« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

19 Ara

2011

MEVLANA CELAJLEDDIN-i RUMİ

01 Ocak 1970

(ö. 672/1273)

Mevleviyye tarikatının kurucusu, mutasavvıf, âlim ve şair.

RebîüleweI604'te [257] Ho¬rasan'ın Belh şehrinde dünyaya geldi.[258] Öte yandan Dîvân-ı Kedi/deki bir şiirinden hareketle [259] Şems-i Tebrîzî ile buluş¬tuğunda (642/1244) altmış iki yaşında ol¬duğu, dolayısıyla doğum tarihinin 580 (1184) olması gerektiği ileri sürülmüşse de [260] Hellmut Ritter bu iddiayı geçerli bulma¬mıştır. Mevlânâ, Meşnevf nin girişinde adını Muhammed b. Muhammed b. Hüseyin el-Belhî diye kay¬detmiştir. Lakabı Celâleddin'dir. "Efendi¬miz" anlamındaki "Mevlânâ" unvanı onu yüceltmek maksadıyla söylenmiştir. "Sul¬tan" mânasına gelen Farsça "hudâvendi-gâr" unvanı da kendisine babası tarafın¬dan verilmiştir. Ayrıca doğduğu şehre nis-betle "Belhî" olarak anıldığı gibi hayatını geçirdiği Anadolu'ya nisbetle "Rûmî, Mevlânâ-i Rûm, Mevlânâ-i Rûmî" ve mü¬derrisliği sebebiyle "Molla Hünkâr, Mollâ-yı Rûm" gibi unvanlarla da zikredilmek¬tedir.

Eserlerinde verdiği bazı bilgiler dışında Mevlânâ ve çevresiyle ilgili bilgiler büyük ölçüde oğlu Sultan Veled'in İbtidânâ-me'si (Velednâme), müridlerinden Ferîdûn-i Sipehsâlâr'ın Risale "si ve torunu Ulu Arif Çelebi'nin müridi Ahmed Eflâkî ninMenâkıbü'l-'ânfînme dayanır. Eflâ-kî'nin çağdaşı Abdülkâdir e!-Kureşî de el-Cevâhirü'l-mudıyye adlı Hanefî ulemâ¬sına dair eserinde onunla ilgili kısa bilgi yer alır. İbtidânâme'Ğeki bilgiler birinci elden olmakla birlikte kısa ve özlüdür. Birçok hususta en ayrıntılı bil¬gileri içeren Eflâkî'nin eserinde ise bazı abartı, çelişki ve hatalar mevcuttur.

Mevlânâ'nın eserlerinde soyuna dair bil¬gi bulunmamaktadır. Risâle-i Sipehsâ-lâr'öa Mevlânâ'nın babası Bahâeddin Ve¬led'in Hz. Ebû Bekir soyundan geldiği be¬lirtilmekte ve el-Cevâhirü'l-mudıyye'-de Hz. Ebû Bekir'e varan şecere kaydedil¬mektedir. Eflâkî ve sonraki müelliflerden Abdurrahman-ı Câmî ile Devletşah da onun Hz. Ebu Bekir soyundan geldiğini kaydeder. Öte yandan Eflâkî, Bahâeddin Veled'in bir sözüne dayanarak onun soyu¬nun anne tarafından Hz. Ali'ye ulaştığını söyler. [261]Türklüğü ile ilgili tartışmalar ise son döneme ait olup büyük ölçüde, "Beni yabancı sanma¬yınız, ben bu mahalledenim. Sizin mahal¬lenizde evimi arıyorum. Her ne kadar düş¬man görünüyorsam da düşman değilim. Her ne kadar Hintçe söylüyorsam da as¬lım Türktür" şeklindeki rubâîsi çerçeve¬sinde cereyan etmiş, şiirdeki Türk keli¬mesiyle ırkî mensubiyetin kastedildiğini savunanların yanında bazıları kelimenin burada farklı anlamlara geldiğini, bir kıs¬mı da bununla Türk ırkına ruh yakınlığı¬nın kastedildiğini ileri sürmüştür.

Mevlânâ'nın babası Bahâeddin Veled, Belh'e yerleşmiş bir ulemâ ailesine men¬suptu ve "sultânü'l-ulemâ" unvanıyla ta¬nınmıştı. Sipehsâlâr'a göre tarikat silsilesi Ahmed el-Gazzâlî'ye ulaşan Bahâeddin Veled'in Kübreviyye tarikatının kurucusu Necmeddîn-i Kübrâ'nın müridi olduğu da kaydedilmektedir. Eflâkî'ye göre Bahâed¬din Veled'in annesi Hârizmşahlar hane¬danından Alâeddin Muhammed Hârizm-şah'ın kızıdır [262] Daha eski bir kaynak olduğu halde Risâle-i Sipehsâ¬lâr'da yer almayan bu rivayetin Eflâkî'¬nin hayal ürünü olduğu ileri sürülmüş ve müellifin daha sonra Bahâeddin Veled'in Sultan Alâeddin Hârizmşah'ın torunu ol¬duğuna dair hiçbir şey söylemediğine dik¬kat çekilmiştir. Yine Eflâkî'ye göre, Yunan felse¬fesini benimsedikleri için Fahreddin er- Râzî ve Zeyn-i Kîşî gibi âlimlerle onların görüşlerine uyan Hârizmşah Alâeddin Muhammed'i vaazlarında ağır şekilde eleştiren Bahâeddin Veled'in [263] yöneticiler ve ulemâ ile arasının açıl¬masını fırsat bilen karşıtları onun siyasî gaye güttüğünü, taraftarlarıyla isyan ha¬zırlığı içinde bulunduğunu ileri sürmüş¬ler, bunun üzerine Hârizmşah Alâeddin Muhammed ondan ülkeyi terketmesini istemiş [264] o da ailesiyle birlikte Belh'ten ayrılmak zorun¬da kalmıştır. Ferîdûn-i Sipehsâlâr, Bahâ¬eddin Veled'in hükümdarla arasının açıl¬masından sonra ülkeden çıkarılması ka-rarında Fahreddin er-Râzî'nin hususi gay¬retleri olduğunu belirtmekteyse de [265] Eflâkî'nin kaydettiğine göre Bahâeddin Veled. Belh'¬ten Fahreddin er-Râzî'nin vefatından en az üç yıl sonra 609'da (1212-13) ayrılmış¬tır.[266] Mevlânâ bu sırada beş yaşındadır. Sultan Veled ise Bahâeddin Veled'in ülkeden çıkarılması kararına temas etmeksizin Belh halkın¬dan incindiği için aldığı manevî işaretle Hicaz'a gitmek üzere şehri terkettiğini ve henüz yolda iken Belh'in Moğollar tara¬fından İstilâ edildiğini belirtir.[267] Reynold Alleyne Nicholson ve Hellmut Ritter, Bahâeddin Veled'in sırf Moğollar'dan kaçmak için Belh'i terket¬tiğini ileri sürmüşlerse de [268] kaynaklar¬da bu yönde bir kayıt yoktur.

