NUR BABA ROMANINDA YOZLAŞAN BEKTAŞİ TEKESİ
Gıyasettin AYTAŞ 01 Ocak 1970
Türk edebiyatının yetiştirdiği önemli yazarlardan biri olan Yakup Kadri Karaosmanoğlu, 27 Mart 1889 yılında Kahire’de dünyaya geldi. Altı yaşında iken ailesi ile birlikte Manisa’ya
geldi ve burada ilokulu bitirdi. Daha sonra Mısır’a dönen Karaosmanoğlu, burada Fransızca
öğrendi. Meşrutiyetin ilanından birkaç ay evvel İstanbul’a döndü ve arkadaşı Şehabettin
Süleyman’ın aracılığı ile Fecr-i Ati topluluğuna girdi. Bu topluluğun yayın organı olan
Servet-i Fünun Dergisi’nde yazmaya başladı.
1912 yılında tüberküloz hastalığına yakalanan yazar, 1916 yılında tedavi için İsviçre’ye
gitmeden evvel bir müddet Bektaşi tekkesine devam eder. Paris’ten dönmüş olan Yahya Kemal’in
etkisiyle Yunan ve Latin kaynaklarına yönelen yazar, ayrıca doğu mistisizmi ile de ilgilenir. Nur Baba
romanı bu etkileşimlerin sonucu ortaya çıkmış bir eserdir.
Yakup Kadri, “Gençlik ve Edebiyat Hatıraları”nın Yahya Kemal’le ilgili bölümünde, Bektaşi
tekkesinde geçirdikleri günlerden bahsederken, Nur Baba’yı bu sıralarda kaleme aldığını söyler.
“...aradabir Çamlıca’daki Bektaşi tekkesinin yolunu boyluyordum. Orada ne yapılır? Nasıl vakit
geçirilir? Bunu Nur Baba romanında uzun uzadıya anlattığım için burada tekrar anlatmağa lüzum
görmemekteyim. Ancak, şu da var ki, çok defa bir gece kaldığımız o yerde bazan iki üç gece
kaldığımız olurdu. O vakit, ben, eve derin bir vicdan azabı içinde dönerdim ve Yahya Kemal’i üst üste
içtiği cıgaraların dumanıyle bir akvaryuma dönen odasında bir koltuğa gömülü, elinde o tarihte
yazmakta olduğum Nur Baba’nın müsveddelerini gözden geçirerek beni bekler görünce...” Yakup
Kadri, hatıraların devamında Yahya Kemal’i de tekkeye götürdüğünü, daha sonra burada
yaşadıklarını uzun uzun anlatır.
Nur Baba önce Akşam gazetesinde tefrika edilir. Eser daha kitap olarak basılmadan, hakkında
birçok dedikodu çıkar. Bu durum yazarı tedirgin etmiş olmalı ki, romanın kitap olarak basımı uzun
müddet askıda kalır. Nihayet roman 1922’nin Nisan ayında kitap olarak piyasaya çıkar. Nur Baba’nın
kitap olarak basımı ile ilgili İkdam gazetesinde şöyle bir ilan yayınlanır:
“Nur Baba Çıktı
Bugün bütün kütüphanelerde arayınız.
Yakup Kadri Bey’in “Akşam” gazetesinde tefrika edildiği esnada bazı esbabdan dolayı
natamam kalan “Nur Baba” romanı müellifi tarafından ikmal ve mevzuun Bektaşiliğe ait olması
münasebetiyle vuku bulan hücumlara karşı başına bir “izahname” ilave edilmiş olduğu halde intişar
etmiştir.”
Roman piyasaya çıkar çıkmaz çok kısa zamanda tükenir. Bunun üzerine hemen ikinci baskı
yapılır. Eserin ücüncü basımı ise, eserin ikinci basımından altı yıl sonra gerçekleşir. Nur Baba, artık
çok okunan ve aranan bir roman haline gelir. Romanın önemi, ele aldığı konunun yanında, bir
dönemin tarihsel sürecinde meydana gelen toplumsal yozlaşmanın boyutlarının nerelere vardığını
göstermiş olmasıdır.
Yakup Kadri, Kiralık Konak romanında cemiyetin en küçük birimi olan aileyi ele alırken, bir
devrin ve koca bir devletin çöküşünü anlatır, Nur Baba romanında ise, bu devrin müesseselerinin
çöküşünü Bektaşi Tekkesi’nden hareketle gözler önüne sermeye çalışır. Aslında kendisinin de sık sık
ifade ettiği gibi, ele aldığı konular, kendi gözlemlerinin bir sonucu olmakla birlikte, hiçbir zaman tam
anlamıyla gerçek değildir. Sadece romancı kimliği ile, gözlemlerine kendince bir şekil vermiş ve bu
şeklin okuyucuya en uygun üslupta yansıtılmasına özen göstermiştir.
Nur Baba romanında olaylar bir Bektaşi tekkesi’nin etrafında gelişir. Bektaşi Tekkeleri, diğer
tarikatlar gibi, kendilerine özgü ayinlerine dışarıdan kimseleri kabul etmediği için, tarikat hakkında
birçok dedikodu yayılmakta, tarikata yönelik söylentiler esrarlı bir havaya bürünmekteydi. Tarikat
etrafında oluşturulan bu esrarlı hava, Yakup Kadri’yi de etkiler. O bu etkinin bir sonucu olarak
Çamlıca Bektaşı tekkesine gider.
