İsmet ÖZEL'in Kültür Ocağı Vakfı'nda `Türklük Şuuru` üzerine verdiği konferansın konuşma metni.
28 Ağustos 2007
(21 Ocak 2006)
Selamun Aleyküm. Bir şeyler söylemeden önce bir noktada anlaşmamız gerektiğini düşünüyorum. Türkiye’de insanlar arasında doğrudan iletişim kurma imkânı yoktur. Yani şimdi burada yapacağımız. konuşma sembolik bir şey olacak. Gerçekten kelimelerin neye tekabül ettiği konusunda bir anlaşmaya varamayacağız. Çok gecikmeden bu çok karmaşık gibi görünen fikir yapısını toparlayalım: Birçoklarının kıymetinin üstünlüğü hususunda sözbirliği ettiği “ifade hürriyeti” dediğimiz şey Türkiye’de olmayan bir şeydir. Türkiye’de değme totaliter rejimlerde bile olmayan bir ifade sınırlaması ve yasağı var.
Sağ veya sol bütün totaliter rejimlerde şüphesiz ki rejimin aleyhine konuşmak mümkün değil. Yani solcu ya da sağcı totaliter rejimler kendi görüşlerinin sınırları içindeki ifadelere imkân tanır, kendi görüşlerinin ortaya çıkardığı ölçülerin dışında kalan şeylerin söylenmesine ise izin vermezler. Bu demektir ki o totaliter rejimlerde, o totaliter rejimi totaliter rejim haline getiren görüşlerin doğrultusunda, paralelinde ve o görüşleri destekleyen mahiyette her şeyi söyleyebilirsiniz. Türkiye’de işte böyle bir imkân yoktur. Çünkü Türkiye’deki totaliter rejim kendisinin neye taalluk ettiğini söylememiştir bize. Türkiye’de devletin tebası olmamız hasebiyle neyin müdafii olduğumuzu bilmiyoruz. O yüzden Türkiye ile ilgili gerçekleri de söylemek mümkün değildir. Yani neyin ne olduğunu söyleyemeyiz. Diyeceksiniz ki Türkiye en azından 1923’de cumhuriyetin ilanından itibaren Kemalist bir doktrinin şemsiyesi altında bulunmaktadır. Dolayısıyla Kemalizm zemininde anlaşmamız mümkündür. Hayır, değildir. Çünkü diyelim ki Sovyetler Birliği yaşarken Marksist mentalite ne idiyse, İtalyan faşizmi yaşarken, Alman Nasyonal Sosyalizm’i yaşarken devletin görüşü ne idiyse, onun gibi bir görüş Türkiye’de yok. Yani Hitler Almanya’sında bir Nasyonal Sosyalist olarak görüşlerinizi ifade edebiliyorsunuz. Çünkü Nasyonal Sosyalizm’in ne olduğu üç aşağı beş yukarı belli. Türkiye’de ise neyi savunmamızın mecburiyet taşıdığı, neleri eleştiri konusu yapacağımız asla belli değildir. Yani Kemalizm adı verilen şey her ne ise –ki bir doktrin değil- dayanak kabul edebileceğimiz bir esası yok. Peki, Kemalizm Mustafa Kemal’in şahsına ilişkin bir şey mi? Yani onun hakkında kötü bir şey söylemeyeceksin, o zaman istediğin şeyi söyleyebilme ruhsatı senindir. Böyle bir şey de yok. Türkiye’de herhangi bir konu hakkında bir şey söylemek, herhangi bir esasa bağlanmış değil. Bu şartlar altında ben size bir şeyler söyleyeceğim; ama bakalım ne olacak? Aramızda bir anlaşma doğacağını hiç tahmin etmiyorum. Çünkü bizim anlaşmamız için birlikte içinde bulunmayı kabul ettiğimiz kavramlar bütününden yoksunuz. Bu böyle oldu memleketimizde. Öteden beri böyle mi bilmiyorum. En azından Cumhuriyetten sonra böyle. Yani ne yapacağımıza birileri bize böyle yaparsan yolun açıktır dediği zaman karar verebiliyoruz. Size o “birileri” tavsiye ettiği için hitap etmiyorum. Konuşmamın adını “Türklük Bilinci” koymayı ben istedim. Bu konuda size bir şeyler söylemek tercihi benimdir. Bilin ki söyleyeceklerimin hepsi size ancak söyleyebildiğim şeylerdir, söylemeyi becerebildiğim şeyler değildir. Bir şeyler söyleyeceğim. Ama bunların ne olduğunu siz hiçbir zaman tam olarak kavrayamayacaksınız. Çünkü tıkanıklık yaratan iki şey var bizde: Bize ifade ortamının sunacağı sadece resmi otoritenin koyduğu yasaklar değildir; aynı zamanda yanılsamalarımız ifade ortamının bir parçasıdır. Biz Türkiye’de yaşayan insanlar olarak öyle yalan yanlış şeylere inandırılmış, öyle kabul edilemez şeyleri kabul etmişiz ki, insanlara kendileri hakkında ya da birlikte yaşadıkları insanlar hakkında ne söylersen söyle, söylediğin şeyler asla mantıklı gelmez.
Türklük meselesi de bu karmaşık işlerin başında yer alan bir şeydir. Fuad Köprülü daha doğrusu Köprülüzade Fuad diyelim, çünkü anlatacağım vakıa soyadı kanunundan önce olmuş bir şey. Köprülüzade Fuad, Arap harflerinin yerini Latin harflerinin alması fikrine muhalif bir zat imiş. Bu konuda da beyanları sözlü ve yazılı olarak varmış. Fakat bir gün kendisinin Sultanahmet’teki ikametgâhına Mustafa Kemal bizzat gitmiş. O akşam ne kadar konuştularsa konuşmuşlar. Ertesi sabah Köprülüzade Fuat, Latin alfabesi lehine bir yazı yazmış. Durumu bilen arkadaşları, ahbap çevresi müstehzi bir şekilde: “Ne oldu Fuad?” demişler. O da cevaben: “Ben, Zeki Velidi Bey gibi kitaplarını kolay taşıyan birisi değilim” demiş. Ne demek bu? Zeki Velidi Togan Türkiye’yi terk etti. Neden terk etti? Çünkü bu şartlarda bu memlekette ilim yapılamaz. Nedir o şartlar? Türk Tarih Kurumu’nun -bugün hala ilk mekteplerde var mıdır bilmiyorum- bir göç haritası vardır. Türkler, Orta Asya’dan her tarafa yayılmışlar. Ben ilkokulda okurken bir harita vardı. Dünyanın yüzeyi sarı bir şeydi. Kırmızı oklar her yere gidiyordu. Bize çocukken böyle bir şey öğretmişlerdi. İç deniz varmış Orta Asya’da. Daha sonra o iç deniz kurumuş. Ondan sonra da herkes geçinmek için ortalığa dağılmış. Zeki Velidi Togan bunun böyle olmadığını biliyor. Ama Türk Tarih Kurumu bunu resmi tez olarak kabul etmiş. Jeolojik bilgi olarak da hiçbir kitapta böyle bir şey yok. Ama bizim yüksek bilginlerimize göre var. Orta Asya’daki iç deniz kurumuş. Millet de oraya buraya dağılmış. İşte Zeki Velidi Togan, Türk Tarih Kurumu’nun böyle bir tezi resmi tez olarak kabul etmesi üzerine İsviçre’ye gitmiş. Bu şartlarda, bu ülkede bilgi üretemem diye düşündüğü için. Köprülüzade Fuad da diyor ki “Ben kitaplarımı Zeki Velidi Bey gibi kolayca taşıyan birisi değilim.” Kitaplarını taşımayı göze almadığı için, muarızlarından birisi olduğu halde Latin alfabesinin müdafilerinden birisi haline geldi,. Böyle bir düzenimiz var. Ne konuşacaksak, bu düzen içinde konuşacağız... Kitaplarımı taşımak benim için mesele değil. Ben hangi şartlar altında bulunduğumu erken yaşlarımda öğrendiğim için dert olarak kendime kitaplarımı taşımayı seçmemişimdir. Bir şey söylenebilecekse söylerim. Söylenmeyecek şeyi de söylemem. O hükümden vazgeçmediğim halde onu söylemem. Dolayısıyla söylediklerim gerçek fikirlerim değildir. Çünkü gerçek fikirlerimi söylediğim, zaman ağzımı açmamam lazım. Bu Türkiye’de herkes için geçerli olduğu halde insanlar kendilerini yalanlara alıştırdıkları için öyle bir şekilde konuşuyorlar ki söylediklerini sanki hakiki fikirlerini söylüyormuş gibi söylüyorlar. Ama böyle bir şey yok. Bu yüzden de hepimiz meraka değer bir iletişim ortamı içinde bulunuyoruz. Bakalım benim ifade ettiklerim karşısında siz nasıl bir tutum benimseyeceksiniz?
