanlar ve Arabistan
muharebelerinde olduğundan daha az kırılmış değillerdir. Her muharebede
olduğu gibi ayak altında kalan bir çok masum kadın ve kıza yazık olmuştur.
Fakat son onbeş yıl içindeki çarpışmalar eskiden de daha şiddetli olmuştur.
Bir insansız harb ki Fettah'a göre şehitleri var, fakat gazileri yoktur; onlar
nişan ve çiçek yerine ellerinde kelepçelerle Bozova hapishanesine gitmiş-
lerdir."41
Bu kan davası nedeniyle bir Yukarı Sazanb'ya Aşağı Sazan'a gitmesini
söylemek hakaret sayılmakta, babası öldükten sonra, annesi bir Aşağı Sa-
zan'byla evlenmiş çocuğa her iki köyde de yer verilmemektedir. İki köy ara-
sında, Yukarı Sazan'lılar kendilerini mağdur durumda görmektedirler. Bir
gece, birdenbire yağan şiddetli sağanak, önce iki köy arasındaki düşmanlığı,
bir zamanlar, el ele vererek düımana karşı koyan bu insanların birbirlerinin
uğradıkları felâkete sevinecek kadar vahşileştirdiğini ortaya koyarsa da, son-
radan barışmalarına neden olur.
Kuvvetli düşmanlık duygusunun insanları nasıl ilkelleştirdiğini ve vah-
şileştirdiğini, Ömer'den dinliyoruz. Aşağı Sazan'ın sağanakta uğradığı felâ-
ketin Yukarı Sazan'ı sevindirdiğini görmek Ömer'in tüylerini ürpertiyor.
"Her zaman Hacı Rüstem'in oturduğu peykeye uzun sakallı bir ihtiyar
oturtmuşlardı.... Düşmemesi için iki koluna iki adam girmişti. Çamurlara
bulanmış, yarı çıplak bir adam onun ayakları dibinde yumruklarıyla göğ-
sünü dövüyor, korkunç bir sesle: "Aşağı Sazan takımıyla battı Baba.... Allah
öcümüzü aldı. Rahat öl gayri." diye haykırıyordu."42
İki köyün barışmasmda ise Ömer'in büyük rolü olmuştur. Güvenlerini
kazandığı birkaç kişiyi Aşağı Sazan'a yardım etmek gerektiğine inandırarak
41 Kan Davası, s. 186
42 Kan Davası, s. 266
yola çıkarlar. Aralarına Ömer'in öğrencilerinden birkaçının da katıldığı küçük
kafile Aşağı Sazan'lılar tarafından karşılanır. Yağmurdan taşarak köyü sel
basmasına neden olan çayın yatağmı değiştirmek isterlerken, iki köyden bi-
rer büyük ve çocuklardan ikisi ölürler, bundan sonra da iki köy barışırlar,
yazar bu barışmayı, yıllarca süren savaş sonunda ulaşılan bir barışa benzete-
rek şöyle anlatıyor:
"Ertesi gün Sazan'lar arasındaki hudut açıhyor; Aşağı Sazan'lılardan
bir heyet Fettah ile Osman'ın ölümlerini haber vermek için Yukarı Sazan'a
çıkıyor. Bu defa Fettah'ın cenazesini almak için dağdan bir heyet iniyor.
Aynı zamanda da Bozova Valisi, yanında başka bir heyetle Aşağı Sa-
zan'a "geçmiş olsun" demeğe gelmiştir.
Meydan kahvesinde yine bir divan kuruluyor.
Her muharebenin bir barışı vardır. Yukarı Sazan'dan inen yardım Aşağı
Sazan'ı, Aşağı Sazan'm uğradığı büyük felâket Yukarı Sazan'ı yatıştırmış-
tır."43
Belki de Ömer, bir aydın öğretmen olarak bu köye gelmeseydi, kan da-
vası daha yıllarca sürüp gidecekti.
Çoğunlukla aydınların çözümlemesi gereken sorunlar olarak ortaya
konulan ve yazarı zaman zaman karamsarlığa sürükleyen bu sorunlarla be-
raber Cumhuriyetin ilânından sonra Anadolu'da görülmeye başlanılan yeni-
liklere de değinilmiş. Bu yenilikler, Anadolu'daki monoton yaşayışı renklen-
dirmeye başlayan çoğunlukla memur aileleri tarafından düzenlenen salon
toplantıları, bu toplantılarda oynanan salon oyunları, balo, dans, devrimlerin
Anadolu'daki etkileri, Cumhuriyetin ilânından sonra din adamlarının düşün-
celerinde görülen değişiklikler gibi çeşitlilik gösteriyor.