Nur Baba’yı iki şekilde ele alıp incelemek mümkün. Birincisi, burada anlatılan hususlardan
hareketle, “işte Bektaşilik buymuş, bu tarikat hakkında söylenenler doğruymuş” diye Bektaşiliğe
saldırmak; ikincisi ise, bir tarikatın ehil ellerde bulunmaması yüzünden, nasıl kişisel hırs ve arzuların
aracı olarak kullanıldığı, bunun sonucunda da, böyle güzide bir tarikatın ve onun mensuplarının hiç
haketmedikleri suçlamalara ve iftiralara nasıl maruz kaldıklarını gözler önüne sermek. Biz ikinci yolu
tercih edeceğiz. Yakup Kadri, romana yazdığı izahta, romanın yazılasının asıl gayesinin bir kurumu
tenkit değil, bu kurumun nasıl istismar edildiğini gözler önüne sermeyi amaçladığını ifade etmiştir.
Nur Baba sözde bir Bektaşi Şeyhidir. Zevk ve sefa düşkünü olan bu zat, kadına ve paraya karşı
zaafı olan biridir. Kara sakallı, güzel sesli, gözlerinde ve sesinde kadınları büyüleyen bir güç vardır.
Tekkeye düşen zengin kadınlar, servetlerini ve kendilerini onun elinden kurtaramazlar. Nur Baba, önce
ölen şeyhin karısı Celile Bacı ile evlenir. Böylece hem şeyhlik postuna oturur, hem de Tekke üzerinde
kesin bir hakimiyet kurar. Daha sonra, tanınmış ailelerden birinin kızı olan Ziba Hanım’ı tuzağına
düşürerek, bütün servetini tüketir. Arkasından Ziba’nın yeğeni olan Nigar gelir. Nigar, Nur Baba
uğruna kocasını ve çocuklarını terkeder. Nur Baba, çok geçmeden Nigar Hanım’dan da bıkar. Daha
genç ve güzel olan Süheyla’ya gönlünü kaptırır.
Nur Baba romanı yayınlanması ile birlikte şimşikleri üzerine çeker ve eleştirilere muhatap olur.
Eleştirilerin büyük bir kısmı, Bektaşi tarikatının sırrının ifşa edilmesi yönünde olmuş, bir kısmı da
Bektaşiliğe hakaret edildiği, küçük düşürüldüğü şeklinde görüş belirtmişlerdir. Bu eleştirilere yazarın
bizzat kendisi cevap vermiş ve kitabına koyduğu açıklamada şu görüşlere yer vermiştir:
“Nur Baba’ya vaki olan itirazların en birincisi bu kitabın bir sırrı ifşa etmiş olmasıdır. Hangi
sır? Onu ne ben biliyorum, ne de muterizlerim. Yalnız sağdan soldan işitiyorum ki, Bektaşı ayinlerini
alenen tasvir ve hikâye etmekle hainane bir boşboğazlıkta bulunmuşum ve bu tarikat ehli tarafından
bizzat bu âyinlere kabul edilmem suretile hakkımda gösterilen emniyet ve itimadı suistimal etmişim.
Eğer ortada hakikaten gizli tutulması lazım gelen bir sır olsaydı ben de muterizlerim gibi pek fena bir
harekette bulunduğuma kani olacak ve yazdığım bu eseri hiç değilse neşretmekten vazgeçecektim.” (s.
22-23) diyen yakup Kadri, böyle bir sırrın yalnızca halk arasında yaygın dedikodudan ibaret olduğu,
Bektaşiliğin diğer tarikatlar gibi her hangi bir sırra sahip olmadığı, bütün rükn ve âdaplarının
kaynaklarda yazılı olduğu, tarikatın yasaklanmadan evvel herkese açık, isteyenlerin Bektaşi
tekkelerine giderek, ibadetleri izledikleri ve katıldıkları bilinmektedir diyor. Ancak şurası da
bilinmelidir ki, diğer tarikatlarda olduğu gibi, Bektaşi tekkelerinde yapılan ibadetler de gizlilik esastır.
Dışarıdan herhangi bir kimsenin bu âyinlere katılması mümkün değildir. Bu yüzden Yakup Kadri’nin
savunması pek tutarlı değildir. Kendisinin de belirttiği gibi, tarikat sohbetlerine dileyen herkesin
katılması mümkündür. Fakat, yapılan özel ayinleri; sözgelimi âyin-i cemlere tarikat mensubu
olmayanlar iştirak etmesi mümkün değildir. Dolayısiyle ayinler gizli yapılır.
Bektaşi ocakları üzerinde zaman zaman baskılar da olmuş, bu baskılar yüzünden tarikat
mensupları zor günler geçirmişlerdir. Bilhassa, Yeniçeri Ocağı’nın kapatılması neticesinde, bu ocağın
kaynağı olan Hacı Bektaş Veli Ocağı da büyük zarar görür. Bütün Bektaşi Tekkeleri kapatılmakla
kalmayıp, mürşid ve dervişlerinin büyük bir kısmı firara mecbur kalılar. Firar etmeyenler ise sürgün
edilirler. Karşı çıkanlar da, ağır cezalara çarptırılırlar. Geriye kalanlar ise, her türlü tarikat hizmetlerini
en gizli bir şekilde yürütmeye çalışırlar. Zaten böyle bir ortamda, başka türlüsü de beklenemezdi.
