ATEİZM, ZINDIK, ZENDAKA, MÜLHİD, İLHAD1
RIZA TEVFİK 01 Ocak 1970
Athée, Athéisme (Fr.) / Atheismus (Alm.) / Atheism (İng.) / Ateismo (İta.)
Yayına Hazırlayan: Fuat AYDIN2-Mehmet ÖZŞENEL3
Ciltlerce kitap değerinde dolgun ve doyurucu bir araştırma. Rıza Tevfik,
Batı’yı çok iyi tanıyor ama Avrupa’nın hiçbir moda düşüncesine teslim
olmayacak kadar geniş bir irfan sahibi. Kütüphaneler dolusu vesika taramış.
Ama gözlerimizi kamaştıran malzemenin zenginliği değil. Konuşan daima
kendisi. Dil de mazbut ve aydınlık.
Ateizm maddesini bir de Britannica Ansiklopedisi’nden okudum. Nefis bir
ansiklopedi maddesi, fakat yaşamıyor, çünkü ateizm bugünkü Avrupa için
aktüel bir mesele değil. Batı, 1789’dan bu yana vicdan hürriyeti dâvâsını kesin
olarak çözümlemiş. Grand Dictionaire Universel’deki “ateizm maddesi” de kuru ve
şahsiyetsiz. Rıza Tevfik’den sonra bir “ateizm maddesi” yazılabilir mi? Hayır...
Çünkü kucağında yaşadığımız çevre Rıza Tevfik’in okuyucularıyla
kıyaslanamayacak kadara bağnaz. En masum yazılarda suç arayan aydınlarımız,
bugün Rıza Tevfik’i bir kaşık suda boğarlardı.
1
Bu metin Rıza Tevfik’in Mufassal Kâmus-i Felsefe adlı eserinin “Ateizm” maddesinin latinize
edilmesinden oluşmaktadır (Matbaa-i Âmire, İstanbul, 1330, I, 465-499). Metinde gerekli
görülen yerlerde kısa açıklayıcı dipnotlar eklenmiştir. Ayrıca, metinde köşeli parantez
içindeki kısımlar tarafımızdan konmuştur. Metinde müellife ait herhangi bir dipnot
bulunmamaktadır.
2
Sakarya Üniv. İlahiyat Fakültesi, Dinler Tarihi Anabilim Dalı Öğr. Üyesi, Yrd.Doç.Dr.
3
Sakarya Üniv. İlahiyat Fakültesi, Hadis Anabilim Dalı Öğr. Üyesi. Yrd. Doç. Dr.
Cumhuriyet öncesi aydınları, bizi yalnız erişemeyeceğimiz bilgi irtifaları ile
değil, tereddütleri, şüpheleri, isyanları ve çileleriyle de geride bırakıyorlar.
Utanarak düşünüyorum... Rıza Tevfik, o maddeyi yazarken benden çok daha
gençti. Liyâkatsizliğimiz nereden geliyor? Üstadın zekası mı üstün, tecessüsü
mü? Kim bilir... Rıza Tevfik, zevkperest ve şımarık bir çöküş devri münevveri
idi. Peki faikiyyetinin sırrı ne......Bir kelimeyle 1915’lerin “Kâmus-i Felsefe”si sığ
ve zavallı irfanımızın kâbına erişemeyeceği muhalled bir eserdir...
(Cemil Meriç, Kültürden İrfana, İstanbul, 1986, s. 206, 207, 208)
Bu kelimelerin aslı Yunanî’dir. “a” edât-ı nefy, “theos” (????) Allah
demektir. O halde mana-yı lüğavîsi, “Allahsız” ve “Allahsızlık” demek olur.
Allah’ı inkâr eden kimseye “athée” ve böyle bir meslek-i felsefîye “athéisme”
tâbirleri ıstılah olmuştur.
Hükemâ-yı İslâm ve muharrirîn-i sâlife “mülhid” ve “ilhad” kelimelerini
öteden beri bu manada kullanmışlardır. Bizde bir de “zındık” tâbiri vardır;
tahkikât-ı tarihiyye gösteriyor ki, Araplar İran Medeniyeti’ni mahv u müzmahil
etmekle beraber “Zaratuştra” (Zarathushtra) yani “Zerdüşt” dinini büsbütün
ortadan kaldıramamışlar idi. “Kadisiye Muharebesi” İslâmiyet’in muzafferiyyet-i
kat’iyye ve kâhiranesiyle netice-pezîr olup da “Sasaniyân” (Sassanides)
sülalesinin son padişahı “Yezdgerd”, o parlak saltanatı ile beraber mahv u harap
olunca, İran’ın kütüb-i mukaddesesi toplanılıp ihrâk edilmişti. İskender-i Kebir
zamanında dahî İran böyle bir felakete uğrayarak kitaplarını zayi etmiş, fakat
yine dinini muhafaza edebilmişti. Lisân-i kadîm zaten tebeddülâta uğramış
olduğu için “Abesta” (Avesta) nam kitab-ı mukaddes “Zend” lisânıyla zapt
edilerek -hiç olmazsa kısmen- kurtarılabilmişti. Bugünkü “Zend Avesta”,
Arapların istilası esnasında İran’da söylenilen lisan üzere “Abesta”nın tefsiridir.
Yani, “Zend” tâbiri lisanın ismidir; dinin değil! Ateşperestler İslâmiyet’in
ahkâmına büyük bir metanetle karşı koyduklarından “zendî” tâbiri o zaman
müslümanları nazarında “mülhid-i müannid” manasını aldı. “Zındık” kelimesi -
belki bir ğalat-ı telaffuz sebebiyle- o asıldan müştakk olmak gerektir. Bilahare
kesret-i isti’mal, hatta sû-i isti’mal edile edile meşhur olmuş ve ta’rîb olunarak -
cem’ sıygasıyla- “zenâdıka” ve -isim fiil haysiyetiyle- “zendaka” (zındıklık)
şeklinde çok kullanılmıştır. Bugün bile isti'malden sâkıt değildir. Eski
zamanlarda “ğulât-ı sûfiyye” (les mystiques sectaires) hakkında vasf olurdu; hele
ahkâm ve hudûd-i şer’iyyeye karşı pek mübâlâtsız davranan bâtinîleri (batinites:
ésotériques) tekfir için daima tercih edilirdi.
“Zındık” tâbirinin tarih-i edyân nokta-i nazarından hayli ehemmiyeti
vardır. Zira muhakkaktır ki bazı bâtiniyyûn-i İran “akâid-i mezdekiyye”yi
(doctrines mazdéiques) -şuarây-ı sûfiyye edasıyla- İslâm arasında neşr etmeğe
muvaffak olmuşlar ve tasavvufu dahî bulandırmışlardı. (“Dualisme”,
“soufisme” kelimelerine bakınız).
Bir de “Karâmita” (les carmates) fırkası var idi. Bu cemaatin mezheb-i
mahsusu “iştirak-i mal ü iyâl” (communauté des biens et de la famille) mebdei
üzerine müesses idi. (“Communisme” kelimesine bakınız!) “Karmat” tâbiri dahî
İslâm arasında “kâfir” müradifi addedilmiş ve hatta “tekarmata” yani
“karmatlaşmak” masdarı icad olunmak suretiyle tâbir-i mezkur ta’rîb edilerek
“dinsiz ve ahlâksız olmak” manasına kullanılmıştır.
Görülüyor ki ya taassub veyahut “yabancılığa nefret” (Xénophobie)
sebebiyle, bir mezhep ismi “ilhad” manasına alınmış ve isti'mal olunmuştur.
Halbuki iştirak-i mal ü iyal dâvâ-yı batılını hakka muvafık görmek dalâleti,
mutlaka dalâlet-i ilhadı müstelzim bir itikâd değildir. Hele Zendî mezhebi hiç
dinsizlik değildir. Bugün bu dinin mahiyetinde şüphe kalmamıştır.
“Mülhid” kelimesinin tarih-i hayatı, insaniyyet-i câhilenin tarih-i taassubu
demektir. Bu tarihin fecâyi-i müteselsilesini burada tafsil edecek değilim. Ancak
şu keyfiyyet-i mühimmeyi nazar-ı dikkate arz etmek isterim ki, cumhur-i
cühelânın bu iftira ve ittihamından hiçbir büyük adam vâreste ve masûn
kalamamıştır; -çünkü- yalnız ekseriyet-i nâs ve avam-ı halk indinde değil, havas
nazarında bile “şurût-i ilhad” hakkıyla taayyün edememişti. Bugün bu şartlar
feylesoflar nazarında muayyendir.
Medeniyet ve felsefe tarihinde bu mes'eleyi tahkik edecek olursak
sarâhaten anlaşılır ki “ilhad” tâbirinin mana-yı tarihiyyesi “Allah’ın vücûdunu
inkâr etmek” değil, cumhur-i nâsın akâid-i müessesesine ittiba etmemek ve
ondan ayrılmaktır. Yek nazarda buna inanılmaz; fakat hakikat-i hal bundan
ibarettir. Garb ve şarkın fudalâ-yı meşhûresinden getireceğim bir iki misal, bunu
kat’iyyen isbat eder:
Hürriyet-i siyasiyye ve kemâlât-ı medeniyyeleriyle zaman-ı selefde eşref-i
akvâm addolunan eski Yunanîler bile bu hatadan kurtulamamışlar ve yalnız
Yunan-ı kadîme değil, bütün insaniyyete şeref veren eâzim-i dühâtın -bigayr-i
hakkın- kanına girmek şenâatını irtikab etmişlerdir.
Protagoras, o zamanın putperestliğini kabul etmemiş olduğu için ekseriyet-
i halkın şüphesini uyandırmış ve nefretini celb etmişti. Bilahare bir kitap yazmış
ve onun mukaddimesinde “Allahları idrakten akl-ı beşer aciz ve kâsırdır!” demiş
olduğundan dolayı tekfir edilerek gayz-ı umumiye hedef olmuş, kitabı da alenen
ihrâk edilmişti. Kendisi Atina reis-i hükümeti Périclés’in çocuklarına mürebbilik
etmiş olduğu için, ancak o zatın himayeti sayesinde Atina’dan sâlimen çıkabildi
idi. Lâkin Sicilya’ya azîmet ederken fırtınaya tutularak Adalar Denizi’nde
mağrûkan vefat etmiştir.
Hemen o sıralarda Socrates aynı iftira yüzünden dûçar-ı musibet olmuş ve
zulm ü cehalet uğruna kurban gitmiştir. Eflatun’un üstadı olan bu hakîm,
felsefede -tabiat-ı câmideden ziyade- insanı (yani vicdanı) mevzu-i bahs etmiş
ve hikmette her şeyden evvel bir “gâye-i ahlâkiyye” (but moral) gözetmişti.
Onun içindir ki bu zâtın talimatıyla pek büyük ve mühim bir devr-i felsefî
başlamıştır. Zuhûrunu, bir devr-i medeniyyet için “re’s-i tarih” addedenler bile
vardır. Kendisi itikadında mü'min-i muvahhid, talimat ve harekâtında
faziletperver, fakat tebliğâtında pek cesur, tenkîdâtında da pek müstehzi bir
feylesoftu. Bu faziletler, insana daima düşman kazandırır. O sebeple
kendisinden çekinirlerdi. Müdhike-nüvîs-i meşhur Aristophanes ile daha bir iki
kişinin şerrine uğradı.
O zamanlar, bunlar, putperest idi. Hemen her şeyin ve her şehrin bir ilah-ı
mahsusu vardı. Sokrates -hasebe’l-i’tiyâd- eyyâm-ı mukaddesede herkes gibi
hareket ederdi. Fakat, kâinâtın sermedî ve samedânî bir hâlıkı olduğunu iddia
etmekten hiçbir vechile çekinmemiş ve bu dâvâsını isbât etmek için “nizâm-ı
âlem”i (ordre de l‘Univers) nazar-ı dikkate arz ederek “illet-i gâiyye” (cause
finale) ile istidlâl yolunu göstermişti. İsbât-ı ulûhiyyet bahsinde bu esaslara
dayanarak “eserden müessire istidlâl” etmek üslûbunun ilk mâhir müdâfii
kendisidir. (“Preuve” kelimesinde tafsilata bakınız).