Anadolu'ya sosyetenin girmesi demek olan balo ve salon oyunları, hep
aynı günleri yaşamaktan usanmış olan aileler tarafından büyük bir mem-
nuniyetle benimsenmekle beraber, her yenilikte önce görülen bazı aksaklık-
larda olduğu gibi, zaman zaman aileler arasında bazı tatsızlıkların çıkmasına
da yol açıyor.
Cumhuriyetin ilânmdan sonra görülen en önemli değişiklik devrimlerin
Anadolu'daki etkisidir. Bu etki en çok din adamları üzerinde kendini gös-
43 Kan Davası, t. 278
termiş, Şahin Efendi'nin, öğretim yapabilmek için mücadele ettiği sonunda
da yenildiği softaların haklarından devrimler gelmiştir. Bu tiplerden biri
olan Kavak Yelleri romanındaki müftünün davranışlarındaki değişiklikler,
devrimlerin etkisine bir örnektir.
"Evvelce de anlattığım üzere İstiklâl Mahkemesi dönüşü, müftü için
Avrupa dönüşü gibi birşey olmuştu. Eski fetvahane, muvakkithaneye çev-
riliyor, hattâ yeni dil cereyânı başladığı zaman adı kısa bir müddet Kurum
Evi oluyor, yeni ruhun ve inkilâp hareketlerinin adetâ bir ileri karakolu,
yahut daha doğrusu folluğu haline gelmeye başlıyordu. Meselâ 28 de yeni
yazı kanunu çıktığı zaman ilk dershane orada açılmış, Lâtin harflerini kara-
tahtaya ilk yazan onun titrek elleri olmuş, okumayı pek becerememekle be-
raber, hattatlığın yardımıyla yazıyı çabucak ilerletmiş, hattâ evvelce de ga-
liba söylediğim gibi hatt-ı sümbülîyi yeni harflere tetbik suretiyle bir de yazı
icad etmiştir. Dershaneden birincilikle ilk diplomayı alan odur.
Yeni yazılardan sonra yeni dil ve öz Türkçe cereyanı başlayınca müftü,
onda da yine kasabaya önayak olmak şerefini kendinden başkasına kaptır-
mamak istemiş, birçok öz Türkçe kelimeler derleyerek Ankara'daki Dil En-
cümenine göndermiştir
"4 4
Devrimin getirdiği yeniliklerden biri de Halkevlerinin açdmaya başla-
masıdır. Halkevi yapılabilecek binası olmayan yerlerde "Halk Odası" olarak
çalışmaya başlayan bu kuruluşun amacı "Kara kuvvet" olarak adlandırılan
ve her çeşit yeniliğe karşı olan cahil din adamlarıyla mücadele etmektir.
Ancak, bu yeniliklerin olduğu yerlerde, bir ilçe doktorunun "Hâsılı ka-
sabanın bir ucu anlattığım iskemle oyunu gibi sosyete oyunlarıyla yeniliğin
en son mertebesine ulaştığı halde öteki ucu aşağı yukarı Asr-ı Saadet hudut-
larından çok ilerlememiş bulunuyordu ve bu bakımdan benim durumumda
bir adamın bu yürüyüşe ayak uydurması son derece nazik bir meseleydi."45
sözleriyle belirttiği gibi, hem düşünüş hem de yaşayış yönünden tam bir ge-
rilik içindedir.
Yazarın eserlerinde, Anadolu'nun toplumsal sorunlarının yanı sıra
özelliklerini de yansıttığını görüyoruz. Bu özelliklerden biri Anadolu ille-
rindeki oteller ve bu otellerde karşılaşılan güçlüklerdir. Yazar, bunları adetâ
Anadolu'ya gidecek olanları uyarmak ne beklerken, ne bulabileceklerini be-
lirtmek amacıyla yazmış kanısını uyandırıyor.
44 Kavak Yelleri, s. 106
45 Kavak Yelleri, s. 47
Örneğin, modern olarak nitelendirilen bir otelin nasd olabileceğini, ken-
disinin kaldığı bu tip otellerden birini anlatarak göstermiş.
"Kız gibi donanmış asri otel bildiğimiz eski zincirb hanlardan biri....
