ABDURRAHMAN-I TAHÎ -KUDDİSE SİRRUHU
01 Ocak 1970
Falan dereyi geçseydin…
Abdurrahman-ı Tahi kuddise sirruh, miladi 1831 yılında Şirvan kasabasında doğdu. Miladi 1886 yılında Bitlis vilayetine bağlı Nurşin köyünde vefat etti.
Abdurrahman-ı Tahi hazretleri birçok âlimden ilim tahsil etti. Din ilimlerinde yüksek derece sahibi oldu. Gerek ilim öğrendiği, gerekse ilim öğrettiği medreselerde en fazla yakınlık duyduğu kimseler, dünyaya gönül vermeyenlerdi.
Bu sebeple, Allah yolunda kendisine rehberlik edecek bir mürşit aramaya başladı. İlk önce Hacı Emin Şirvani’ye başvurarak Rufai Tarikatı’na girdi. Bir müddet sonra Hacı Emin Şirvani, Şeyh Abdurrahman-ı Talebani tarafından reddedilince, gidip Şeyh Hamza Telvi’ye talebe oldu. Bir müddet sonra Kadiriyye Tarikatı mensuplarından Şeyh Abdulbari Çarçahi’ye intisab etti.
Bu sırada zamanının Gavsı olan Seyyid Sıbğatullah-i Arvasî kuddise sirruhu Külat’ta oturuyor, insanların dünya ve ahiret saadetine kavuşmaları için çalışıyordu. Onun talebelerinden Süleyman Erbusi ara sıra Külat köyüne gidip geliyordu. Bir defasında Külat köyünden döndüğü bir zamanda, Abdurrahman-ı Tahi kuddise sirruhu alaylı bir şekilde;
— Külat’taki sofiler nasıldırlar, ne yapıyorlar? Diye sordu. Süleyman Erbusi Abdurrahman-ı Tahi’ye;
— Eğer falan dereyi geçsen, öyle demezdin, diye oradaki manevi havaya işaret ederek cevap verdi. Süleyman Erbusi’nin bu sözü Abdurrahman-ı Tahi’ye çok tesir etti.
O sırada birkaç talebesi olan Abdurrahman-ı Tahi kuddise sirruh, talebelerinden birine;
— Vallahi falanca kişinin sözleri beni çok etkiledi, Külat’a gidiyorum, dedi. Talebelerinin bütün ısrarları onu kararından döndürmedi. O gece boyunca içindeki arzu ve iştiyakla uyuyamadı.
Seher vakti gelir gelmez, Seyyid Sıbgatullah-i Arvasi’nin sofilerinden Süleyman Erbusi’nin evine gitti. Onu uyandırarak;
— Benimle birlikte Külat’a gelir misin? Dedi. Süleyman Erbusi;
— Gelirim! Deyince, ikisi birlikte seher vakti yola koyuldular.
Süleyman Erbusi’nin; “Falan dereyi geçsen öyle demezdin!” diye bahsettiği yere geldiler. Abdurrahman-ı Tahi o dereyi geçerken, kalbinde acayip bir hal hissetti. Nihayet Külat’a ulaştılar. Kendisini sanki cennet bahçelerinden bir bahçede hissediyordu.
Seyyid Sıbğatullah-i Arvasî kuddise sirruhu, onu talebeliğe kabul ederek, himaye ve tasarrufu altına alıp kısa bir müddet içinde yetiştirdi.
Tasavvuf yolunda yükselen Abdurrahman-ı Tahi hazretleri, dillerin ifade edemeyeceği, ancak ehlinin anlayacağı hallere kavuştu.
O zaman, önceden kavuştuğu hallerin gafletten ve boşu boşuna ömür harcamaktan başka bir şey olmadığını anladı.
Abdurrahman-ı Tahi hazretleri, bir ara hac ibadetini ifa etmek için Mekke-i Mükerreme’ye gitti. Hac’dan dönünce, mürşidinin emriyle, Bitlis vilayetine bağlı Nurşin nahiyesine yerleşerek irşat vazifesine başladı. Mürşidinin vefatından sonra da insanlara Allah-u Teâlâ’nın dininin emir ve yasaklarını anlatmaya devam etti. Gönül alıcı sohbetleriyle insanların dünya ve ahiret saadetine kavuşmaları için çırpındı.