Ruhun ebediyetinde dahî zerre kadar şübhesi yoktu. Nitekim bu dâvâda
dahî daima serd olunagelen en meşhur delâil -şekl-i mantıkîsi itibariyle- yine
onundur. Öyle iken bu hakîm-i kâmil, “dinsizlik” ile ittihâm edilerek -zehir
içmek sûretiyle- idâma mahkûm oldu. Fakat o sıralarda Yunanîlerin
“mukkaddes gemi”si4 seyâhate çıkmış bulunuyordu; o halde de icrây-ı mücâzât
kat’an memnû idi. Sokrates yirmisekiz gün mahbus yaşadı ve bereket versin, o
esnada yanından ayrılmayan telâmîzine -i’tikâdât-ı şahsiyyesini- sarâhaten telkîn
ve tebliğ edebildi. Allah’ın vahdaniyet ve samedâniyyetine, ruhun ebediyyetine
ve binaenaleyh ölümün bir felaket olmayacağına dair uzun ve mühim
konferanslar verdi. Sözlerini Eflatun ve Xénophon ahlâfa naklettiler.
Kendisini ölümden kurtarmak için, talebesi çare bulmuş ve mahbesden
kaçırmak için teklif de etmiş idi. Sokrates, buna tenezzül etmedikten mâadâ:
“Memleketimin verdiği hüküm haksız bile olsa, kavânîne itaat ve inkıyad etmek,
hamiyetli bir adamın ilk vazifesidir!” diyerek teklif-i vâkıı reddetti. Nihayet
hükm-i idâmı icra etmek zamanı hulûl edip de kendisine bir bardak dolusu
“baldıran hülasası” sunulunca, kemâl-i sükûnetle zehri içti ve hâkimlere hitaben
bir nutuk söyledikten sonra: “Berhayat kalanlar mı, daha ziyade bahtiyardır,
yoksa ben mi? Bunu sizden sorarım!” diyerek öldü idi.
Rivayet olunuyor ki sekerât-ı mevt halinde: “Tabâbet-i ilâhi (Aesculape)
beni azab-ı hayattan halâs ettiği için bir horoz adamıştık, yazık ki horozu
kurban etmeğe vaktimiz olmadı!” demiş ve hakîmin bu manâdâr sözleri, din-i
millet ile istihzada devam ettiğine hamlolunmuştu.
Tarih-i felsefede tedkîkât-ı amîkasıyla meşhur olan Gompertz iddia ediyor
ki bu hakîmin ölümüne sebep olan, yalnız bir iki muharririn iftirası değildi. O
zamanlar bir sürü adi sanatkârlar vardı ki, küçücük “mabud heykelleri” yapıp da
avam-ı nâsa satmakla geçinirlerdi. Sokrates’ın dinsizliği hakkında müthiş bir
propaganda yapan asıl bunlar olmuştur. Çünkü bu hakîmin mev’izaları
herkesten ziyade onların kâr u kesbine kesâd veriyordu.
4
Atina’da her yıl, kutsal bir gemi Delos adası etrafında kısa bir yolculuk için yelken açardı.
Bu geminin yokluğu sırasında, Atina vatandaşları, masumiyetlerini muhafaza ederler, bu
arada diğer hususlarla birlikte, idamlar da ertelenirdi. Bu gemi, seyahatine Socrates’ın
mahkemesi sürerken başlamış ve bir ay sonra geri dönmüştü. Sokrates’ın idamı bu sebeple
gemi dönünceye kadar ertelenmiştir.
Şâyân-ı ibret bir suretle tahakkuk ediyor ki, her yerde ve her zamanda -en
afvolunmaz dinsizlik- ekseriyet-i nâsın menfaat-ı müşterekesine zarar îras
edebilecek efkâr ve harekât-ı ıslahperverânedir. Küfr-i hakîkî hiçbir vakit o
derece gayzı ve cezayı müstelzim olmuyor.
Sokrates’ın asil şakirdi Eflatun, aynı ittihâmâttan -güç bela- yakayı
sıyırabildi. Fevkalâde nezih ve füsunkâr olan üslûb-i şairânesi ve putperestliğe
sarâhaten itiraz etmemek gibi tedbîr-i ihtiyatkârânesi sayesinde kurtulabildi.
Eflatun’un tilmizi meşhur Aristo dahî dinsizlikle ittiham olundu. Fakat
Sokrates’ın âkibet-i fecîasını mülahaza ettiği için Atina’dan kaçtı; bugünkü
“Aynoroz” civarında kâin olan eski “Chalcis”5 şehrine hicret ederek iki sene
orada mu’tezilâne bir ömür sürdükten sonra vefat etti. Bu hakîm, bir mevt-i
muhakkaktan kaçtığını, cebânetine atfetmesinler diye: “Felsefeyi bir ikinci defa
tecavüz ve tahkire maruz olmaktan siyaneten Atina’yı terk etmeğe mecbur
oldum!” diyor. Müverrihîn-i felsefe iddia ediyorlar ki, bunda da sebeb-i hakîkî
bir mes’ele-i siyasiyye imiş; fakat dinsizlik ittihâmâtı vesile-i gayz u intikam
olmuştur: Güya Atinalılar, Aristo’nun Makedonya taraftarı olmasından şüphe
ediyorlarmış ve bu şüphelerini haklı gösterecek delâil-i kaviyyeye malik
olmadıkları için, feylesofu dinsizlikle ittiham suretiyle vücudunu izale etmek ve
entrikasından kurtulmak istemişlermiş.
İzmir civarında “Clazomène” adasında doğmuş olan Anaxagores bir
Allah’a -kemâl-i hulûs ile- iman ediyor ve onu “Nous” (????) yani akıl olmak
üzere telakki eyliyordu. Halbuki “esâtîr-i milliyye”ye (mythologie nationale)
itikad eden Yunanîler, güneşi “Apollon” nam Allah’ın arabası zannederlerdi.
Anaxagores bu itikâd-ı avamı inkâr ettiği için tekfir olundu ve kaçmakla canını
kurtarabildi idi.
İlhad ile ittiham edilmiş olan bu zevât-ı meşhure, medeniyyet-i atîkanın en
büyük feylesoflarından ve insaniyyetin en fazıl mümessillerinden idiler. Ancak
putperestliği red ve inkâr etmişlerdi; yoksa hâlik-i kâinât olmak üzere bir
kudret-i samedâniyyenin vücûb-i vücûduna -kemal-i sıdk u ihlas ile- kanaat
getirmiş olduklarında şüphe yoktur.
5
Bugünkü Eğriboz adası.
Anlaşılıyor ki “vesile-i ittiham” her ne olursa olsun, “hükm-i ilhad” dinin
tarz-ı telakkisine göre vaki oluyor. Bu hususda medâr-ı hükm olan mi’yâr-ı
hakikat dahî, avâm-ı nâsın -sarâhaten batıl olan- itikadıdır. Bizim eslâfımızda
hakikaten âlim-i nıhrîr olan Kâtip Çelebi’nin dediği gibi: “Mes’ele, taharetten
bîhaber bir sürü eclâfın bu gibi umûr-i hatîrede re’y vermesi”dir.
Roma medeniyetinde bu türlü fezâhatler görülmüyor. Çünkü Romalılar,
akvâm-ı mağlûbenin millî mabutlarını dahî kendi ilahları sırasında kabul
ederlerdi. Bu halde taassuba ihtimal kalmazdı. Zaten Roma’da eâzim, külliyyen
hiss-i din ve taassuptan berî ve âzâde yaşardı. Mizaçları iktizâsı olarak ahlâk-ı
ameliyyeye çok ehemmiyyet verirler, fakat ilahiyyat ve mâba’de’t-tabîiyyat
münakaşalarından kat’an hazzetmezlerdi. Avamın dini de ervâh-ı ecdâda -ara
sıra- ibadet etmek merasiminden ibaret kalıyordu. Roma tarihinde vaki olan
bütün tecavüzât ve cinâyâtın, münhasıran hırs-ı tahakküm ve rekabet-i
siyasiyyeden ileri geldiği o kadar sarihtir ki münakaşa götürmez. Vakıa
Hristiyanlığın zuhûrunda -biçare Cemaat-ı Îseviyye hakkında- hâtır u hayale
gelmedik cinayetler icra edildi. Hatta bu hunharlık “sirk” (cirque) eğlenceleri
şekline girdi ki hiçbir memlekette gılzat u vahşetin, şiddet ü hiyanetin bu
mertebesi görülmemiştir. Fakat, bu fezâhatlerle hiss-i dinin ve mesâil-i
mezhebiyyenin hiçbir münasebeti yoktu. Roma, o zamanlar zaten büsbütün
dinsizdi. Lâkin her vechile devr-i inhitâta gelmiş olduğu için her türlü hareket-i
ictimâiyyede bir nevi tehlike-i izmihlâl hissediyordu. Hristiyanlığın talimatını da,
“iştirakiyye” (communisme) ihtilâli gibi telakki ediyor ve her nasıl olursa olsun
bastırmağa çalışıyordu. Şâyân-ı dikkattir ki fakir ve mazlûm, makhûr ve mağdûr
bir avuç halkın kuvvet-i ma’neviyyesi, o cihangir Roma saltanatını, o kâhir
kuvvet-i askeriyyeyi yıktı, târumar etti. Hatta Romalıların beyhude zulmü
Roma’yı yıktı demek daha doğrudur.
Kurûn-i vustaya gelince, ondan uzun uzadıya bahse hacet yoktur. Ale’t-
takrib, yedi sekiz asır süren o devr-i zulm u zulmet, lâ-yenkati’ bir silsile-i
cinâyât arz eder ki o müddetçe -hak ve hakikat uğruna- kurban edilmiş olan
eâzim-i insaniyyetin yalnız fihrist-i esâmisi kaydolunmak lazım gelseydi, kim
bilir kaç sahifelik bir kitap doldurabilirdi. Gariptir ki mazlumiyetiyle azîm bir
kuvvet ve feyyâz bir hayat iktisab eden Hristiyan dininin mensûbîni, -insana
kıymakta- hunhar Romalılara rahmet okuttular.
Meşhur Voltaire Kâmûs-i felsefe’sinde “athéisme” kelimesine dair izahat
verirken muhâkemâta girişiyor ve “engizisyon” icraâtına nakl-i bahs ederek şu
mühim sözleri söylüyor:
“Din-i Nasraniyyet, insaniyyete on yedi milyon âdem kanı bahasına oturdu.
Adalet cellatları elinde mahvolanlar ile -saff-ı harb halinde yekdiğerine zahîr
olan- sâir cellatlar (yani, mezhep mücahitleri!) elinde can verenlerin adedi her
asırda bir milyon kişiye bâliğ olur. Gariptir ki bütün bu cinâyetler benî
nev’imizin selameti ve Cenab-ı Hakk’ın i’lâ-yı şan u azameti uğruna icra edildi”
diyor ki bütün tarih-i medeniyyet müdekkiklerinin mülâhazât-ı müşterekesini
telhis eden bir sözdür.
Maamâfih gayz-ı taassubun derece-i galeyân ve ğuluvvuna dair bir fikir
verebilmek için, muhtasaran şunu arz etmek kifâyet eder ki, o zamanlar
Hristiyanlık’ta -teşettüt-i akaid sebebiyle- mezâhib-i cedîdenin zuhûru
yüzünden, dâire-i tefekkür ve sâha-i nazar pek daralmış ve “insaf” (tolérence)
denilen hiss-i medenîyi büsbütün boğup öldürmüştü. En ehemmiyyetsiz
teferruât-ı mesâil bile -eâzim-i rehâbîn arasında- şedîd ü medîd münâkaşâta
vesile yahut sebeb teşkil eder ve rüesâ-yı mezâhib ünf ü gayz ile yekdiğerini
tekfir eylerdi. Eğer fırsat elverirse birbirlerini gaddarâne bir surette ateşte dahî
yakarlardı. “Unitariens”6, “Trinitariens”7 ve “Anababtistes”8 fırkaları ile daha
böyle yüzlerce ahzâb-ı Hristiyaniyyenin takvîm-i münâkaşât ve mübâhasâtı ve
hele tarih-i vukuâtı tedkik olunursa görülür ki pek değersiz ve ale’l-husûs asılsız
6
Teslis doktrinini, İsa’nın tanrısallığını, insanlığın ilk günah yüzünden düşüşünü, keffareti ve
ebedi cezayı reddeden bir Hristiyan hareketi. Daha önce bu tür düşünceyi savunanlar
olmakla birlikte, bu hareketin başlangıcı olarak, Servetus ve Sozzins’in çalışmaları kabul
edilir. İlk Ünitaryen kongresi İngiltere’de 1774’de ve Amerika’da 1782’de yapıldı. W. E.