Yan yana iki araba geçecek genişlikte kemerli bir kapı.... Birinci kat dükkân,
kahve, depo, ahır gibi şeyler.... Bunlardan bazılarının yüzü sokağa, bazıları-
nınki içeriki toprak avluya çevrilmiş
Kapının yanındaki iki tahta merdivenden hangisini beğenirseniz ondan
ikinci kata, yani asıl otel dairesine çıkıyorsunuz, Burada uzun ve karanlık
bir koridor.... Koridorun ön tarafına gelen kısmı penceresiz bir kale duvarı,
sokak kısmında sıra sıra oda kapıları "4 6
Çoğunlukla bu yapıda olan otellerde yataklarda temiz çarşaf, kışın so-
ğuk günlerinde sobada yakacak odun, yalnız yatabilecek bir oda, rahatça
temizlenecek bir banyo bulabilmek olanağı hemen hemen yoktur. Bazı illerde
iyi oteller varsa da bunlarda da yer bulunmamaktadır. Bunun nedeni de bu
otellerin memurlar tarafından işgal edilmiş olmasıdır. Bazılarında el yüz yı-
kamak kadar basit ihtiyaçlar için bahçeye çıkmak gereken yerli evlerine bir-
çok para vermektense ucuz fiyatla ponsiyoner olarak otelde kalmayı tercih
eden memurlar, oda sayısı az olan otelleri kapatmakla; gelip geçen yolcular
açıkta kalmaktadır. Memurlara hak veren yazar, bu durumu yolcular için
-"Fakat yolcu gözüyle bakınca bu hal insana bekâr memurların sokakta ka-
lan misafirlere karşı zalimane bir suikast gibi görünüyor." ifadesinde belirt-
tiği gibi bir suikast olarak nitelendiriyor.
Anadolu'nun göze çarpan özelliklerinden biri de köy meydanlarında
muhakkak bulunan, ilçe çarşılarındaki dükkânlardan bir kaçını meydana
getiren kahvelerdir. Çoğunlukla, işsizlerin toplandığı ya da erkekleri tenbelliğe
alıştıran yerler olarak nitelendirenlere karşı kahvelerin toplumumuzda oy-
nadığı rolü şöyle anlatıyor:
"Kahve, dünyanın en asîl ve kıdemli demokratı olan bu milletin, uzun
zaman, toplantı yeri oldu. Sınıf farkı pek gözetilmeden orada dizdize oturulur,
dertleşilirdi. Aile meseleleri, mahalle meseleleri, memleket meseleleri, orada
münakaşa edilirdi. Tarihin "Yabancı elemanlar bir arada yaşamağa başla-
dıkları vakit kafaca hangisi mütekâmilse, o, ötekileri yutar" diyen ezelî hük-
mü yerini bulur, kim en çok biliyor, en güzel söylüyorsa o, "mîr-i kelâm"
46 Anadolu Notları, s. I. , s. 49
olurdu. Uzaklardan gelen yolcular, seyyahlar, dervişler ilkönce kahveye gelir-
ler, en taze yabancı il havadisleri orada duyulurdu. Karagözün, meddahın
sahnesi kahvelerdeydi. Âşıklar, saz şâirlari orada imtihan olurlardı."47
Yazar, kahvelerin zararh yanlarını da kabul etmekle beraber, o yıllarda
bile kahvelerin uygarlaştırma yönünden görevlerini sürdürdüklerini de belir-
tiyor.
Yazarın birkaç yerde değindiği başka bir özellik ise Anadolu halkındaki
kuvvetli din inanışı nedeniyle yatırlara verilen önemdir. Anadolu Notları'nda
yazarın kendi çocukluk anıları arasmda verdiği İzmir'deki sütninesiyle bera-
ber gittiği "Mızraklı Dede", Çalıkuşu'nda Feride'nin öğretim yaptığı ve kal-
dığı okulun arkasındaki mezarlıkta, Hatice Hanımın her akşam kandilini
yaktığı yatır ve Değirmen'de bir gece çıkan yangında yanması büyük olay-
lara neden olan "Kelâmi Baba" türbesi bunlardandır. Yatırların halk için ne
derece önem taşıdığı "Kelâmi Baba" türbesini anlatan şu satırlarda bebrtil-
miş.
"Kelâmi Baba türbesi bir nevi enbiya tarihi müzesiydi. Orada kocaman
bir kemik vardı ki Yunus Peygamberi yutan balığa, bir sopa vardı ki Haz-
ret-i Musa'ya âit olduğu söylenirdi. Yine orada Hazret-i Nuh'un gemisinden
kopmuş bir tahta parçasıyla Eyüp Peygamber'in fukaralığı zamanında üstün-
de yattığı kerevet görülürdü.