Şimdi Türklük bilincinden bahsedeceğiz. Bilinç dediğimiz şey nasıl bir şey? Edmund Husserl adını taşıyan filozof düşünce dünyasına şunu hediye etmiştir: “Bilinç kendi başına bir şey değildir, bilinç bir şeyin bilincidir.” Yani bilinç diye böyle mücerret, yersiz yurtsuz bir şey yoktur. Bilinç dediğimiz şey bir şeyin bilincidir. Biz de Türklüğün bilincinden bahsedeceğiz. O halde önce o bilincinden bahsedeceğimiz şeyin ne olduğunu bilmemiz lazım. Türklük hakkında gerek bir malumatımız, gerekse bir kavrayışımız olmalı ki Türklük bilinci edinebilelim. Şimdi bu ciddi bir şeydir. Türklüğün ne olduğunu bilmemiz lazım. Türklüğün ne olduğunu nerden öğreneceğiz? Böyle bir şey nereden çıkıyor? “Ey Türk titre ve kendine dön!” dendiği için mi biz Türklükten haberdarız? Böyle bir ihtimal yok. Orhun-Yenisey yazıtları bin sekiz yüz doksan küsurda okunmuş. “Bakın orada böyle yazıyor, Türk diye bir şey varmış,” dememiz mümkün değil. Çünkü bu bize çok geç ulaşan bir bilgi. Türk dediğimiz şeyin ne olduğunu anlamak için Orhun yazıtlarına başvurmamız manasız bir şey. Manalı olan hangisi acaba? Bizim kendimize Türk dememiz manalı olabilir mi? Bu da pek manalı değil. Çünkü bizim kendimize Türk dememiz Orhun yazıtlarından da sonra vuku bulmuş. Türk, yaşadığımız coğrafyada kullanılan şekliyle henüz medeni vasıfları edinmemiş bozkır ahalisin adıydı. O yüzden bizim dilimizde atasözüne benzer bir şey vardı: “Al turpu vur Türk’e, yazık oldu al turpa.” Böyle bir şeydi Türk. Sonradan Türk diye bir şeyden olumlu anlamda haberdar olduk. Ne kadar sonra? Bize Türklük lazım olduktan sonra. Bize, bir zaman geldi ki Türklük lüzum etti. Biz Türkleşmeyi başardığımız sırada değil, Türk olmayı iyi bir şey saydıktan sonra kendimize Türk dedik. Daha önce Türk denince kaba saba bir şey anlaşılmasından rahatsız olmuyorduk. Şimdi artık Türk nedir diye sorduğumuz zaman bunun gündemimize tekrar anlaşılması gereken bir şey olarak girdiğini görüyoruz.
“Türk bir milletin adıdır.” Bu cümleyi kolayca anlamak mümkün değildir. Bunu bir çırpıda anlamak neden mümkün değil? Milletin ne olduğunu bilmediğimiz için. Arapça kökenli bir kelime olarak millet derken neyi kastediyoruz? Millet ve ümmet kelimeleri etimolojik olarak birbirine yakın şeyler. Ama biz Türkler millet kelimesini mesela şöyle de kullanıyoruz: “kadın milleti”, ”köylü milleti”, “esnaf milleti”. Öyleyse Türk böyle bir milletin adı değil. Türklerin milletliğinden söz etmemiz net bir kavrayış sağlamıyor bize. Türklüğü netlikle kavrayışımız onu lüzum ettikten sonra baş vurduğumuz bir ibare olarak ele aldığımızda mümkün olacak. Biz bir toplum olarak Türk’ten onu, bir hedefin aracı, bir hedefe varmanın aleti sayarak haberdar olmuşuz. Nedir o hedef? Aslında bir hayli olumsuz bir şey. Yani modern zamanlarda Türk, karşımıza ortadan kalkması halinde varlığımızı kaybedeceğimiz bir şey kıyafetine bürünerek çıkmış. Pozitif Türk, birinci derecede negatif bir hedef sebebiyle tebellür etmiş. Yani Türk diye, Türklüğün ortadan kalkması halinde birer fert olarak kendimizi varlık alanından silinme tehlikesi ile karşı kaşıya bulduğumuz şeye demişiz. Menfi hedefimiz pekâlâ müspet bir şey olarak düşünülebilir ve dünyada üstün bir niteliğin temsilcisi olan, dolayısıyla ulaşılması gereken bir şey olarak Türklükten bahsedebiliriz.
“Türk bir milletin adıdır”. Bu cümle, bir hedefe sahip olsak da anlaşılmaz bir şey. Çünkü biz millet dediğimiz zaman diğerlerinden cismanî vasıflarıyla ayrılan bir kavmi mi kastediyoruz; yoksa Avrupa’da XVII. yüzyıldan itibaren doğan medeniyetin ortaya çıkardığı sosyal bir varlığı mı kastediyoruz. Siz şimdi bana bir “Türk milleti var” bir de “Fransız milleti var” dediğiniz zaman ikinci şıkkı seçmiş olursunuz. Bu takdirde Avrupa medeniyetinin ortaya çıkardığı bir ulustan (nation), bir sosyal varlıktan bahsediyoruz demektir. Ama Çinli de var Türk de var dediğiniz zaman, o başka bir şey. Çünkü bu tasnif Avrupa medeniyetinin ortaya çıkardığı bir şey değil, farklı bir şey. Tıpkı Hintli dermiş gibi, Çinli dermiş gibi, Arap, Fars, Latin dermiş gibi Türk’ten bahsediyorsak, böyle bir ayrım yapıyorsak; kastettiğimiz bir çeşit “kavim-medeniyet” arası bir şeydir. Bu konuda kafamızı aydınlığa kavuşturmamız lazım. Türk dediğimiz şey -bazı hamasi ifadelerde olduğu gibi- “Tarihten önce de vardık, tarihten sonra da varız ” gibi bir şey midir; yoksa bugün dünya üzerinde fonksiyonel bir yeri olan bir insan topluluğu mu? Bütün bunları açıklığa kavuşturabilmek için kendimizin dünyayla ilişkisi konusunda bir açıklığa, sarahate, netliğe, aydınlığa kavuşmamız lazım. Dünyayla olan ilişkimiz nedir? Bunu kendimiz anlayabilirsek Türklük meselesinde de bir kavrayış yoluna girebiliriz.
Biz yaşarken, yaşadığımız süreç içerisinde, dünyayı tanımak mı istiyoruz, yoksa derdimiz bir dünyayı kaçırmamak mıdır? Doğru, dünyaya geldik, belli bir zaman yaşadık. Bu belli bir zaman yaşamanın sonunda bir kırılma noktası diye bir şey var. İnsanların çocukluğu geride bırakıp, akıl baliğ oldukları döneme buluğ çağı da diyorlar. Artık o dönemden sonra insanların yetişkin olarak hayatları var. Yani önce bir çocukluğumuz var. Bir çağımız geliyor ki buluğa eriyoruz. Buluğa erdikten sonraki hayatımız başka bir hayat. Onun için -Arapça bir ifade- ona akıl baliğ olmak diyorlar. Demek ki çocukluğa mahsus zihnî kategorilerimizin, çocukluğu geride bıraktıktan sonraki kategorilerimizden farklı olması esastır. Şimdi bu ikinci dönemde -yetişkin diye tanımladığımız dönemde- biz dünyayı tanımayı mı seçtik? Dünyadan istifade etmeyi mi seçtik? İnsan olarak bu birinci tercihimiz ve bu tercihimiz dolayısıyla bir şeyleri anlarız veya anlamayız. Dünyayı tanımayı seçtiysek dünyanın karşısında yerimizi de seçmiş oluruz. Dünyayı tanımayı seçmek demek, iyi ve kötü ayrımı yapan yaşamayı seçmek demek. “Ben dünyayı tanımayı seçtim” diyenler; iyi olanları kendime yakın tutacağım, kötü olanları da kendimden uzak tutacağım, diyenlerdir. Nasıl yani? Bunun İslam’daki ifadesi “meşru bir hayatım olacak” veya “gayrimeşru bir hayatım olacak” biçimine girer. İnsan bu seçmeyi akıl baliğ olduktan sonra yapar. Akıl baliğ olmadan insanların bu konuda tercih hakkı yoktur. İnsanlar buluğa erinceye kadar helal haram hesabı yaparak yaşamazlar. Ancak buluğa erdikten sonra insanlar helal ya da haram meselesine muhataptırlar. Dolayısıyla dünyayı tanımak mecburiyetindedirler. “Ben bunu yapıyorum, helal mi haram mı?” derler. Ama biz bu yolu seçmeyebiliriz. Dünyayı tanımayı seçmeyebiliriz. Neyi seçebiliriz? Dünyadan istifade etmeyi seçebiliriz. Yani hazır dünyaya gelmişken şu dünyayı kaçırmamayı tercih edebiliriz. O zaman dünyayı tanımak birinci derecede önemli değildir. O zaman bir filmi kaçırmamak gibi dünyayı kaçırmamak diye bir şey vardır. “Gelmiş eline fırsat, sen bunu yapmayacak mısın?”