Tarikat hizmetlerinin gizlilik içerisinde yürütülmeye başlanmasından sonra, bu tarikat etrafında
birtakım söylentiler de dolaşmaya başladı. Büyük bir ekseriyeti yalan yanlış bilgileri içeren söylentiler,
tarikatın ve tarikat mensuplarının esrarengiz ilişkilerini ele alıyordu.
Gizlilik kimi zaman merak duygusunu da kamçılar. Merak duygusu da hayalleri zorlar.
Gizliliğin hem dışardakiler, hem de gizliliğe uyanlar açısından iki türlü tehlikesi söz konusudur. İşin iç
yüzünü bilmeyen kimselerin, kendilerince getirdikleri yorum ve düşünceler, yıpranmaya sebep
olmaktadır. İkincisi ise, gizlilikten doğan boşluktan yararlanan bazı art niyetli kimselerin, tıpkı Nur
Baba’da olduğu gibi samimiyetten uzak, şahsi hırs ve menfaatlerini ön plana çıkaran bir istismarın
içine girmelerine sebep olmasıdır.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Nur Baba romanı ile asıl gayesinin Bektaşi Tekkelerinin içine
düştüğü yozlaşmayı dile getirmek olduğunu ifade ederek şunları söylemektedir:
“Birçok ulvi an’aneler burada tamamile yanlış telakki edilip, yanlış tatbik olunmaktadır.
Roman kişilerinden birine ilk bölümde söylettiğim gibi, “meydan”ların erkan adabı altüsttür; bu halin
yegane sebebi mürşitlerin en ilkel tasavvuf ilkesinden bile mahrum bulunmaları ve tarikat
mensuplarının (sözde) “muhabbet”i lügat manasıyla anlayacak şekilde kör ve çiğ kalmış olmalarıdır.
Bunların gözlerini açacak, bunların ruhlarına lazım gelen özel irfanı verecek rehberlerin ise ayrıca
rehbere ihtiyaçları olduğunu söylemek gereksizdir.” (s. 24)
Aslında bu bozulma ve yozlaşmanın karşısında samimi anlamda Hacı Bektaş Veli Ocağına bağlı
olanların içlerinin kan ağladığı bilinmektedir. Yazar da kendisini bu yozlaşma karşısında için kan
ağlayanlar sınıfında telakki etmekte ve şunları söylemektedir: “An’aneden yetişmiş hakiki ve samimi
Bektaşiler, Bektaşi dergahlarının bugünkü hali karşısında içi kan ağlamaktadır. Ben bunlardan
biriyim ve buraya parmağımı koymak suretiyle nereden başlamak lazım geldiğini bu kitapta
göstermeğe çalışıyorum.” (s. 24)
Roman, çeşitli bölümlerden oluşmuş ve yazar her bölüme ayrı bir isim vermiştir. Her bir bölüm
hem kendi içinde bir bütün, hem de romanın bütününü tamamlayan bir kısım olarak karşımıza
çıkmaktadır. Nur Baba, roman’ın ilk bölümünde bize tanıtılmaktadır. “...bu genç ve havai mürşit,
diğer mürşitler gibi, ilahiler, neyler, sazlarla gerilen sinirleri idare etmek kabiliyetinden mahrumdur
ve onun riyaset ettiği sofralar, ekseriye, ya bir tekme ile devrilmek veya sesi fazla çıkan bir buse ile
perişan olmak akıbetine mahkumdur.”(s. 34) Böyle bir ruh haline sahip olan mürşidin hangi sosyal
şartların içinden çıkıp geldiği de romanda ele alınmış ve irdelenmiştir. Böylece romancı, kendince
yaptığı eleştirilere bir zemin de hazırmlamış olur.
Nur Baba’nın hangi şartlar içerisinde büyüdüğü ve bu duruma nasıl geldiği ise, romanda şu
satırlarla anlatılmaktadır:
“Nur Baba, Nur Baba olarak doğmamıştı. O, bundan yirmi beş sene evvel, şimdi şeyhlik
postunu işgal ettiği bu dergahın asıl meçhul, cılız bir sığıntısı idi ve muhipler arasında “Nuri” diye
çağrılırdı. Selefi Afif Baba dört beş defa evlenmiş olmasına rağmen her nedense evlat mürüvvetinden
mahrum kalmış bir adamdı; ömrünün yarısına geldiği zamanbu mahrumiyet kendisini o kadar ezmeğe
ve son karısı yüzüne öyle melul bir nazarla bakmağa başladı ki, zavallı mürşit artık yegâne teselliyi
başını alıp uzun seyahatlere çıkmakta buldu. Bütün Asya’yı, İran ve Turan’ı dolaştı. İki sene kadar
Anadolu’nun göbeğinde kaldı ve işte Nuri’yi oradan alıp getirdi.” (s. 48)
Nuri, Afif Baba’nın evlât hasretinin bir tesellisi olur. Cılız, hastalıklı, ancak çok sevimli olan bu
çocukla avunan ve günlerini onunla geçiren Afif Baba, kimi zaman tahammül edilemez bir hal alan
Nuri’nin şımarıklığına ve yaramazlığına bile ses çıkarmaz, hoş görür. Nuri de bu hoşgörüyü
olabildiğince istismar etmekten çekinmez.