Bahâeddin Veled'in Hicaz yolculuğuyla ilgili olarak Ferîdûn-i Sipehsâlâr ile Eflâ¬kî'nin verdiği bilgiler birbiriyle uyuşma¬maktadır. Mevlânâ'nın babası müridleri ve ailesiyle birlikte yol üzerinde bulunan şehirlerde bir müddet konaklayıp so¬nunda Bağdat'a ulaşmış, orada Şehâbeddin es-Sühreverdî tarafından karşı¬lanmış, Bağdat'tan Küfe yoluyla Hicaz'a gitmek üzere iken Moğollar'ın Belh'i iş¬gal ettiği haberini almıştır.[269] Horasan şehirlerinin Moğollar tarafından 617 (1220) yılında istilâ edildiği bilindiğine göre Bahâeddin Ve¬led'in Bağdat'ta bu tarihte bulunduğu an-laşılmaktadır. Ancak Eflâkî'nin yolculu¬ğun daha sonraki safhaları hakkında ver¬diği tarihler bu bilgiyle çelişmektedir. Ef¬lâkî. Bahâeddin Veled'in Hicaz'dan döner¬ken Şam'a uğradığını, 614te (1217) Malatya'ya, 616'da (1219) Sivas'a geldiğini, daha sonra Erzincan üzerinden Akşehir'e geçerek kendi adına yaptırılan medrese¬de dört yıl ders okuttuğunu, oradan Lârende'ye (Karaman) gittiğini, burada da adına yaptırılan medresede en az yedi yıl müderrislik yaptığını, ardından Sultan Alâeddin Keykubad'ın daveti üzerine Kon¬ya'ya yerleştiğini belirtir. Ayrıca Mevlâ-nâ'nın on yedi veya on sekiz yaşında iken Lârende'de Semerkantlı âlim Şerefeddin Lâlâ'nın kızı Gevher Hatun'la evlendiğini, 623'te (1226) Sultan Veled'in, bir yıl son¬ra da diğer oğlu Alâeddin'in dünyaya gel¬diğini kaydeder.[270] Eflâkî'nin ifadesinden, Mevlânâ'nın Lâ-rende'deki medresede yedi yıldan fazla süren eğitimini tamamlayıp evlendiği an-laşılmaktaysa da bu onun hem evlilik ya¬şı hem de çocuklarının doğum tarihiyle uyuşmamakta, verdiği tarihler Lârende'-ye yerleştikten bir ya da iki yıl sonra evlendiğini göstermektedir. Mevlânâ'nın annesi Mümine Hatun Lârende'de vefat etmiş, defnedildiği yere daha sonra Ka¬raman Mevlevîhânesi inşa edilmiştir. Fe-rîdûn-i Sipehsâlâr ise Mevlânâ'nın Kon¬ya'ya geldiğinde on dört yaşında olduğu¬nu belirtmiştir.[271] Buna göre Bahâeddin Veled'in 618 (1221) yılında Konya'ya geldiği anlaşılmaktadır. Sultan Veled ise hiçbir ayrıntıya gir¬meden Bahâeddin Veled'in Hicaz'dan Rum diyarına geldiğini ve Sultan Alâeddin Key¬kubad'ın onu Konya'da ziyaret ettiğini kaydetmekle yetinmiştir.[272] Öte yandan Mevlânâ'nın Fîhi mâ fîh adlı eserinden Hârizmşah'ın Se-merkant'ı kuşatması sırasında orada ol-duklarının anlaşılması yolculuk sırasında önce Semerkant'a gittiklerini göstermek¬tedir. Ayrıca Bahâeddin Veled'in yol üzerinde bulunan Nîşâbur şehrine uğradığı, burada Ferîdüddin Attâr'ın kendilerini zi¬yaret ettiği ve tasavvufî mesnevisi Esrâr-nâme'yı Mevlânâ'ya hediye ettiği'belirti İ-mektedir.[273] Devletşah'a göre bu görüşmede Ferîdüddin Attâr Mevlânâ için babasına, "Bu se-nin oğlun çok zaman geçmeyecek, âlem¬de yüreği yanıkların yüreğine ateşler sa¬lacaktır" demiştir. Hellmut Ritter. Ferî¬düddin Attâr'ın o tarihlerde muhteme¬len hayatta olmadığını belirterek bu bu-luşmayı şüpheli görmüşse de [274] Attâr'ın 618 (1221) yılına kadar yaşadığı bilinmektedir.[275]

Mevlânâ, ilk hanımı Gevher Hatun'un Ölümünden sonra Konyalı İzzeddin Ali'¬nin kızı Kira f Kerrâ, Gerâ Hatun'la evlendi. Dui olan ve Şemseddin Yahya adında bir de çocuğu bulunan bu hanımdan Emîr Muzafferüddin Âlim Çelebi ve Melike Ha¬tun dünyaya geldi.

Bahâeddin Veled, Konya'da Altınapa Medresesi'nde iki yıl müderrislik yaptıktan sonra 18 Rebîülâ-hir 628 [276] tarihinde vefat etti. Bu sırada yirmi dört yaşında olan Meviânâ [277] babasının yerine geçip müderrislik yapmaya başla¬dı. Ertesi yıl Meviânâ'nın çocukluğu sıra¬sında terbiyesiyle meşgul olan, Bahâed¬din Veled'in müridlerinden Seyyİd Burhâ-neddin Muhakkık-ı Tırmizî şeyhini ziyaret etmek için Konya'ya geldi, ancak burada şeyhin öldüğünü öğrendi.[278] Seyyid Burhâneddin'in daha önce şeyhinin vefatından haberdar oldu¬ğu, rüyasında Bahâeddin Veled'in kendi¬sine oğlunu irşad etmesini söylediği için Konya'ya geldiği de kaydedilmektedir.[279] Seyyid Burhâneddin Konya'ya gelince Lâ¬rende'de bulunan Mevlânâ'ya mektup ya¬zarak onu Konya'ya çağırmış, buluştukla¬rında babasının hem zahir hem hal ilim¬lerinde kâmil bir şeyh olduğunu, kendisi¬nin zahir ilimlerinde elde ettiği üstün dereceyi hal ilimlerinde de kazanması ge¬rektiğini söylemiş, bunun üzerine Mevlâ¬nâ, Seyyid Burhâneddin'e mürid olup do¬kuz yıl ona hizmet etmiştir.[280] Eflâkî, Seyyid Burhâneddin'in, buluştuk¬larından bir yıl sonra Mevlânâ'yı zahir ilim¬lerinde daha da ilerlemesi için Şam'a gön¬derdiğini söyler. 630 (1233) yılında gerçekleştiği anlaşılan bu seyahat sırasında Seyyid Burhâneddin Konya'dan Kayseri'-ye kadar Mevlânâ'ya refakat etmiş, Mev¬lânâ buradan Halep'e gitmiş, Seyyid Bur¬hâneddin ise geri dönmeyip Kayseri'nin yöneticisi Sâhib İsfahânî'nin yanında kal¬mıştır. Mevlânâ Halep'te Hallâviyye Med¬resesi'nde aynı zamanda şehrin yönetici¬si olan Kemâleddin İbnü'l-Adîm'den ders almıştır.[281] Sipehsâlâr onun İbnü'l-Adîm'den birkaç medresede ders okuduğunu belirtmiş [282] ancak bunların adını zikretme-miştir. Ardından Şam'a geçerek Mukad-demiyye Medresesi'ne yerleşen Mevlânâ'¬nın [283] Halep'te ne kadar kaldı¬ğı bilinmemektedir. Eflâkî onun Şam'da dört ya da yedi yıl ikamet ettiğinin söylen¬diğini belirtmişse de Bedîüzzaman Fürûzanfer, Şam'dan döndük¬ten sonra Seyyid Burhâneddin'in (o. 639/ 1241) henüz hayatta olmasını dikkate ala¬rak Mevlânâ'nın bu şehirde dört yıldan fazla kalmasının mümkün olamayacağını ileri sürmüştür.[284] Mevlânâ'nın Arap dili ve edebiyatı, lügat, fıkıh, tefsir ve hadis gibi ilimler başta olmak üzere aklî ve naklî ilimlerden icazet aldığını söyleyen Sipehsâlâr onun Şam'da Muhyiddin İbnü'l-Arabî. Sa'ded-dîn-i Hammûye, Osmân-ı Rûmî, Evhadüd-dîn-i Kirmanı ve Sadreddin Konevî ile uzun müddet sohbet ettiğini belirtir.[285]

