Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Gözüyle Türk İnkılâbı ve İnkılâp Kadrosu
İlyas SÖĞÜTLÜ 01 Ocak 1970
ÖZET
Bu çalışma, Kemalist inkılâp kadrosunun en önemli figürlerinden biri olan Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun, içeriden bir
seçkin olarak, inkılâp kadrosu ve yöntemi hakkındaki değerlendirmeleri üzerine odaklanmaktadır. Zira Yakup Kadri’nin bu
bağlamda ortaya koyduğu eleştiriler, Türk modernleşmesi üzerine yeniden düşünme fırsatı sunabilecek derinliktedir. Yakup Kadri,
yaygın kanının aksine, inkılâp kadrolarını yeterince kararlı ve idealist bulmaz. O, bu durumu, eski rejimin idare-i maslahatçı
bürokratlarının yeni dönemde de sahne almasına bağlar. Yapılan inkılâpları ise daha çok yasalar düzeyinde ve devlet sınırları içinde
kalan modernizasyon çalışmaları olarak niteler. Dolayısıyla bu bakımdan Cumhuriyet, bütün kopuş iddialarına rağmen, Osmanlı
modernleşmesinin kimi yönlerini istemeden de olsa sürdürmüş olmaktadır. Ona göre gerçek inkılâp, toplumun iç dinamiklerini
harekete geçirecek bir modernleşme planının uygulamaya konulmasıdır. Bu da ancak geniş çaplı bir ekonomik kalkınma
seferberliği ile gerçekleşebilecektir. Zira Batı bu günkü düzeyine, büyük ölçüde bu ekonomik transformasyon sonucunda
ulaşmıştır. Batı’nın ekonomik yapısına has, onun ortaya çıkardığı kurumları taklit ederek bir Batı toplumu olamaya imkân yoktur.
Eğer, toplumsal yapıda köklü değişimi başlatacak projeler devreye sokulmaz ve kurumsal değişimler, toplumsal değişimlerle
beslenmezse, modernleşme, ancak yüzeyde kalacak ve eski, kendini bu biçimsellik altında sürdürmeye devam edecektir.
GİRİŞ
Toplumu belirli bir kalıba dökmek isteyen her kurucu inşacı rejim, kendine bir ideal dönem, bir altın
çağ efsanesi yaratır. Devrimin ilk yıllarındaki heyecan sönmeye ve somut gerçekler ağırlığını hissettirmeye
başladığında ise bu altın çağa olan özlem artar ve bu çağ, içinde, bütün toplumsal sorunlara hazır
çözümlerin bulunduğu bir dönem olarak tahayyül edilir. Hatta kimileri daha da ileri giderek bu sorunları,
bu ideal dönemden kasten ya da bir gaflet sonucunda uzaklaşılmış olmasına bağlarlar. Bir toplumun
karşılaştığı temel problemleri, “sınırları belirli bir idealden sapma” ile açıklama şeklindeki geleneksel
düşünüş tarzına sıkça başvurulan ülkelerden biri de Türkiye’dir. Pek çok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de
bu altın çağ efsanesi, konuya ve ideolojik tercihlere göre farklılaşabilmektedir; “asr-ı saadet” “kanun-u
kadim”, “Atatürk dönemi” vb. Türk modernleşmesi açısından ise bu altın çağ, kurucu seçkinlerin
Cumhuriyet ideolojisini formüle ettikleri ve Türkiye’yi tam anlamıyla modern bir Batı toplumu olarak
kurmak üzere siyasi, hukuki ve kültürel inkılâpları uygulamaya koydukları erken cumhuriyet dönemidir.
Böylesi bir aşkınlaştırmaya konu olması nedeniyle bu dönem, Türkiye’nin modernleşmesi açısından realist
bir bakışla ele alınacak, üzerinde eleştirel değerlendirmeler yapılacak olan değil, öğretilecek, kavranılacak,
hatta ihya edilecek bir dönem olarak düşünülür. Bu bakış açısının hegemonyası yüzünden de bizzat
dönemin aktörlerinin ve tanıklarının o ideal döneme nasıl baktıkları ve kendi eylemlerini nasıl
anlamlandırdıkları sorusu çoğu kez ikinci planda kalır.
Bu çalışmayı yönlendiren saiklerden birincisi, o dönemi bir bütün olarak değerlendirecek kadar
yakından bilen bir tanık olan Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun, bu egemen bakışın aksine dönemin
koşulları, aktörleri ve inkılâp yöntemi hakkında yaptığı realist değerlendirmelerdir. İkincisi de bu
değerlendirmelerin, Türk modernleşmesi üzerine yeniden düşünme imkânını sağlayacak kadar sahici bir
niteliğe sahip bulunmasıdır. Bu varsayımdan hareketle, bu çalışmada bizzat Yakup Kadri’nin kaleme aldığı
eserleri dikkate alarak onun Türk inkılâbı hakkındaki görüşleri belirlenmeye çalışılacaktır. Ancak bu
çalışmanın sınırlı yapısı içinde, 1930’lu yılların başında ortaya çıkan ve Yakup Kadri’nin de kurucuları
arasında yer aldığı, Kemalizm’e teorik bir temel kazandırma çabasında olan Kadro dergisi çevresinin
iktisadi-sosyal-siyasal sistem önerileri üzerinde durulmayacaktır1.