Nuri artık “meydan”da, “muhabbet”te Afif Baba’nın yanında ve postunun dibinde oturur.
Şımarıklığı ve aşırılıkları etrafta huzursuzluğa sebep olur. Sırf onun yaramazlıkları yüzünden tekkeyi
terkedenler bile olmuştur. Nuri, “...fevkalâde inatçı idi; ne yüzüne inen silleler, ne Afif Baba’nın
nasihatleri, ne bazı muhibbelerin korkutmaları, ne de her teşebbüsün daima kesin ve acı
mahrumiyetiyle son buluşu, hiç bir şey onun bu cesur faaliyetlerine bir an için bile sekte vermiyordu.”
(s. 49)
Yazar, Nur Baba’yı hazırlayan şartları anlatırken, onu geçmişi ile özdeşleştirir. Nuri, yirmisine
geldiği zaman, ölüm döşeğine düşmüş olan velinimeti Afif Baba’nın bu durumundan yararlanarak,
ahlak sınırlarını zorlayan bir tutum içerisine girerek, Afif Baba’nın karısı Celile Bacı’yı elde eder.
Baba’nın ölümünden sonra da ilişkisini resmileştirerek Celile Bacı ile evlenir ve Afif Baba’nın yerine
posta oturur. “Bütün muhibler arasında ahlaki taassubile tanınmış, kırkına yaklaşmış bir kadın, kendi
elinde büyüttüğü yirmi üçüne henüz basmış Nuri gibi çılgın ve havai bir gencin kucağına böyle birden
bire düşüversin ve kendinde bu düşüşe bir şekil verecek cesareti bulsun! Buna kimse ihtimal vermiyor
ve şaşkın gözlerle yeni çiftin etrafını alıyordu.” (s. 51)
Celile Bacı, gün görmüş biridir. Her türlü aşırılığın karşısında denge unsurudur. Tarikat adabını
çok iyi bilen Celile Bacı’nın Afif baba’dan sonra yaşamak zorunda olduğu bundan sonraki hayatında
genç kocasını kontrol görevi ön plana çıkmıştır. Nur Baba’nın aşırılıkları karşısında Celile Hanım,
“her şeyi tadında bırakmak taraftarıdır.” (s. 34) Ancak, hiç bir şey tadında bırakılmamaktadır.
Tarikatın adap ve erkanına ne kadar aykırı şey varsa, tarikat adabıymış gibi yaşanmaya başlanmıştır.
Bu durum, tarikat adabının ve gerçek tarikat hayatının ne demek olduğunu bilen Celile Bacı’yı
rahatsız etmektedir. Sert tepki gösterir. Bir defasında Nesimi Bey’in neden tepki göstterdiğini sorması
üzerine şunları söyler:
“Allah’ı severseniz siz bari böylle demeyin. Siz ki dergâh nedir bilirsiniz, tarikatın erkanına
benden ziyade vakıfsınız. Bana söyleyin; böyle meydan, böyle muhabbet nerede gördünüz? Baba
kendinden geçmiş, evlatlar her istediğini yapar. Rapt yok, zapt yok, lokma zamanı ise hiç belli değil.
Bunun sonu nereye varır böyle?” (s. 36)
Celile Bacı, Afif Baba’nın yerine geçen Nuri’yi önceleri kontrol etmekte zorlanmaz. Bu durum
Ziba Hanımefendi adında birinin tekkeye gelmesi ve malını servetini ve kendini Nur Baba’ya
vermesiyle son bulur. “Günün birinde Kanlıcalı Ziba Hanımefendi isminde bir kadın tâ meydanın
ortasında, kokular ve renkler içinde bir rüzgâr gibi esti ve her şeyi altüst etti.” (s. 53) Bundan sonra
Nur Baba tamamen kontrolden çıkar, tekke ve tarikat adabı tamamen ortadan kalkar,herkes kendi
gönlünce aşırılıklarını tekke adına yaşamaya başlar.
Ziba Hanım, “İstanbul’un eski ve namlı ailelerinden birine mensuptur. Pederi Abdülaziz
devrinin meşrebi rind, kalbi geniş, tavırları zarif saray erkanından Safa Efendi isminde zengin” (s. 52)
bir adamın kızıdır. Zevke ve safahata aşırı derecede düşkün olan Ziba Hanımefendi, Nur Baba’ya “Bu
andan itibaren canım da, malım gibi, şu makama feda olsun!” (s. 58) diyerek kendini Nur Baba’ya
vakfeder.