Efiâkî, Mevlânâ'nın Şam'dan Kayseri'ye döndüğü sırada Sâhib İsfahânî'nin ken¬disini sarayında misafir etmek istediğini, ancak Seyyid Burhâneddin'in buna razı olmadığını, ilimde babasını geçtiğini söy¬leyip "ledün ilminden inciler saçması için" halvete girmesi gerektiğini belirterek onu hazırladığı bir hücreye koyduğunu ve peş peşe üç erbaîn çıkarttırdığını, ardından birlikte Konya'ya gittiklerini, Seyyid Bur¬hâneddin'in burada ona irşad için icazet verdikten sonra Kayserı'ye döndüğünü ve burada vefat ettiğini, Mevlânâ'nın onun kabrini ziyaret edip tekrar Konya'ya git-tiğini kaydeder.[286] Sultan Veled ise Mevlânâ'nın Seyyid Burhâneddin'e dokuz yıl hizmet ettiğini, mâna âleminde gönüllerinin birleştiğin¬den dolayı sözde, özde ve sırda bir olduk¬larını, Burhâneddin'in bu dünyadan göç-mesiyle Mevlânâ'nın tek başına kaldığını, Allah'a yönelip yanıp yakılarak, dertlere düşerek beş yıl riyazet çektiğini, sayısız kerametleri zuhur ettiğini, bu arada irşad faaliyetinden geri durmayıp halka vaaz vermeyi, çoğu ulemâ ve yönetici kesimin¬den olan müridleriyle sohbet etmeyi sür¬dürdüğünü anlatır.[287]

Mevlânâ, Seyyid Burhâneddin'in vefa¬tından beş yıl sonra Konya'da Şems-i Teb-rîzî ile karşılaştı.[288] Dönemin pîrleri tarafından "Tebrizli Kâmil" olarak İsimlendirilen ve birçok yer dolaştığı için "Şems-i Perende" (uçan Şems) diye anılan bu zat ilk önce Tebriz'de Şeyh Ebû Bekr-i Selebâfın hizmetinde bulunmuş, ardın¬dan birçok mutasavvıfla sohbet etmişti. Bir görüşe göre Rükneddîn-i Sücâsî'ye, bir başka görüşe göre ise Baba Kemal Cendî'ye de mürid olmuştu. Câmî adı ge¬çen şeyhlerin hepsiyle görüşmüş olma ih¬timalinden söz etmektedir. [289]Efiâkî, Şems'in Konya'ya 26 Ce-mâziyelâhir 642 [290] tarihin¬de geldiğini söyler ki [291] bu. Sultan Veled'in verdiği bilgiyle hemen hemen aynıdır. Eflâkî'nin kaydettiği tarih Şems-i Tebrîzî'nin sözle¬rinden derlenen Makalât'ta da bulun¬maktadır. [292]Ma Aö-lâVta. "Beni velîlerinle tanıştır" diye dua etmesi üzerine rüyasında, "Seni bir velî¬ye yoldaş edelim" denildiğini, onun nere¬de olduğunu sorduğunu, ertesi gece o velînin Anadolu'da bulunduğunu, ancak ta¬nışma vaktinin henüz gelmediğinin söy¬lendiğini anlatan Şems ile Mevlânâ arasın¬da ilk karşılaştıkları sırada geçen konuş-manın mahiyeti hakkında farklı rivayetler vardır. Sipehsâlâr, bir gece Konya'ya gelip Pirinççiler Hanı'na yerleşen Şems-i Teb-rizî'nin sabahleyin hanın önündeki sedir¬de otururken oradan geçmekte olan Mev¬lânâ ile göz göze geldiğini, ilk manevî et¬kinin bu şekilde gerçekleştiğini, Mevlâ-nâ'nın hemen karşısındaki bir sedire otur¬duğunu, uzun müddet hiç konuşmadan birbirlerine baktıklarını, ardından Şems'in söze başlayarak Bâyezîd-i Bistâmrnin, Hz. Peygamber'in kavunu nasıl yediğini bil¬mediği için ona bağlılığı sebebiyle ömrü boyunca hiç kavun yemediği halde, "Ken¬dimi teşbih ederim, şanım ne yücedir. "Cübbemin içinde Allahtan başka kimse yoktur" gibi sözler ettiğini, Hz. Muhammed'in ise. "Bazan gönlüm bulanır da o sebeple ben Allah'a her gün yetmiş defa istiğfar ederim" dediğini ve bunları nasıl yorumlamak gerektiğini sorduğunu kay-deder. Mevlânâ, cevap olarak Bâyezîd'İn kâmil velîlerden olmakla birlikte çıktığı tevhid makamının yüceliği kendisine gös-terilince bunu yukarıdaki sözlerle ifade etmeye çalıştığını, Resûl-i Ekrem'in ise her gün yetmiş makam geçtiğini, ulaştığı makamın yüceliği yanında bir önceki ma¬kamın küçüklüğünü görünce daha önce o kadarla yetindiğinden dolayı istiğfar ettiğini söylemiş, bu cevabı çok beğenen Şems-i Tebrîzî ayağa kalkarak Mevlânâ ile kucaklaşmıştır.[293]

Eflâkî'ye göre İse Şems-i Tebrîzî Konya'¬ya geldiğinde Şekerciler Hanı'na yerleş¬miş, Mevlânâ, ders verdiği dört medrese¬den biri olan Pamukçular Medresesi'nden talebeleriyle birlikte ayrılıp katır üzerin¬de giderken Şems ansızın önüne çıkmış ve katırın gemini tutarak, "Ey dünya ve mâna nakitlerinin sarrafı, Muhammed hazretleri mi büyüktü yoksa Bâyezîd-i Bistâmî mi?" diye sormuş, Mevlânâ, "Mu¬hammed Mustafa bütün peygamberle¬rin ve velîlerin başıdır" diye cevap verince Şems. "Peki ama o, 'Seni teşbih ederim Allahım, biz seni lâyıkıyla bilemedik' de¬diği halde Bâyezîd, 'Benim şanım ne yü¬cedir. Ben sultanların sultanıyım" diyor" demiş, bunun üzerine Mevlânâ, "Bâye¬zîd'İn susuzluğu az olduğu için bir yudum su ile kandı; idrak bardağı hemen dolu-verdi. Halbuki Hz. Muhammed'in susuz¬luğu arttıkça artıyordu. Onun göğsü Al¬lah tarafından açılmıştı.[294]