YAKUP KADRİ VE KEMALİST ELİT
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Manisa’nın tanınmış ailelerinden birinim çocuğu olarak 1889’da
Kahire’de doğdu. 1908’de İstanbul’da başladığı hukuk öğrenimini yazarlık tutkusu uğruna yarım bırakarak
1909’da Fecr-i Âti topluluğuna katıldı. 1916’da tedavi için gittiği İsviçre’de üç yıl kadar kaldı. Mütareke
yıllarında İkdam gazetesindeki yazıları ile Kurtuluş Savaşı’nı destekledi. 1921’de Ankara’ya çağrıldı ve
kendisine önemli bazı görevler verildi. Hâkimiyet-i Milliye ve Cumhuriyet gibi gazetelerde yazılar yazdı.
1923-31 yılları arasında Mardin, 1931-34 yılları arasında da Manisa mebusu olarak TBMM’de yer aldı.
Yakup Kadri, Kemalist hareketin özünü oluşturan Türkiye’nin modernleş(tiril)mesi idealini içtenlikle
benimsemiş aydınlardan biridir. O, Mustafa Kemal, İzmir’e girdiğinde karargâhında bulunan birkaç
gazeteciden biri olacak kadar Atatürk’e yakındır. Ancak bütün bunlar onu, inkılâp kadrosu ve inkılâpların
yerleşmesi için benimsenen yöntem hakkında eleştirel düşünmekten alıkoymamıştır. Belki de Yakup Kadri’yi pek
çok çağdaşından ayıran başlıca önemli yanı budur. O, Atatürk’le yakınlığının aksine, CHP üst kadrolarının
çoğu ile soğuk ve mesafeli bir ilişki içinde olmuştur Bunda onun açık sözlü ve her şeyi kolayca
kabullenmeyen kişiliğinin payı büyüktür. Zira o pek çokları gibi, karizmanın büyüsüne kapılarak
gerçeklerden uzaklaşmış değildir. Politik davranarak mevki kazanmak yerine, düşüncelerini açık yüreklilikle
ortaya koymayı tercih etmiş ve bunun sonuçlarına katlanmaktan da çekinmemiştir. Nitekim inkılâp
sürecinde daha aktif rol alması bu yüzden engellenecek ve bir süre sonra da Ankara’dan uzaklaşması
sağlanacaktır2.
YAKUP KADRİ’NİN MODERNLEŞME ÖNERMESİ
Tüm Kemalist seçkinler gibi Yakup Kadri de, Türkiye’nin bütün boyutlarıyla çağdaş ve Batılı bir
toplum olmasından yanadır. Onun özlemini duyduğu Türkiye, “Güzel, zengin ve ileri bir ülke”dir. O, bu
Türkiye’nin yaratılmasını, ulusal kurtuluş savaşının ikinci safhası olarak görür3. Yakup Kadri’ye göre,
inkılâpların başarıya ulaşması için, toplumsal yapıyı kökten değiştirecek uzun erimli planlara, kararlı ve
canhıraş çalışmalara ihtiyaç vardır. O, tıpkı diğer Kemalist seçkinler gibi, inkılâbın ancak devlet ve seçkinler
marifetiyle gerçekleştirileceği ve bu süreçte halka söz hakkı tanımanın sakıncalı olduğu kanaatindedir. Bu
konuda, o yılların egemen bakış açısı olan devletçi ve bürokratik düşünüş biçiminden o da nasibini almış ve
toplum meselelerinin güçlü bir devlet aracılığı ile çözülebileceğine inanmıştır (Karaömerlioğlu, 2002: 128-
129). Keza, içinde yer aldığı Kadro hareketinin temel bakış açısı da bu yöndedir (Aydemir, 1968: 85).
Mensubu olduğu Kadro çevresi gibi Yakup Kadri de, Türk inkılâbının katı bir plan ve program
dâhilinde yürütülmesinden yanadır (Ertan, 1994: 262-263). Çünkü ona göre Türkiye’de modernleşmenin,
kendiliğinden bir süreç olarak yaşanmasının nesnel koşulları mevcut değildir (Karaosmanoğlu, 1987: 218).
Bu durumda değişim, ancak devlet ve seçkin bir kadro aracılığı ile gerçekleştirilebilir. Devletçi değişim için,
Türkiye ile benzer koşullara sahip olmaları nedeniyle örnek alınabilecek ülkeler, Sovyet Birliği ve İtalya’dır.
Fakat O, bu ülkelerdeki rejimlerin dayandığı ideolojilerden ziyade inkılâp metotlarına sempati
1 Bu konuda bakınız:Mustafa Türkeş, Kadro Hareketi, İmge Kitabevi, Ankara 1999. İlhan Tekeli-Selim İlkin,Bir Cumhuriyet
Öyküsü Kadrocular ve Kadroyu Anlamak, Tarih Vakfı Yayınları,İstanbul 2003.