Yakup Kadri Ziba Hanımefendi ile başlayan bozulma ve yozlaşmayı ele alırken, onun tekkeye
gelmesi ile birlikte meydana gelen değişmenin sebebini şu satırlarla ifade eder: “Nur Baba, Ziba
Hanımefendi’ye rastlamadan önce ne idi? Bir külçe ihtiras, bir küme iştiha... Safa Efendi’nin kızı elâ
gözlü Ziba, bu işlenmiş cevheri kendi göğsünün ateşinde eritti, eledi, süzdü, ondan yontulmuş bir put,
bir aşk ve ihtiras putu yaptı.” (s. 59)
Ziba Hanım, tekkeye tam anlamıyla yerleştikten sonra, kendisi gibi hafif meşrep insanları da
tekkeye getirmeye başlar. Bundan sonra dergah, asıl işlevinin dışında zevk ve sefahat âlemlerinin
yaşandığı bir mekan halini alır. İş artık kontrolden çıkmıştır. Kimse bu kötü gidişe dur diyecek halde
değildir. Nur Baba, âdeta uyuşmuş veya tam istediği bir hayata kavuşmuş olmanın mestliği içerisinde
sessiz ve kendi zevklerinin tadına varmakta, diğerleri ise arzularına uygun bir ortam bulmanın mestliği
içerisindedir. Bu işten rahatsız olanlar ise, zaten ortadan çoktan kaybolmuşlar, uzaktan bu iğrençliğe
acı gözlerle bakmaktadırlar. Bunların içerisinde tek ve gerçek tarikat erbabı Celile Bacı’nın yapacağı
pek fazla bir şey yoktur. O da Nur Baba’nın girdabında bir o yana, bir bu yana savrulmakta, acı ve
ıstırapla olup bitenlere tahammül etmektedir.
Ziba Hanım, kendi kazdığı bu kuyunun içinde, bir gün gelip de kendisinin de yok olup
gideceğini pek hesap etmemiş olacak ki, gelişmeler karşısında o bile rahatsız olur. Çünkü, önce sadece
kendisi için istediği Nur Baba’nın artık kontrol edilemez bir duruma geldiğini, gönlünü başkalarına
kaptırdığını görünce, biraz da kıskançlığın vermiş olduğu duygularla şunları söylemekten çekinmez:
“Hepsini adam zannettim de koca bir mürşidin postu etrafında topladım; heyhat mürşid postu
nerede bunlar nerede? İlk geceden şarkı söylemeğe, köçekler gibi oyun oynamağa başladılar. İki
kadeh fazla içince akılları başlarından gidiyor. Hele mürşit bir kere baktı mı, artık zaptedebilirsen
et!” (s. 63)
Ziba Hanımefendi’nin kendi getirdiği insanlardan şikayet etmesinin asıl sebebi, tarikatın adap
ve erkanına muhalif davranmaları değildir. Aslında bu sözler sadece gerçek duygularını perdelemek
için söylemiştir. Onun asıl endişesi Nur Baba’nın kendi elinden uçup gitmesidir.
Osmanlı Devleti içerisinde Bektaşilik büyük bir yayılma göstermiştir. Bu iki ana nedene
dayanmaktadır. Bunlardan birincisi, Osmanlı Devleti’nin önemli askeri birimlerinden biri olan
Yeniçerilerin, Hacı Bektaş Veli’yi pir addetmeleri; ikincisi ise, Bektaşi tarikatlarının geniş halk
kitlelerine hitap etmesidir. Meselâ Mevleviler, genellikle şiirlerini Farsça ve aruz ölçüsü ile
yazmalarına karşın, Bektaşiler halkın rahatça anlayabileceği sade bir Türkçe’yi kullanmışlar ve hece
veznini terich etmişlerdir.
Sultan II. Mahmud 1826 yılında Yeniçeri Ocağı ile birlikte Bektaşi tekkelerini de kapatmasıyla
birlikte, tarikat hizmetleri Abdülaziz’in yeniden tarikat hizmetlerini serbest bırakan fermanına kadar
gizlilik içerisinde yürütülmeye çalışılmıştır. Bu arada geçen 35 yıllık süre büyük bir boşluk da
doğurmuş. Bazı ehliyetsiz ve yetkisiz kimselerin Bektaşilik adına ortaya çıktığı da görülmüştür.
Bektaşi tarikat erkan ve adabı, “Erkannâme”, “Velâyetnâme”, “Saltıknâme” gibi kitaplarda
tespit edilmiştir. Bu kitaplarda belirtilen usul ve erkana zamanla uyulmadığı, bazı kimselerin tarikatı
kendi çıkarları doğrultusunda anlayarak, özünden uzaklaştırdığı görülmüştür. Bilhassa Osmanlı’nın
son zamanlarında bu durum daha da yaygınlık kazanmıştır. İşte Nur Baba gibiler bu dönemin eseri
olarak ortaya çıkan şeyhlerdir. Kendi zaafları yüzünden, tarikatı bir ahlaksızlık mekanı haline
getirmiştir. Romanda buna da temas edilir. Ziba, Nigar’a tarikat hakkında bilgi verirken şunları
söyler: “Şimdiki hanımlar, dergahları sadece birer sevişme yeri zannediyorlar:”(s. 64)
Bektaşi Tekkeleri, geçmişte önemli hizmetler görmüş, devletin önemli bir unsuru olmuştur.
Devletin ileri gelenleri, başta sultan olmak üzere tarikata ve tarikatın ileri gelenlerine büyük bir hürmet
ve muhabbetle yaklaşmışlardır. Bu anlayış pek fazla devam etmez. Yöneticiler, bilhassa II.
Mahmut’tan sonra tarikat üzerinde oluşturulan baskı ve yasaklama ile birlikte, tarikat hakkında
olumsuz kanaatlerin de yerleşmesine sebep olurlar. Yazar bu durumu Nigar Hanım’ın ağzından dile
getirir: “Babasının ölümüne kadar, bu evde Ziba Hanım vesilesile Bektaşilik ve Bektaşiler aleyhinde
neler söylenmemiş, neler hikaye edilmemişti! Bilhassa onlardan bahsolunurken kullandığı hususi bir
tabir vardı ki, Nigar Hanım’ı daha küçük yaşında âdeta nefret ve korku ile titretirdi: “Kızılbaşlar!”