Miskinlik, uyuz gibi hastalıklara tutulanlar bu kerevetin üstünde bir
kere yattıkları gibi Allah'ın izniyle bir hatta içinde tertemiz olurdu.
Sonra türbede Osmanlı halifeleri tarafından hediye edilmiş bazı kıymetli
eşya da vardı
"4 S
Oldukça çok yer gezen yazarın dikkatini çeken bir özellik de Anadolu'da
zamanlar ve yerlerin birbirine yakın oluşlarıdır. Bazı yerler, İstanbul'un bir-
kaç semtinin Meşrutiyetten önceki yıllardaki görünüşünü verdiği gibi, bazen
de bu benzeyiş yüzünden hep aynı yerlerde dolaşıldığı kanısı uyanıyor. Bir
Anadolu tablosu diyebileceğimiz bu görüntü aşağıdaki satırlarla canlandı-
rılmış :
"Bir sokak daha dönelim. Toprak kulübeler arasmda bir arsa
Ortada
bir bostan kuyusu ile bir eşek
Eşeğin arkasına yirmi, otuz metrelik bir
47 Anadolu Notlan, C. I„ s. 128
48 Değirmen, t. 151
ip, ipin ucuna da bir kova bağlanmış... Hayvan kuyu ile kulübelerden biri
arasındaki yol üzerinde akşam piyasası yapar gibi ağır ağır gidip gebyor....
Onun her geliş gidişinde kova bir kere kuyuya dalıp çıkıyor, böylelikle de
kulübelerin su ihtiyacı gideriliyor
Bu usulün tarihin hangi devrine ait olduğunu pek kestiremiyeceğim
amma herhalde çok eski zamanlarda yaşadığımıza şüphe yoktur
Bazı bir ova yolunda saatlerce gidersiniz, Karşınıza bir köy çıkar... Hay-
retle düşünürsünüz: "Ben bu alçak, toprak kulübeleri, bu sokakları; teker-
leğinin biri çıkmış bu öküz arabasını; onun üstünde tünemiş tavukları, yarı
çıplak çocukları; biraz ötede omuzunda testi ile su taşıyan yalınayak küçük
kızı, sırtında bir çalı demetiyle yokuştan inen peştemallı büyük anayı bir
saat evvel bir daha, iki saat evvel bir daha gördüm, sakın araba beni bir daire
etrafında dönüp dolaştırdıktan sonra hep aynı yere getirmesin?"49
Anadolu'nun bir özeüiği olarak bu tabloyu tamamlayan diğer yerler de,
ilçelerde çoğunlukla birbirine benzeyen, ilçe erkeklerinin toplandıkları yerler-
dir. İlçeye herhangi bir görevle gelen memurlar da çabucak bu yaşayışa ken-
dilerini uydurur ve bu toplantılara katılmaya başlarlar. Bu toplantı yerlerini
bir ilçe doktorundan dinleyelim:
"İlk geldiğim zaman, kasabanın başlıca toplantı yerleri belediye mey-
danındaki bahçeb gazino, Derboyu'ndaki Müslim Bey Eczahanesi ve bir de
Müftü Efendi'nin Asmalıçarşı'daki muvakkithanesi idi. Memurların çoğu
akşam üstü işlerinden çıktıktan sonra mutlaka bir iki saat üç yerden birine
uğrarlardı. En kalabalığı gazino idi. Sonra eczahane gelirdi. Fakat orası daha
ziyade bir açık hava kulübüne benzerdi..."50
Yazar, ayrıca küçük yerlerde zengin ailelerin kurdukları üstünlük, Ana-
dolu'daki geniş ailelerde görülen miras davaları, aralarındaki çekişmelere
rağmen, dışardan gelecek tehlikelere karşı ailenin bireylerinin nasıl birleştik-
leri, küçük bir haberin hemen etraftan duyulması, çeşitli konularda çıkarı-
lan dedikodular gibi özellikler üzerinde de duruyor.