Bektaşi çok sıcak ramazan günü dayanamamış, su içmeye başlamış. Birisi ona demiş ki: “Yahu! Bunu yapmaya utanmıyor musun?” “Bana bak demiş” o da cevaben: “Ramazan seneye yine gelir. Ama bu can gitti mi bir daha gelmez.” Şimdi bizim tercihimiz bu istikamette olabilir. Çünkü kim olursa olsun bütün insanların bir tek hayatı var. “Bu hayatın hakkını vererek yaşamak istiyorum” diyebilir bir adam. Onun için bu hayattan istifade eder. “Gençlik elden gitmeden...” diye düşünür. Ama başka bir tanesi der ki: “Ben bu hayattan istifade etmeyi değil, bu hayatın ne olduğunu anlamayı tercih ediyorum.” Yapılan bu tercihler sebebiyle insanlar hakkında bir karara varabiliyoruz. Bu tercihler toplumda durdukları yer bakımından insanları birbirinden ayırıyor ya da iki kategoride insandan bu tercihler sebebiyle söz edebiliyoruz. Birileri bu dünyayı tanımayı öne almışlar, diğerleri dünyadan istifade etmeyi öne almışlar. Bu vakıayı herkes hayatından örneklendirebilir. Şimdi dönelim Türklük meselesine. Biz bir şeyleri ancak dünyayı tanımak meselesinde bir tercihte bulunduğumuz zaman kavrayabiliriz. Dünyadan istifade etmeyi düşünüyorsak, hiçbir şeyi kavramamızın lüzumu yoktur. Süleyman Demirel’in dediği gibi: ”Dün, dündür. Bugün, bugündür.” Her şeyi oluruna bırakarak yaşarız. Yani ortamın yüklediği anlam gereğince şu şudur, bu budur. Şu doğrudur, bu yanlıştır dememize lüzum yok. “Bugünde bu yapılıyor, bunu yapıyorum”, dersiniz, olur biter. Çünkü siz dünyayı kaçırmak istemiyorsunuz. Oysa tanıma meselesi esastır. Tanımayı tanımamız lazımdır.
“İnsan yerle gök arasındaki kıstaktır”
Bu dünya dediğimiz şey ne? Dünya dediğimiz şey acaba fiziki bir şey mi yoksa kavramsal bir şey mi? İnsanlar bu dünyada birer fizyolojik varlık olarak mı yer tutuyorlar, yoksa insanların dünyada bulunuşu bir iş yapmak, bir işlevi yerine getirmek gayesine mi mâtuftu? Tarih dediğimiz şey, ister istemez olacak şeylerin tarihi midir? Yoksa tarih insanların belli tercihlerde bulunup, kendilerine belli yollar çizdikleri hadiselerin bütünü müdür? “Mutlaka bu iş böyle olacaktı.”, denebilir mi tarih için? Yoksa “Şu şöyle olsaydı, bu böyle olacaktı”, dediğimiz bir şey midir tarih? Olmuş olanla olması gereken aynı şey mi? Dikkat edersek farkına varırız ki insanlığın başlangıcından beri dünyayla ilişkimiz bakımından aynı yerde duruyoruz. Hâlâ tercih bizim: “Kardeşim ne yapalım, Sovyetler çöktü, globalizm geldi, bakalım bundan sonra ne olacak” diye mi düşüneceksiniz; yoksa “O iş başka türlü kavranabilir. Şuradan gidersek şu olur, buradan gidersek bu olur”, mu diyeceğiz? İşte ben, ikincisinin insana yakıştığı görüşündeyim. Yani tarih dediğimiz şey, mutlaka o işler öyle olacak diye gerçekleşmiş şeylerin toplamı değildir. İnsanların tercihlerinin rol oynadığı, insanlarının önemlerinin vaki olduğu, insanın öneminin ortaya çıktığı bir şeydir, tarih. Türk’ten bahsedeceksek, işte bu tarih sahnesinde yer alan bir Türk’ten bahsetmemiz lazım. Adına Türk denilen şey tarih sahnesine ne olarak, nasıl çıkmış? Türk’ün ne olduğunu anlamak için onun tarih sahnesindeki yerini bilmemiz lazım. Türk’ü tanıma bahsinde eğer insanın fizyolojik özelliği belirleyici idiyse o zaman 2. Dünya Savaşı sırasında olduğu gibi–öncesinde başladı tabii- kafa ölçülerine bakarsınız, bu Türk, bu Türk değil diye ayırırsınız. Varsa öyle bir şey… Ama Türklüğün şartı öyledir demiyoruz, değil mi? Türk’ün bir mânâsı olması lazım. Bu mânâ da İslamiyet’ten başka bir şey değil. Türk dediğimiz şey tarih sahnesine Müslüman olarak çıkmış bir şeydir. Dünyanın Türk diye bir şeyden haberdar olması, Asya içlerindeki bozkır kavimlerinin Müslüman olması dolayısıyladır. Ben diyorum ki: “İslamiyet’ten önce Türk diye bir şey yoktur.” Tabi bu hemen bazı insanların tüylerini diken diken ediyor. Ama ne yapalım ki bu böyle. İslamiyet’ten önce Türk diye bir şey yok. Ama adam tutturmuş diyor ki: “Ben tarihten önce vardım, tarihten sonra da varım.”
Neden İslamiyet’ten önce Türk yok? Madem Türklük asla beden yapısıyla, hatta konuşulan dille alakalı bir şey değil ve madem tarihin bir çağında, Asya içlerindeki bozkır kavimleri kendilerine hedef ittihaz ettikleri şahsiyetlerini ve kimliklerini kazanabilmek ve sahip oldukları toplum değerlerini devam ettirebilmek için Müslüman olmuşlar, o halde vakıanın gerçek boyutuna bigâne kalmayalım. Dikkat edilsin, bunlar Türk olmamış. Bakın, bunlar Özbek olmuş, Tatar olmuş, Kırgız olmuş, Türkmen olmuş, Başkırt olmuş. Müslüman olmak herbirinin şahsiyet ve kimlik kazanmalarına sebep olmuş. Fakat bunların arasından çıkıp da Bulgar, Macar olanlara Türk demiyoruz. Eğer modern bilimin ölçülerine itibar edersek aynı genetik ya da ırkî geçmişe sahip insanlar bunlar. Bakıyoruz, bugüne Türkî vasıf taşıyarak gelen insanların hepsi Müslüman olanlardan ibaret. Yani “Türkî” kavim ya da “turkic” kavim dediğimiz insanların hepsi sadece Müslüman olanlar. Diğerleri başka bir şey olmuşlar. Tarihte bu kavimlerle ilgili olarak çok enteresan bir şey daha var: Kalmıklar yada Kalmikler. Bunlar süreç içinde Müslüman olmayanlar. Onun için onlara Kalmik yani o eski hallerinde kalanlar, Kalmuklar demişler. O genel, yenileşen yapıda Asya bozkırındaki insanlar Müslüman oluyorlar. Geride kalanlara Müslüman olmadıkları için Kalmik, Kalmık demişler ki; Lenin’in babasının onlardan biri olduğu söylenir.