Bu iki kelime onun için “cadı”, “hortlak” vesaire gibi kelimelerin ifade ettikleri cehennemi manalarla
doluydu.” (s. 69)
Ziba Hanım, Nur Baba etrafında şekillendirdiği yeni hayat tarzının, kendi kontrolünden çıkmış
olmasına engel olamaz. Artık Nur Baba’nın ihtiras ve istekleri daha sınırsızlaşmaya ve bu isteklerini
yerine getirmede daha pervasızlaştığı görülür. Ziba Hanım’ın yeğeni olan, mazbut bir aile hayatına
sahip olan Nigar Hanım’ı elde etmek isteyen Nur Baba, bu konuda Ziba Hanım’ı zorlar. Ziba Hanım
da sonucun nereye varacağını bildiği için, bu işe şiddetle karşı çıkar. Ancak, onun karşı çıkması, Nur
Baba’nın bir şeyi elde etmedeki inatçılığı karşısında pek fazla sonuç vermez. Kendi elleriyle Nigar
Hanım’ı Nur Baba’nın huzuruna getirir ve ona teslim eder.
“Nigar Hanım, artık otuzuna yaklaşmış, oldukça zeki, münevver, iki çocuklu bir
kadındır.”(s.69) Nur Baba’nın kendisine beslediği yakın ilgi yüzünden, Ziba Hanımın da katkıları ile
dergâha girer. Nigar Hanım’ın yakın dostu olan Macit’in şu tespiti, bu girişin asıl gayesini ortaya
koyması bakımından dikkat çekicidir: “Bektaşilik nerede, Nigar nerede? Terbiyesi, zekası, iktisap
ettiği malumat, hayat tarzı, düşünüşü, giyinişi hep buna zıd değil mi? Acaba o da mı halasını
senelerden beri pençesi içinde sıkan genç dervişe şikar oldu?” (s. 101)
Romanın büyük bir bölümü Nigar Hanım etrafında şekillenir. Yazar Nigar Hanım’ın tarikata
girmesini bütün ayrıntılarıyla, romanın diğer kahramanı Macit’in ağzıyla anlatır. Romanın en gerçekci
olan kısmı da, bu tarikata giriş merasiminin anlatıldığı bölümdür.
“Bu Bektaşi abdesti büsbütün başka bir şey: Su vücudun malum olan kısmına beş vakit alınan
abdestlerden daha az temas ettiği halde, yine hümü hayatın sonuna kadar devam ediyormuş. Bu ne
dereceye kadar doğrudur bilmiyorum. Çünkü rehberimiz bu malumatı bize yarı şakacı, yarı ciddi bir
tavırla verdi. Evvela Nigar abdest aldı. Rehber bir taraftan elindeki ibrikle ona su döküyor ve diğer
taraftan söylenecek dualar öğretiyordu. Bu dua gayet basit ve Türkçe olarak söyleniyor, mesela
kulaklar ıslanırken: “Bu kulakları badema kötü söze, dedikoduya kapalı olacak”, gözler ıslanırken:
“Bu gözler gördüğünü görmemiş gibi olacak” ve sıra ayaklara gelince “Bu ayaklar Hak yolundan
şaşmıyacak,” vs... mealinde cümleler tekrar ediliyor. Nigar bütün bunları titrek bir sesle ve âdeta
ciddî bir şey yapıyormuşcasına dikkat ve ihtimamla söyledi ve vücudu abdestin sonuna kadar hele
ayakları yıkanırken, tepeden tırnağa ürperişler içinde kaldı. ... Abdest merasimi bittikten sonra bizi -
kendi tabirleri vechile- yalın ayak, .başı kabak meydanın kapısı önüne götürdüler. Bu meydan denilen
şey tekkenin alt katında bir tarafı camekanlı, mescit tarzında, genişce müstatil bir yerdir. Duvarları
baştan aşağı mezhebe ait yazılar ile örtü ve zeminin çepçevre beyaz, siyah ve kırmızı renkli postlarla
döşelidir. Meydanın şimal ciheti “mevkii reşadeti” veyahut eğer tabir caizse muhibbanın kıblegahını
teşkil ediyor. Orada her içeriye girenin yerine oturmazdan evvel birçok tazim ve taabbüt merasimile
yanına yaklaşıp öptüğü lâhid biçiminde bir beyaz mermer var ki her bir köşesinde birer metre
uzunluğunda kalın mumlar yanıyor ve üzerinde henüz mumları yakılmamış kırk kollu mücessem bir
gümüş şamdan duruyor. Mürşid, başında siyah sarık, dilim dilim bir külâh, sırtında geniş ve beyaz bir
aba ile bu taşın yanında kendi postunun üstüne diz çökmüş, ellerini abasının yenlerine sokmuş, gözleri
kapalı bir ölü gibi hareketsiz oturuyor. ... İçeriya evvelâ zevcesi girdi. Elleri çaprazvari, göğsü
üzerinde, her üç adımda bir anî duruşla serî birer rükû hareketi yaparak, meydanın boyunca o beyaz
taşa doğru yürüdü. Eğilip taşı öptükten sonra, ayağa kalktı ve hep o yürüyüş ile sağdan sola bir yarım