Sürekli susuzluğunu dile getiriyor, her gün Allah'a daha çok yakın olmak istiyor¬du" diye cevap vermiş, Şems bu cevabı duyunca kendinden geçmiş, bir müddet sonra birlikte yaya olarak medreseye git¬mişlerdir.[295]

Olayı Eflâkî'nin kaydettiği gibi anlatan Abdurrahman-ı Câmî ayrıca şöyle bir ri¬vayet aktarır: Mevlânâ havuz başında ki¬taplarını açmış çalışırken Şems gelerek, "Bunlar nedir?" diye sormuş, Mevlânâ, "Bunlar kil ü kâldir" diye cevap verince, "Senin bunlarla ne işin var?" diyerek ki¬tapları havuza atmış, ardından Mevlânâ'-nın tepkisi üzerine onları tekrar topla¬mış, suyun kitaplara zarar vermediğini gören Meviânâ, "Bu nasıl sırdır?" diye so¬runca Şems, "Bu zevktir, haldir, senin ise bundan haberin yoktur" demiştir.[296]

Devletşah'ın Tezidre'sinde [297] Şems'in sorusu, "Mücâhede, riyazet, ilim tahsili ve tekrarından maksat nedir?" şeklindedir. Mevlânâ buna, "Sünnet ve şe¬riat edeplerini bilmektir" cevabını verince Şems. "Bunların hepsi zahire müteailik-tir" demiş, Mevlânâ'nın, "Bunun üstünde daha ne vardır?" şeklindeki sorusuna da, "İlim odur ki insanı malûma ulaştırır" di¬yerek Senâî'nin, "Cehalet seni senden al¬mayan bir ilimden daha kıymetlidir" an¬lamına gelen beytini okumuştur. Mevlâ¬nâ bundan çok etkilenmiş ve bu olayın ar¬dından kitap mütalaa etmekten ve ders okutmaktan vazgeçip sürekli Şems ile birlikte olmuştur.

Hamit Aytac'ın celî talik "Hû Hazret-i Mevlânâ Semseddin Muhammed Tebrîzî" levhası [298]

Eflâkî'nin çağdaşı Abdülkâdir el-Kureşî karşılaşmanın Mevlânâ'nın evinde ger¬çekleştiğini belirtir. Mevlânâ öğrencileriy¬le birlikte bir meseleyi müzakere ederken Şems içeriye girer ve yanlarına oturur. Bir müddet sonra kitapları işaret ederek Mevlânâ'ya, "Bunlar nedir?" diye sorar. O da, "Sen bunları bilmezsin" diye cevap ve¬rir. Ardından kitapların arasında bir ateş belirir. Mevlânâ telâşlanarak, "Bu ne hal¬dir?" deyince Şems. "Sen de bunu bilmez¬sin" diyerek çıkıp gide. [299]Öte yandan yukarıdaki kaynaklardan tamamen farklı olarak İbn Battûta'nın kaydettiği, tasavvuf? hiçbir incelik taşımayan olayın gerçek dışı oldu¬ğu söylenebilir.[300]

Eflâkî'ye göre bu karşılaşma Mevlânâ'¬nın Şems ile İlk karşılaşması değildir. Da¬ha önce tahsil için gittiği Şam'da dolaşır¬ken Şems-i Tebrîzî başında külahı ve ke¬çeden siyah elbisesiyle Mevlânâ'nın yanı¬na gelip elini Öpmüş ve, "Dünyanın sarra¬fı, beni anla" dedikten sonra kalabalığa karışıp gitmiştir.[301] Eflâkî bir başka yerde bu olayı Şems ile Mevlânâ'nın yerlerini değiştirerek anlatır.[302]

Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî ile karşılaştık¬tan sonra halkla tamamen alâkasını kes¬miş, medresedeki derslerini ve müridleri irşad işini bir yana bırakıp bütün zama¬nını Şems ile sohbet ederek geçirmeye başlamış, bu durum müridlerin şeyhlerini kendilerinden ayıran, kim olduğunu bil-medikleri Şems'e karşı kin beslemeleri¬ne sebep olmuştur. Mevlânâ'nın vaazla¬rından mahrum kalan halk arasında da Çeşitli dedikoduların yayılması üzerine Şems'in ansızın şehri terkettiği, Mevlâ-nâ'yı çok üzen bu olayın ardından duru¬mun daha da kötüleştiğini farkeden mü¬ridlerin Mevlânâ'dan özür diledikleri kay¬dedilmektedir. Bir müddet sonra gönder¬diği mektuptan Şems'in Şam'da olduğunu öğrenen Mevlânâ dönmesi için ona çok içli mektuplar yazmıştır.[303] Bu mektuplardan ilkinin tarihi 21 Şevval 643 [304] olduğuna göre [305]Şems Konya'da on altı ay kadar kalmıştır.

Eflâkî, Mevlânâ'nın bu ayrılık sırasında matem tutanların giydiği, "hindiban" de¬nilen kumaştan birferecî(önü açık hırka) yaptırdığını, başına bal renginde yünden bir küiâh geçirip üzerine şekerâvîz tarzın¬da sarık sardığını ve öteden beri dört hâ-neli olan rebabı altı haneli yaptırarak semâ meclislerini başlattığını söyler.[306] Sipehsâlâr onu semâ yapmaya Şems'in teşvik ettiğini belirtmektedir.[307] Sultan Veled, da¬ha sonra babasının kendisini Şam'a gönderdiğini, ısrarlı davet karşısında Şems'in Konya'ya dönmeyi kabul ettiğini ve birlik¬te Konya'ya döndüklerini belirtir. [308]Mevlânâ ile Şems arasındaki ilişkiyi Hz. Mû-sâ-Hızır ilişkisine benzeten Sultan Veled, Hz. Musa'nın peygamber olmasına rağ¬men Hızır'ı araması gibi Mevianâ'nın da zamanında ulaştığı makama ulaşmış hiç¬bir kimse bulunmadığı halde Şems'i ara¬dığını söyler.[309]

Mevlânâ ile Şems, bu defa Mevianâ'nın medresesindeki hücresinde altı ay bo¬yunca mârifetullaha dair sohbet ettiler. Yanlarına Sultan Veled ile Şeyh Selâhad-dîn-i Zerkûb'dan başkası giremiyordu.[310] Bu arada Şems, Mevianâ'nın evlâtlığı Kimya Hatunla evlendi.[311] Müridler ve halk tek¬rar dedikodu yapmaya başlayınca Şems, Sultan Veled'e ilim ve irfanda eşi benzeri olmayan Mevlânâ'dan kendisini ayırmak istediklerini, bu defa ortadan kaybolduk¬tan sonra kimsenin izini bulamayacağını söyledi ve bir gün ansızın kayıplara karıştı. [312]Şems-i TebrîzFnin bu ikinci kayboluşunun 645 (1247) yılın¬da olduğu belirtilmektedir. Eflâkî, Şems kaybolmadan önce kendisine suikast te¬şebbüsünde bulunulduğunu söyler. Şems, Mevlânâ ile sohbet ederken yedi kişilik bir grup hücrenin önüne gelmiş, içlerin¬den biri Şems'in dışarıya çıkmasını iste¬miş, Şems de Meviânâ'ya, "Beni öldür¬mek için çağırıyorlar" deyip çıkmış, o anda Şems'e bir bıçak saplanmış, Şems şiddetli bir nâra atıp kaybolmuş, ardından birkaç damla kandan başka bir şey görülmemiş¬tir.[313] Eflâkî sui¬kastçıların içinde Mevianâ'nın oğlu Alâed-din'in de olduğunu, bu sebeple diğerleri gibi onun da bir belâya uğrayıp öldüğü¬nü ve Mevianâ'nın oğlunun cenazesine katılmadığını belirtir. Sipehsâlâr ise Mev¬lânâ ve Şems'in Sultan Veled'e daha fazla ilgi göstermeleri sebebiyle Alâeddin'de kıskançlık başladığını, ayrıca Şems Kim¬ya Hatun'la evlendiği sırada kış olduğu için Mevlânâ'nın kendilerine mutfağın so¬fasını tahsis ettiğini, Alâeddin babasının yanına geldiğinde buradan geçmek zo¬runda kaldığından dikkatli ve saygılı ol¬ması hususunda Şems'in onu uyardığını, bunu hazmedemeyip tepki gösteren Alâ-eddin'in durumu halka anlatmasının de¬dikoduların artmasına sebep olduğunu belirtmekle yetinmiştir.[314]