2Kadro dergisinde 1934 yılı sonbaharında yayınlanan bir yazı, Atatürk’ün de bulunduğu bir ortamda Recep Peker tarafından şikâyet
ve tartışma konusu yapılır. Kadro’daki bu yazıya yönelik temel eleştiri; partinin ve hükümetin iktisat siyasetine aykırı fikirler taşıdığı
ve bu türden eleştirilerin parti içinde bir hizipleşmeye yol açma ihtimalidir (Karaosmanoğlu, 2004:36). Bu tür eleştirilerin sıklaşması
üzerine, devrimleri yapan ve yerleştiren çekirdek kadrodaki entelektüellerden biri olmasına rağmen daha fazla Ankara’da kalmasına
tahammül edilmez ve 1934 yılı sonlarında Tiran elçiliğine tayin olunur. O, bunun bir uzaklaştırma tayin olduğunun farkındadır
(Karaosmanoğlu, 2004:21-22). Kendi ifadesiyle Tiran kelimesinin fonetiği Fizan’a pek benzemektedir (Karaosmanoğlu, 2004:25).
1955 yılına kadar büyükelçilik anılarını kaleme aldığı eserinin adı da bu tayinin anlamını özetlemektedir: Zoraki Diplomat.
3 O, bu konudaki duygularını şöyle dile getirir: “Onu, Anadolu denilen bu çorak toprakları, bu kül ve kireç yığınlarının içinden,
geceyi gündüze katarak dişlerimiz, tırnaklarımızla söküp çıkaracaktık. Önder ikide bir ardına bakıp bu işin düşmanı denize
dökmekten zor olduğunu, fakat mutlaka bunun da üstesinden geleceğimizi söylüyordu” (Karaosmanoğlu,1987:119).
duymaktadır4. Metot konusunda bu ülkelerden yararlanılmalı ancak Türk inkılâbının kendine özgü bir
ideolojisi olmalıdır. Ne var ki böyle bir ideoloji hala mevcut değildir. Yakup Kadri, bu noktada Atatürk’ten
farklı düşünmektedir. Zira Türk devriminin tartışılmaz lideri olan Atatürk, teoriden çok aksiyon yönü ağır
basan ve politikaları zamanın ve şartların gereklerine göre belirleme taraftarı olan bir liderdir. Yakup
Kadri’nin Atatürk’le yaşadığı şu diyalog, bu görüş farkını ortaya koymaktadır:“Bir gün C.H.P. ilkeleri gözden
geçiriliyordu. Paşam, bu her bakımdan bir inkılâp partisidir. İnkılâp partisi ise bir ideolojiye, bir doktrine dayanmaksızın
yürüyemez. Yüzüme bir masumun yüzüne bakar gibi bakmış ve gülümseyerek “o zaman donar kalırız” demişti”
(Karaosmanoğlu, 1991: 150). Atatürk’ün bu sözlerle ne demek istediğini Yakup Kadri söyle yorumluyor: “Ben
hür düşüncemi ve hür irademi paslanmış demir kafesler içine hapsedemem. Bu hatayı işlersem milletime ve kendime daima
ileri gitme ve yaratma gücünü kaybettirmiş olurum” (Karaosmanoğlu, 1991: 150).
YAKUP KADRİ’YE GÖRE KEMALİST İNKILÂP YÖNTEMİ VE İNKILÂP KADROSU
1. İnkılâp Yöntemi
Onun Kemalist elit içinde yer alan birisi olarak Türk inkılabında gördüğü ilk temel eksiklik, henüz
yolun başında olunduğu halde, devlet seçkinleri içindeki bazı kişilerin inkılâbı olmuş bitmiş ve
tamamlanmış kabul etmesidir (Karaosmanoğlu, 1987: 118-119). Oysa Yakup Kadri’nin üzerinde durduğu
başlıca mesele, inkılâbın halk kitlelerine mal edilmesidir (Karaosmanoğlu, 2004: 19). Bu da ancak yasalar
yoluyla yapılan modernleştirici reformların işlevsel olabileceği nesnel koşulların var edilmesi ile mümkün
olacaktır. Aksi halde, inkılâp, yalnızca sözde ve kâğıt üzerinde kalmaktan kurtulamayacaktır. Oysa Mustafa
Kemal ve etrafındaki birkaç kişi dışında, devlet seçkinleri, yasal ve kurumsal düzenlemelerle her şeyin
başlayıp bittiğini sanmaktaydılar. Yakup Kadri ve mensubu olduğu Kadro çevresine göre esaslı bir inkılâp
için öncelikle güçlü bir “kadro” gereklidir. Bu birikime ve perspektife sahip olduklarını düşünen Kadro
çevresinin bu süreçteki konumunu Şerif Mardin yıllar sonra şöyle değerlendirmektedir:
“Kemalistler yönetmeliklerin ve tüzüklerin önemini çok iyi biliyorlardı, ama bazı çağdaş modernleştirme şemalarında,
toplumun yeniden kurulması için kitlelerin harekete geçirilmesi gerekliliğini ortaya koyan devrimci ve harekete geçirici yanı
gözden kaçırmışlardı. Yönetmeliklerin, Osmanlı yönetiminin bir ilkesi olduğu ölçüde, Kemalistlerin modernleşme
konusundaki görüşlerinde de geleneksel bir kurucu öğe vardı kuşkusuz. Kemalizm içinde, modernleşmenin örgütsel ve
harekete geçirmeye ilişkin yanını fark eden biricik akım bazı etkin Marksçıların da içinde yer aldığı Kadro dergisiydi”
(Mardin, 1992: 63-64).