Eserlerinde, bir yandan da bu sorunlar içinde yaşantısını sürdüren
Anadolu'Iuyu tanıyoruz. Kendi gözlemlerine dayanarak:
"Bu insanların, yine kadın erkek, gözleri pektir. Ufak tefek ağrıya, acıya
aldırış etmezler. Yalmayak gezerken tabanlarına taş batar, odun yararken
49 Anadolu Notlan, C. I., s. 5-6
50 Kavak Yelleri, s. 73
gözlerine yonga sıçrar; hattâ otların arasında bacaklarını yılan sokar
Bütün bunlara peygamberler gibi tahammül ederler."51 şeklinde belirlediği Ana-
dolulu tipleri veriyor.
Bunlar arasında, yazar kışın soğuk günlerinde birkaç gün kaldığı bir
otelde, müşterileri üşütmemek için, yorulmak bilmeden etraftan yakacak
toplayan, her çağıran müşterinin hizmetine koşan genç, gözü pek bir Ana-
dolulu'yu canlandırır.
"Son derece çalışkan becerikli ve ağır başlıdır. Çiftliğe giren serserileri
silâhla kovalamak kadar her iş ellerinden gelir. Birbirinden güç farkedilen
kara yağız çehreleri, pek az kadında görülmüş derecede iki vücutları ve iş
zamanlarında bacaklarına geçirdikleri poturları ile kadından ziyade erkeğe
benzerler ki hiçbir yerden bir tâcizlik görmeden koca çiftliği idare edebilme-
lerinin bir sebebi de budur..."52 ifadesinde tanıtılan üç kız kardeş ise, ken-
dilerine yakın erkeklerini kaybettikleri için sahip oldukları çiftliğin idare-
sini üzerlerine almış, âdetâ erkekleşmiş fakat saflığını ve tatlılığını kay-
betmemiş Anadolu kadınını canlandırıyorlar.
Anadolulu'nun özellikle Anadolu köylüsünün en belirgin yanlarından biri
de acıları tabii karşılaması, kadere boyun eğmesidir. Kan Davası'nda tanıtı-
lan bir ailenin ikisi kız, biri erkek olan üç çocuklarından iki kız sağlıklı, 7-8
yaşlarında olan oğlan ise hastadır. Aile bu çocuğu yok saymaktadır. Bir ağa-
cın gölgesine kendi halinde bırakılmış olan çocuğun bir raslantı olarak eve
misafir gelenler tarafından görülmesi anne-babanın sadece canım sıkar. Ço-
cuğun ölümünü önceden kabullendiklerini, erkeğin karısına söylediği aşağı-
daki sözler ve kadının davranışı açıkça gösteriyor.
"-Ne olacakmış sanki!.. Nasip ne zamansa bir yol daha ağlayıp bağıra-
caksın geçip gidecek.
Garibi şu ki, kadın da onun gibi duygusuzdur. Kocasının bu korkunç
sözlerine onun mavi gömleğinde görüp tırnaklarıyla çıkarmağa uğraştığı bir
çamur lekesinden daha az ehemmiyet veriyor "5 3
Zaman zaman yüzüne gülünerek aldatılmaktan yılan köylü, dalkavuk-
luktan hoşlanmaz. Öğretmen Ömer'in köylüleri çocuklarını okula gönder-
meye kandırabilmek için düşündüğü çarelerden biri de aklı başında olan köy-
51 Kavak Yelleri, s. 27
52 Kavak Yelleri, s. 52
53 Kan Davası, s. 154
lüleri bir araya toplayıp yüzlerine gülmektir. Fakat, uzun süredenberi Ana-
dolu'da bulunan ve Anadolu köylüsünü yakından tanıyan mühendis Murat
Bey köylünün dalkavukluktan hoşlanmadığını şu sözlerle açıklıyor:
"
köylüyü ifrit eden zaten bu dalkavukluklardır. Dün yolda
çocuklara yaptığım gibi: "Köylüler kadar mübarek, müslüman insan var
mıdır?" diye başladın mı anlar: "Bakalım yine neremizden vurmağa geldi?"
diye kuşkulanırlar " 5 4
Anadolu'lu karakterinin verilişi yanında köy ve ilçelerin belli tipleri
olan, ebe, muhtar, diri inançları çok kuvvetli olan Anadolu'lu üzerinde he-
men hemen hâkimiyet kuran din adamları ve ilçenin ya da köyün her der-
dine koşan, halkı kendisine bağlayan becerikli kadınları tanıyoruz. Anadolu'
nun günlük yaşantısında önemli rol oynayan bu kadınlardan biri aydın bir
kişi olan ilçe doktorunu bile kendisine bağlayan "Karabağlı Yenge"dir.