Efiâkî, Şems-i Tebrîzî'yi hiçbir yerde bulamayan Mevianâ'nın kırk gün sonra başına beyaz sarık yerine duman renkli bir sarık sardığını. Yemen ve Hint kuma¬şından bir ferecî yaptırdığını ve ömrünün sonuna kadar bu kıyafeti kullandığını söyler. [315]Sultan Veled, Şems'in ikinci defa kaybolmasının ardından babasının aşkla şiirler söyleme¬ye başladığını ve gece gündüz hiç ara ver-meden semâ yaptığını belirtmektedir.[316] Mevlânâ bir müddet sonra Şems'i bulmak umuduyla Şam'a gitmiş, ancak bulamadan geri dönmüş, birkaç yıl sonra tekrar gitmiş, aylarca ara¬dığı halde yine bulamamıştır.[317] Bedîüzzaman Fürûzanfer'e gö¬re Mevlânâ bu dönemde tam dört defa Şam'a yolculuk yapmıştır.[318] Eflâkî, onun üçüncü gidişi sırasında müridlerle ilgilenmesi için ye-rine Hüsâmeddin Çelebi'yi bıraktığını ve Şam'da yaklaşık bir yıl kaldığını, Rum sul¬tanı başta olmak üzere ileri gelen âlim ve yöneticilerin Anadolu'ya dönmesi için mektup yazmaları üzerine geri geldiğini kaydeder.[319] Eflâkî'nin aktardığı diğer rivayete göre Şems suikast sırasında öldürülüp cesedi bir kuyuya atılmıştır. Şems bir gece Sul¬tan Veled'e rüyasında atıldığı kuyuyu bil-dirmiş, Sultan Veled müridleriyle onu ku¬yudan çıkarıp Mevianâ'nın medresesine, medresenin mimarı Emîr Bedreddin'in yanına defnetmiştir.[320] Eflâkî'nin kaydedip daha sonra Câmî'nin de zikrettiği diğer bir rivayete göre ise Şems'in kabri Bahâeddin Veled'in yanın¬dadır. Devietşah, Şems'i Mevlânâ'nın oğlu Aiâeddin'in öldürdüğüne dair halk arasın¬da bir söylentinin yayıldığını, ancak bunun kesinlikle doğru olmadığını ifade eder.

Sultan Veled, Mevlânâ'nın daha sonra kendisini çağırarak Selâhaddîn-i Zerkûb'a tâbi olmalarını istediğini, kendisinin şeyh¬lik sevdasında bulunmadığını söylediğini anlatır.[321] Kuyumcu¬lukla meşgul olan Selâhaddin gençliğinde Seyyid Burhâneddin Muhakkık-ı Tlrmîzî'-ye, ardından Meviânâ'ya İntisap etmiş [322] Şems-i Tebrîzî geldikten sonra da onun sohbetlerine katılmıştı.[323] Mevlâ¬nâ bu defa Selâhaddîn-i Zerkûb ile soh¬bet etmeye başladı. Selâhaddin'in cahil olduğunu ve şeyhlik için ehil sayılmadığını söyleyen bir kısım müridler daha da ile¬riye gidip onu gizlice öldürerek bir yere gömmeyi planladılarsa da suikast önlen¬di.[324] Mevlânâ da Şeyh Selâhaddin hilâfet makamına geçtikten sonra eski dostlarından Çavuşoğlu'nun ona düşman olduğunu belirtmek suretiy¬le müridlerin kıskançlığına işaret etmek¬tedir.[325] Meviânâ, Selâ-haddîn-i Zerkûb'un kızı Fatma Hatun'u oğlu Sultan Veled'e alarak aralarında ak¬rabalık bağı oluşturdu. Selâhaddîn-i Zer¬kûb on yıl sonra vefat edince Mevlânâ, hilâfet makamına müridlerinden İbn Ahî Türk diye de tanınan Urmiyeli Hüsâmed¬din Çelebi'yi geçirdi. Sultan Veled baba¬sının Şems-i Tebrîzî'yi güneşe, Selâhad¬dîn-i Zerkûb'u aya, Hüsâmeddin Çelebi'yi de yıldıza benzettiğini ve onu meleklerle aynı mertebede gördüğünü kaydeder.[326] Meşnevi'nin ortaya çıkması Hüsâmeddin Çelebi'nin teşvikiy¬le olmuştur. Mevlânâ, Hüsâmeddin Çele¬bi'nin hilâfet makamına geçişinden Sul¬tan Veled'e göre on [327] SİpehmevlânA celâleddîn-i rûmî sâiâr'a göre dokuz[328] yıl sonra rahatsızlanarak 5 Ce-mâziyelâhir 672 [329]tarihin¬de vefat etti. Cenazesinde ağlayıp feryat edilmemesini vasiyet etmesi ve öldüğü günü kavuşma vakti olarak tanımlaması sebebiyle ölüm gününe "şeb-i arûs" (dü¬ğün gecesi) denmiş ve ölüm yıl dönümleri bu adla anıiagelmiştir. Sultan Veled, Mev-lânâ'nın cenazesine her din ve mezhep¬ten çok kalabalık bir insan topluluğunun katıldığını, müslümanların onu Hz. Mu-hammed'in nuru ve sırrı, hıristiyanların kendilerinin îsâ'sı, yahudilerin de kendi¬lerinin Musa'sı olarak gördüklerini söyler [330] Eflâkî'ye göre Mev-lânâ cenaze namazını Sadreddin Konevî'-nin kıldırmasını vasiyet etmiştir.[331] Sipehsâlâr, namazı kıldırmak için tabutun önüne geldiği sı¬rada Sadreddin Konevî'nin hıçkırıklarla kendinden geçtiğini, bu sebeple namazı Kadı Sirâceddin'in kıldırdığını belirtmek¬tedir. [332]Mevlâ-nâ'nın ardından Husâmeddin Çelebi on yıl daha hilâfet görevini sürdürmüş, onun vefatından sonra yerine Sultan Veled geç¬miştir.