Tarih sahnesine Müslüman olarak çıkan bir kavim var ki, onlar Türkler. Dünyada milliyetiyle dini aynı şey olan bir tek kavim var, onlar da Türkler. Diğer bütün milletler veya kavimler başka şey olabiliyorlar. Mesela Kur’an-ı Kerim Arapça nazil olmuştur; ama Hıristiyan Arap pekâlâ olur. Hatta ben gençliğimden bilirim, Arap birliği toplantıları yapılırdı. O Arap birliği toplantılarında dikkatimizi çeken, eteklerini sallaya sallaya giden rahip Araplar mutlaka olurdu. Çünkü Hıristiyan Arap küçümsenmeyecek bir şeydir. Hem sayısal olarak hem de yaptıkları işler bakımından. Edward Said mesela. Dünyada kavmi ve dini aynı olan bir tek unsur var. O da Türk. Öbürleri başka şey olabiliyorlar: Araplar, Kürtler, Arnavutlar. Arnavut’um ama Katoliğim, Arnavut’um ama Ortodoksum diyebilir bir insan rahatlıkla. Ama bu ifadelerdeki anlamı “Aslım Arnavut ama ben Türk’üm.” Denildiği zaman artık bulamazsınız; artık o konuşanın Müslüman olduğunu anlarsınız. Yani ırk olarak aynı geçmişe sahip iki insandan birisi gayri-müslim ise ırkıyla tefrik edilir, Müslüman ise onun ayırıcı vasfı olarak din ağır basar. Türklük tarih içinde din ile milliyeti birleştirmiştir. Hepimizin çok iyi bildiği Antonio Gramsci mesela İtalyan olarak tanınır. O aslında Arnavut’tur. Ama bu tabiî, Türklüğün tarih sahnesinde en önemli yeri almasından sonra zihinlerin şartlanmasındaki belirleyici bir şey. Nedir o belirleyici olan? Tabii ki insanın inancı. Çünkü insan dediğimiz yaratık, sadece neye boyun eğdiyse onunla oluşumun tamamlayan bir yaratık. Dünyada yaygın olan dinlere bakınız: Müslümanlık başka dinlerin adına benzemeyen bir ada sahip. Dünyada mesela Budizm, Hıristiyanlık, Yahudilik, Hinduluk var. Din diye adlandırdığımız birçok şey var. Bunların arasından sadece İslam, adıyla Allah’a teslim olmayı işaret eden bir din. Yani Buda’nın yolundan gidene Budist demişler, Hristos, yani İsa’nın Mesih olduğunu kabul edenlere Hıristiyan demişler, Yehud’lu olanlara Yahudi demişler. Ama Müslüman böyle bir şey değil. Müslüman sadece Allah’ın iradesine teslim olmuş olana diyoruz. İslam, Müslüman. Bütün bunlar gösteriyor ki bize, insan olmak aslında Müslüman olmakla eşdeğer bir şeydir. Bu manada ayrıca bir insan tarifi getirmemize lüzum yok. Eğer Müslüman değilse ona insan-benzeri diyebiliriz. Din farkı önemli değildir; önemli olan insanlık diyorlar ya, hiç öyle bir şey yok. İslam’dır insanı insan yapan. Böyle bir ifade size çok aşırı bir yargı gibi görünebilir. Konuşmamın başında bunu söyledim: Zaten biz öyle şeylerle doldurulmuşuz ki aramızda uzlaşarak konuşmamız mümkün değil. Ama ben yine de büyük bir cesaretle, belki cahil cesareti olabilir bu, bunları söylüyorum. Benim söylediklerime “Olur mu canım?”, diye itiraz etmez mi, normal dediğimiz insanlar? İnsan demek Müslüman demektir. Müslüman değilse ona insan-benzeri diyebiliriz. İnsana benziyor ama henüz Müslüman olmadığı için insan değil, diyebiliriz. Neden? Çünkü insan dediğimiz şey ünsiyet sahibi olan şeydir. İnsan yerle gök arasındaki kıstaktır, berzahtır. İnsan dediğimiz zaman ulvi ile süfli arasındaki alanı dolduran varlığa diyoruz. İnsan balçıktan yaratılmıştır, yani başlangıcı süflidir, ama Allah’ın iradesine teslim olmuştur. Dolayısıyla süfli ile ulvi arasında irtibat kurabilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de: “Biz emaneti dağlara teklif ettik onlar kabul etmedi, ama nankör ve cahil olan insan kabul etti” der. Benim cehaletim de oradan geliyor zaten.
Meseleyi anlamamız için demek ki, olayın insan olmak-İslam olmak, Türk olmak-İslam olmak bağlamında yer kazandığını kabul etmemiz lazım. Ama dünyada iktidarı elinde tutanlar bizim bu şekilde konuşmamıza izin vermeyeceklerdir. Avrupa’da doğan medeniyet bize bir Türk öğretmiştir. O Türk, Avrupalı’nın boyunduruk altına aldığı bir Türk’tür. Avrupa medeniyeti kendini o verimsiz, iklim şartları kötü olan Avrupa denilen yerde yaşamaya mecbur eden insanlara bir kazık atmak için –özür beyan ederim bu tabirden dolayı- bir Türk icat etmiştir. Biz bugün Türk diye onu biliyoruz. Ama meselenin gerçekte ne olduğunu anlamak zorundayız aynı zamanda. Neden? Türk dediğimiz şey, terakki mi ediyor, tereddi mi ediyor? Bunu anlayabilmek için meselenin gerçek boyutunun ne olduğunu fark edebilmemiz lazım. Şimdi Türklük dediğimiz şey hayatımızın en işe yarayan yanını işgal etmesi lazım. Acaba ediyor mu, etmiyor mu? Şu anda gâvurların hayatını Türkiye’de idame ettiren bu topluluğa öğrettiği Türklük, bizi tarih sahnesinden silecek olan bir Türklük müdür? Bizi dediysem, tabii ki benden başka bir Türk varsa ona hitap ediyorum. Çünkü bu kabul edilmesi zor bir şey. Yani insanlar bu işin aslını anlamak istemiyorlar. Türkiye’de başbakanlık mevkiinde oturan insan alt kimlik, üst kimlik gibi laflar ediyor. Bazıları buna su taşıyorlar vs. Şimdi biz bugünü anlamamız ve bugüne kendi lehimize bir cevap sağlamamız, hazırlayabilmemiz için bir meseleyi anlamamız lazım. Hangi mesele bu? Türkiye’de yaşayan insanların, dünyada yaşayan diğer insanlara verecek bir haberi olup olmadığı meselesi. Yani Türkiye’de yaşayan insanlar, dünyada yaşayan diğer insanlara bir haber verme durumunda mıdırlar, değil midirler? Bunu herkesten önce bizim anlamamız lazım. Bu Türkiye’de yaşayan insanlar, dünyada yaşayan diğer insanlara bir haber verecek durumda mıdırlar, değil midirler? “Evet, bir haber verecek durumdadır”, diyenler bir farklı perspektif sahibi olmak zorunda. Bir haber nasıl verilir bu dünyaya? O haber: “Bu ülkede yaşamak, haysiyetli insanların yaptığı bir şeydir.” Bu haberi verebilecek durumda olduğumuz zaman tarih sahnesinden silinme tehlikesini atlatmış oluruz. Yani bir şekilde Türkiye’nin bir kurtuluşa ihtiyacı var. Öyle mi acaba? Neden kurtulacağız? Bu haysiyet kırıcı durumda kalmaktan kurtuluşa ihtiyacımız var. Eğer Türkiye kendi sıkıntılarını geride bırakmış bir ülke olursa, bütün dünya: “Bakın bunlar ne yaptı.” diyebilir. Bunu için de Türkiye’de bir milletin yaşıyor olması lazım. Bugün Türkiye’de bir millet yaşamıyor, iki millet yaşıyor. Sandığınız gibi bu, Türk-Kürt ayrımı değil. Türkiye’de iki millet yaşıyor. Bir, menfaatlerini kâfirlerin menfaatleriyle özdeşleştirmiş olan millet; bir de Türk milletinin menfaatinin kâfirlerin menfaatiyle zıtlaştığını içten içe bilen, hisseden bir millet. Bu milletlerden birinin ortadan kalkması lazım. Türkiye’de bir tek millet yaşamalıdır. Bir millet, şeref taşıdığı müddetçe ne olduğunun bilgisini başkasının eline bırakmayacaktır. İşte bu titizlikten dolayı benim bir Türk tanımım var. Onu yeri gelmişken söyleyeyim: Kâfirle çatışmayı göze alan Müslümana Türk denir. Bizim insanların Müslümanlığına hiçbir diyeceğimiz yok. Ehl-i kıbleyi tekfir etmeyiz. Herkes Müslüman olabilir. Ama herkes Türk olamaz. Yine, “Türklük ne zaman başladı?”, diye birisi bana soracak olursa diyorum ki: Allah Resulü cihada gitmeyip de onun masrafıyla mescid bina edenlerin mescidine girmedi. Türklük o zaman başladı. Anlaşabildik mi, bilmiyorum.
“Türk dediğimiz şey, Antikite diye adlandırdığımız dönemin neye dönüşebileceği konusunda bir cevap temin etmiş olan millettir.”