Channing’in Uniteryan Hristiyanlığa dair vaazıyla 1819’da organize bir hale geldi.
7
1198’de St. John ve Valoisli St. Felix tarafından kurulan ve Kutsal Teslis Tarikatı da denen
bir Hristiyan tarikatı. Bu tarikat üyeleri, zaman zaman Mathurinler şeklinde de
isimlendirilmişlerdir. Bu tarikatın temel özelliklerinden biri, esir düşmüş Olan hristiyanları
kurtarmayı birincil görev olarak görmeleridir.
8
XVI. yüzyıl Hristiyan hareketlerindedir. Vaftizi çocuklara yapılan bir ayin ya da kutsama
olmaktan ziyade, kiliseye üye oluşun bir işareti olarak uygulamanın gerekliliğini vurgulayan
bir mezheptir. Pasifistlerin yanı sıra aktivist anababtistler de vardır.
“mesâil-i muhdese” uğruna yekdiğerlerini tekfir ve -fırsat buldukça- ihrak
etmişlerdir. Katliâm vâki olduğu dahî nadir değildir. Nitekim “Anababtiste”ler
kırgını ve “Saint Barthélémy” gecesi katliâmı tarihte bu cinâyetin en kanlı
misallerindendir.
“İntibah” (la Renaissance) devri vâkıa medeniyyet-i cedîdenin fâtiha-i feyzi
ve mebde-i terakkisi oldu. Artık, Allah namına irtikâb olunan cinâyâta, bu
devirde uyanan hiss-i medeniyyet ve aşk-ı insaniyyet, mâni olabilecektir
zannedilebilirdi. Maamâfih bu devirde dahî birçok şenâat ve fezâhatler vâki
olduktan mâadâ, Galilée gibi bir nâdire-i deha, kürre-i arzın müteharrik
olduğunu iddia ettiği için tekfir ediliyor ve -yetmiş yaşında bir pîr-i muhterem
olduğu halde- engizisyon cem'iyyeti huzuruna sürüklenip tekdir ve tahkir
olunduktan sonra zindana atılıyordu. Galilée ki, ilm-i hakîkînin usûlünü vaz’
etmiş ve keşfiyyât-ı hârikulâdesiyle fenn-i makinenin, hikmet-i tabîiyyenin hatta
hey’et-i cedîdenin temel taşlarını yerince yerleştirmişti!... Geordano Bruno gibi
bir zekâ-yı muhît dahî skolastik talimatı aleyhine cesurâne mücahede ettiği için
alenen ihrak olundu. Zaten vahdet-i vücud taraftarı idi, küfrüne hükmetmek
için bu vesile kifayet etti.
Campanella halûk, mütedeyyin, hezârfen bir feylesoftu; fakat ahrârâne
düşünmeyi sever ve bilirdi. Türlü türlü işkencelere maruz olduktan mâadâ -bir
buçuk metre mükâ’bında- bir zindan odasında hapsolundu, kuru ekmekle, suyla
orada mütemadiyen yirmi altı sene yaşayabildi. En mühim âsârını da o zaman
yazdı. Papa Sekizinci Urban’ın (Urbain VIII) himâyeti sayesinde hapisten ve
ihrâk edilmekten kurtuldu idi.
Vanini ehemmiyyetsiz bir papazdı; değersiz bir mütefekkirdi. Fakat
münakaşayı sever, herkese de itiraz ederdi. Hayli düşman kazandı. Odasında
şişe içinde bir kurbağa buldular. Sihirbazlık ve küfür ile ittiham olundu. Esnâ-yı
istintakta tamamiyle katolik olduğunu gösterdi ise de, itirâfât-ı hâlisânesi
riyakârlığa hamledilip alenen ihrâk olunmaya mahkum oldu. Fakat, evvela dili
kerpeten ile koparıldıktan sonra kemikleri demir köskülerle kırıldı; nihayet
merhameten -yani ezasını temdid etmemek için- ateşte yakıldı. Fakat bunlar
saymakla tükenmez.
Gariptir ki, o zamanlar birçok papaların ve kardinallerin hakikaten mülhid
olduklarını Draper delâil-i tarihiyyesiyle gösteriyor. Meşhur Papa Altıncı
Alexandre Borgia’yı tanıyanlar artık başka delil istemez.
Bir müddet sonra feylesof-i müceddid René Descartes, Aristo’ya ittiba
etmek istemediğinden dolayı dinsizlikle ittiham olunmuştu, ne tuhaftır ki Aristo
dahî evvelce ayni kabahatle ittiham edildiydi. Binaenaleyh Descartes’ın ona
iktida etmemesi dinsizlik değil dindarlık sayılmalı idi. Maamâfih bugün bütün
Hristiyan ilâhiyyûnu “isbat-ı ulûhiyyet” bahsinde Descartes’ın berâhîn-i
meşhûresiyle tahkîm-i da’vâ ederler. Ondan iyi delâil keşfedememişlerdir.
(“Preuve” sözüne bakınız!).
Muâsırînimizden müteveffa feylesof Adolf Franck Kâmûs-i felsefe’sinde bu
mes'eleye dair tafsilat verirken şu sözleri söylüyor ki şâyân-ı ibrettir:
“Descartes’ın muâsırîninden ve dostlarından biri olan Rahip Mersen (Le
Pére Mersenne) o vakitler yalnız Paris şehrinde elli bin dinsiz adam tahmin
ederdi”. O zamanlar -zannedersem- Paris’te de ancak elli altmış bin kişi var
yoktu.
Descartes’ı müteâkip gelen feylesofların en büyüğü Baruch Spinoza’dır. Bu
zavallı adam, “dinsizlerin padişahı” (le prince des athées) olarak ittiham edildi.
Kendisi Musevi idi, tekfir edenler dahî dindaşları idi. Hristiyan oldu; yine
yaranamadı. Fazla olarak iki ateş arasında kaldı; çünkü bu sefer Hristiyanlar dahî
tekfire başladılar. Âkibet genç yaşında eşedd-i sefaletle veremden öldü. Halbuki
bu halûk ve masum adam dinsiz değil, “vahdet-i vücud” taraftarı idi.
(“Acosmisme” kelimesine bakınız!).
“Hiss-i dînî”nin (sentiment religieux) kuvvetini ve dinin mahiyetini
lâyıkıyle tahkik eden muâsırîn-i hükemâdan ve Alman rahiplerinden
Schleiermacher, Spinoza’dan bahsederken:
“Bu adam mukaddestir, eizze-i evliyadandır fakat tanınamamıştır. Kâinâtın
ruh-i ulvîsi ona hulûl etmişti. Bu kudret-i nâmütenahiyye Spinoza’nın mebde ve
meâdı olmuştu. O yegâne hakikat-i külliyeye aşıktı. Kudsî bir masumiyet içinde
derin bir huzû‘ ile, tâkat-sûz bir fakr içinde yaşadı. Gönlü din ile dolu idi!”
diyor. Halbuki, Spinoza’yı pek ziyade tebcîl ve takdir eden Voltaire bile bu
feylesofun dinsizlik talim etmiş olduğunu beyan etmekten çekinmiyor ve şüphe
yoktur ki, Voltaire’in bu tavrı kendisini daraya çıkarmak için bir kurnazlıktır.
Fakat bunlar yine bir iki asır evvelki zamanın vekâyiidir. J. S. Mill, Hürriyete
Dair (On Liberty) yazmış olduğu eserde, bir garip misal veriyor: “Ondokuzuncu
asr-ı mîladîde, hürriyetperver İngiltere’de bile iki namuslu adamın şehadeti
mahkemece muteber tutulmayıp reddedilmiştir. Çünkü bu adamların hangi
mezhebe mensup oldukları -ale’l-usûl- suâl edildiği zaman: Hiçbir mezhebe
mensup değiliz vicdanımız üzerine yemin edeceğiz, demişlermiş!”
Bugün hâlâ medeni memleketlerde bir mezheb-i resmi ile mukayyed
olmayan nice âlim ve fazıl adamlar vardır ki, bir hakikate mu'tekiddirler.
Maamâfih hükümet mekteplerinde ders okutmaktan memnûdurlar. Yalnız
Fransa’da ve Amerika’da -o da ancak bugün- bir adamın din ile mukayyed olup
olmaması, resmen ehemmiyyetten âri ve münhasıran şahsi bir mes'ele olmak
üzere telakki edilebiliyor.
Bütün tarih-i insaniyyetle samimi bir alaka arz eden bu “mes’ele-i ilhad”ın
her halde pek büyük bir ehemmiyyeti vardır. Evvela “tarih-i medeniyyetle dinin
rabıtası” hakkında bilinmesi elzem olan hakâyıkı, bu mes'elenin takvîm-i
fecâyiinden istinbât edebileceğiz. Çünkü din, en büyük bir mebde ve en feyyâz
bir kudret-i maneviyye sayılıyor. Gerek efrâd ve gerek cem’iyyât-ı beşeriyyeyi
hüsn-i suretle idare edip insaniyyetin terakkisini kâfil olabilecek mebâdi-i
ahlâkiyyeyi -mümkün olduğu kadar kat’iyyet ve sarâhatle- tayin eden yine dindir.
“Ahkâm-ı itikadiyyesi her ne olursa olsun”, talimatında daima tasfiye ve tehzib-i
ahlâk emr-i mühimmini “gâye-i a’lâ” (but suprême) ittihâz eylemiştir. Onun
içindir ki, hakka makrûn olan her din bir nevi medeniyyetin zuhûru için bir
neyyir-i feyz olmuştur.
Binaenaleyh tarih-i insaniyyette -din ve Allah namına- îkâ edilmiş olan bu
şenî ve fecî haksızlıklar, bu azîm ve mütemâdî cinayetler, şüphesiz müthiş bir
“dalâlet” (aberration) eseridir. İhtimal ki, kurûn-i ûlâda ve kurûn-i vustâda insan
sürülerini kırıp geçiren korkunç salgın hastalıklar gibi, “taassub” (fanatisme)
dahî -ruh-i ictimâîye ârız ve musallat- sârî bir maraz-ı manevi idi. Maamâfih her
ne olursa olsun, bu hal, başlı başına bir azîm mes’ele-i ictimâiyye teşkil eder; zira
cumhûr-i insaniyyetin, hep birden, bu derece dalâlete düşebilmiş olması, elbette
bir takım esbâb-ı kâhireye matuf bulunmak gerektir. Bu mübrem sebepler
meyanında elbette tabîî, siyasi, ahlâkî, ictimâî birçok avâmil vardır. Bunu böyle
düşünmezsek, bu müthiş muammâ-yı tarihîyi hall için yol bulamayız.
Binaenaleyh o avâmil-i mefrûzeyi ayrı ayrı aramalı ve mahiyyetlerini tetkik ve
tahkik etmeliyiz. Sonra bu maraz-ı taassubun, münhasıran hissiyyât-ı diniyyeden
münbais bir “hummâ-yı manevi”, bir “ihtilâc-ı ruh” olup olmadığını anlamak
için, mezâhib-i mahsûsa ile -yani şekl-i itikad ile- alakası var mı yok mu?..onu
keşfedebilmeliyiz! Eğer varsa, bir mes'ele tevellüd ve tevazzu‘ eder: “Saadet ve
selamet-i insaniyyeti mukaddes bir gaye ittihaz etmiş olan dinden, nasıl olup da
böyle tamamen ma’kûs bir netice-i ameliyye zuhûra gelmiştir?” Bunu halletmek
lazım gelir. Yok, bütün bu haksızlıkları tevlid eden hissiyyât ve avâmilin esasen
mâhiyet-i dîniyye ile alakası yoksa, yine bir suâl terettüp eder: “Nasıl olup da bir
zamanlar din namına ve hak uğruna -medeni dünyanın hemen her tarafında-
böyle fezâhatler irtikâp olunabilmiş ve bu dalâlet-i umûmiyye asırlarca sürmüş
gitmiş?..” İşte buna bir cevab-ı ma’kûl bulmak iktizâ eder. Bu da pek kolay bir iş
değildir, çünkü tarih-i edyân ile tarih-i medeniyyetin en samimi ve gizli temas
noktalarını, bu suallerin perde-i kitmânı altında arayacağız. Medeniyyet ile din
gibi iki âmil-i şâmilin berzah-ı telâkîsinde “ruh-i nâs”ı (l’âme de la foule)
tetebbu etmek icâb edecektir; çünkü o berzahdan geçerken ruh-i ictimâîye
“taassub” dediğimiz hâlet-i mahsûsa arız oluyor ve bir illet-i sâriye gibi
vicdanları istila ediyor. Müthiş bir hummâ-yı ictimâî îkâ eden bu sârî maraz-ı
manevi ile bazı efkâr ve akâidin ne garib ve acîb bir münasebeti var ki hiçbir
felaketin intac edemeyeceği sefaletlere, ziyankârlıklara sebebiyet verebiliyor?...