daire çizip mürşidin dizlerine kapandı ve nihayet kendi postuna da aynı hürmeti göstererek, yerine
oturdu. Onun arkasından sıra sıra erkeler girdiler. ... Nitekim ben de meydana, Nigâr’dan evvel
girdim. Daha doğrusu ikimizden evvel rehberrimiz girdi. ... Girerken kapının eşiğini öptü. Sonra her
üç adımda bir kâh Arapça, kâh Farsça, kâh Türkçe hitaplarda bulundu; mürşidin cevaplarını bekledi,
sonra gitti; o kalın uzun mumlardan aldığı bir miktar alevi kırk kollu şamdanın kır tane mumunu birer
birer yaktı. Bu iş arasında dudakları fasılasız bir sürü dualar mırıldanmaktan hali kalmaddı, birçok
defa şeyhin önünde yerlere kapandı, kalktı, yine kapandı, sonra geri geri dışarı çıktı. Nigâr’la ben onu
dehlizin yarım karanlığında yan yana bekliyorduk. Meydana kadın erkek, en azından elli kişiden fazla
bir cemaat var; bunlar sıra sıra çepçevre postlarının üstünde diz çökmüş oturuyorlar. Rehberimiz
elinde ince, beyaz bir ip, yanıma yaklaştı ve bu ipi yavaşca belime bağladı, bir kısmını boynumdan
geçirdi ve bir ucunu elimin baş parmağına sardı, diğer ucunu da kendi eline aldı. Biz böylece
birbirimize bağlanmış bir halde sendeliye sendeliye kapının eşiğine doğru yürüdük. Rehberim eşiğin
önünde durdu ve gür bir sesle şöyle bağırdı:
-Ya mütefettihül ebvab.
İçeriden mürşid, aynı sesle ona cevap verdi.
-Fetahnaleke bâben mübina.
Bunun üzerine ikimiz birden eğilip eşiği öptük; rehberim kulağıma yavaşca:
- Basmadan geç evlâdım dedi.
... Eşiğe basmadan geçtik. İçeriye atılan bir iki adımı müteakip yüzümüzü yanan mumlarla
mürşide doğru çevirdik ve tekrar yere kapandık. ... Mürşide beş on adım kala birden durduk.
Rehberim yine yüksek sesle, o karmakarışık hitabetlerine başladı. ... Takriben şu manada bir takım
cümleler ihtiva etti:
“Gözü görmez, kulağı işitmez bir can, anadan yeni doğmuş boynu bağlı bir kurbanlık kuzu dara
geldi. Hacı Bektaş Veli ocağında yanmak diler. Getirdim kabul eder misin? Sual ettim.”... Mürşit,
rehberin son sözlerini kelimesi kelimesine tekrar etmek şartıyla cemiyete tebliğ ve fazla olarak şöyle
dedi:
-Bu canın elinden, dilinden, sıdkı hulusundan emin misin?
Hep bir ağızdan “Eyvallah Erenler!” cevabı verildi ve bunu heyecanlı tekbir sedaları takip etti.
...
Çobanım beni yavaş yavaş boynumdan çekerek şeyhin önüne götürdü; diz çöktüm; başımı
uzattım. (Bektaşiler buna baş teslim etmek diyorlar.) Sağ elimle tenbihleri üzerine cübbesinin
eteğinden tuttum ve sol elimle baş parmaklarımızı yek diğerine muttasıl olmak üzere eline bıraktım.
Siyah sakallı adam mühim bir sır söyleyeceklere mahsus endişeli bir samimiyet ile ağzını kulağıma
yaklaştırdı. ... Kulaklarımda şeyhin ilk ve son sözlerini teşkil eden bir iki müphem cümleden başka hiç
bir hikmetin izini taşımıyordum: Eline, beline, diline sağlam olacak mısın?, Gelme, gelme! Dönme,
dönme! Gelenin malı, dönenin canı.... Bunu müteakip yine rehberin refakatında, sahipleri görünmiyen
birçok boş postları öpmek sırası geliyor. Evvela o beyaz taş Balım Sultan taşı öpülüyor, sonra Hacı
Bektaş Veli postu, sonra Horasan postu, daha sonra Hacı Baba postu ve nihayet... Ve nihayet
zannederim artık yeni Bektaşi yorgun, sersem bir halde kendine tahsis edilen postu üzerine yığılıyor.”
( 109-114)
Burada üzerinde durulması gereken nokta, nasıl Betaşi olunduğu değil, Nur Baba Dergahı’nda
Bektaşi olmanın anlamının ne olup olmadığıdır. Romandan anladığımıza göre, yukarıda yapılan
merasim tamamen şekli olarak kalmıştır. Merasimin dışında tarikat adına yapılanların işin özüyle
uzaktan yakından ilgisi yoktur. Nur Baba, bu merasimleri daha çok insanı etrafına toplamak ve onların
zaaflarını rahatça icre edebilecekleri bir ortam hazırlamak amacıyla gerçekleştirmektedir.