"Karabağlı Yenge, açıkgözlüğü ve çakırpençeliği sayesinde çabuk belini
doğrultmuş ve kasabanın meşhur simaları arasına girmiştir. Bütün belb başlı
ailelerin evlerine girip çıkar ve bu evlerdeki insanlardan her birinin ayrı ayrı
avucunun içine alır. Hafakanı yahut basurmemesi olan ihtiyar kadına, onun
kocakarı ilâçları hekim ilâcından ziyade tesir eder.'Nasıl ki, bir aralık geçir-
diğim uzun bir anteritte, kendi ilâçlarımdan ümit kestiğim, tedavinin arka-
sını bıraktığım bir zamanda onun zorla içirdiği bir takım ot ve kök suları ve
hastalığımın taban tabana zıddı olduğunu bildiğim halde dayanamıyarak
yediğim bazı karmakarışık, fakat çok lezzetli yemekleri beni iyi etmiştir.
Karabağlının genç kadınlar nezdindeki itibarı daha da büyüktür. Kav-
galı zamanlarında kaynanalarıyla, kocalarıyla aralarını bulur, çocuğu olmayan-
lara nasihatle ve yine bizce meçhul bir takım ilâçlar verir; çarşıya çıkmaya
ihtiyacı olanlarm önlerine düşer, dükkân dükkân gezer; kâh tatb dil dökerek,
kâh bağırıp çağırarak dükkâncıları serseme çevirip iyi bir mab en ucuza fi-
yata satın alır. Gelin çeyizi düzme gibi daha ehemmiyetli işlerde yalnız pazar-
lığından değil, zevkinden de istifade etmek için onu vilâyete kadar götürür-
ler. Evlenecek kızlar ve hele evlatlıklarla kimbilir ne konuşur ki, bu gibileri
onu karabağlı yenge diye yere göğe koymazlar."(55)
Anadolu'nun yerli tipleriyle beraber Anadolu'daki çeşitli memur tipleri,
özelbkle yöneticilik görevini yürüten kaymakam, belediye başkanı ve vali-
ler tanıtılmış, Bunların bazıları gene, idealist, istediklerini yapamamaktan
54 Kan Davası, s. 139
55 Kavak Yelleri, s. 147
yakınan, bazıları da bulundukları görevden ayrılma korkusu içinde nab-
za göre şerbet vermesini bilen politikacı tiplerdir.
Görülüyor ki yazar, Anadoluyu bütünüyle benimsemiş ve eserlerinde göz
önüne sermiş. Ancak, bu sergilemede, ilgilenilmeyiş ve cehalet yüzünden or-
taya çıkmış olan sorunların daha fazla yer aldığı görülüyor.
Yazar, Anadolu Notları'nın birinci cildi yayınlandığı zaman, kalkınma
çabası içinde olan Anadolu'yu halkın ve gençliğin gözüne daha başka göster-
mek gerekirken bunun aksini yaptığı gerekçesiyle bir dostu tarafından
eleştirildiğini belirterek bu eleştiriye kendisinin nasıl bir vatansever olduğunu
açıklayan aşağıdaki cevabı veriyor.
"İnsanları sevmek gibi memleketi sevmenin de tek şekli yoktur. Aşk
vardır ki cezbeye benzer; insana sevdiğini hiçbir eksiği olmayan bir ideal
gibi gösterir. Bu belki aşkın en makbul şeklidir. Fakat öylesi de vardır
ki karanlıkta nöbetçi gibi daima pusuda ve kuşkudadır; en ehemmiyetsiz gölge
ve pıtırtıdan evhama düşer.
Gene aşkın öylesi vardır ki sevdiğinde kusur görmeye tahammül edemez.
İyi giden taraflardan ziyade aksayan ve geri kalan tarafları görmeğe ve bun-
lardan endişe duymaya meyleder.
Bu nihayet bir kabiliyet ve istidat meselesidir ve zannediyorum ki saydı-
ğım sevgi çeşitlerinin hepsi bir memleket için ayrı ayrı lâzımdır; faydalı-
dır. Ben herhalde bu son katagoriden bir insan olacağım ki aşkın bu tarzını,
sakat, geri ve tehlikeliye arka çevirmeyen, idealist bir aşkı daima üstün tu-
tuyorum." (56)
Bu cevabı ile aym zamanda, görmezlikten gelmekle meselelerin çözüm-
lenmeyeceğini de açıklamış oluyor.
56 Anadolu Notlan, s. 95