Bunu anlamak hususunda ne kadar sarf-ı himmet ve gayret etsek yeri vardır,
değeri vardır.
Zannedersem, “insan-ı medeni ve ictimâî” (l’homme politique et social)
nazarında bundan mühim bir suâl olamaz. Çünkü bu suâlin cevabı,
medeniyyetin manasını -avâmil-i ahlâkiyye ve esbâb-ı maneviyyesiyle-
mütezammın bulunur ve başlıca şerâit-i kemâli de bu sayede anlaşılır.
Binaenaleyh: “Acaba hangi din, terakkiyât-ı medeniyyeye ve inkişâfât-ı
zihniyyeye daha ziyade müsâid bulunmuştur?”; “cemâât-ı beşeriyyeye böyle bir
isti’dâd-ı kemâl bahşeden kuvvet, akâid-i diniyyenin mahiyet-i hususiyyesi
midir? Yoksa dinin mahiyetine ecnebi ve onun dâire-i nüfuz ve taallukundan
külliyyen hâriç bazı avâmil-i müstakille var da bizler henüz onların vücudundan
haberdar değil miyiz?.. Ve haberdar olamadığımız için bir takım esbâb-ı
müstakillenin te’sirât-ı hasenesini dine mi atfedip gidiyoruz?...”. Bunları cidden
düşünmeğe mecburuz, çünkü bu mühim sualler evvelki mülâhazâtımızdan -
bizzarure- tevellüd eder.
O halde: “Bilhassa din-i İslâm’ın bu mes'eleye karşı vaz’iyyet-i hakîkiyyesi
nedir?” suâline dayanırız ve buna bilhassa biz, cevab vermekle mükellifiz!...
Muhakkaktır ve -hiç olmazsa bence- müsellemdir ki, taassub dediğimiz
hâlet-i ruhiyye, mutlaka bir hakikate itikad etmekten değil, hakikati kendi
itikadına hasretmekten doğar. Yani, kendi itikadını yegâne hakikat addetmek
hod-pesendliğinden neş’et eder ki tahakkümdür; bu da rekabet ve zıddiyetle
tegazzi edip kuvvetlenir.
Bu iddia -zannettiğim gibi- doğrusu ise ve mes'eleye bu nokta-i nazardan
bakılırsa, sarâhaten tebeyyün eder ki din-i İslâm, hiss-i taassubdan külliyyen
âzâdedir.
“el-İnsafu nısfu’d-din” [İnsaf ve adalet dinin yarısıdır] hadis-i şerifi9 bir
müslüman için mebde-i ahlâkîdir. Din-i İslâm, eslâfda gelip geçen bütün
peygamberân-ı kirâmı tasdik ve tebcîl etmiş olduğu için ehl-i kitâbın cümlesini
de mü'min-i muvahhid olarak tanımıştır. Sâir edyân-ı münzeleye karşı vaziyeti,
“ikmâl-i din ve itmâm-ı nimet”tir10. İslâm nazarında takva, yüzünü meşrıka
veya mağribe tevcîh etmekten ibaret değildir; hayr u hasenât işlemektir11. İlim
bahsine gelince, bir müslüman için beşikten mezara kadar tahsîl-i ilm için
mükellefiyet vardır12. Çin’de bile olsa almağa mecburdur13; zira hikmet
9
Hadisin kaynağı bulunamamıştır.
10 Bk. Maide (5) 3.
11 Bk. Bakara (2) 177.
12
Bk. İbn Mace, Mukaddime, 17; hadisin diğer kaynakları ve hakkındaki değerlendirmeler
için bk. İsmail b. Muhammed el-Aclûnî, Keşfü’l-hafa, Beyrut, 1351, II, 43-45.
13
Bk. Ebû Ömer Yusuf İbn Abdi’l-Ber el-Kurtubî, Câmiu beyani’l-ilm, Beyrut, 1978, I, 7-9;
Aclûnî, Keşfü’l-hafa, I, 138-139; Muhammed b. Ali eş-Şevkânî, el-Fevâidü’l-mecmûa fi’l-ehâdîsi’l-
mevzûa, thk. Abdurrahman b. Yahya el-Muallimî, Kahire, 1960, s. 272.
mü'minin gâib ettiği bir şeydir; nerede bulursa onu almaya hakkı vardır14.
Ulema, verese-i enbiyâdır15. Bilenler ile bilmeyenler bir olur mu?16...
İlim ve hikmeti tavsiye ve tahsilini teşvik için hiçbir yerde bundan daha
güzel evâmir-i sarîha bulunamaz. Ale’l-umum ehl-i kitâbı mü'min addetmek gibi
taassuba mani bir itikad-ı nezih dahî olamaz.
Hakikat-i hal budur; fudalâ-yı eslâfdan Kâtip Çelebi Mîzanu’l-hakk
risalesinde bu dâvâyı gütmüş ve pek belîğ bir eda ile müdafaa etmiştir. Fakat
teşekkür olunur ki bugün fudalâ-yı Hristiyaniyyeden birçok kişiler, bu hususta
bize söyleyecek söz bırakmamışlardır.
Amerika felâsife-i muâsırîninden müteveffâ John William Draper,
Avrupa’da Tekemmül-i Aklî Tarihi (History of intellectual development of Europe) nam
eserinin ikinci cildini hemen külliyyen medeniyyet-i İslâmiyye tetebbuatına
hasretmiş ve din-i Muhammedi’nin ne kadar munsif ve terakkiperver olduğunu
isbat için sarih ve bedihi birçok vekâyi-i tarihiyye göstermiştir. Arap Medeniyeti
(la Civilisation Arabe) ve Hind’de Medeniyet (la Civilisation dans l’Inde) ünvanlarıyla
meşhur olan âsâr-ı muhalledenin müellifi âlim-i hakîm Dr. Gustave Le Bon
dahî aynı dâvâya burhan olmak üzere medeniyyet-i İslâmiyyenin şan u şerefini
ibraz etmiştir. Tabîiyyât mütehassısîninden ve “Darvinizm” taraftarânından
İsviçreli profesör Dodel bile Musâ mı? Darvin mi? (Moïse ou Darwin) ünvanlı
kitabında insaf-ı İslâmiyet’ten -kemâl-i heyacanla- bahsedebilmek için makul
vesileler bulmuştur. Fazla olarak Hristiyanlık’ta görülen şiddet-i taassubla
İslâmiyet’in vaz-ı ahrârânesini, bu adamlar, mukayese etmişlerdir. Yalnız,
Avrupa mütefekkirîninden bazı meşâhîr ve ale’l-husus muharrir-i muteber
Ernest Renan, İslâmiyet’i dahî ayni gayz-ı taassubla ittiham edebilmek için bir
takım vekâyi-i tarihiyyeyi şahit getirmiş ve şarkta da bir hayli feylesofların ve
hükemâ-yı sûfiyyenin dinsizlik töhmetiyle telef edildiğini göstermiştir.
Maamâfih âlem-i İslâm’da vâki olan terakkiyât-ı fikriyyeyi -hiçbir vakit- inkâr
14
Bk. Tirmizî, İlim, 19; İbn Mace, Zühd, 15; hadisin diğer kaynakları ve hakkındaki
değerlendirmeler için bk. Mehmet Özşenel, “Hikmet Hadisi Üzerine Bir İnceleme”, Divan
İlmî Araştırmalar, sy. 2, İstanbul 1996, s. 201-206.
15 Bk. Ahmed, Müsned, V, 196; Dârimî, Mukaddime, 32; Ebû Dâvud, İlim, 1; Tirmizî, İlim,
19; İbn Mace, Mukaddime, 17.
16 Bk. Zümer (39) 9.
etmek istemediği için o kemâlâtı -dine büsbütün yabancı addettiği- bazı avâmil-i
medeniyyeye atfeylemiştir.
Müslümanlardan bazı kimseler bu dâvâya karşı reddiyeler yazmışlardı. Şâir-
i hamiyyetperver merhûm Namık Kemal Bey’in, Renan’a bir Müdâfaanâme’si
vardır ve beliğ bir eserdir. Mısırlı merhûm Şeyh Abduh’un el-İslâm ve’n-
Nasrâniyye ünvanı altında bir silsile-i makâlâtı basılmıştır ve pek kuvvetli delâil-i
tarihiyyeyi câmi olduğu için ciddi ve müfid bir kitaptır. Maamâfih -bîtarafâne
söylemek lazım gelirse- Renan’ın iddiası da büsbütün yalan ve asılsız değildir,
fakat bedîhî olan bazı vukuât-ı tarihiyyeyi tarif edişi yanlıştır. Bizdeki terâcim-i
ahvâl ve tarih kitaplarına şöyle bir sathîce bakılacak olursa, Renan’a hak vermek
zaruri görünür. Lâkin şu dâvâda “beyyine-i tarihiyye” olarak Renan’ın ibraz
ettiği vekâyi, esbâb-ı hakîkiyye ve avâmil-i mahsûsasına izafetle şerh ve tefsir
edilecek olursa, bu muharririn niçin ve nerede yanılmış olduğu tamamıyla
taayyün ve tezâhür eder. Mes'ele -zannolunduğu kadar- basit olmasa gerektir.
Zira medeniyyet-i İslâmiyye tarihinde “töhmet-i ilhad” macerası garib bir
hususiyyet arzeder: Henüz hallolunamadık birçok ukdeleri vardır. Evvela şu
nokta-i mühimmeyi unutmamalıdır ki “bir din mutaassıb olmayabilir”; fakat
“insanlardan bazısı hatta bir çoğu mutaassıb olabilir”. Bu iki “kaziyye-i
ihtimâliyye”nin (pr. problématique) yekdiğeriyle bir râbıta-i mantıkiyyesi yoktur.
Fazla olarak tarih-i insaniyyette bazı devirler dahî olabilir ki o zaman, ahvâl u
zurûf ve ale’l-husus hissiyyât ve mizâc-ı nâs taassuba daha ziyade müsâid
bulunabilecek bir haldedir. Bu da, büsbütün başka bir mes'eledir. Biz burada
ahvâl-ı istisnâiyyeye ve eşhâsa bakamayız. Bir dinin ahkâm ve nusûs-i asliyyesine
bakarız ve dini ancak hayat-ı târîhiyyesi itibariyle yani, bir medeniyyet-i hâssanın
neyyir-i zuhûru olmak haysiyetiyle nazar-ı dikkate alır, tetebbu ederiz. O vakit
İslâmiyet’in her halde medh ve takdire ahrâ olduğu tebeyyun eder ve etmiştir.
Görülmüştür ki, bizde hiss-i taassub tarihî fecîalar îkâ edememiş ve taassubun
zararı -ancak ara sıra- bazı müstesna adamlara dokunabilmiştir. Binaenaleyh bu
neviden olan şenîalar bizde “bir devr-i tarihî alâmet-i fârikası” teşkil edebilecek
kadar müselsel ve çok değildir; fakat büsbütün de yok değildir.
Allame-i Taftazânî Risâle fî vahdeti’l-vücûd ünvanıyla marûf-i âlem olan
eserinde sûfî-i şehîr Şeyh-i Ekber Muhyiddîn b. Arabî’yi “kefere-i
vücûdiyye”den (Panthéiste athée) olmak üzere telakki ediyor ve şiddetle tekfir
eyledikten sonra hakkında söylemedik fena lakırdı bırakmıyor: “Şeyhu’l-ekfer”,
“mümîtü’d-dîn yani dini öldürücü”, “el-meş’ûz” (le halluciné), “el-haşşâş yani,
esrarkeş”, “el-mel’ûn” ilâ âhirihi.... diyor. Aliyyülkârî dahî bu hususta
Taftazânî’ye iktida ediyor. Bunun emsâli pek çoktur.