Nigar Hanım, tarikata girmekte o kadar istekli değildir. Onun tarikata girmesinde daha çok Nur
Baba’nın ihtirasları ve bu ihtiraslarına ortak ettiği Nigar Hanım’ın halası Ziba Hanım’ın büyük katkısı
olmuştur. Ziba Hanım, her şeyin kendi ekseninde gelişmesini isteyen hırslı bir kadındır. Bu yüzden,
Nur Baba’nın ihtiras ve hırsının nelere mal olacağını bile bile, yeğeni Nigar’ı bu tuzağın içine
düşürmekten çekinmez. Nigar ile Ziba birbirine zıt karaktere sahiptir. Ziba bütün hakimiyet kendinde
olsun ister ama iradesini de kontrol edemez. Nigar ise, oldukça kendi içine kapanık, ama iradesine
sahip biridir. Onu iadesinden koparan Nur Baba’nın inatçılığı ve közü karalığı olmuştur.
Romanın merkez noktasında bulunan Nur Baba, yazarın da belirttiği gibi, an’aneleri
yanlış telakki edip yanlış uygulayan biridir. Bektaşilerce en kutsal mekanlardan biri olan
“Meydan”ların erkan ve adabı alüst olmuş, bunun yegane sebebi ise, kendini mürşit sayan Nur Baba
gibiler, en ilkel tasavvuf ilkesinden mahrum kimselerdir. Meydan, tarikata giriş, baş okutuş, ya da
ölmüş birinin ruhuna ta’ziz ediş törenlerinin yapıldığı dikdörtgen odaya verilen addır. Meydan’da
Bektaşi tarikatının en kutsal ibadetleri yapılır ve buraya büyük bir önem verilir. Her hal ve hareketin
Meydan’da bir ölçüsü vardır. Ölçüsüzlüğe kesinlikle yer yoktur ve buna asla müsaade edilmez. Ancak
bu durum Nur Baba romanında hiç de yukarıda bahsedildiği üzere değildir. “...biraz evvel son derece
huşu ile postların üstünde tek tek diz çökenler yine aynı meydanda kahkahalar, şakalar ve şarkılarla
bir takım yuvarlak yer sofralarının etrafında gelişigüzel, çepeçevre yığılıveriyorlar. Bu sofralar bir
sarhoşluk ve coşkunluk gecesinin beşikleri gibi duruyorlar. İnsan bunların etrafında oturanların biraz
sonra yerlerinden ne halda kalkabileceklerini evvelden ilk bakışta tam bir açıklıkla tahmin
edebiliyor.”(s. 115) Bu satırlardan da anlaşılacağı gibi, “meydan” her türlü edepsizliğin ve
terbiyesizliğin yapıldığı bir mekan haline getirilmiştir. Bu da Bektaşi geleneğinin ehliyetsiz kimseler
elinde ne hale geldiğine açık örneklerden biridir.
Bir diğer husus da Ayin-i Cem törenleriyle ilgili yapılan yanlışlıklardır. Bilindiği gibi ayin-i
cem, Bektaşi geleneğinde önemli bir yere sahiptir. Gönül birdliği ile bir araya toplanmak anlamına
gelen ayin-i cem, haftanın belli günlerinde, belli kurallara bağlı olarak yapılan dinsel bir törendir. Bu
törene tarikattan olmayan kimseler giremez. Ancak tarikata girmiş kimseler bu törende bulunur ve
kendisine verilen görevi yerine getirir. Nur Baba romanında Ayin-i Cemlerdeki yozlaşma üzerinde de
durulur. Meydan’da yapılan ayin-i cemler, kurallara bağlı olarak yürütülen bir tören olmasına rağmen,
Nur Baba romanında cem adına yaşanan rezaletler gözler önüne serrilmektedir: “Gece yarısına doğru
meydanı şeyda bir coşkunluk istila etti. Mürşid semaa, kaddınlardan birkaçı raksa kalktı. Alhotoz Afife
Hanım başta olmak üzere, ona benzer bazı geçkin kadınlar ötekinin berikinin önüne diz çöküp aşıkane
maniler söylemeğe başladı.”(s. 121)
Nur Baba romanı, bozulmuş bir dergâh yaşantısını ve bu dergâh içinde bulunan kimselerin
karakteristik özelliklerini tasvir etmesi bakımından yazarının bir anda sadece Türkiye’de değil birçok
ülkede tanınmasına vesile olmuştur.
Yararlanılan Kaynaklar:
(Özön), Mustafa Nihat, Metinlerle Muasır Türk Edebiyatı Tarihi, Devlet Matbaası, İstanbul, 1934.
(Sevük), İsmail Habib, Tanzimattan Beri Edebiyat Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1942
Enginün, İnci, “Nur Baba”, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, C.7, Dergah Yayınları, İstanbul
1990, s. 82.
Akı, Niyazi, Yakup Kadri Karaosmanoğlu İnsan-Eser-Fikir-Üslup, İstanbul, 1960.
Tanpınar, Ahmet Hamdi, Edebiyat Üzerine Makaleler,2.bs. Yayına Hazırlayan: Zeynep Kerman,
Dergah Yayınları, İstanbul 1977.
Adıvar, Halide Edip, “Nur Baba, İkdam, S. 9096, 1922.
Karaosmano?lu, Yakup Kadri, Nur Baba, 6.bs. Baskyya Hazyrlayan: Atilla Özkyrymly,
Yleti?im Yayynlary, Ystanbul 1985. Sayfa numaralary bu baskyya aittir.
Karaosmano?lu, Yakup Kadri, Gençlik ve Edebiyat Hatyralary, Bilgi Yayynlary, Ankara
1969, s. 167.
Ykdam, 28 Nisan 1922.
Ey kapylary açan
Senin için belirgin bir kapı açtık