Şimdi isterseniz bunu daha bir realize edelim. Hazarların Türk olduklarından, Gagavuzların Türk olduklarından bahsediyorlar. Bu yuttuğunuz en zehirli dolmadır. Böyle bir şey yok. Müslüman değilse, Türk değildir. Hunlar mesela, dönüşüp Macar oldular. Ama bakınız bu kavimlerin dönüşme olgusu da çok büyük bir kafa karışıklığıdır. Kavimleri, milletleri dünden bugüne getiren bir “kral yolu” yoktur. Biraz önce dediğim gibi, “Fransızlar, İtalyanlar, İspanyollar, Polonyalılar herbiri bir millettir.”, diyor muyuz? Diyoruz. Bunların geçmişinde bir bakın. Şimdi Etrüskler, Lombartlar, İtalyan mı? Keltler, Gotlar, Vizigotlar, Ostrogotlar, Angıllar, Saksonlar hangi millet? İşte evvel zaman içinde Hunlar, Göktürkler elbette var. Tabii ki bizim geçmişimiz bir boşluktan ibaret değil. Biz aydan, Merih’ten gelmedik. Tabiî ki Türklerin geçmişleri diye bir şey var. Tıpkı İspanyolların geçmişleri olduğu gibi. İspanyolların şu anda damarlarında ne kadar Arap kanı, Berber kanı, Kelt kanı, Vizigot kanı var? Şimdi bu adam, bu saydıklarımızdan hiçbir değil; ama İspanyol diyorsun. Bizim Türklüğümüz de bu topraklarda oluşmuş bir şeydir. Bu millet dilin tayin edici gücüyle oluşmuş bir millettir. Damarlarımızdaki asil kan(!), burada oluştu. Şimdi “Herkes, Türk değil mi efendim? Tatarları Türk saymıyor musunuz?” Bunlar çok netameli konular. Mesela gâvurlar konuşurken “Turko-Tatar” derler. Demek ki Avrupalıların tercih ettiği modern bilim dilinde bile Türk’le Tatar tam olarak aynı şey değil. Ama biz, Türk dediğimiz zaman, bilhassa Türkiye’de tekevvün etmiş bir şeyden bahsediyoruz. Bu da doğrudan doğruya yeni bir dünyanın inşası ile alakalı. Türk dediğimiz şey, Antikite diye adlandırdığımız dönemin neye dönüşebileceği konusunda bir cevap temin etmiş olan millettir. Yani bakınız, “Rönesans”deniyor, “ortaçağ” deniyor. Batı tarihçiliği Antik çağı bir zaman dilimi, Rönesans sonrasını da başka bir zaman dilimi olarak kabul etmiş. Her ikisinin arasında kalan parçaya da, “Ortaçağ” demiş. Bu tablo Hıristiyan papazının kafasından doğmuş. Yani Hıristiyan’a göre tarihte bir Hıristiyan olmadan önceki dönem var, bir Hıristiyan olunan dönem var, bir de Yeniçağ, Hıristiyanlıkla hesaplaşılan, Hıristiyanlığın otoritesine meydan okunan bir dönem var. Halbuki, Antik Çağ dediğimiz zaman diliminde doğan değerlerin nasıl bir hayat formuna dönüşeceği konusunda Türkler, farklı bir cevap sağlamışlar, değişik bir cevap üretmişler. Dünyada başka bir kavim yok, böyle bir cevabı üreten. Bugünün meselesi bu. Neden bu günün meselesi?
“Kapitalizm kendi muarızlarının hepsini saf dışı etmiştir.”
Çünkü Türk’ün aslına sadakat gösterip göstermeyeceği bugünün meselesi. Sovyetler Birliği çöktükten sonra dünyanın globalleştiğini söyleyen insanlar ne diyorlar? “Pazar ekonomisi”diyorlar, “piyasa ekonomisi”diyorlar. Bunun dışında bir çözüm aramak saçma bir şeydir diyorlar. Kapitalizm kendi muarızlarının hepsini saf dışı etmiştir, gücünü pekiştirmiş, geçerliliğini bütün düşmanlarına kabul ettirmiştir.”, diyorlar. Bu söyledikleri doğruysa eğer, Türklük diye bir şeyden ancak şöyle bir ucuz roman konusu olarak bahsedebiliriz. Ama hakikate ilişkin bir takım endişelerimiz varsa bu serbest Pazar ekonomisi ile muarızı arasındaki –o muarız hangisi, onu iyi düşünmemiz lazım- ilişkiyi kafamızda netleştirmemiz lazım. Türklük hadisesi bu bakımdan dünya tarihinde birinci derecede rol oynayan bir hadisedir. Neden? Çünkü kapitalistleşmeyi Türkleşmeye panzehir olsun diye Avrupalı keşfetmiştir. Bu kapitalizm dediğimiz şey bugünün dünyasında bir sistemin adıdır. Sistem, isterseniz buna emperyalist bir sistem, diyebilirsiniz, kendini bir şekilde gösteriyor. Sistem kendini gösterirken Türk’ün adını hiç anmıyor. Neden acaba? Kendini nasıl göstereceği hususunda sistemin etki ve yetkisi elbette esas alınmalıdır. Bununla birlikte sistemin kendini niçin öyle takdim ettiğinin, Türk’ü niçin ketmettiğinin de farkına varılmalıdır. Şu husus akılda tutulmalıdır ki kapsayıcı bir sistemin dışında kalanlar ancak, o sistemin meydana çıkmasına sebep olan unsur veya unsurlar olabilir.
Küreselleşme diyorlar, demek ki bütün yerküreyi kaplayan bir sistem var. Kapitalist sistem piyasa ekonomisi esaslarına göre işliyor. Soğuk savaşın son bulmasıyla birlikte söz konusu esasların mutlaklaştığı konusunun kabulü baskın çıktı. Güya gelirse global hükümranlığa karşı itiraz millî hükümranlıktan gelirmiş! Serbest Pazar ekonomisine göre işleyen bu sistem eğer bir farklı işleyiş ile yüz yüze gelirse, bu sistemden farklı bir işleyiş düşünülecek olursa, onun “ulus-devlet” biçimine sahip olduğunu söylüyorlar. Bir enternasyonal bir devlet var. Bu enternasyonal devletin olsa olsa muarızı ya da onun dışında bir işleyişe sahip olan, ondan farklı bir işleyişe sahip olan şey “nasyonal” ulus-devlettir diyorlar. Dolayısıyla, bir hokkabazlık yapıp ulus-devlet işleyişinin bu sistemi oluşturan yapı taşlarından birisi olduğu gerçeğini gözden uzak tutuyorlar. Ne olduğu bilinmeyen bir ulus-devlet peşinen mağlubiyeti kabul etmiş olarak globalizm karşısında yarış (!) pistine çıkıyor. Onun için pervasızca diyorlar ki: “Ulus devletin vakti geçti, şimdi küreselleşme zamanıdır.” Ama bütün bu mavalların itibardan düşeceği, etkilerinin ortadan kaldırabileceği yere, modern dünyanın oluşumunu doğru kavrarsak varabiliriz.
Modern dünyanın oluşumu 14. asırda başladı. Bir tarafta Türkler vardı, bir tarafta Avrupa. 14. asırda Türkler, Osmanlı Devleti’nin temellerini atarken; kapitalizm, İtalyan site devletleri aracılığıyla bugün boyunduruğu altında kaldığımız sistemin temellerini atmaya başladı. Neydi bu sistem? İtalyan site devletleri -Venedik başta olmak üzere- yoluyla temelleri atılan şey, gemilerle yapılan ticaretten elde edilen değerlerin, ülke içinde para gücüyle nizamı temin etmesiydi. Şu anda olgunluk safhasına varmış olan sistem, ilk işleyişine 14. asırda başladı. Nasıl başladı? Periferi-metropol yada çevre-merkez ilişkisiyle. Merkez, çevreye talimat verir. Çevre merkeze değer aktarır. Nizam verici olan merkezdir, nizamın ayakta durmasına imkan veren değerler merkeze taşınır. Bu sistem 14. asırda İtalyan site devletlerinde temellerini attı ve merkezini 17. asırda Hollanda’ya taşıdı. Neden? Çünkü Hollandalılar 17. asırda dünyanın hamalları idiler. Dünyada navlun sebebiyle para kazanan bir millet oldu Hollandalılar. 17. yüzyılda -16.yüzyılın sonlarında başladı tabii bu- dünyada ne, nereden nereye gidecekse Hollanda gemileriyle götürüldü. Hatta Hollandalılar, “Köle taşıyan en büyük gemileri biz yaptık”, diye övünüyorlar. Amerika’da köle lâzım, zenci kölelerin ölmeden karaya çıkmaları lâzım. Hollandalılar bu konuda en iyileriymiş. Köleleri başka gemilerle götürdün mü yarısı yolda telef oluyormuş. Ama, yalnızca köleler değil; pamuk da Mısır’dan İngiltere’ye yine Hollanda gemileriyle gidiyordu. Hindistan’dan baharat, dokuma yine Avrupa’ya Hollanda gemileriyle gidiyordu. Yine Manchester’daki dokumalar, İran’a Hollanda gemileriyle gidiyordu. Hollandalılar taşımacılıktan büyük karlar elde ettiler. Bu büyük karları har vurup harman savurmadılar. Kendi ülkelerinde sermaye düzeninin iyi işlemesini sağlayan bir mekanizmaya sarf ettiler. Borsa kurdular; ama bu borsa öyle oldu ki Hollanda, ticaret mekanizmasının, dünya ölçüsünde düzen sağlayıcısı haline geldi. Ne var ki bu imtiyazını çok zaman elinde tutamadı. Neden? Çünkü bu sermaye hâkimiyetinin sonuç vermesi aynı zamanda siyasi hakimiyeti de gerektiriyordu. Hollanda’nın Hind-i Çinî’de birkaç sömürgesi dışında büyük toprakları yoktu. Britanya’nın ise üzerinde güneş batmayan imparatorluğu vardı. Dolayısıyla sistem, merkezini Amsterdam’dan Londra’ya taşıdı. Bu ne zamana kadar devam etti? 1945 yılına kadar. ABD sermayesinin rakip tanımaz üstünlüğü sebebiyle sistem merkezini Londra’dan New York’a taşımak gereğini duydu.