Şeyh Muhammed Abduh, bütün bu gibi vekâyii, esbâb-ı siyasiyyeye ve
ale’l-husus o zamanlar “her mes'eleden akdem ve ehem olan” hilafet
politikasının îcâbât-ı zaruriyyesine atf ile tarif etmek istiyor. Benim dahî
tahkikatım bu zann-ı kavîye peyveste olmuştur. Yalnız, bazı vekâyi-i
münferideyi bu nazariyye-i tarihiyye ile tarif edemediğimi itirafa mecburum;
fakat ale’l-umum bu nazariyye sair emsâline nisbetle yine en doğrusudur,
zahiren mütenakız görünen şeyleri bile tarif eder. Mesela:
“İbn Sina” ve “İbn Rüşd” gibi -âlem-i İslâm’ın iki kutb-i irfanı sayılan
feylesoflardan birincisi vezarete, diğeri makâm-ı fetvaya kadar irtikâ ederek
padişahlardan “kardeş” hitabiyle muamele-i hürmet ü meveddet görmüş iken, o
kadirşinas padişahların vefatını müteâkip bu muhterem adamların birdenbire
gayz ve hakarete maruz olması ve nekbetin derekât-ı esfeline düşmesi -her türlü
şüpheden vâreste- vekâyi-i târîhiyyedendir. Fakat, bununla dinin ne münasebeti
var?.. Tebeddül-i saltanatla saray entrikaları bu keyfiyyeti pek iyi tarif edebilir.
Vâkıa İbn Sîna gündüzleri şiddetle çalışır, geceleri de ayş ü işretle safa
içinde ömür sürerdi. İçki de içerdi. Kendisinin tekfir olunduğunda da şek
yoktur. Nâme-i Dânişverân nâm mufassal terâcim-i ahvâl kitâbı bu feylesof
hakkında tafsilat verirken: “Der bâb-ı akâid-i dîniyye-i o, çendân suhan rânde
end ki butûn-i kütüb ve mütûn-i suhuf ez ânha meşhûn est” yani “onun akâid-i
dîniyyesi hakkında o kadar söz söylenilmiştir ki kitaplar doludur” diyor. Fakat:
“Fe fî külli şey’in lehu âyetün tedüllü alâ ennehu vâhidun” diyen ve her
şeyde Allah’ın birliğine delâlet edebilecek bir beyyine-i sarîha gören bir hakîm-i
kâmilin dinsizliğine biz, kolay kolay hükmedemeyiz. Sıdk-ı imanına bir delil,
aleyhine doksan dokuz burhan olsa biz yine o bir delili muhkem tutarız.
İslâmiyet’in tenbihi böyledir. Husûsan âsârında küfrüne delâlet edebilecek zerre
kadar bir şâibe-i dalâlet göremezsek, hakkında hüsn-i zanna mecbur ve o tavır
ile memûruz.
Zaten bu âdi ve âmiyâne isnada karşı İbn Sînâ -pek muhıkk ve meşrû bir
gurur ile- cevab vermiş ve: “Benim gibi bir adamın küfr ü ilhadı -öyle kolay
kolay- lafla olmaz. Benim imanımdan daha sağlam iman olmaz. Dehirde benim
gibi bir tek adam bulunsun, o da kâfir olsun!.. Öyle ise dünyada bir tane
müslüman bulunmaz!” demiştir. Bu manayı mütezammın olan parlak rübâî
şudur:
Küfr-i çû menî, be-lâf âsân nebûd
Muhkemter ez îman-i men îman nebûd
Der dehr-i çû men yekî, ve o hem kâfir!..
Pes der dehr yek müselmân nebûd.
Şarab medhinde de bir iki beyit söylemiştir: “Bâde-i rahîk, yani şarab
hakikaten gıdâ-yı ruhtur. Onun rengi ve kokusu gülün renk ve râyihasını
bastırır. Tu’mu itibariyle baba nasihatı gibidir: Acı fakat faidelidir. Cahile göre
batıl, âlim indinde haktır. Aklın fetvasıyla âlime helal olmuştur. Ahkâm-ı şer’ ile
de ahmak olanlar için haram addedilmiştir!” demiş ki aslı şu kıtadır:
Gıdâ-yı ruh bûd, bâde-i rahîk elhak,
Ki reng u bûş-i zend reng u bûy-i gül râ dak.
Be-tu’m-ı çû pend-i peder, ve lîk müfîd;
Be pîş-i cahil, batıl; be nezd-i dânâ, hak.
Helal küşte bi-fetvây-ı akl, ber dânâ
Haram küşte bi-ahkâm-ı şer‘, ber ahmak.
Eğer sebeb-i ittiham, bu sözler ise, anlaşılıyor ki düşmanları, bu feylesofu
ittiham için “istihlâl-i haram” dâvâsını ileri sürmüş olacaklardır. Fakat o
takdirde, kibâr-ı sûfiyeden ma’dûd bulunan Mısırlı Şeyh İbnü’l-Fârız) ile beraber
hemen şuarâ-yı İslâm’ın onbinde birinden mâadâsını kâmilen tekfir etmek lazım
gelir. Söze bakılırsa şarabı medh etmeyen şair, şarkta yok gibidir. Hele lezzetini
bile bile medh edenler hiç de az değildir. Ömer Hayyam, Rubâiyyat’ında şaraptan
ziyade bir şey söylememiş ve yine pek rahat yaşamıştır.
Siyasi düşmanlıkları teşfiye için böyle vesilelerin ne kadar sû-i isti'mal
edilmiş olduğu anlaşılıyor. Hele İbn Rüşd’ün sebeb-i menkûbiyetini izah için
eserlerinin dinsizce yazılmış olması iddiasını ileri sürmek bunu pek iyi ispat
eder. Çünkü bu adamın eserleri -sahîhan öyle olsa bile- avâmın anlayacağı
şeylerden değildir. Onlardan böyle bir mana çıkaranlar, bu hakîmin
münevverü’l-fikr, fakat hasûd rakipleriydi.
Halbuki, şâir-i şehîr Ebu’l-Alâ el-Maarrî ve âlim-i nıhrîr lakabıyla maruf
olan İbn Râvendî gibi hürriyet-i itikadda -çok defalar- hakikaten dinsizlik
derecesine varmış olan bazı adamlara, kimse bir şey yapmamıştır. Bunlar Şeyh
Abduh’un dediği gibi pek çok seneler muammer olduktan sonra rahat
döşeğinde vefat etmişlerdir. Halbuki İbn Râvendî sarâhaten dinsiz idi. Kur’an’a
nazîre yazacak kadar küstahlığa cesaret eden Ebu’l-Alâ’nın da birçok kıt’aları
vardır ki, hiçbir vechile te’vil kabul etmez ve müdâfaa olunamaz. Maamâfih bu
âmâ şair, halife Musta’sım’ın teveccühâtına mazhar olmuş ve kendisiyle
görüşmüştü. Vakıa “töhmet-i küfür”den kurtulamadı. Fakat -kendi âleminde
uslu uslu yaşayan- alîl bir şaire hiçbir taraftan zarar gelmeyeceğine o kadar
kanaati vardı ki bu ittihâmâta karşı taaccub ediyor ve: “Beni ta’n edenler,
faziletimi ta’yîb ve hikmetimi zemmeylediler. Benim kemâlimden ve kendi
nakîsalarından tevahhuş ettiler. Bir insan kendi nefsinin tarîk-ı reşâda sâlik
olduğunu bilirse, onun aleyhinde cahillerin melâmeti hükümsüz kalır” diyor.
Sözleri aynen budur:
Aceben li kavmin yechadûne fedâilî!
.....................................................
Âbû alâ fadlî ve zemmû hikmetî
Ve’stevhaşû min naksihim ve kemâlî
......................................................
Ve ize’l-fetâ arefe’r-reşâde li nefsihî
Hânet aleyhi melâmetü’l-cühhâli.
Hükemâ-yi sûfiyyenin menâkıbını ve terâcim-i ahvâlini tedkik edersek yine
aynı hakikat tezahür ediyor, yani târik-i dünya olan ve kendi âleminde i’tizâl
üzere yaşayan ahrâr-ı urefânın söyledikleri sözlerden dolayı asla muâteb
olmadıklarını görüyoruz. Fakat etrafına birçok müridler toplayıp, siyasi bir
ehemmiyyet kazanan ve -mehdilik iddiasıyla- bilfiil ıslâh-ı âleme kalkışan
kimselerin, edna vesîlelerle bile, nefy ü iclâ ve ekseriyâ idam ü ifnâ edilmiş
oldukları tahakkuk ediyor. Mesela, kibâr-ı mutasavvifeden meşhur şeyh
Bâyezîd-i Bistâmî: “Cübbemin altında Allah’tan başka bir şey yoktur”; “kendimi
tesbih ediyorum; benim şanım ne kadar büyük imiş!” dediği halde kat’an bu
sufiyâne sözler sû-i tefsir edilmiyor ve bundan dolayı kâili hiç muâteb olmuyor,
bilakis derin ve umumi bir hürmete mazhariyetle yaşıyor. İtikadca Bâyezid’den
hiç farkı olmayan Muhyiddîn b. Arabî’nin görmediği hakaret, çekmediği eziyet
kalmıyor.
Kezalik, “ene’l-hak” diyerek diyar diyar dolaşan ve herkesi davet eden
Hallâc-ı Mansur -eşedd-i ukûbât ile- gaddârâne bir surette şehid ediliyor.
Şihâbüddîn-i Maktûl açlıkla mahkûm-i idam oluyor; aynı fikir ve mezhepte olan
Şihâbüddîn Sühreverdî’ye dokunan bulunmuyor. İlâ âhirihi!...
Zaten bu gibi vukûât, tarihlerimizde -esbâb-ı hakîkiyyesiyle- mufassalan
mazbût olduğu için mahiyetinde şüphe edilemez; sarihdir. Tefsir ve te’vile
muhtaç değildir.
Osmanlı Türklerine gelince: “el-İnsâfu nısfu’d-din” hadis-i şerifinin
mazmûnuna sıdk ile ittiba ve icabınca hareket etmiş bir millet-i İslâmiyye
nümûnesidir. Din ve âyin hususunda bizim ne derecelere kadar munsıf ve
müsâadekâr davrandığımızı âlem biliyor ve bunu Avrupalılar bizim en bâriz
fazîlet-i kavmiyyemiz olmak üzere zikr u takdir edip duruyorlar. Binaenaleyh
bana söz söylemek düşmez. En cahil bir Türk bile başka edyâna mensup
olanların bu yüzden rencide olmasını istemez ve sırası geldikçe: “Dokunma!.
Dinince dinlensin. Herkes bir Allah’a tapar. Sen adamın gönlüne bak!...” der ki
bizim -birçok hissiyyât-ı nezîheye tercümân olan- lisanımızda, darb-ı mesel
hükmüne geçen bu söz, muâmele-i insafın, sade fakat asîlâne bir düstûr-i
ifadesidir.
Vakıa Osmanlı tarihinde töhmet-i rafz u ilhad ile icra edilmiş mezâlim
nümûnesi yok değildir. Fakat evvelce dediğim gibi, bütün bu vekâyi-i fecîanın
esbâb-ı hakîkiyyesi mutlaka bir endîşe-i siyasi ile alâkadardır. Mes'ele, bu nokta-i
nazardan tetebbu olunursa, tarih-i saltanatımızda mütenâkız görünen icrâât ve
harekât, derhal manâdar bir surette tavazzuh ve tenevvür eder. Mesela: Meşhur
“Yunus Emre” Sakarya nehri kenarında, daima bir târik-i dünya hayatı sürmüş
ve mazanne-i kiramdan addolunmak suretiyle hürmet-i âmmeye mazhar
olmuştur. Halbuki bizim Türkler’de -itikâdât-ı sûfiyyeyi- onun kadar lâubâli ve
ahrârâne bir eda ile neşretmiş olan ve gayet sade Türkçe söyleyen yoktur,
diyebilirim. Bununla beraber diğer bir adam vardır ki Murâd-ı Râbi’ devrinde
“dünyayı ıslah niyyetiyle” hurûc etmiş ve başına azîm bir cemâat-ı eclâf
toplamıştı. “Sakarya Şeyhi” namıyla tarih-i Osmânî’de nam bırakmış olan bu
“hengâme-gîr” (aventurier) mehdilik dâvâsında bulunuyor ve hakikat-i halde
“kargaşalıktan bi’l-istifâde külah kapmak” istiyordu. Devlet-i Osmâniyye bu
adam ile adeta muharebeye mecbur oldu; güç bela ile mağlub edilip de ele
geçirilince “cellad elinde mafsalları ayrı ayrı sökülmek suretiyle” idam edildi.