Evliya düşmanları hakkında
Abdurrahman-ı Tahi hazretleri, zikirle ilgili talebelerinin sorduğu bir soru üzerine şöyle buyurdu; “Bu Halidiyye büyükleri sesli zikir yapmazlar. Talebe kıbleye karşı edeple oturmalıdır. Hazır olan bir kalp ile zikirde bulunmalıdır. Çünkü zikir esnasında kalbin hazır olması muhakkak lazımdır. Zikirden maksat tevhid olup Allah-u Teâlâ’nın birliğini hatırlamak, dile getirmektir. Hatta tespih tanelerini bir eksik mi, fazlamı çektim diye takılmamak gerekir. Çünkü tespihleri söylemekten maksat haldir (kalbin zikrullahla huzura ermesi). Bir eksik veya fazla olmuş ne çıkar.”
Hazret, evliyaya düşmanlık edenler hakkında, bir gün şöyle buyurdular: “Gavs-ı Hizani hazretlerinin zamanında zannederim ki münkirlerden (tarikatı, evliyayı inkâr edenler) imansız gidenler oldu. (Velinin büyüklüğünü) İnkâr edenler ya cahillikten veya ilimden dolayı inkâr ederler. Cahillikten olan inkâr zarar bakımından, ilimden dolayı olan inkârdan daha azdır. İnkârın en zararlısı, veli bir zata haset etmekten dolayı olanıdır.”
(İlmin verdiği enaniyetten dolayı bazı âlimler, kendilerini daha büyük gördüklerinden, mürşitleri kıskanmakta ve onların büyüklüğünü inkâra yönelmektedirler.)
Abdurrahman-ı Tahî kuddise sirruhu bir mürşidin, yol gösterici rehberin durumuyla ilgili olarak sorulan bir soruya da şöyle cevap verdi; “Mürşid-i kâmil, talebesinin her türlü hastalığını tedavi eder. Yalnız ihlâs ve muhabbet eksikliği ile bidatlerin sebep olduğu hastalıklar hariç! Çünkü bu hastalıklar talebenin istikametini yolunu değiştirir. Talebe doğru yoldan ayrılır. Fakat diğerlerinin tedavisi mümkündür. Zina yapan zinanın büyük günah olduğunu bilir sonra pişmanlık duyar. İhlâs ve muhabbet eksikliği ve bidat işleme durumu olursa günah işlediğini bilmez, pişman olmazlar. Demek ki ilacın aslı, pişman olmak, nefsinin kusurunu görmek ve hocasına halini arz ederek, iltica etmesine bağlıdır.
İnsan suretini kaybedip hayvan suretine (manevi olarak) girenlerin alameti, vaaz ve nasihatlerden istifade etmeyip işlediği günahlara devam etmesidir.”
“Bu fakir (yani Abdurrahman-ı Tahi) veliyi inkâr etmenin imanı tehlikeye soktuğunu bildiğim için veli olduğunu söyleyen kişiyi inkâr etmedim. Yalnız hocamı inkâr edenlere karşı cephe alırım. Münkirlik yapmadım fakat karşı çıkarım.”
“Kendisine dinini öğreten hocasına; ‘Neden?’ ve ‘Niçin?’ derse o mürit iflah olmaz. Hocasına itiraz eden müridin üzerine feyz kapıları kapanır. Mürid hocasını kontrol edip ona itiraz edemez.”
Sohbetin fazileti
Abdurrahman-ı Tahi kuddise sirruhu bir sohbetinde, sohbetin fazileti ile ilgili olarak buyurdu ki; “Yolumuz sohbet yoludur. İnsanlara hayret ediyorum niçin sohbeti istemezler, niçin sohbet meclisine katılmazlar. Niçin Allah dostlarının yanında bulunmazlar? Hâlbuki sohbet ehlinin ev sahibi Allah-u Teâlâ, teşrifatçısı Hz. Ali radiyallahu anhu, sakisi, yani su/rahmet dağıtanı Hızır aleyhisselamdır. Şayet sohbet etmek için yedi kişi bir araya gelse yüksek makamlara erişirler ki aralarında bir Allah dostunun varlığı umulur.”