Mevlânâ'nın müridleri çoğunlukla halk tabakasındandı; her sanat ve meslekten insanlar semâ meclislerine katılıyordu. Bununla birlikte onun dönemin yönetici¬leriyle de yakın ilişkisi vardı. Ancak Mev-lânâ bu ilişkiyi genellikle nasihat çerçeve¬sinde sürdürmüş, yöneticilerin araların¬daki çekişme ve rekabete dayalı siyasî mücadelelerin içine girmemeye özen gös¬termiştir. Selçuklu devlet adamlarından II. İzzeddin Keykâvus, Celâleddin Karatay, Konyalı Kadı İzzeddin, Emîr Bedreddin Gevhertaş, IV. Kılıcarslan. Muînüddin Per¬vane, Mecdüddin Atabeg, Emînüddin Mî-kâil, Tâceddin Mu'tez, Sâhib Fahreddin, Alemüddin Kayser, Celâleddin Müstevff, Atabeg Arslandoğmuş, Kırşehir hâkimi Cacaoğlu Nûreddin, doktoru Reîsületib-bâ Ekmeleddin en-Nahcuvânî kendisine büyük saygı ve bağlılığı olan kimselerdi. Muînüddin Pervâne'nin eşi Gürcü Hatun, IV. Kılıcarslan'ın eşi Gömeç (Gumaç) Hatun da onun müridleri arasında bulunuyordu.

Moğollar'ia ilgili bazı açıklamaları sebe¬biyle Mevlânâ'nın Moğol sempatizanı ol¬duğu yönünde iddialar ileri sürülmüştür. Halbuki Mevlânâ'nın Moğollar'ia ilgili gö¬rüşleri olayları tasavvufî perspektiften ele alıp yorumlamasından ibarettir. Mevlâ¬nâ bu çerçevede bir yandan dönemin bu büyük gücünün yükselişini izah etmekte, öte yandan yaptıkları zulümleri dile ge¬tirerek uzun ömürlü olamayacaklarını söylemektedir. Onun bütün hadiseleri yo-rumlayışının temelinde en olumsuz du¬rumlarda bile olumlu yönlerin ve geliş¬melerin olabileceği anlayışı yatmaktadır. Nitekim Mevlânâ'nın öngördüğü şekilde Konya'yı kuşatan Moğol kumandanı Bay-cu şehre saldırmamış ve Moğollar daha sonra müslüman olmuştur.

Mevlânâ'nın Fahreddîn-i Irâki ile yakın dostluğu vardı. Irâki, Konya'da Sadreddin Konevî'nin derslerini takip ettiği sırada Mevlânâ'nın semâ törenlerine katılmak¬taydı. Mevlânâ'nın Sadreddin Konevî ile ilişkilerinin ilk zamanlar iyi olmamakla birlikte giderek düzeldiği, başlangıçta se-mâa muhalif olan Sadreddin Konevî'nin daha sonra bu tavrından vazgeçtiği ve Mevlânâ ile dost olduğu görülmektedir. Mevlânâ'nın onun bazı derslerine katıldığı rivayeti kesin değildir. Mevlânâ ile görü¬şüp sohbet edenler arasında Kübreviy-ye'nin kurucusu Necmeddîn-i Kübrâ'nın halifesi Necmeddîn-i Dâye, Haydariyye'nin kurucusu Kutbüddin Haydar'ın halifesi Hacı Mübarek Haydar, Sa'dî-i Şîrâzî, Kut-büddîn-i Şîrâzî, Hümâmüddin Tebrîzî ve Hoca Reşîdüddin de vardır.

Düşüncesi. Mevlânâ kâmil mânada âlim, sûfî ve şairlik özelliklerine sahip bir şahsiyettir. Çocukluğunda babasının ya¬nında başladığı öğrenimini gittiği Halep ve Şam'da sürdürmüştür. İlk tasavvufî eğitimini de yine babasından almıştır. Sultânülulemâ lakabıyla tanınan babası Bahâeddin Veled'in Kübreviyye'nin kuru¬cusu Necmeddîn-i Kübrâ'nın halifesi oldu¬ğu söylendiği gibiAhmed el-Gazzâlî'den gelen tarikat silsilesinden hilâfet aldığı da belirtilmektedir. Mevlânâ, babasının ölü-münden sonra herkesin gönlünden ge¬çenleri bildiği veya Şems-i Tebrîzî'nin ge¬leceğini bildirdiği için "Seyyid-i Sırdan" diye anılan halifesi Seyyid Burhâneddin Muhakkık-ı Tlrmİzî tarafından irşad edil¬miştir. Sipehsâlâr'ın "Fahrü'l-meczûbîn" diye kaydettiği lakabından coşkun bir sûfî olduğu anlaşılan Seyyid Burhâneddin'in ardından Şems-i Tebrîzî ile karşılaşması Mevlânâ'nın hayatında bir dönüm noktası oluşturur. Mevlânâ Şems'in Konya'ya gel¬mesinden sonra vaazlarını, medresedeki dersleri, müridleri irşadı bir yana bırak¬mış, ilâhî aşk ve vecdi terennüm eden asıl Mevlânâ bu dönemde doğmuş, önceleri aşkı takvasında gizli iken takvası aşkında gizlenmiştir. Dünya şiirinin zirvelerinden Dîvân-ı KeMr'deki şiirlerin büyük bir kıs¬mını bu devirde söylemiş, Dîvân-ı Ke-bîr'm tamamlanmasının ardından gelen sükûn döneminde bunu İsiâm kültürü¬nün en yaygın ve en önemli eserlerinden biri olan Mesnevi takip etmiştir.

Mevlânâ'daki dinî-tasavvufî düşünce¬nin kaynağı Kur'an ve Sünneftir. "Canım tenimde oldukça Kur'an'ın kölesiyim ben. Seçilmiş Muhammed'in yolunun toprağı¬yım beytiyle bunu dile getirmiş, "Per¬gel gibiyim; bir ayağımla şeriat üstünde sağlamca durduğum halde öbür ayağım¬la yetmiş iki milleti dolaşıyorum" diyerek bir müslüman olarak insanlığı kucaklaya¬bildiğin! belirtmiştir.

Rızâ Kulı Han'ın 1863 yılında Tahran'da bastırdığı divanda [333]ve 1884'-te Hindistan'da yayımlanan Küüiyyât-ı Şems-i Tebrîzîde bulunan bazı şiirler do¬layısıyla Mevlânâ'nın gulât-ı Şia'dan oldu¬ğu ileri sürülmüştür. Ancak Bedîüzzaman Fürûzanfer'in, matbu ve yazma bütün di-vanları inceleyip yedi cilt halinde neşret¬tiği divanda bu şiirlerin yer almadığı gö¬rülmektedir.

Mevlânâ üzerinde Muhyiddin İbnü'l-Arabî'nin etkisi olup olmadığı tartışılmış¬tır. Bazı araştırmacılar Mevlânâ ile İbnü'l-Arabî'nin düşünce sistemini iki zıt kutup şeklinde takdim ederken bazıları İbnü'l-Arabî'nin yüksek irfan sahiplerine hitap eden görüşlerini Mevlânâ'nın anlaşılır kıl-dığını, böylece halkın seviyesine indirdi¬ğini belirtmiş, bir kısmı da kısmen etkisi olduğundan söz etmiştir.