Kezalik, cennetmekân Çelebi Sultan Muhammed zamanında “küfr ü ilhad”
ve “hurûc ale’s-sultan” töhmetiyle idam olunan meşhur Bedreddin Simâvî’nin
sergüzeşti tarihlerimizde musarrahtır. Bu adam hakikaten fâzıl bir hakîm idi.
Vâridât nam eseri Avrupaca dahî pek maruftur. Bir sû-i niyyeti olduğu da
muhakkak değildi, fakat hurûcu, siyasi bir renk aldı onun için idam ettiler.
(“Communisme” ve “sympathie” kelimelerinde bu zatın fikirlerine dair
mülahâzât vardır).
Şakâyık-ı Nu’mâniyye’de Mevlâna Fahruddin Acemî’nin terceme-i ahvâline
bakılırsa -şeyhülislâm-ı vakt olan- bu zatın hurûfî dervişlerinden birkaç kişiyi,
Edirne’de “Üç Şerefeli” Cami avlusunda bizzat ateş ile yaktığı tafsilatıyla tahkiye
edilmiştir. Fakat bu merhametsiz muamelenin esbâb-ı siyasiyyesi de
musarrahtır.
Cennetmekân Sultan Selim-i Evvel’in -Malatya ve Erzurum havalisinde-
kırkbin kadar kızılbaşı çoluğuyla çocuğuyla bir gecede katlettirmiş olduğu
mektep kitaplarında tafsilatıyla münderiçtir. “Saint Barthélémy” gecesini
andıran ve mürüvvet-i Osmâniyyeye yakışmayan bu fecîanın esbâb-ı siyasiyyesi,
bugün -sarih bir hakikat-ı tarihiyye olmak üzere- herkesçe malumdur.
Seyyid Nesîmî, bîgünah ve masum olarak şehid edilen Hallâc-ı Mansur’a
meftun olmuş ve cezbe haliyle sokaklarda “ene’l-hak” diye bağırmaya kadar
varmıştı. Bu zavallının dahî Halep’te derisi yüzülmüş, feci ve elim bir surette
öldürülmüştü. Fakat o vakitler Suriye, Memlûklar idaresinde bulunduğu için
Osmanlılar bundan mes’ul değildirler. Bunun sebebi hûsumet-i mezhebiyye idi.
Süleyman Kanuni devri meşâyıhından meşhur “Oğlan Şeyh” adeta bir
genç dâhî idi, pek büyük bir nüfuz kazandığı için, vücûdu endîşeyi mucip oldu.
Bazı sözleri ilhad ile te’vile vesile ittihaz edilip -on, oniki müridi ile beraber-
Aksaray’da kendi dergahının önünde idam olundu.
Yakın zamanlarda yeniçeri kırgını ile Bektaşi katliâmmı arasındaki
münasebet ve illet-i siyasiyyeyi dahî bilmeyen yoktur.
Hülasa, bütün bu vekâyi-i tarihiyye ve daha birçok emsâli -pekalâ- isbat
ediyor ki, alelumum İslâmiyet’te ve alelhusus Osmanlılık âleminde bütün bu
türlü fecâyi u fezâyih -din namına değil!- ancak din vesilesiyle mümkün
olabilmiştir. Cümlesi dahî bir takım esbâb-ı siyasiyyeye bağlıdır. Bu hâdisât-ı
ictimâiyyenin taassupla doğrudan doğruya alakası yoktur. Bu türlü icrâât-ı
siyasiyyeye vicdân-ı ümmette bir nokta-i istinad bulabilmek için -iktiza ettikçe-
kitle-i avâmın hiss-i taassub u vahşeti kolay kolay tahrik edilebilirdi. Şeyh
Abduh’un hakkı var: İmam Ebû Hanife ve İmam İbn Hanbel hazerâtı gibi
eimme-i din bile, siyasi bazı endîşeler yüzünden -maa’t-teessüf- çok zulüm
görmüşler ve zindanlarda şehîden terk-i hayat etmişlerdi. Halbuki, dinin ahkâm
ve hudûd-i şer’iyyesini zapt u rapta alıp tayin eden bu zevât-ı mübeccele,
İslâmiyet’e en büyük hizmetlerde bulunmuşlardır. Bunları da ahrâr-ı
mütefekkirînden olmak üzere ittiham edemeyiz ya!..
(Bunun sebebi “rationalisme” tâbirinde münakaşa edilmiştir. Bakınız!).
Şeyh Abduh’un İslâmiyet lehinde isti'mal ettiği bu nazariyye-i tarihiyyeyi,
aynen engizisyon mezâlimi hakkında dahî tatbik edip, din-i Îseviyye’yi müdâfaa
edenler olmuştur. Avrupalılardan birçok müdakkikler iddia ediyorlar ki:
“Kurûn-i vustâda icra olunagelen bu nevi mezâlim, cemâât-ı hristiyâniyyenin
kilise boyunduruğundan kurtulamamasını temin maksadıyla yapılıyor idi. O
sebepledir ki ayin ve merasim-i dinde en ufak lâubâlilikler şiddetle cezaya şâyân
görüldüğü halde, nazarî dinsizliğe pek o kadar ehemmiyyet verilmezdi. Diğer
taraftan “meyl-i ilhad”, “dîvânelik” (insipiente) sayılır ve bu hâlet-i maraziyye
dahî şeytanın tesirine, yani rûh-i beşere hulûlüne hamlolunurdu. Sihirbazlık dahî
aynı şüpheyi davet ederdi. Onun içindir ki mülhid zannolunan kimseler “ihrâk
bi’n-nâr” edilirdi. Mezâhib erbabı arasındaki kavgalara ve ittihâmât-ı
mütekâbileye gelince, onlar ancak “parti mücadelesi” yani bir “münâfese-i
siyasiyye” neticesi idi”.
Büyük Ansiklopedi’de “athéisme” babında bu nazariyeyi tercih eden Marion,
Hristiyanlığı mes’uliyetten kurtarmak istiyor. Vâkıa ahkâm-ı itikâdiyyesi
itibariyle din-i Îsevî ziyadesiyle rahîm ve şefîktir. Hatta aşk-ı insaniyyet uğrunda
fedakârlık tavsiye eder. Binaenaleyh, bu bahisde hükme salahiyeti müsellem
olan müdakkikînden bir kimse yoktur ki engizisyon mezâliminden bizzat dini
mes’ul tutabilmiş olsun. Asıl mes’ul olan, Hristiyanlığın ahkâm-ı itikâdiyyesi
değil, siyaset-i diniyyesi ve hele o müthiş teşkilatıdır.
Dinsizliğin şerâiti ve alâmât-ı fârikası ne olabilir acaba?...
Bir kimse hakkında hüküm vermezden evvel bu şartlar kat’an muayyen
olmak ve bilinmek gerektir.
Feylesofların ve münekkidlerin bir çoğu bu suâle karşı şöyle bir cevap
veriyorlar: “Her şeyin mebde ve meâdı ve bütün edyânın esâs-ı itikadı olan
“Vâcibü’l-vücûd”un hakikat-ı zatiyyesi bilinmedikçe dinsizliğin şurûtu taayyün
edemez” diyorlar. Doğrusunu söylemek lazım gelirse bu hakikati bir bilen
yoktur. “Mâ arafnâke!” hitab-ı ulvîsinden daha kudsi bir eda ile itiraf-ı acz
olamaz. İbn Sina’nın:
“Nemûtu ve leyse lenâ hâsıl sivâ ilminâ ennehu mâ ulime” [“O’nun
bilinemeyeceğini bilmekten başka hiçbir şey elde edemeden ölürüz”] beyti her
hakîmin düsturudur. Sokrates’tan Spencer’a gelinceye kadar her büyük feylesof
itirâf etmiştir ki, ölürüz ve hakikat-ı ledünniyyeyi bilmediğimizi öğrenmekten
başka bir ilim hâsıl edemeyiz.
O halde “agnosticisme” dinsizlik demek değildir. (Bu tâbire bakınız!).
J. S. Mill, Din (Religion) namıyla maruf olan kitabında “agnostisizm”in
düstur iddiasını iki şıkka ayırıyor: “Negatif yani, ademî bir neticeye peyveste
olan agnostisizm, dinsizlik sayılabilirse de, vücûdu pozitif bir itikada varan
agnostisizm dinsizlik değildir” diyor ki, pek doğrudur. Zira: “Biz hakikat-ı
mutlakayı bilmiyoruz. Çünkü öyle bir şey yoktur!” demek başka, “bir Vâcibü’l-
vücûd’a itikad etmek akıl için zaruridir. Lâkin, Vâcibü’l-vücûd’un hakikatini -
kemâ hiye- idrak etmek insan için mümkün değildir onun için bilemeyiz!”
demek de büsbütün başkadır.
Bu mühim fark, kolaylıkla temyiz edilemediği için pek çok mu'tekid
adamlar bigayri hakkın hedef-i ta’n u teşnî’ olmuşlardır. Hatta muâsırînimizden
H. Spencer gibi hak ve hakikate meftun bir büyük feylesofu, “maddiyyûn” (les
matérialistes), akide-i ulûhiyyete rücû ediyor diye kadh ettikleri halde,
İngiltere’de ve Avrupa’da birçok mezâhib erbabı ve bilhassa papazlar, yine o
zatı dinsizlikle ittiham etmişlerdi. Maamâfih Spencer, Mebâdi-i İctimâiyyât (Les
Principes de Sociologie) nam eserinin “mazi ve istikbâl-i din” ünvanıyla câlib-i
dikkat olan bab-ı mahsûsunda itikadını izhâr ederek şüpheye mahal
bırakmamıştır:
“İlmin terakkisi, gittikçe daha bedihi bir surette isbat ediyor ki –hakikatini
anlayamadığımız ve anlayamayacağımız- bir vücûd-i mutlak vardır. Bidayet ve
nihayetini tasavvur edemediğimiz bu kudret-i sermediyye her yerde tecelli
ediyor ve her şey ondan zuhûra geliyor” diyor. Her dinin en esaslı düstûr-i
itikadı budur.
Binâenaleyh Ebû’l-Alâ’nın şu sözleri –ekseriya zannolunduğu gibi- mutlaka
mülhidâne bir fikri mutazammın değildir:
Kultüm lenâ: Sâniun kadîmun.
Kulnâ sadaktum, kezâ nekûlü.
Sümme zeamtüm bi lâ zemânin
Ve lâ mekân. Elâ fe kûlû,
Hâzâ kelâmun lehu hafâun
Ma’nâhu leyset lenâ ukûlü!.
Yani: “Bize dediniz ki bir sâni-i kadîm vardır. Biz de size dedik ki:
Sözünüzü tasdik ederiz. Biz de öyle diyoruz. Sonra öyle zu’m ettiniz ki o sâni‘,
zamandan mekândan münezzehtir. Haydindi söyleyiniz: Bu öyle bir kelamdır ki
onda bir sır vardır. Manasını bizim aklımız almıyor!” demektir ve tamamen
agnostik bir itikadı nâtıktır. Çünkü “bir sâni-i kadîm olması lüzumuna vicdanen
kanaat ediyoruz; iman ediyoruz; fakat yine aklımız eremiyor ki bir şey var olsun
da zamandan mekândan münezzeh olsun! O halde sâni-i kadîm akl-ı insanînin
mâverây-ı hududunda bir hakikattir; tarife sığmaz” demeğe varır.
Bütün sûfiyye ve bütün muvahhidîn-i hükemâ herkese tenbih ve tavsiye
ediyor ki: “Vâcibü’l-vücûd’a iman lazımdır, çünkü zaruridir. Fakat zât-ı hakkı
tarif ve tavsifden kat’an ictinab olunmalıdır. Tarife sığmaz ki tarife çalışalım.
Akıl ermez ki tavsife kalkışalım!”