“Açıktan Kur’anı Kerim okumak ve sohbet, evlerden zulmeti giderir. Onun için sohbet olunan evin sahibi bildiği sureleri açık olarak okusun. Ben sohbet peşinde koşmayı severim. Nerede sohbet ehli varsa oraya gitmek isterim. Mümkün mertebe hiçbir dervişin sohbetini kaçırmak istemem.”
Abdurrahman-ı Tahi kuddise sirruhu güzel amelleri teşvik etmek için bir sohbetinde şöyle buyurdu; “Farz namazlarınızı vaktinde ve cemaatle kılınız. Sünnetleri terk etmeyiniz. Akşam namazından sonra kalbinizi mürşidinize bağlayınız. Bu esnada gaflette olursanız bağı kuramazsınız. Bilhassa sabah namazlarından sonraki güzel amellerinizi terk etmeyiniz.”
“Bu Halidiyye yolunda halvete (inzivaya çekilmek) girmek yoktur. Halvette şöhret vardır. Şöhret ise afettir. Bu yolun gaye ve maksadı müride nefsi terk ettirmektir. Halvette yapılan zikirde, kişi de benlik duygusu galebe çalabilir. Yatsıdan sonra konuşmayın veya amellerinizle meşgul olun.”
“Halidiyye yolundaki kişiler, dünya zengini olanlara karşı vakarlı davranarak, muhtaç olmadıklarını göstermelidirler. Buna karşılık, kendilerine muhtaç olan ihtiyaç sahiplerine karşı mütevazı davranıp kendisini onlardan aşağı göstermelidir.”
Bir gün bir sohbetlerinde Hazret şöyle buyurdular; “Bu yüce tarikatta bizim hizmetimiz üç şey üzerinedir. Biri vefa, biri Hazreti Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi vesellemin şeriatı ile amel etmek ve biri de kalbi Allah Teâlâ’dan başkasını sevmekten korumaktır.”
Hazretin vefatı
İnsanlara Allah rızası için iyiliği emrederek ve kötülüklerden sakındırarak, tasavvuf yolunda ilerlemelerine çalışan Abdurrahman-ı Tahi kuddise sirruhu, on sekiz yıl kaldığı ve irşat vazifesinde bulunduğu Nurşin beldesinin insanlarını davet etmekten bir an geri kalmadı. Vefat etmeden önce ağır bir hastalığa yakalandı.
Daha sonra talebelerinden Molla Abdulkahhar’a dönerek; “Güzel sesinle üzerime Kur’an-ı Kerim oku!” buyurdu. Talebeleri başından ayrılmayıp Kur’an-ı kerim okudular. Perşembe günü kuşluk vaktine doğru vefat etti.
Abdurrahman-ı Tahi’nin kalplere şifa olan sözlerinden bazıları şunlardır;
“Muhabbetin kalbinde zuhur etmesini isteyen bir kimsenin kalbini bir noktada toplaması ve nefsin arzularına karşı koyması gerekir.”
“Mürit sohbete iştirak etmesine rağmen, kalbinde muhabbet zuhur etmiyorsa bunun sorumlusu şeyh değil mürittir. Zira kalbini toplamak ve nefsin arzularını durdurmak müridin görevidir.”
“Müridin ihlâsını kaybederek şeyhini inkâr etmesi, bu yolda görebileceği zararların en büyüğüdür. Bundan daha büyük zarar düşünülemez. Müridde olması arzu edilen hal, mürşidi için sevinip mürşidi için üzülmesidir. Yani mürşidinin sevincini ve üzüntüsünü paylaşmasıdır. Çünkü o (öyle bir makamdadır ki) Allah-u Teâlâ’nın razı olduğuna sevinir, razı olmadıklarına da üzülür.”
Allah-u Teala sırrını yüceltsin. (Âmin)