Mevlânâ'ya göre her ne kadar görünüş¬te ayrılık olsa da varlıkta birlik (vahdet-i vücûd) esastır. Iman-küfür. hayır-şer gibi ayırımlar bize göredir, Allah'a nisbetle hepsi birdir. Kötülük iyilikten ayrılmaz. Kötülük olmadan kötülüğü terketmek imkânsızdır. Yine küfür olmadan din ol¬maz, çünkü din küfrü bırakmaktır. Bun¬ların yaratıcısı da birdir. Ona göre ikilik¬ten kurtuluş (gerçek tevhid) kulun kendi varlığından soyulmasıyla gerçekleşir. Bir¬lik ittihat ya da hulul değil kulun kendi izafî varlığından geçmesidir. Allah'ın ya¬nında iki "ben" söz konusu olamaz. Bu ko¬nuyla ilgili olarak, "Sen 'ben' diyorsun, O da 'ben' diyor. Ya sen öl ya da O ölsün ki bu ikilik kalmasın. O'nun ötmesi imkânsız olduğuna göre ölmek sana düşer" de¬mekte ve tasavvufun hedefi olan "ölme¬den önce ölme" ilkesine vurgu yapmakta¬dır. Mevlânâ'ya göre kul benliğinden sıy¬rılmakla gerçek anlamda irade hürriye¬tine kavuşmaktadır. Çünkü ferdiyetten kurtulup mutlak varlığa kavuşan kimse¬nin iradesi tıpkı varlığı gibi Allah'ta fâni olmuştur. Onun irade ve ihtiyarı Allah'ın irade ve ihtiyarıdır. Bu mertebede kul ce¬birden de ihtiyardan da söz edebilir. An¬cak ferdiyetinden kurtulmadan yaptıkla¬rını Allah'a isnat etmek yalancılıktır.

Yalnız akla önem verdikleri için filozof¬ları ve onların etkisinde kalan keiâmcılan noksan gören Mevlânâ kıyasın ve istidla¬lin insanı hatalara düşüreceğini belirtir. Ona göre dünyevî işlerde yararlı olan akı! mahiyeti icabı ilâhî hakikatlere ulaşma¬da ve Hakk'a vuslatta ayak bağı olabilir. Manevî yolculuk için ilâhî aşk gereklidir. Aklın yetersiz kaldığı alanlardan biri de aşk ve ahvâlidir. Kur'an'da, "Allah onları sever, onlar da Allah'ı sever" buyurulmuş-tur. Dolayısıyla aşkın kaynağı ilâhîdir.

İnsanın yaratilışıyla ilgili açıklamaların¬dan dolayı Mevlânâ'yı Charles Darvvin'in evrim nazariyesinin ilk habercisi olarak tanıtanlar olmuştur. Onun insana dair, "O göklerden unsurlara, unsurlardan can¬sızlara, nebatlara ve canlılara geçmiş, nihayet babası ve annesi onun dağılmış olan maddesini mevâüd âleminden topla¬mıştır. İnsan mevâlid âleminden Önce unsurlarda, unsurlardan önce göklerde, göklerden önce de Allah sıfatındaydı. Sı¬fat ise zâtın aynıdır. İnsan suretine gelip bu âlemde olgunluğa erişenler bu suret¬ten çıkınca sûretsizlik âlemine varacak¬lar, mutlak varlığa kavuşacaklardır" şek¬lindeki açıklamaları ve yine, "Cansızdım, bu suretten ölüp kurtuldum, yetişip ge¬lişen bir varlık haline geldim, nebat ol¬dum. Nebattan öldüm, hayvan suretinde göründüm. Hayvanlıktan da öldüm, insan oldum. Artık ölüp yok olmaktan ne diye korkayım? Bir hamle daha edeyim de in¬sanken öleyim, melekler âlemine geçip kol kanat açayım. Melek olduktan sonra da ırmağa atlamak, melek sıfatını terket¬mek gerek" şeklindeki ifadeleri evrimi de¬ğil tasavvuftaki "devir" anlayışını yansıt¬maktadır. Ölümle birlikte beden yine top¬rağa, ruh ise mutlak varlığa kavuşacaktır. Dolayısıyla bunun evrim teorisiyle ve te¬nasühle alakası bulunmamaktadır.

Mevlânâ'nın düşüncesiyle ilgili Doğu'da ve Batı'da pek çok çalışma yapılmıştır. Bunlar arasında Celâleddİn Hümâî'nin Mevievjnâme: Mevlevi Çe Mîgûyed: Akâyid ve Efkâr-ı Mevlânâ Celâled-dîn Muhammed Mevlevi [334] ve Rahîm Nejad Selîm'in Hu-dûd-i Âzödî-i İnşân ez Dîdegâh-ı Mev¬levi: Cebrve İhtiyar [335] Halîfe Abdülhakîm'in The Meîaphysics of Rumi: A Critical and Historical Sketch [336] AnnemarieSchim-mel'in The Triumphal Sun: A Study of the Works of Jalâloddin Rumi [337] VVilliam C. Chittick'in The Sufi Doctrine oi Rumi: An Introduction ve The Sufi Path of Love: The Spiritual Teachings of Rumi [338] K. Khosla'nın The Sufism of Rumi [339] John Renard'm Ali the King's Falcons: Rumi on Prophets and Revelation [340] adil eserleri örnek olarak zikredilebilir.

Onun görüşleri, hakkındaki çalışmalar ve eserlerinden yapılan tercümeler vası¬tasıyla bugün dünyada geniş bir kitleyi etkilemiştir. Biyografisi ya da düşünce¬leriyle ilgili araştırmalarda görüşlerinin dünyanın her yanma nasıl ulaştığı, farklı kültür ve inançtan insanları nasıl etkile¬diği üzerinde de durulmuştur. Bu çerçe¬vede Efdal İkbalin The impact of Mow-iana Jalaluddin Rumi on Islamic Cul-ture adlı eserinde [341] Mevlâ¬nâ'nın Hindistan ve Pakistan üzerindeki tesiri, Annemarie Schimmel'in The Tri¬umphal Sun: A Sîudy of the Works of Jalâloddin Rumi isimli eserinin [342] son bölümünde [343] Doğu ve Batı'ya etkisi. Şefik Çan'ın Mev-lânâ: Hayatı Şahsiyeti Fikirlerinin [344] genişçe bir bölümünde [345] Türk, İran ve Hint edebiyatları ile Batılılar üzerindeki tesiri, Emine Yeniterzi'nin Mevlânâ Celâleddİn Rûmi adlı çalışmasının [346] bir bölü¬münde [347] Türk, Doğu ve Batı edebiyatlanndaki etkisi, son olarak Franklin D. Lewis'in Rumi Past and Present East

and West: The Life Teachings and Po-etry of Jalâl al-Din Rumi isimli eserinin oldukça geniş bir bölümün¬de [348] İran, Hindistan, Pakistan, Afganistan, Arap ülkeleri, Osmanlı, Tür¬kiye ve Batı ülkelerinde tesiri ele alınmış¬tır.