Bizim Muallim Naci merhum dahî:
Allah nedir?.. deyince ğafil,
Allah!...deyip hamûş olur dil.
Tarifine gitmemektir evlâ.
Tarife gelir mi hiç Mevla?!. diyor ki pek doğrudur. Fakat bunlara ne hâcet!..
“Leyse ke mislihî şey’ün” [“O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.”]17 ve
“Sübhânallahi ammâ yasifûn” [“Allah, onların isnad edegeldiklerinden yücedir,
münezzehtir.”]18 gibi âyât-ı beyyinât varken tarif ve tavsif azîm küstahlık olur.
Şüphe yok ki agnostisizm dinsizlik değil!...
“Dinsizliğin alâmet-i fârikası “şüphe”dir (le doute); çünkü itikatsızlığın
menşei odur!...” diyenler çok olmuştur. Bu iddia filhakika ciddidir. (Buna ait
müzâkerât-ı mühimme “doute” kelimesinde bast edilmiştir. Bakınız!). Yalnız şu
kadarcık bir şeyi arz edeyim ki hükemâ-yı İslâm arasında “Hüccetü’l-İslâm”
ünvan-ı mefharetini kazanmış olan İmam Gazali, çok şüphe ederdi; fakat onun
kadar sıdk u hulûs ile Hakk’a iman etmek de olamaz. Kezalik Hristiyan
feylesoflarından Descartes’ın Hakk’a imanı muhakkaktır. İsbat-ı vâcib
bahsindeki delâili -evvelce arzettiğim gibi- pek muteberdir. Halbuki bu adam
şüpheyi usûl-i felsefe ittihaz etmişti.
“Dinsizlik, itirazdır, tuğyandır, itaatsizliktir!...” diyenler de var. Bu dâvâ
dahî hayli haklı görünür. Milel ve Nihal nam kitabın müellif-i şehîri Muhammed
Şehristânî, bu fikirdedir ve tuğyanı, şeytaniyyü’l-mahiyye bir şüpheden doğmuş
olmak üzere kabul eder. Şu takdirce, Ebû’l-Alâ’ya isnad olunan kıt’a-yı âtiye
mülhidânedir:
Efîkû, efîkû yâ tuğâtun fe innemâ
Diyânâtukum mekrun mine’l-kudemâ.
Erâdû bihâ cem’a’l-hıtâmi ve edrakû
Ve mâtû ve dâmet sünnetü’l-lüemâ.
Yani: “Ey tâğiler, ey memnûn olmayanlar, ifâkat bulunuz!.. Uyanınız!.. Zira
dinleriniz kudemânın mekr u hîlesidir. O sayede mal toplamak istemişler ve
elde etmişler; ölmüşler amma bu leîm adamların adeti kalmış!” demektir.
17
Şûrâ (42) 11.
18 Sâffât (37) 159.
Tamamen on sekizinci asırda Fransa ahrâr-ı mütefekkirîninin itikadı dahî
buydu. Bu fikri Volney aynen beyan etmiştir; fakat doğru değildir. Bugün hiçbir
dine mensup olmayan feylesoflar bile bu iddianın butlanına kaildirler. Ulûm-i
ictimâiyye mütehassısîni teyakkun ediyorlar ki insanda “hiss-i dînî” (le
sentiment religieux) pek kuvvetli ve pek tabîî bir âmil-i manevidir. Bedîhiyyü’l-
vücud bir kudret-i kâhire ve samedâniyye huzurunda akl-ı beşerin duyduğu acz
u meskenet, bir hiss-i huzû ve huşû tevlid ediyor ki işte “hiss-i dînî”nin menşei
budur; eşkâl-i diniyye ve suver-i itikâdât, ancak bu hisse iksâ edilen libâs
mesâbesindedir ve merâtib-i medeniyyeye göre derecât arzeder.
Adaleti inkâr etmek dahî dinsizlik addedilmiştir. Nitekim nizâm-ı âlemi
inkâr etmek de o yola çıkar, yani ikisi birdir. Çünkü adalet dahî insaniyyetin
mebde-i nizâmı ve mesned-i kıvâmıdır. İbnü’r-Râvendî, adalet-i ilahiyyeyi inkâr
ettiği için dinsizliğe sapmış olsa gerektir. Hakkında bir kıt’a var ki bunu isbat
ediyor:
Kem âkılin âkılin, a’yet mezâhibuhû.
Kem câhilin câhilin telkâhu merzûkan.
Hâze’l-lezî terake’l-evhâme hâyireten,
Ve sayyera’l-âlime’n-nıhrîra zındîkan.
Yani: “Ne kadar âkil adamlar vardır ki gidişleri onları âciz bırakmıştır
(geçinmelerinden aciz kalmışlardır). Nice nice cahiller de görürsün ki
merzukturlar (refah ve naîm ile yaşarlar). İşte akılları hayrette bırakan ve âlim-i
nıhrîri zındık eden burasıdır” demektir.
Vakıa dünyada vukûuna her an marûz veya şahid bulunduğumuz türlü
türlü haksızlıklar vardır. Bunları -hiç olmazsa ileride- tazmin edecek yani ihkâk-ı
hak eyleyecek bir hâkim-i mutlak, bir hâlık-ı âdil ve rahîm kabul edilemiyorsa,
dünyada “şerr”in (le mal) galebesine ve ilelebed cezasız kalması ihtimaline
hükmetmek mantıken mecburidir. Bazan “hayr”ın (le bien) şerre tefevvuk
etmekte bulunduğu görülse bile, bütün bu kararsızlığı ancak “kör bir
tesadüf”ün (un hasard aveugle) cilve-i zuhûruna haml etmek mümkün olabilir.
Îzaha hacet yoktur ki böyle bir itikad, âdil ve rahîm, fakat -aynı zamanda-
kahhâr ve müntekim bir kudret-i hâlikanın vücûdunu sarâhaten inkâra varır.
Tabîîdir ki âhiret itikadı dahî bu iddia ile beraber muzmahil olur. Çünkü onunla
asla kâbil-i te’lif değildir.
“Adalet-i mutlakayı inkâr etmek girîve-i ilhada çıkar!” diyenler, işte bu
mülâhazâta binâ-yı muhâkeme etmişlerdir. Yine aynı sebepledir ki “şerrin asıl
olduğunu iddia eden meslek-i felsefî, yani “bedbinlik” (pessimisme) nihayet,
erbabını ilhada sevk eder” zannolunuyor; zira şer mahluk olsa bile, mahiyeti
itibariyle, niyyet-i halkına münafi addediliyor. Hâlık, “kemâl-i mutlak” ve “hayr-
ı mahz” olmak üzere tasavvur edildiği için “ondan şerrin zuhûru müstahîl
olmak gerektir” deniliyor. Binaenaleyh “nikbinlik” (optimisme) felsefesinin de
“ilâhiyye” (théisme) itikadı ile mantıkî bir râbıta-i felsefiyyesi olduğu iddia
edilmiştir. Bizde “Mu’tezile”den (les motazalites) meşhur Nazzâm tamamen bu
fikirde idi. “Hayr-ı mahz ve kemâl-i mutlak olan Allah, hâlık-ı şer olamaz” der
idi. Halbuki onu dâll ve mudill addeden ehl-i sünnetin itikadınca hayr ve şer
Allah’tandır.
(Bu mühim mes’elenin münakaşası için “pessimisme”, “optimisme”,
“bien”, “mal” kelimelerine bakınız).
“Muâmelât-ı siyasiyye ve ictimâiyyede “el-Hükmü li men ğalebe” (le droit
du plus fort) mebdeine yani “kuvvet-i behîmiyye”ye (force brute) dayanıp da
mahiyet-i “hakk”ı (le droit) inkâr etmek ilhadın bir nevidir” diyenler de vardır.
Biraz yukarıda adalet hakkında verdiğim izahata bakılırsa bu iddia ile fikr-i
ilhad arasında ne gibi bir münasebet-i mantıkiyye düşünülmüş olduğu
kendiliğinden tezahür eder. Fi’l-hakîka, kuvvet, behemehal hakka galebe
çalabilecek ise bu, “tecavüz ve teaddî”dir (agression). Eğer bu gibi teaddiyyât, -
bir kuvve-i kâhirenın îcab-ı adaleti olarak- nihayet cezasını görecek ise, beis
yok... “Allah imhal eder amma ihmal etmez!... Er geç, hak yerini bulur!” demek
lazım gelir ki bu da bir âhirete itikadı müstelzim ve din nokta-i nazarından lazım
ve mühim bir mebde-i tesliyettir. Yok, eğer kuvvetin galebesiyle vaki olan
bunca haksızlıklar, ilelebed cezasız kalacaksa bir “hâlık-ı âdil” yoktur, demek
olur ve böyle bir iddia sarâhaten ilhaddır. Me’yûsiyyet-i mutlaka, ancak böyle bir
itikaddan neş’et edebileceği için mukaddime-i ilhad addedilmiş ve “bedbinlik”
böyle bir me’yûsiyyetten doğmuş olduğundan dolayı da onun ilhad ile
münasebeti iddia olunmuştur. Schopenhauer’in felsefe-i ahlâkiyyesi bu iddianın
bâhir ve mükemmel bir misalidir.
Darwinisme ancak elyak, kavi ve müstehak olanlara “hakk-ı hayat” (droit
de vie) veriyor ve binaenaleyh kavga-yı hayatta “el-Hükmü li men ğalebe”
düsturunu hakikat olmak üzere kabul ediyor, diye dinsizlikle ittiham olunmuştu.
Bütün bu nazariyeleri benimseyen “felsefe-i maddiyye”den (philosophie
matérialiste) bahse hacet yoktur. Onun mensûbîni zaten ilan-ı ilhad etmekden
çekinmiyor.
“Menfaat”i (l’intérêt) “vazife” (le devoir) mebdeine takdim eden, yahud
vazifeyi mahiyeten inkâr ile menfaata irca eyleyen ahlâk sistemleri dahî ilhad ile
maznun olmaktan kurtulamamışlardır. Nitekim felsefe-i maddiyyenin mebâdi-i
ahlâkiyyesi buna misaldir. (“Utilitarisme” kelimesine bakınız!).
Maamâfih bu iddialarda mübalağa gören feylesoflar, hatta dindar
feylesoflar yok değildir. “Pek ince eleyip, sık dokunursa, itikâdât-ı mütehâlife ve
mütebâniye arasında bile böyle garip râbıtalar bulunabilir” diyorlar ve -sahîhan-
böyle birçok râbıtalar bulmak mümkündür. Mesela “kuvveti, maddenin
“keyfiyyet-i lâzime”si (propriété inséparable) gibi addetmek, müstakil bir
kuvvet-i faileye lüzum ve hacet bırakmayacağı için dinsizliğe varır” demek bu
kabildendir. Hatta onun içindir ki Maddiyyûn, daima bu iddiadadır. “Ruhiyyûn”
da (les spiritualistes) -bilakis- kuvveti daima maddeden ayrı olarak tasavvura
meyyaldirler. İlâ âhirihi!
Fakat bu türlü tasavvurâtın en garibi “hareketi inkâr” etmekle “ilhad”
arasında bir münasebet-i mantıkiyye görenlerin siyâk-ı nazarıdır. Şuûn-i hilkat -
nihayet-i tahlilde- harekete müncer olur. Binaenaleyh hareketi inkâr etmek
hilkati ve -binnetice- hâlikı inkâra varır. Halbuki hareketi inkâr etmek “halâ”yı
(le vide) inkâr etmek demektir; çünkü boşluk olmasa anâsır-ı maddiyye
kımıldanacak yer bulamaz ve hareket mümkün olamazdı. “Adem-i tenâfüz”
(l’impénétrabilité) mebdei iktizasınca madde, maddeye hulûl edemez. Yani, iki
madde aynı zamanda aynı mekânı işgal edemez. Binaenaleyh harekete müsaid
olacak bir boşluk lazımdır. Tuhaftır ki, bu bahsin münakaşası asırlarca sürmüş
ve “halâ-yı mutlak” (le vide absolu) dâvâsı, yani “hiçlik” vücûd-i vâcibin en kavi
burhanı add olunmuştu. (“Vide” kelimesinde buna dair tafsilat verilmiştir).