“17. yüzyıl Avrupa medeniyetinin dahiler yüzyılıdır.”
Şimdi bütün bunlardan bize ne? Bütün bunlardan bizi, Türkleri ilgilendiren kısım şu: O işler bir şekilde yürürken bu “non-market economy” dedikleri, yani işleyişini piyasaya bağlamamış olan ekonomik düzen, Osmanlı Devleti’nde var idi. Osmanlı Devleti, 17. yüzyılın ortalarına kadar dünyanın siyasi organizasyon, askeri güç ve sosyal hayat bakımından en parlak ülkesiydi. En güçlü olması bir tarafa, en parlak ülkesiydi. Yani dünyada siyasi organizasyon, sosyal hayat ve askeri güç olarak daha üstünü yok. Ama sonradan bu iş, bir başka şekle dönüştü. Bizim Türk tarihinde dönüm noktası, 1571 yılıdır. Yani İnebahtı Deniz Savaşı. 1571 yılına kadar Avrupa medeniyeti, Türklerin yenilebileceğini hayal bile etmiyor.1526’da Mohaç Savaşı olmuştu. Macarlar, Hıristiyanlığın kalkanı kabul ediliyordu. 1526’da Hıristiyanlığın kalkanı düştü, dediler. Bunu Montaigne’in yazdıklarından falan da fark edebilirsiniz: Avrupalılar, Türkler geldi, gelecek, yapacağımız tek şey Amerika’ya taşınmak der hale gelmişlerdi. 1526 yılından 1571 yılına kadar panik içindeydiler. Türkler gelecek, her şeyimizi alacaklar. Böyle düşünüyorlardı. Onun için de çok esaslı işlere girişmiyorlardı. Günübirlik, idare edecek şeyler yapıyorlardı. Ama 1571’de Türk donanması yok edilince, Türkiye’den sakalımızı kestiniz gibi laflar edildi, hiç de öyle değil, sakal değil bacağını kestiler, Türkiye’nin, bacaklarını hatta. 16. yüzyılın son çeyreği, 1571. 17. yüzyıl Avrupa medeniyetinin dahiler yüzyılıdır. Yani Avrupalılar, “Türkler artık gelmeyecek, Türkler bir tehlike olmaktan çıktı.”, diye düşündükleri zaman kendi medeniyetini yükseltmeye başladılar. 17. yüzyıl Avrupa’da bilimin doğduğu yüzyıldır. Şimdi diyeceksiniz ki: “Zamanı geldi de öyle”. Hayır, öyle değil. Avrupalılar sistemin temellerinin atıldığı XIV. yüzyıldan XVII. yüzyıla kadar felsefenin, bilimin doğacağı şartları hazırlamakla meşgûldüler. Öyle şey olur mu? Olmaz tabiî. Olan neydi? “Türk tehlikesi geçti. Artık bizim de bir vatanımız var, bizim de bir kültürümüz var, bizim de bir medeniyetimiz olacak”, diye işe başladı Avrupalılar 17. yüzyılda.
“Söğüt, Bursa, Edirne. Belki Belgrat olacak ondan sonra. Ama öyle olmadı. Edirne’den geriye dönüldü, İstanbul’a.”
Ondan sonra işler değişti. Bunları bilmemiz lazım. Ondan sonra çok enteresan bir şey oldu. Türkiye’nin eli altında olan, Türk’lerin zımmî dediği gayrimüslim unsurlar yerküre üzerindeki gerçek patronluğun el değiştirdiğini anladılar. O tarihe, 1571’e kadar Osmanlı toprakları içindeki gayri-Müslim unsur, kendi devleti olarak İstanbul’daki devleti kabul ediyordu ve işlerinin en iyi bu şekilde yürüyeceğini düşünüyordu. Çünkü belli bir tarihten itibaren bu mekanizma onların istifade edebileceği bir şekilde kurulmuştu. Bunu tabi iyice fark etmek lazım. Biz bu toprakları darül-İslam haline getirdikten sonra burası bizim vatanımız oldu. Ama burası bizim vatanımız olduktan sonra bu topraklarda şimdiye kadar görülmemiş bir işleyiş, bir mekanizma da harekete geçti. O, işleyen mekanizmanın doruk noktası 1453 yılı. Bu yılda İstanbul fethedilmek suretiyle Türkler kendilerini dünyanın merkezinde kabul ettiler. İstanbul’un fethi devletin nihaî sınırlarını da çizdi. Şimdi, dikkat ederseniz Söğüt, Bursa, Edirne. Belki başşehir Belgrat olacak ondan sonra. Ama öyle olmadı. Edirne’den geriye dönüldü, İstanbul’a. Bu bir tarihi karar. Artık bu şehir dünyanın en önemli yeri olacak. Yani III. Roma kurulacak. I.Roma, II.Roma’ya kâlboldu ve III.Roma tesis edilirken kendini güvenceye kavuşturacak hiçbir tedbir almadı. Artık rakibi yok. Nasıl ilk Roma en geniş sınırlarına kavuştuktan sonra kendinden başka güç tanımıyor idiyse, Osmanlı Devleti de İstanbul’u merkez kıldıktan sonra kendinden başka güç tanımadı. Ne oldu? 1453 tarihinde –maalesef Hıristiyan tarihinin rakamlarını kullanıyoruz- Fatih Sultan Mehmet ne yaptı? Bugün yetkileri tartışılan patriği yanına çağırdı. Ona bir beraat verdi. Bu beraatın verilişi bir mozaik tablo olarak resmedilmiş. Ben gözlerimle görmedim, ekranda gördüm. Halen Fener Patrikhanesi’nde var. Fatih Sultan Mehmet’in elinde bir beraat, Patrik’e veriyor ve diyor ki: “Sen, bundan sonra da Patriksin. Bizans hâkimiyeti sırasında nasıl Patrik idiysen, bundan sonra da Patriksin.” Bu ne demek oluyor? Bununla çok önemli bir şey vuku bulmuş oluyor. Patrikhane, Bizans devrinde sahip olduğu yetkilerin belki yirmi misline, belki yüz misline ulaşıyor. Neden? Çünkü imparator Hıristiyanken, Ortodoks dünyasının sadece ruhlarına hâkim olan Patrik, Padişah Müslüman olduğu için Ortodoks dünyasının her şeyine hâkim oluyor. Yani ikinci imparator oluyor patrik. Dolayısıyla tapu, nüfus kayıtları, ticari işlemler, hepsi patriğin elinde oluyor. Hıristiyan imparator varken böyle değildi. Dolayısıyla Patrikhane, Osmanlı Devleti’ni Bizans’ta olduğundan daha çok kendi devleti kabul ediyor. Bildiğiniz gibi Roma’yla İstanbul arasında Hıristiyanlık itibariyle ciddi bir zıtlaşma var. O kadar ki bu, belki zıtlaşma demek doğru değil. 1965 yılında ancak karşılıklı olarak aforozlar kaldırılıyor. 1965’e kadar İstanbul Roma’yı, Roma İstanbul’u Hıristiyanlık deyimiyle kâfir kabul ediyordu. Ne oldu? Avrupa’ya karşı Grek-Ortodoks dünyası kendi vatanı ve devleti olarak Türkiye’yi bilirdi. Bununla kalmadı Padişahın işleri. Aynı şekilde Fatih Ermeniler’i yanına çağırdı. Onlara ne dedi? Aranızdan bir patrik seçin. Ermeniler, Gregoryen olmaları sebebiyle Hıristiyan dünyasıyla bütünleşememiş bir kavimdir. Mesela Hıristiyan dünyası için çok önemli olan İznik itikadının içinde değillerdir. Oysa Hıristiyan dünyasında İznik itikadı ihmale gelmez. Dört İncil’in kabul edilmesi falan. Onlara göre önce bir Havari itikadı var, ondan sonra İznik itikadı, ondan sonra Kadıköy itikadı vs. Hıristiyan dünyasının bir itikat sıralaması var. Neye inanacağız meselesi. Ermeniler bunun dışında. Onun için de dini bir liderleri yok. Fatih Sultan Mehmet diyor ki: “Bir tane Patrik seçin”. Patrik seçiyorlar. “Tamam.” diyor, “Seni Ermeni Patriki olarak tayin ettim. Böylece Ermeniler tarihlerinde ilk defa “millî” varlık sahibi oluyorlar. Yani dini vasıfları sebebiyle. Bu da bugüne kadar devam ettiği söyleniyor. Ermeni Gregoryen Kilisesi’nin, Fatih Sultan Mehmet’in ruhaniyeti adına her yıl bir kez ayin düzenlediği rivayet edilir. Yani adamlar diyorlar ki: “Bize Patrik veren bir adamı yüceltiyoruz.” Dolayısıyla Ermeniler de, Avrupa’ya karşı Osmanlı devletinin çok esaslı bir unsuru haline geliyorlar. Yani devleti kendi devletleri olarak biliyorlar. Hıristiyanlık da bu tutumun takınılmasına müsait. O çağların Hıristiyanlarının bakış açısından dindar dinini yaşayabildiği sürece nizamı koruyan otorite iyi bir şey. Bu yüzden Müslim ve gayr-i Müslim bütün halk batı karşısında 1571 yılına kadar yekvücut idi. Ama gayr-i Müslimler, “mühür kimde ise Süleyman odur”, diye düşünüp yeni patronlarının başka bir yerde olduğunu ve bu eski patronun gününün dolduğunu düşündüler. Öyle bir süreç yaşanmaya başladı. Osmanlı’nın hâkim olduğu topraklar üzerinde, ilk bağımsızlığını alan yer neresi? Yunanistan. Yunanistan bağımsızlığını Patrikhaneye rağmen almıştır. O kuruluştan ayrıca bir kilise kavramı oluşturarak işi yürüttüler. Çünkü millîci Grekler, Ruslarla, İngilizlerle, Fransızlarla ayrı bir çalışma başlattı. Dediğim gibi, gayr-i Müslim unsurlar önemli bir kayma yaşadı. Bu kayma da devletin ayağının kaymasına çok elverişli durum doğurdu.