Mevlânâ'nın hayatı, eserleri ve görüş¬leriyle ilgili yazma kaynakları ve araştır¬maları bir araya getiren çalışmalar da ya¬pılmıştır. Bunların ilki, Hellmut Ritter'in Türkiye kütüphanelerindeki yazma eser-leri ve diğer araştırmaları topladığı çalış¬masıdır.[349] Bu ko¬nudaki en kapsamlı çalışma ise Türkiye içinde ve dışında ulaşılabilen bütün kütüphanelerin katalogları, ayrıca ansiklo¬pediler, dergiler, yıllıklar, gazeteler ta¬ranmak suretiyle Mehmet Önder. İsmet Binark ve Nejat Sefercioğlu tarafından iki cilt halinde gerçekleştirilmiştir. [350]Adnan Karaismailoğlu da Mevlânâ kongrelerinde sunulan tebliğleri bir ara¬ya getirmiştir[351] Ayrıca İran'da Mândânâ Sâdık Beh-zâd tarafından kaleme alınan Kitâbnâ-me-i Mevlevi adlı eserde [352] ve Kitâbşinâsi-yi îrân'ın [353] VII. cildinde [354]Mevlâ¬nâ ile ilgili çeşitli dillerde yapılan çalışma¬lar derlenmiştir. Bunlardan başka Müfide H. Başarır'ın The New York Public Library, The Research Libraries'de bulunan eser¬lerin tanıtıldığı makalesiyle [355] Gabriel Mandel Han el-Afgânî'nin bir makalesi [356] vardır.

Eserleri.

Mevlânâ'nın şiirleri ve mek¬tupları arasında Arapça olanlar bulun¬makla birlikte eserleri Farsça'dır.

1. Dî-vân-i Kebîr (Dluân-ı Şems-i Tebriz'i). Ga¬zel ve rubailerden meydana gelen eser çok geniş bir hacme sahip olduğundan Dîvân-ı Kebîr, gazellerde genellikle Şems, Şems-i Tebrîzî mahlasları kullanıl¬dığından Divân-ı Şems, Dîvân-ı Şems-i Tebrîzî adıyla anılmaktadır. Şiirlerin ço¬ğu Mevlânâ'nın Şems ile buluşmasından sonraki döneme aittir. Gazellerde mahlas olarak Selâhaddin (Selâhaddîn-i Zerkûb), Hüsâmeddin Çelebi isimlerine de rastla¬nır. Ayrıca "Hâmûş" mahlasının kullanıl¬dığı şiirler de vardır. Bunlardan daha çok zâhidâne olanlarının ilk dönemde söylenHamıt Aytac'ın celîsulus'Yâ Hazret-i Mevlânâ Muhammed Celâleddin" İStifli levhası [357]diği sanılmaktadır. Eserdeki rubâîler ayrı bir kitap olarak da derlenmiştir.

2. Mes¬nevi. Tasavvuf? düşüncenin bütün ko¬nularını içermekte ve İslâm kültürünün en önemli eserleri arasında sayılmaktadır. Diğer mesnevilerden ayırt edilmesi için Meşnevî-i Mevlevi, Meşnevî-i Ma'ne-vîve Meşnevî-i Şerîf gibi isimlerle de anılan eser müellifi tarafından "Keşşâfü'l-Kur'ân", "Fıkh-ı Ekber", "Saykalü'1-ervâh" ve "Hüsâmînâme" gibi lakaplarla da ad¬landırılmıştır.

3. Fîhi mâ fih. Mevlânâ'-nın sağlığında oğlu Sultan Veled veya bir başka müridi tarafından kaydedilen soh¬betlerinin vefatından sonra derlenme¬sinden meydana gelmiştir.

4. Mecâlis-i Seb'a. Mevlânâ'nın vaaz ve sohbetlerin¬de yaptığı konuşmalardan oluşmaktadır. Bu konuşmalarda konuyla ilgili âyet ve hadislerin açıklanmasının yanı sıra Senâî, Attâr gibi şairlerin şiirlerine, Meşnevî'de anlatılan bazı hikâyelere ve Dîvân-ı Ke-blr'den şiirlere de yer verilmiştir. Eser, Feridun Nafiz Uzluk tarafından Üsküdar Selim Ağa Kütüphanesindeki 788 (1386) tarihli nüshası esas alınarak iki defa neş¬redilmiştir. İlkinde bir giriş yazısı ile Türk¬çe tercümesi bulunmakta [358] ikincisinde Uzluk'un 108 sayfalık notu ve M. Hulusi'nin Türkçe tercümesi yer al¬maktadır.[359] Daha sonra Uzluk neşrinin İran'da ayrı basımı yapılmıştır. [360]Kitabı ayrıca Rizeli Hasan Efendi-oğlu Türkçe'ye çevirmiştir.[361] Eserin Muhammed Ramazânî tarafından İran'da yayımlanan Meşnevî ciltlerinin kenarında yapılan baskısında [362] birçok hata vardır. Kitabı Tevfik Sübhânî de Konya Mevlânâ Müzesİ'ndeki[363] 753 (1352) tarihli en eski nüsha¬sını esas alarak neşretmiştir. [364]Ab-dülbaki Gölpınarlı Konya nüshasını esas alıp eseri Türkçe'ye çevirmiştir. [365]Kitabın ayrıca Türkçe kısmî tercümeleri de vardır. [366]

5. Mektûbût. Mevlânâ'nın değişik sebep¬lerle çeşitli kimselere yazdığı mektuplar¬dan oluşmaktadır. Bunların arasında ya¬kınlarına, çocuklarına ve müridlerine gön¬derilenler bulunmakla birlikte çoğu yö¬neticilere ihtiyaç sahiplerinin taleplerini bildirmek maksadıyla kaleme alınmıştır. Eser, Süleymaniye Kütüphanesindeki bir nüshası [367]esas alına¬rak Feridun Nafiz Uzluk tarafından yayım¬lanmış [368] ardından bu matbu eser¬le Konya Mevlânâ Müzesİ'ndeki [369] nüshası karşılaştırılıp farklılıklar ese¬rin sonuna eklenmiştir. Ancak bu neşir¬de birçok hata vardır. Kitap, İran'da Feri¬dun Nazif Uziuk'un neşri esas alınıp hata¬ların bir kısmı düzeltilerek Yûsuf-i Cem-şîdipûr ve Gulâm Hüseyin Emîn ile [370]Hüseyin Dâniş [371] tarafından bastırılmıştır. Son olarak İran'¬da Tevfik Sübhânî'nin Konya Mevlânâ Mü¬zesİ'ndeki 751 (1350) tarihli nüshayı [372] esas alıp yaptığı neşir [373] en güvenilir olanıdır. Eseri Abdülba-ki Gölpınarlı muhtelif kütüphanelerdeki altı nüshasına dayanarak Türkçe'ye çe¬virmiştir[374]

Mevlânâ'ya nisbet edilen küçük ve bü¬yük olmak üzere iki evrâd bulunmaktadır. Bazı dua ve sûrelerin belli tertip üzere bir araya getirilmesinden oluşan bu ev-râdlar Evröd-ı Kebîr ve Evrâd-ı Şağîr-i Hazret-i Mevlânâ adıyla bir arada ba¬sılmıştır.[375] Hakâ'ik-i Ez-kâr-ı Mevlânâ ismiyle de anılan evrâd-ların Ali Feyzî b. Osman ile Muhammed Fâzıl el-Mevlevî tarafından yapılan iki ayrı Türkçe tercüme ve şerhi de basılmıştır.[376] Mevlâ¬nâ'ya izafe edilen Tıraşnûme, 'Aşknâ-me, Risâle-iÂiâk u Enfüs gibi manzum eserlerle Risale-i rAka id, Âîâk u Enfüs, Hâbnâme gibi mensur eserlerin üslûp ve muhteva açısından ona aidiyetinin şüp¬heli olduğu belirtilmektedir.

Ziyaret -> Toplam : 125,30 M - Bugn : 61091

ulkucudunya@ulkucudunya.com