İnkılâp kadrolarına yönelik bu eleştirilerinde Yakup Kadri yalnız değildir. Dönemin seçkin gazetecisi ve
Atatürk’ün yakın çalışma arkadaşlarından Falih Rıfkı Atay da benzer serzenişlerde bulunur: “Kanunla işleri
bitirdiğimizi sanmak ve meseleyi memleketin üst katı meselesi saymak bizim eski hastalığımızdır. Tanzimat’tan beri bir
asır, sadece bu üst katı havalandırarak geçmiştir. Milletin yüzde seksen beşi için Tanzimat’tan beri bir gün bile geçmiş
olmadığını düşünmüyorduk ” ( Atay, 1984: 447).
Yakup Kadri, her şeyi olup bitmiş farz edenlere karşın, inkılâbın henüz başlangıç evresinde olunduğunu
Panaroma adlı eserinde bir taşra öğretmeninin ağzından şöyle dile getirir:
“Yıllar yılıdır, geceli gündüzlü haykırıp durduğumuz inkılâp kelimesinin daha i harfi bile buraya aksedememiş.
Kabahat kimde? Halkta mı? Hayır, bin kere hayır; kabahat, bir inkılâbın plansız, teşkilatsız ve tekniksiz yapılabileceği
hayaline kapılanlardadır. İki üç maddelik bir kanun, valiye, polise, jandarmaya birer emir (…) her şeyi olmuş bitmiş farz
ediyoruz; bu kanunların, bu emirlerin –kafanın içi şöyle dursun- hatta dışını bile değiştiremediğini görmek istemiyoruz.
Umumi müfettiş bey, -halkı Avrupai yaşayışa alıştırmak için- misafirlerini akşam yemeğine smokinle kabul ediyor; bizim,
lisenin müdürü ise, bütün gün mektebin içinde ökçesiz terlikle dolaşıyor; biri yeni sosyal nizamı kurmak, öbürü kafaları
işlemek gibi iki çetin vazifeyi üzerlerine almış bu adamların her ikisi de bence, başka başka bakımlardan inkılâp
metodumuzdaki aynı axiome hatasının kurbanıdırlar. Ne o, ne de bu bir şey yapmaya muvaffak olamayacak; her ikisi de
ağır bir çarkı, boşlukta döndürüp duracak” ( Karaosmanoğlu, 1987: 109-110).
Yakup Kadri’nin başlıca endişesi, toplumsal yapıda köklü bir değişimi başlatacak projeler yapılmaz ve
yasal ve kurumsal reformlar, toplumsal değişimlerle beslenmezse, modernleşme ancak yüzeyde kalacak ve
4 “Rusya (...) bize konstruktif, yani yapıcı ve kurucu bir inkılâp tipi göstermiş oluyor (...). Faşizm, eski İtalya’nın iskeleti üstünde
yeni bir İtalya, yeni, genç ve canlı bir İtalya kurmuştur...”(Yakup Kadri, 1933: 29)
eski, kendisini bu biçimsellik altında sürdürmeye devam edecektir. Toplumda kökü derinlere giden bir
değişimin olabilmesi için uzun erimli planlara ve idealist ve kararlı kadrolara ihtiyaç vardır5.
Yakup Kadri’ye göre gerçek inkılâp, ancak geniş çaplı bir ekonomik kalkınma seferberliği ile
gerçekleşebilecektir (Karaosmanoğlu, 1987: 120)6. Zira Batı, bu günkü düzeyine, gerçekleştirdiği büyük
ekonomik dönüşüm sonucunda ulaşmıştır. Modernliğin siyasi, idari, hukuki, düşünsel ve kültürel tüm
boyutları, bu dönüşüme paralel olarak ortaya çıkmışlardır. Bu nedenle, Batı’nın ekonomik yapısına has,
onun ortaya çıkardığı kurumları taklit ederek bir Batı toplumu olamaya imkân yoktur. Ne var ki, Yakup
Kadri ve mensubu olduğu Kadro çevresine göre Cumhuriyet’in kurucu kadroları nezdinde,
modernleşmenin ekonomik boyutu yeterince önem kazanamamıştır (Tekeli-İlkin, 2003b: 463). Yakup
Kadri için modernleşmenin nirengi noktası “sanayileşme” ve onunla atbaşı giden “iktisadi kalkınma” dır
(Tekeli-İlkin, 2003a: 522). Modernliğin siyasi ve kültürel boyutları da ancak ekonomi sahasındaki değişime
paralel yürüyecektir. Oysa o günkü kimi iktidar kadrolarınca, modernliğin bu farklı boyutları arasındaki
nedensellik ilişkisi tersinden kurulmuş ve öncelik, laik eğitim yoluyla kendisinde çevresini değiştirebilme
gücünü gören rasyonel insanın yetiştirilmesine verilmiş ve bu insan tipinin modern toplumu inşa edeceği
düşünülmüştür. Yakup Kadri ise laik eğitimin, tek başına, köklü bir değişimi sağlayabileceği kanaatinde
değildir: “Talim, terbiye, iyi örnek bunların hepsi geçici şeylerdir. Ve çevre değiştirmedikçe insanın değişmesine imkân
yoktur” (Karaosmanoğlu, 1997: 42)7. “Çevre” yi değiştirecek en güçlü parametre ise “ekonomi” dir.