Şurût-i ilhadı mezâhib-i hususiyyenin vaz’iyyetine ve nokta-i nazarına göre
tayin etmekte devam edersek, yalnız bu bahse dair bir büyük kitap yazmak
lazım gelir. Hele mezâhib-i diniyyenin bu hususta reyini sorarsak bahis daha
ziyade uzar; çünkü mezâhib yekdiğerinden temayüz etmekle taayyün edebilir.
Onun için de akîde-i esasiyyeyi mümkün olduğu kadar takyîd ve tahdid etmek
elzemdir ve zaruridir. Her mezhep, hakikati kendi akîdesine hasr etmek
dâiyesinde bulunduğu için arada şiddetli bir rekabet hasıl olmak dahî tabîîdir.
Mezâhib-i hususiyyenin kuyûd ve şurût-i itikada fazla ehemmiyyet vermesi
bunun için mecburidir. Bir mezhebin hususiyyeti o kuyûd ile kaimdir. O
sebepledir ki, Allah’a sıdk ile iman eden birçok hükemâ nazarında,
ehemmiyyetten külliyen ârî bir takım ihtilâfât-ı resmiyye -mezâhib-i muhtelife
erbabı arasında- töhmet-i ilhada vesile teşkil edegelmiştir. Yine o sebepledir ki
tarih-i edyân uleması ve bîtaraf düşünen “hükemâ-yı milliyyûn” (les
philosophes religieux) bu türlü muâdât-ı mezhebiyyeyi “fırka kavgaları” (guerre
de partis) olmak üzere telakki etmişler ve iman u ilhadın delil-i sübûtunu
“rüsûm-i hususiyye”de (formalités particulières) aramamışlardır. Mesela, bir
kudret-i hârikulâdeye hulûs ile itikad eden meşhur Voltaire bu fikirdedir.
Fetânet-i müstehziyânesiyle her muharririn fevkinde görünen bu adam
Kâmus-i Felsefe nam eserinde “athéisme” lafzına dair şerh verdikten sonra:
“Dinsizliğin sebebi ve menşe-i hakîkîsi nedir?” diye bir sual vaz’ ederek buna
tuhaf bir cevap veriyor: “İlâhiyyattır!” (C’est la théologie) diyor. Bu dâvâsını
isbat etmek için, Hristiyan âleminde zuhûra gelen mezhep kavgalarını pek
müsait bir zemîn-i bahs ittihaz ediyor. İlm-i ilâhiyyatın her mezheb nokta-i
nazarına göre nasıl bir şekl-i hususi aldığını ve hakikati kendi itikadına
hasretmek saygısızlığından ne şiddetli bir hiss-i taassub peyda olduğunu şerh
eyliyor: “Allah’ın üç yahud beş şahıstan mürekkep olarak bir şahsiyet-i vahide
teşkil etmesi”, “insan suretinde tecelli eden Allah’ın (l’homme Dieu!) etini
yemek ve kanını içmek ayini” yani, “böyle bir itikad ve niyyetle kilisede ekl
olunan ekmek parçasıyla içilen şarap için icrası mutâd olan merâsim-i diniyye”
ve daha bu gibi birçok mes'eleler hakkında vaki olan şedid münâzaalara dair
misaller getiriyor sonra da şu ince mülâhazâtı beyan ediyor:
“Sırr-ı ulûhiyyete aşina bulunanlar (les confidents de la Divinité), bu derece
ihtilâfâta düşüp de asırlarca müddet yekdiğerlerini tel’în ve tekfir ederlerse ve
bununla beraber müfrit bir hırs ve şedid bir atş ile servet ü şevket kazanmaya
müttefikan çalışırlarsa; diğer taraftan -yeryüzünü telvîs eden- bunca cinayetlerin
vefret-i hârikulâdesine bakıp da, insan teemmül ederse ki bu felaketlerin pek
çoğu -ruh-i enâma hakim olan- o esâtize-i ilâhiyyûnun münâkaşâtı yüzünden
vukua gelmiştir; itiraf etmelidir ki bu kadar garip bir tarzda vücûdu ilan edilen
bir Allah’ın varlığından şüphe etmekte akıllı adamlar mazurdurlar. Meşiyyet-i
zâtiyyesiyle bu kadar fenalıklara sebep olan bir hâlık-ı rahîmi tanımamakta
hassas insanlar haklıdırlar. Bereket versin ki felsefe, kâinâtın behemehal âkil ve
müdebbir bir sâni-i kadîri olmak lazım geleceğine dair zihinlere kanaat vermiş
de ilâhiyyat münâkaşâtından tevellüd eden dinsizliği müzmahil etmiştir” diyor
ve bununla mezhep ihtilâfâtının dalâlet-i ezhâna bilhassa sebep olmuş
bulunduğunu söylemek istiyor.
Voltaire’den yedi asır evvel doğmuş olan Ebû’l-Alâ el-Maarrî bu
mülâhazada daha ileri gitmişti; çünkü aynı fikri daha açık bir lisan ve daha
kestirme bir üslup ile beyan etmişti; şu meşhur kıt’a onundur:
Hefite’l-hanîfetu ve’n-nasârâ me’htedet
Ve mecûsun hâret ve’l-yehûdu mudalleleh.
İsnâni ehle’l-ardı: zû aklin bilâ
Dînin ve âharu deyyinun lâ akle leh.
Yani: “Mezheb-i Hanîf erbâbının ayağı kaydı; boşuna yoruldu; Nasârâ, hak
yolunu bulamadı. Mecûsî hayrettedir; Yahûdî dahî dalâlettedir. Ehl-i arz iki
kısımdır: Birisi akıllıdır, dini yok! Diğeri mütedeyyindir, aklı yok!” demektir.
Bu türlü mülâhazâtın ulemâ indinde merdûd ve medhûl olduğunu,
yukarıda -esbâbıyla- izah etmiştim. Tekrar bahse hacet yok. Zaten bu dâvâ
bedâheten batıldır. Vâkıa, akıllı ve âlim adamlar arasında dinsizler yok değil,
fakat bunun aksini isbat eder misaller daha çoktur: Şarkta İmam Gazâlî, İbn
Haldûn, garpta Blaise Pascal ve Sir Isaac Newton gibi nice nice dâhîler de
vardır ki dindar olduklarında zerre kadar şüphe edilemez. Hatta bunun içindir
ki bugün dindarlığın yahut dinsizliğin ilim ve felsefe ile kat’an alaka ve
münasebeti olmadığı iddia edilebiliyor. Mesela muâsırîn-i felâsifeden, küstâhî-i
ilhadiyla meşhur Schopenhauer: “Bir felsefenin dindar yahud dinsiz olması, bir
müsellesin kırmızı veyahut yeşil olması gibidir” yani “Dinin mahiyet-i felsefe ile
kat’an alakası yoktur” demişti.
Ulemâdan Felix Le Dantec fıtraten kendisinin mülhid doğmuş olduğunu
söylüyor ve dinsizliğin bir “seciyye-i zihniyye” (caractère intellectuel), bir meyl-i
tabîî olduğunu iddia ediyor.
Eflatun, büsbütün başka fikirde idi: Kavânîn (Les Lois) namıyla meşhur olan
Muhâdara’sında (Dialogue) “İlhad, bir dalâlet-i zihniyye şeklini almazdan evvel,
bir maraz-ı rûhânîdir!” demişti.
Bir felsefe-i ilhad olabilir mi? Yani ilhad, bir meslek-i felsefî olabilir mi?..
Bu mühim suâle karşı, muâsırîn-i felâsifeden (Adolf Franck) selben cevap
veriyor: “Dinsizlik bir meslek-i felsefî değildir” diyor ki Eflatun’un mülâhaza-i
mezkûresine muvafık bir fikirdir. Halbuki -maatteessüf- doğru değildir. Eimme-
i din ile beraber, en büyük feylesoflar ve münekkidler müttefikan iddia ediyorlar
ki bazı mukaddimât ve mebâdi -teslim olunduğu takdirde- silsile-i muhâkemât,
bir zarûret-i mantıkiyye ile, insanı behemehal dinsizliğe sürükleyip götürür.
Onun için mukaddimât-ı itikadiyyeyi telakkide fart-ı takayyüd tavsiye ediyorlar
ve yanlış prensiplere kapılmaktan şiddetle men ve tahzîr eyliyorlar. Hatta
yukarıda -bir kısımını- saydığım şartların cümlesini bir şart-ı esâsîye bile irca
etmek mümkün olmuştur: Herkes bugün müttefikan iddia ediyor ki: “Âkil bir
kudret-i hâlikanın vücuduna inanamayan her felsefe -bi’z-zarûre-
mülhidânedir!”
Binaenaleyh eski zamanlarda Thalès, Anaximènes, Héraclites, Démocrites,
Epicure’ün meslekleri hep dinsizcedir; çünkü cümlesi de esasen “mihânikî”
(mécaniste) sistemlerdir. Sahiplerinin bilfiil dindar olup olmadığının hükmü
yoktur. Nitekim meşhur İngiliz feylesofu Hobbes ile muâsırı papaz
Gassendi’nin maddiyyûn prensipleri üzerine müesses olan felsefesi hemen
ilhada peyveste olmuştur. Nasıl ki onsekizinci asr-ı mîlâdîde -büsbütün ictimâî
ve siyasi bir takım esbab ve avâmil-i mücbire sâikasıyla- felsefe, şiddetle ilhada
meyletmiş ve büyük inkılabı da hazırlamıştı. O zamanlar, Fransa tâbiiyyetini
kabul etmiş bulunan Alman mütefekkirîninden Baron d’Holbach, Manzûme-i
Tabîat (Système de la Nature) namıyla meşhur olan eserinde dinsizliği bir meslek-i
felsefî olarak açıktan açığa neşr ü müdâfaa etmiş ve -zaten nâ hoşnud olan-
efkâr-ı umûmiyyeye müthiş bir tesiri olmuştu. Ondokuzuncu asır ahîrinde
Alman feylesoflarının pek çoğu d’Holbach’ın mesleğini ihya ettiler. Eski
idealizm külliyyen itibardan sâkıt olarak maddiyyûn ziyadesiyle rağbet ve kuvvet
kazandı. L. Büchner’in Kuvvet ve Madde (Kraft und Stoff) nam eseri -derin bir kitab
olmamakla beraber- ezhân-ı ulemaya tahakküm etti; ulûm-i tabîiyyenin ve usûl-i
tecrübiyyenin terakkîsi ile serbestî-i itikad, hatta meyl-i ilhad arasında
münasebet görenler oldu. (Bu mühim mes'ele için “Science” kelimesinde
tafsîlât-ı mahsûsaya bakınız).
Tarih-i felsefe müdakkikleri zannediyorlar ki “ateos” (?????) yani “athée”
tâbiri en evvel “Meloslu Diyagoras” (Diagoras de Melos) hakkında
kullanılmıştır. Vâkıa bu hakîm ta’lîm-i ilhad ederdi.
“Panteizm” yani vahdet-i vücud felsefesini ilhad zannetmek hatadır.
(Bunun için “mysticisme” ve “panthéisme” kelimelerinde tafsilat verilmiştir).
(Mezâhib-i resmiyye ile “ilâhiyye” (théisme) meslek-i felsefîsinin revâbıt ve
münâkaşâtına dair “théisme” tâbirinde izâhât-ı kâfiye vardır. Bakınız).
(Nassiyyûn ile akliyyûn arasında din yüzünden zuhûra gelen şiddetli
mücadelelerin esbâb-ı felsefiyyesi için dahî “rationalisme” kelimesine bakınız;
bilhassa İslâmiyet’te zuhûra gelen mezhep mücâdelâtı için malûmât vardır).
Hülasa: İlhad tâbirinin artık bilhassa felsefe âleminde manası ve vesile-i
isti'mali kalmamıştır. Tarih-i edyân ve tarih-i medeniyyette pek büyük ve
ehemmiyyetli bir manası vardır. Lâkin vicdân-ı enâma tahakküm etmek dâiye-i
müstebiddânesiyle bu tâbir daima sû-i isti'mal edilegelmiş olduğundan, dinsizlik
töhmeti her zamana ve herkese göre aynı manayı ifham etmez. Binaenaleyh, her
devrin hususiyyet-i ahvâl ve şurûtuna nazarla bu kelimeye mana-yı hakîkîsini
vermelidir. Onun için tarih-i medeniyyet ile bu mes'elenin alakası, felsefeye
nisbetinden çok ziyadedir.