Peki, Müslümanlar ne yaptılar? Müslümanlar devletlerinin çökeceğine hem içerdeki hem dışarıdaki gayr-i Müslim çeteler tarafından inandırıldılar. O yüzden Osmanlı Devleti bütün politikasını, mümkün olduğu kadar az toprak kaybetmek, mümkün olduğu kadar refahı muhafaza etmek üzerinden yürütmeye koyuldu. Osmanlı Devleti: “Bu iş bir şekilde bitti. Ama ben başka bir işe başlıyorum.” diyerek bir program kuramadı, oluşturamadı. Bu sebeple devletin politikasıyla milletin politikası iki değişik istikamet tutturdu. Ne oldu? Türklük ve devletçilik diye iki yön belirdi. Ben aslında Türklüğün dönüm noktası olarak Haçova Meydan Muharebesi’ni gösteriyorum. Biz bugün, göğsümüzü gere gere Türk olduğumuzu söylememizi -eğer böyle bir şey yapıyorsak- Haçova Meydan Muharebesi’ne borçluyuz. Neden? Çünkü Haçova Meydan Muharebesi’nde devlet bozulmuş, zaferi millet kazanmıştır. Bildiğiniz gibi devletin resmi güçleri bozguna uğradılar, Haçlı orduları devletin nizamî kuvvetlerini zor durumda bıraktı. Fakat Haçlılar galip geldikleri zaman yağmaya daldıkları için, bu arada bizim seyis, aşçı gibi, ordunun bizim “millet” sayabileceğimiz unsurları baltalarıyla, nacaklarıyla gâvurların üzerlerine vardılar. Gâvurları öldürdükçe nida ettiler: “Kâfir kaçtı!”. Bunun üzerine bizim o önceden kaçmış olan resmi güçlerimiz geri döndüler. Böylece zafer kazanıldı. Yani daha sonra bizim Türklük hayatımız hep böyle geçti. Hâkim unsurlar kâfirlerle, ne adına olursa olsun, toprak kaybetmemek adına, refah kaybetmemek adına, her zaman pazarlığa giriştiler, uzlaştılar. Ama millet buna bir direnç gösterdi. Düşüş karşısında bir cevap geliştirilebileceği konusunda hep ısrarlıydı.
“Bu işi sona erdirenlerden bir tanesi de Alparslan Türkeş’ti.”
Bunun cumhuriyet tarihindeki en bariz örneği 1960’tan sonra yaşandı. 27 Mayıs 1960 sabahı, 1923’te kurulmuş olan ya da ilan edilmiş olan Cumhuriyet, bir bakıma sona erdi. 1923’te ilân edilmiş bu Cumhuriyetin ilkeleri şöyleydi, böyleydi; bunlar başka bahis. 27 sene tek parti yönetimi uygulandı, bu ülkede. Tek parti yönetimi 1950 yılının mayıs ayının 14. günü sona erdi. 14 Mayıs 1950’den 27 Mayıs 1960’a kadar, Türkiye’de bir şey yaşandı. Ne yaşandı biliyor musunuz? Acaba tarihsel rolümüzü tekrar oynayabilir miyiz? Eğer bir tarihsel rolümüz varsa, bu rolü tekrar oynayabilir miyiz? On sene bu ihtimal üzerinde duruldu. Fakat, “Rol mol yok oğlum”, deyip birileri 27 Mayıs sabahı bu işi sona erdirdi. Tabii ki bu sona erdirenlerden bir tanesi Alparslan Türkeş’ti. 27 Mayıs 1960’ta, Türklük o zaman ciddi bir darbe yedi. Ama Türkler bırakmadı işin peşini. Bu darbeden sonra yeni bir anayasa yapıldı. Bu anayasaya giden yol üzerinde cereyan eden bir hadiseyi her zaman zikrediyorum. Yine zikredeceğim. “Onuncu Yıl Marşı”, iki şairin güftesini yazdığı bir marştır. Bunlardan birisi Faruk Nafiz Çamlıbel, diğeri Behçet Kemal Çağlar. Çıktık açık alınla…, adamlar bu marşın güftesini yazmışlar. Türklüğün darbe yediği hadisede, 1960’da bu iki şairden bir tanesi anayasa yapmak üzere kurucu meclise gitti: Behçet Kemal Çağlar. Diğeri, Yassıada’ya gitti, vatana ihanetten yargılanmak üzere: Faruk Nafiz Çamlıbel. Ciddi bir Türk şiiri antolojisinde bunlardan sadece birinin adı vardır. Faruk Nafiz. O vatana ihanetten yargılanan adam. Ciddi bir Türk şiiri antolojisinde, Behçet Kemal’in yeri yoktur. Ciddi bir Türk şiiri antolojisinde… Bu iş böyle oldu. Türkler işin peşini bırakmadı, dedim değil mi? Bırakmadılar. Bir anayasa yapıldı, işte Behçet Kemal’in yaptığı anayasa. Aslında o Weimar anayasasının bir taklidi olduğu söylenir. Bu anayasa referanduma sunuldu. Ben o zaman lise üçüncü sınıftayım. Gayet iyi, çok net olarak bildiğim bir şey. Bu anayasa referandumu oylanacak. Eğer halk bu anayasaya “evet” derse geçerli olacak, “hayır” derse olmayacak. Ne oldu biliyor musunuz? Bütün devlet memurları köy köy dolaştılar. Anayasaya “Evet” denilecek diye. Bütün gazetelerde “evet” lehine haberler, şunlar bunlar, ne dersen de. Bütün gazetelerde “evet” vardı. Bütün siyasi partilerin liderleri ben anayasaya “evet” diyorum diye beyanatta bulundu. Hepsi, hepsi. Büyük şehirlerin duvarları “Evet! Evet!” diye afişlerle süslüydü. Hiç kimse: “Anayasaya hayır demenin de bir manası var”, gibi bir cümle asla sarf etmedi. Ve 1961 anayasası, yüzde kırk dört “hayır” oyuyla kabul edildi. Yüzde kırk dört! Türkiye’nin yüzde kırk dördü Türk idi. Ya da, yerinde bir deyişle şöyle diyelim, Türklüğünü ciddiye alıyordu.
“İslamcı siyaset diye bir işin başında olan insanları görüyorsanız, onların hepsi Türkiye’nin bir İslami dönüşüm yaşamaması için görevlendirilmiş insanlar. Hatta bugünküler yetiştirilmiş insanlardır.”