2.İnkılâp Kadrosu
1932’de kaleme aldığı Yaban romanında modernleştirilecek, dönüştürülecek olanın, yani halk
kitlelerinin hali pür melalini deşifre etmeye çalışan Yakup Kadri, yıl 1954 olduğunda bu kez merceğini
inkılâpçı kadroların üzerine koyar ve kurtarıcıların, inkılâpçılıklarını sorunsallaştırır, kendi ifadesiyle deşeler.
Yakup Kadri’nin penceresinden Türk inkılâbının ikinci temel eksiği, kararlı ve vizyon sahibi bir
“kadro”sunun olmamasıdır. Zira onun “oportünistlerden, bürokratlardan devşirme başıbozuk bir kalabalıkla bir
inkılâp hareketinin yürütülemeyeceği” (Karaosmanoğlu, 2004: 35) ifadesi, bu kanaatini yansıtmaktadır. Her
şeyden önce inkılâp kadroları arasında, tam bir duygu ve ideal birliği yoktur. Çünkü maalesef eski düzenin
geleneksel egemenleri, yeni düzende de sahne almışlar ve sürece eklemlenmişlerdir (Karaosmanoğlu, 1987:
556;Boratav, 2006: 15). Karizmanın kurumsallaşması, rutinleşme ve idare-i maslahatçı tavrın kısa bir sürede
siyasi hayata hâkim olmasının başlıca nedeni budur. Onun, CHP Umumi Kâtibi Recep Peker ve parti
merkez heyetine ilişkin değerlendirmeleri bunu göstermektedir:
“Bu heyeti teşkil edenlerin çoğu ise bazı vali ve umum müdür eskilerinden ibaret olup amirlerine “Beyefendi” diye hitap
ederler ve birtakım kâğıtları imzalatmak için “huzur”a girerlerken ceketlerini iliklerlerdi. İşte, Cumhuriyet Halk Partisi
umumi katibine göre inkılabın asıl ileri karakolu bunlardı ve bunlardan başka kimse olamazdı” (Karaosmanoğlu, 2004:
36-37).
Görüldüğü üzere Yakup Kadri’nin inkılâp kadrosuna dair değerlendirmeleri en az Yaban’daki Anadolu
köylüsü tasviri kadar serttir: Ona göre “Cumhuriyet Halk Partisi’nin üç yüz kişilik meclis kadrosu içinde inkılap
heyecanın duyan ve liderin dehasına gerçekten inanmış olanlar parmakla sayılacak kadar azdı(r)” (Karaosmanoğlu,
5 Yakup Kadri, kendi önerisinin temelini oluşturan “plan” kavramına, olası yanlış anlaşılmalar için şöyle açıklık getirir: “İnkılâbın
bir zorlama ameliyesi olduğunu bilmekle beraber, Rusya’da Almanya’da birçok barbarca tezahürlerini görüp işitmekte olduğumuz
bir terör rejimi taraftarı da değilim (…) halkın polis ve jandarma yumruğuyla ileriye doğru itilebileceğine asla ihtimal
vermeyenlerdenim” (Karaosmanoğlu, 1987: 114).
6 Ancak Yakup Kadri’ye göre inkılâp kadroları bu seferberlik için gerekli kararlılıktan uzaktırlar: “Bu seferberliğe senin tabirinle
ekonomik kalkınma seferberliğine kimi çağırabilirsin? Heyhat! Dünkü kahraman inkılâp önderleri bile bugün ipekli
röpdöşambrlarına bürünmüş, fağfur banyolu kâşanelerinden dışarıya başlarını uzatmak istemez oldular (…) Halk ise, Tih
Sahrasında kıtlığa uğramış Beni İsrail gibi eli böğründe, gökten inecek kudret helvasını bekliyor ve ümitlerinin boşa çıktığını
görünce Musa’dan yüz çevirip ve onun gösterdiği mucizeyi unutup homurdanmaya başlıyor. Kayadan sular fışkırtan, denizler
ortasında yollar açan, nice müdafaasız boynu Firavunların satırından kurtarmış olan Musa, şimdi Çölde tek başına kalan bir
adamdır (Karaosmanoğlu,1987:120).
7 Nitekim bunun en tipik örneği, Yaban’daki kahramanlardan Mehmet Ali’nin askerliğini tamamlayarak köyüne dönmesinden kısa
bir süre sonra, kendisiyle birlikte köye gelen komutanı ve romanın aydın figürü olan Ahmet Celal’in etkisinden sıyrılıp askerlik
öncesindeki haline dönmüş olması ve köyündeki diğer insanlar gibi düşünmeye ve davranmaya başlamasıdır (Karaosmanoğlu,
1997:42).
2004: 31-32)8. Panaroma’da, idealist bir inkılâpçının ağzından taşranın vaziyeti şöyle anlatır: “…Büyük Millet
Meclisi “zabıtname külliyatını” dolduran ileri inkılâp kanunlarının hiçbiri henüz hayata geçmemiş ve Kemalizm prensipleri
çorak vatan topraklarına kök salmak şöyle dursun, henüz birkaç kişinin elinde evirilip çevrilmeye mahkûm birer
laboratuar nebatı halinde kalmaktan kurtulamamıştır ” (Karaosmanoğlu, 1987: 43).
Yakup Kadri’ye göre inkılâp kadroları, enerjilerini, kâğıt üstünde kalan bu düzenlemelerin hayata
aksedebilmesi ve yerleşikleşmesi için gerçek politikalar geliştirmeye sarf edecekleri yerde mebusların kimi
arsa spekülasyonu (Karaosmanoğlu, 1987: 277), bürokratların bazıları ise makam ve nüfuzlarını şahsi çıkar
elde etmekte kullanmakla meşguldürler (Karaosmanoğlu, 1987: 25-31).
O, inkılâplara önderlik edecek olan meclis kadrosundan da memnun değildir: ‘Oturumlara çok az mebus
katılmakta, onların da bir kısmı uyuklamakta ve bir kısmı ise esasa değil usule dair konularda basmakalıp bazı sözleri
tekrarlayıp durmaktan başka bir şey yapmamaktadırlar’ ( Karaosmanoğlu, 1987: 43). Meclis oturumlarında yeni
öneri ve eleştirilerin ifadesine fırsat verilmemektedir. Örneğin, söz almak isteyen bir mebusa, başkan, hangi
konuda söz istediğini sormakta ve belirtilen her hususu, parti gündeminde böyle bir konu olmadığı
gerekçesiyle geri çevirmekte, hasbelkader söz almış olsanız bile zülfü yâre dokunacak bir konuya
değinmeniz durumunda meclisten yükselen sesler, bağırıp çağırmalarla konuşmanız engellenmektedir
(Karaosmanoğlu, 1987: 146).
Yakup Kadri, mevcut kadrolara yönelik bu eleştirilerinden sonra zihnindeki “ideal inkılâpçı” portresini
şöyle çizer: ‘Kimin ne dediğine aldırış etmeden, çevresini bireysel çabalarıyla değiştirebileceğine inanan,
kararlı, aktif birey. Aşırı eleştirel bir ruh halinin yaratacağı karamsarlıktan uzak, ancak auto-critique’i ihmal
etmeyen, yaptıkları üzerine eleştirel düşünme yürekliliğine sahip olan, başarılı insan’ ( Karaosmanoğlu,
1987: 112-113).
Oysa inkılâp kadroları arasında bu niteliklere sahip olanların sayısı fazla değildir. Yapılan inkılâpların
biçimsel düzeyi aşıp özsel bir nitelik kazanamamış olmasının en temel nedeni de budur. Oysa inkılâp
kadroların tavırlarına bakıldığında çoğu bu hususta bir kaygı içinde değildir. Yakup Kadri bu rahat ve her
şeyi olmuş bitmiş sanan kadroların durumunu şöyle anlatır:
“Herkes şapka giyiyor, sakal ve bıyıklar tıraş edilmiştir, kadınlar peçelerini sıyırmışlardır; soireée’ler soireée’leri
(suvare) balolar baloları takip ediyor (…) On yıl içinde, bozkırın ortasında, bin yıllık İstanbul şehrinden daha mükemmel,
daha medeni binaları caddeleri ve meydanları ile bir devlet merkezi kurulmuştur. Yüzlerce binlerce kilometrelik demiryolları,
bir vücuttaki şahdamarları halinde dağınık vatan parçalarını birbirine bağlamak üzere doğuya, batıya, dal budak salıyor.
Evet, bunların hepsi gerçektir. Fakat birer tarihi vakıa olarak bunların kıymeti nedir? Festen şapkaya geçmenin kavuğu
atıp fesi giymekten daha büyük bir ehemmiyeti mi vardır? Tanzimatçı dedeleriniz de tepeden tırnağa kıyafet değiştirmişlerdi
(…) Garp sisteminde okullar, kışlalar, hastaneler açmışlardı, tersaneler, tezgâhlar, kızlarına okuyup yazma öğretmişler,
musiki dersi verdirmişlerdi. Lakin bütün bunlar, elli altmış yıl sonra bir yeniçeri kıyamından farkı olmayan 31 Mart’ları
(…) Babıâli baskınlarını önleyebildi mi?” (Karaosmanoğlu, 1987: 44).
Onu bu kadar sert bir eleştiriye yönelten başlıca saik, yüzeyde kalan reformların her zaman için bir ters
dalga ile kolayca ortadan kaldırılma tehlikesidir.
Görüldüğü üzere Yakup Kadri, inkılâpların daha çok dış görünümün çağdaşlaştırılması ile sınırlı
kaldığından yakınmaktadır. Onun için esas mesele, savaşların, göçlerin, istibdadın perişan ettiği halkın refah
seviyesini yükseltecek, yoksulluk, çaresizlik çemberini kıracak esaslı bir dönüşümün gerçekleştirilmesidir.
Sahici bir inkılâp ancak bu şekilde olur ve Kemalist üst yapı devrimleri ancak bu durumda kök salıp,
yerleşikleşebilir. Aksi halde yapılan inkılâplar; “tepesi yerde, temelleri havada ve her an devrilmek tehlikesi içinde bir
Ehram” (Karaosmanoğlu, 1987: 44) gibi kalmak durumundadırlar.