Ondan sonra ne oldu? Çok şey oldu. Ondan sonra bilhassa şöyle bir şey, beni de burada konuşmaya getiren şey oldu. Türkiye, “Acaba düze çıkmak için bir yöntem bulabilir miyiz”, diye bir debelenişe girdi. Bu debelenişin nereye varacağı sorulduğunda birinci muhtemel cevap, ilk adres sosyalizm yönündeydi. Bakınız: Türkiye’de Cumhuriyet ilan edilmiş. Üzerinden 27 yıllık bir tek parti yönetimi geçmiş; 10 yıllık Demokrat Parti yönetimi geçmiş. Ondan sonra ne olacak? Bu ciddi bir şey. Herhalde Türkiye’nin sosyalist bir işleyişe kavuşması, millet olarak varlığını daha üst bir düzeyde kurmasına imkân verebilir. Bu cümle telaffuz edilen bir şey değildi. Ama hissedilen bir şeydi. Bu hissiyat Türkiye’nin hâkim unsurları tarafından iki şekilde yozlaştırıldı. Birincisi: “Bu işin ucu Komünizme varır. Şapkayı asarsın bilmem ne… İşin bu müptezel tarafı her zaman yürürlükteydi. Bir de acaba şimdiye kadar bu memlekette hep borusu ötmüş olanların borularından çıkan ses kısılmadan, bu sosyalizme doğru gidiş ayarlanabilir mi? sorusu soruldu. Bu sorunun cevabını arayan bir taraf, bir kesim devreye girdi ve Türkiye’nin Sosyalizm yoluyla düze çıkma fırsatı gümledi. Ama Türkler yine pes etmediler. Dediler ki, “Acaba İslami bir düzen kursak, bu Türkiye’nin düze çıkması için bir fırsat yaratmaz mı?” Bu beklenti haydi haydi kabul edilebilecek bir görüşün uzantısıydı. Fakat bu bir önceki sosyalizm yolunda geçirilen tecrübeninde katkıdıyla zaten ölü doğan bir proje olarak hayata geçti. Yani asla Türkiye’nin İslami bir düzene kavuşmaması için siyaset yapan insanlar bu meseleyi üstlendiler. Yani Türkiye’de İslami siyaset, İslamcı siyaset diye bir işin başında olan insanları görüyorsanız, onların hepsi Türkiye’nin bir İslami dönüşüm yaşamaması için görevlendirilmiş insanlar. Hatta bugünküler yetiştirilmiş insanlardır. Netice itibariyle kala kala bugün Türklüğümüzü tanımaya kaldık. Yani şu gün Türkiye yine bir fırsatla karşı karşıya. O da Türklüğünü kavrayabilirse. “Ben zaten Türküm, benim için fark etmez” diyenler bu kavrama işinde en yaya kalanlar olacaktır. Türk olmayı bir hedef ittihaz etmek diye bir şey var. Benim anam, babam Türk. Öyleyse ben de Türk’üm. Yok böyle bir şey. Hiç kimsenin anası babası Türk değil. Vazifesinin ne olduğunu merak eden herkes kendisi Türk olur veya olmaz. Müslüman olmak insan olmakla, Türk olmak da Müslüman olmakla gerçekleşebilen bir şey. Bunu anlamak lazım.
“Dinler arası diyalog doğrudan doğruya kâfir tezgâhıdır.”
Benim Türk tarifim bugün insanlığın geldiği yerde mana ifade ediyor. Kâfirle çatışmayı göze alan Müslümana Türk deriz. Siz diyeceksiniz ki: “Yahu, bu olmaz.” Neden olmaz? Çünkü size 1839 yılından beri kâfiri düşman bilmemeyi öğrettiler. Kâfir düşman değilse, küfür düşman değilse, sen kimsin, sen nesin? Eğer küfrü kendine hasım kabul etmiyorsan, sen kimsin? Böyle bir şey olmaz. Yani küfrün reddedilen bir şey olamadığını kabul etmeyen insan, Türk olmadığı gibi, insan da olmaz. Küfrü hasım saymayan “En iyi şey yanlış şeydir.” demiş olur. Bu Müslüman olmayan birinin söyleyeceği şeydir. İslamiyet, Allah katındaki yegâne dindir, bu anlamda diğerleri din değildir. Onun için dinler arası diyalog doğrudan doğruya kâfir tezgâhıdır. Bunu savunanların hepsi kâfirlerin köpeğidir. İslamiyet, Adem (as)’dan bugüne kadar yaşayan dindir. Yani İsa (as)’ı Hıristiyanlığın peygamberi sayabilirsiniz. Ama hiçbir Hıristiyan bunu kabul etmeyecektir. Yani İsa (as)’ı Hıristiyanlığın peygamberi olarak kabul etmek, Türklerin gâvurlara kabul ettirdikleri bir görüştür. “Senin peygamberin O”, demiştir Türkler onlara. Onlar da: “Bu efendiler böyle söylüyor, böyle diyelim.”, deyip geçiştirmişlerdir. Oysa bir Hıristiyana göre İsa’nın tanrılığından şüphe etmek sapıklıktır. Yani İsa’nın rububiyetinden, uluhiyetinden şüphe eden kişi Heretik dediğimiz şey olur. Hıristiyan dünyasında bütün fikir ayrılıkları İsa’nın ulûhiyeti yüzünden edir. İsa’nın, tanrının kendisi olduğu, tanrının aynı zamanda oğlu olduğu tartışılmaz hükümlerdir Hıristiyanlıkta. Kolay kavranılır bir şey yok. Yani ruhban zümresi, Ruhûl-Kudüs, İsa ve Allah diye bir üçleme vardır; ama bu bizim felsefemizde olan bir şeydir; gel, eğer aklın eriyorsa, sana izah edelim derler. İncil’de net olarak yazıyor. Yuhanna İncili 3. bab, 16. ayetinde diyelim. Bunu nereden biliyorsun diye sorun bana.
“Türkiye üzerinde oyun oynayan insanların alamadıkları tek kale kaldı: Şiir!”
Bir gün otobüsle eve giderken Beylerbeyi’nde, elle, metruk ahşap evin penceresinde camdaki tozun üzerine yazılmış: “Yuhanna 3:16” diye bir şey gördüm. Gittim eve, İncili açıp baktım. Şöyle yazıyordu: “Zira Allah dünyayı öyle sevdi ki, biricik Oğlunu verdi; ta ki ona iman eden her adam helâk olmasın, ancak ebedi hayatı olsun.” Bu olayın üzerinden belki yirmi yıl geçti. Caddelerde İncil’e göndermelerde bulunanların ne kadar mesafe kat ettikleri bilinmiyor. O bakımdan Türkiye’de ciddi bir Hıristiyanlaşma var. Bu demek, Türklükten istifa etmek demek. “Türküm ama Müslüman değilim”, diyen adam gözlem altına alınması gereken bir insandır. Bunun akli dengesi yok. Ama “Ben Müslümanım ama Türk değilim.”, diyebilirdi. “Ben Müslümanım ama Türk değilim.”, dediği zaman, benim arkamda Irak’ı işgal eden kuvvetler var, demiş olur. İyi, böyle parlak parlak laflar ediyoruz; ama bunlar hayatımızın alacağı yön bakımından çok ciddi şeyler. Bugün Türkiye’de, Türkiye’nin varlığını korumak için tedbir alan hiçbir unsur güç yok. İnsanlar bunu şaka gibi görüyorlar. Türkiye’nin fiziki varlığı tehlikede. Türkiye haritadan silinmek üzere. İsmet Paşa Lozan’dan çıkarken “bir yüz sene kazandık” demiş. Bunun seksen dördü gitti. Sanmayın ki yüzü bekleyecekler. Türkiye aslında devlet olarak varlığını, millet olarak varlığına raptetmedikçe, bu işten bir hayır gelmez. Bu işin sonu geldi zaten. Bu işin doğrudan doğruya ne yapılacak meselesi, şu anda yapılmakta olanlarla alakalı bir şeydir. Siz bugün “Dünya sisteminin dayattığı şeyleri yapmaktan başka bir çare yok.” diyorsanız, bitmiştir bu iş. Daha yapılacak hiçbir şey yok. Onun için Türkiye’de yaşayan herkes, “Acaba biz kendimiz olarak ne üretebiliriz, hangi yolu açabiliriz?”, meselesini düşünmeleri lazım. Kim düşünecek bunu? Bunu sadece Türkler düşünebilir. Çünkü öbürlerine göre Türk ha olmuş, ha olmamış, önemli bir şey değil. Hatta “Olmasa daha iyi”, diye düşünecekler ve o istikamette de çok şey oluyor Türkiye’de. Bugün Türkiye’nin, Türkiye üzerinde oyun oynayan insanların zapt etmedikleri, kalesi kalmadı. Bir tek -ciddiye alır mısınız, almaz mısınız bilmiyorum- şiir kaldı. Yani şu anda kâfirler, kendi heveslerine denk düşen ”İşte Türk şiiri budur”, diyebilecekleri bir örneğe sahip değiller. Yahut 27 Mayıs’ta Onuncu Yıl Marşı’nın güfte yazarlarının başına gelen şeyin benzeri bir şey şu anda yaşanmıyor. Bir bakıma ufkumuzun ne olduğuna dair ipuçlarını şiirden elde edebilme imkânı var. Ama bu imkânı siz ciddiye alır mısınız, almaz mısınız, o, size kalmış bir şey. Ben aslında söylemek istediğim şeylerin onda birini bile söyleyemedim. Ama başında da söylediğim gibi, ne söylesem hiçbir işe yaramaz. Ortak kelimelerimiz yok, ortak endişelerimiz inşallah vardır. Teşekkür ediyorum.