Ancak Yakup Kadri, bu türden bir değişimi gerçekleştirmesi gereken devimci kadroların çoğu hakkında
tam bir düş kırıklığı içindedir. Öyle ki bu kişiler yüzünden, temeli fazilet ve feragate dayanması lazım gelen
bir devrim, daha ilk günlerde bir yozlaşma tehlikesiyle yüz yüze kalmıştır. Yakup Kadri’ye göre bunun
8 İnkılap kadroları hakkında Yakup Kadri ile aynı hayal kırıklığını yaşayan Falih Rıfkı Atay’a göre; “Daha devrimin ikinci yılında
Atatürk ve eserlerine inananlardan çoğu, bir fırsatını bulup memleketten çıkmak veya memlekette rahat ve kazanç mevkilerini elde
etmekte sabırsızlanmakta idiler. Bu harap vatandan uzakta, bu yoksul halktan ırakta, Avrupa şehirlerinde bir devlet konağına
yerleşerek, devlet arabası ve devlet dövizi ile ömürlerini hoşça geçirmek veya Çankaya’daki nüfuzlarını iş piyasasına satarak bir iki
vurgunda nesillik servet edinmek hırsı, Çankaya’daki ihtilalci yuvasını saray havası ile zehirliyordu(…)Atatürk, devrimci bir lider
olarak ordusuz komutana benziyordu” ( Atay,1984:447).
başlıca nedenlerinden biri, eski rejimin kadrolarının, bu yeni dönemde de sahne almaları, yani devlet ve
hükümet makamlarına yerleşmeleridir9. Türk milletinin tarihinde yaşadığı en büyük devrimin inşasında
görev alması gerekenlerin “kimi arsa spekülasyonları, kimi idare meclisi azalıkları, kimi taahhüt işleri, kimi de türlü
türlü şekillerde komisyonculuk peşine düşmüş bulunuyordu” (Karaosmanoğlu, 1984: 100). Bu kabil olaylar öyle bir
noktaya ulaşmıştı ki; hükümet, milletvekillerinin devlet sektöründeki müesseselerde idare meclisi azası
olmalarını yasaklamak zorunda kaldı (Karaosmanoğlu, 1984: 102)10. Yakup Kadri, İsmet Paşa’nın ‘siyaseti
ticarete alet edenler’ olarak adlandırdığı bu kişilerin sayısı tahmin edilenden de fazladır. Zira “Zeytinyağı
piyasasını inhisarı altına alan bakan mı istersiniz; karaborsacıları koruyan vali, umum müdür vesaire mi istersiniz, o
devirde bunların her köşe başında size sırıttıklarını görebilirdiniz” (Karaosmanoğlu, 1984:184). Kişisel çıkarlar çoğu
kez inkılâp davasından daha önemli olabiliyordu. Bu tutum içinde olanların başlıca uğraşı, iktidar
yelpazesinde daha bir üst makama çıkmaktı. Çıkanlar da bütün enerjilerini orayı muhafaza etmeye
harcıyorlardı (Karaosmanoğlu, 1987: 151).
Yakup Kadri aynı biçimselciliği taşra yöneticilerinde ve parti teşkilatlarında da görür: Valilerin başlıca
meşguliyetleri, lokantası, büfesi, oyun odaları, dans ve konferans salonlarını içine alan lüks hükümet
konakları yaptırmaktır. Gerçekte bu binalar, merkezden gelen devlet ricalini ağırlanması dışında fazla bir işe
yaramamaktadır (Karaosmanoğlu, 1987: 53-54). Vali ve belediye başkanları asıl görevleriyle, yani halkın
gerçek sorunları ile pek az ilgiliydiler11. Çünkü merkezi yönetimde olduğu gibi Cumhuriyet Halk Partisi’nin
taşra teşkilatları da çok kısa bir sürede idareyi maslahatçı mahalli eşraf ve mütegallibe sınıfının eline geçmişti
(Karaosmanoğlu, 1987: 56-57).
SONUÇ YERİNE
Yakup Kadri’nin yukarıdaki değerlendirmeleri göstermektedir ki, toplumun iç dinamiklerine
dayanmayan ve aktörü toplum olmayan, yalnızca siyasi kararla ve yukarıdan biçimlendirici bir yöntemle bir
toplumda ancak sınırlı bir değişiklik yapılabilmekte, değişimin, devlet sınırlarını aşıp toplum katlarına
ulaşması mümkün olamamaktadır. Hatta bu yöntem, esaslı ve kendi kendini besleyen bir süreç olarak
modernliği yaratmak için uygun olmamak bir yana, bu yönde bir değişimin nesnel zeminini aşındırıcı bir
işlev de görebilmektedir. Zira kurumsal modernizasyon, zaten sermaye birikiminin son derece sınırlı
olduğu azgelişmiş bir toplumda, sivil toplumun elinde kaldığı takdirde daha sahici bir değişime aracılık
edebilecek kaynakların tükenmesine yol açacağından modernliğe geçişi zorlaştırabilme gibi bir sakıncayı da
içinde barındırmaktadır. Yakup Kadri, Cumhuriyet seçkinleri içinde bu gerçeğin ayırdına varabilen ve bunu
derinlemesine analiz edebilen nadir inkılâpçıdan biridir. Ancak ne var ki onun eleştirileri, Atatürk dışında
mevcut iktidar kadrosunca olumlu karşılanmamış ve en kısa zamanda merkezden uzaklaşması sağlanmıştır.
Cumhuriyet modernleşmesinin belki de en temel zaafı, bir eleştirellik ve düşünümsellik zemininde
biçimlenmemiş olmasıdır ki bunu en tipik örneği bu yönde bir çabanın içinde olan Yakup Kadri’nin zoraki
diplomat yapılmasıdır.
Türk toplumunda “modern olan” ın yapısal ve yerel olarak ortaya çıkabilmesi için yapılacak olan, onun
herhangi bir aşamasını mitleştirmek ve sorgulanamaz kılmak değil, olanı eleştirel bir gözle sürekli yeniden
değerlendirmektir. Zira zaten modernlik denen şey, eleştiri hattı üzerinden ilerleyen ve onunla vücut bulan
bir olgudur. Bir dönemin mitleştirilmesi ve efsaneleştirilmesi ise karşılaştığımız sorunları aşmamıza değil,
olsa olsa onlarla yüzleşmeyi bir süre ertelememize, gittikçe reel olandan kopmamıza, yabancılaşmamıza
neden olacaktır. Yakup Kadri, yazdıkları ve eleştirileri ile bu yabancılaşmanın önünü almaya,
9 “ Ne vakit sönmüş bu ateş? mi diyeceksin (…) Bu ateş, Kemalist Türkiye’nin anahtarlarını Babıali tembelhanesinin bekçileri eline
teslim ettiğimiz gün sönmüştür. O uğursuz ve fosil müessesenin dalkavuk izzetlileri, idareyi maslahatçı saadetlileri, mankafa
devletlileri aramıza katıldıkları –yalnız aramıza katılmış olsalar neyse- devlet, hükümet makamlarının, hatta Meclis ve Parti
teşkilatının başına geçtikleri andan itibaren bence bir inkılâp rejiminden bahsetmeye imkân kalmamıştır…”
(Karaosmanoğlu,1987:56-57).
10 Ancak ona göre maalesef bu yasaklar bütün milletvekillerine eşit tatbik edilmedi ve tam bir tarafsızlık sağlanamadı
(Karaosmanoğlu, 1984: 104-105).
11Vali’nin lüks hükümet konağı inşa etmekle meşgul olduğu bu şehrin vaziyetini yazar şöyle özetliyordu: “Şehrin pisliği,
bakımsızlığı, tozu, çamuru artık en vurdumduymaz, en hırlanba yerliler tarafından bile çekilemez bir hale gelmişti. Tek gezinti ve
nefes alma yeri olan Millet Bahçesi’ni yabani otlar bürümüştü. Dış mahallelerde çirkef suları sokakların ortasında akıp
gidiyordu…” (Karaosmanoğlu,1987:55-56).
modernleşmenin toplumla bağını kurmaya ve onu kendi ifadesiyle ‘boşlukta dönüp duran ağır bir çark’
olmaktan çıkarmaya çalışmıştır.
KAYNAKLAR
Atay, Falih Rıfkı (1984). Çankaya, İstanbul: Bateş A.Ş.
Aydemir, Şevket Süreyya (1968). İnkılâp ve Kadro, (2.Baskı). Ankara: Bilgi Yayınevi.
Boratav, Korkut (2006). Türkiye’de Devletçilik, (2.Baskı). Ankara: İmge Kitabevi.
Ertan, Temuçin Faik (1994). Kadrocular ve Kadro Hareketi, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları.
Karaosmanoğlu, Yakup Kadri (1979). “Ankara, Moskova, Roma” Kadro, Cilt:2, (Tıpkıbasım). Yay. Haz:
Cem Alpar, Ankara: Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi Yayınları.
Karaosmanoğlu, Yakup Kadri (1984). Politikada 45 Yıl, (2.Baskı). Yay. Haz: Atilla Özkırımlı, İstanbul:
İletişim Yayınları.
Karaosmanoğlu, Yakup Kadri (1987). Panaroma, (3.Baskı). İstanbul: İletişim Yayınları.
Karaosmanoğlu, Yakup Kadri (1991). Atatürk, (5.Baskı) Yay. Haz: AtillaÖzkırımlı, İstanbul: İletişim
Yayınları.
Karaosmanoğlu, Yakup Kadri (1997). Yaban, Yay. Haz: Atilla Özkırımlı, İstanbul: İletişim Yayınları.
Karaosmanoğlu, Yakup Kadri (2004). Zoraki Diplomat, (3.Baskı). İstanbul: İletişim Yayınları.
Karaömerlioğlu, Asım (2002). “The Peasants in Early Turkish Literature” East European Quarterly,
XXXVI, No.2, June 2002, pp.127-153.
Mardin, Şerif (1992). “Türk Siyasasını Açıklayabilecek Bir Anahtar: Merkez-Çevre İlişkileri” , Türkiye’de
Toplum ve Siyaset, (3.Baskı). Derl. Mümtaz’er Türköne-Tuncay Önder, İstanbul: İletişim Yayınları, ss.34-76.
Tekeli, İlhan ve İlkin, Selim (2003a). Kadrocular ve Kadro’yu Anlamak, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt
Yayınları.
Tekeli, İlhan ve İlkin, Selim (2003b). “Türkiye’de Bir Aydın Hareketi Kadro” Cumhuriyet’in Harcı -Birinci
Kitap, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, ss.449-484.