SİYASAL İLETİŞİM BAĞLAMINDA BİR BİYOGRAFİ ÇALIŞMASI: MEHMET AKİF ERSOY
B. Zakir AVŞAR 01 Ocak 1970
ÖZET
Bu çalışmada, bir fikir, kültür adamı, şair olarak temayüz etmiş olan Türk İstiklal Marşı’nın şairi Mehmet
Akif Ersoy’un siyasal düşünceleri ve aktif siyasi hayatı ve Milli Mücadele’nin siyasal iletişimine katkıları
ele alınmaktadır.
Mehmet Akif Ersoy’un siyasi anlayışının şekillenmesinde etkili olan kişiler, olaylar; İslamcı fikir ve
siyaset anlayışının içeriği, özgürlükçü yaklaşımı, II. Abdülhamit yönetimine karşıtlığı ve İttihat ve Terakki
Cemiyeti ile ilişkileri, II. Meşrutiyet sonrası çalışmalarıyla fikir, kültür hayatına katkıları; özellikle Milli
Mücadele sürecindeki pozisyonu üzerinde durulmakta; Milli Mücadele’nin önderi Mustafa Kemal’in
Mehmet Akif Ersoy’a bakışı, Mehmet Akif Ersoy’un Milli Mücadele’nin siyasal iletişimine katkıları, I.
Büyük Millet Meclisi’ne seçilmesi ve Meclis üyeliği döneminde Meclis içi ve dışındaki faaliyetleri konu
edilmektedir.
Çalışmada, geniş bir literatür taramasına gidilmiş, Mehmet Akif Ersoy hakkında yapılan pek çok
çalışmadan; notlarda ve kaynakça da gösterildiği üzere yararlanılmış; ayrıca birinci elden kaynaklar
olarak TBMM I. Dönem zabıtları ve I. Dönem Burdur Milletvekili Mehmet Akif Ersoy’un TBMM özlük
dosyası incelenerek faydalanılmıştır.
Giriş
Mehmet Akif Ersoy, (D:1873- Ö:1936) II. Abdülhamit Dönemi, I. ve II.
Meşrutiyetin ilânı, İttihat ve Terakki’nin kuruluşu ve iktidara gelişi, imparatorluğun
çöküşü, Balkan harpleri, Birinci Dünya Savaşı, Sevr’in, Mondros’un imzalanması,
Millî Mücadele, Lozan, Cumhuriyetin ilânı, batılılaşma ve modernleşme çabaları
gibi pek çok önemli gelişmenin ve olayın içinde yaşamış, canlı tanığı olmuş, hatta
yön verenler arasında bulunmuştur.
Akif’i hakkında biyografik eserlerden birini yazan Erişirgil; Akif için Safahat
şairliğinden politika şairliğine geçtiğine dair benzetmeyi aktarırken; Onun
Muhammed Abduh’un kitaplarını okuduktan sonra şu sözleri sıklıkla tekrarladığını
nakleder: “Allah’a sığınırım: şu siyasetten, siyaset sözünden, siyasetin manasından,
siyaset sözünün ağızdan çıkan her harfinden, siyaset namına zihnimden geçen her
hayalden, siyasetin anıldığı her yerden, siyasetten bahseden yahut siyaseti öğreten
yahut siyasetle aklını bozan, yahut siyasetle alıklaşan herkesten, siyaset kelimesinin
kökünden ve bu köklerinden gelen iştiraklerin hepsinden Allah’a sığınırım.” (1986:
133).
Kuşkusuz ki, Akif’in bu sözleri “siyaset” kelimesinin pratikte çağrıştırdığı
pragmatizm ile onun idealist ve ahlâkî duruşu arasındaki derin çelişkiden
kaynaklanmaktadır.
Nitekim, I. Meclis’teki milletvekilliği sona erdikten sonra döndüğü
İstanbul’da kendisini İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne alan Fatin Hoca’nın1 “Bundan
sonra ne yapacaksın?” sorusuna yukarıdaki cümleleri Arapçasıyla tekrarını yaparak:
“Herhâlde siyaset değil.” cevabını vermiştir (Erişirgil, 1986: 133).
Akif’in siyaset sözcüğüne yüklediği bu negatif anlam göz önüne alındığı
zaman onun siyasi hayatını aslında fikir ve mücadele hayatı olarak görmenin veya
fikir ve mücadele hayatı ekseninde izah etmenin çok daha anlamlı olacağı da açıktır.
Elbette ki, Akif, siyasetin içinde olduğunu kabul ettiği dönemler yaşamış;
siyasi olduğunu düşündüğü görevler üstlenmiştir. Ölümünden beş ay önce Beyoğlu
Mısır Apartmanı’ndaki evinde, hasta yatağında yazdırdığı kendi hayat
(otobiyoğrafya) notlarında “… Balkan Harbi’nden sonra Ziraat Nezareti’ndeki
memuriyetimle Dar-ül Fünün’dan istifa ederek çekildim. Umumi Harpte (1914-1918
I. Cihan) Teşkilat-ı Mahsusa namına (Türk Millî İstihbarat Teşkilatı) Almanya’ya,
1
Mehmet Akif, 1018 mısradan oluşan tek bir şiir olan Süleymaniye Kürsüsünde şiirini ‘kardeşim’
dediği arkadaşı Fatin Hoca’ya (Fatin Gökmen) ithaf etmiştir.
daha sonra siyasi vazifelerle Medine ve Necid’e gittim. Siyasi hayatla alakam bu
vazifelerdedir. İstiklâl Harbi devresinde Büyük Millet Meclisi’nde Burdur Mebusu
idim.” (Kabaklı, 1975: 27) sözleriyle siyasi hayatını özetlerken kısaca bunları dese
de, kuşkusuz ki, Onun “siyasi” hayatını fikir, mücadele ve sanat hayatından ayırmak
çok da kolay değildir. Çünkü, Mehmet Akif Ersoy’u bu türden siyasi görevler
almasına, üstlenmesine neden olan amiller bakımından değerlendirmek ve siyasi
hayatını bu çerçevede ele almak doğru, yerinde bir yaklaşım olacaktır.
Mehmet Akif Ersoy’un fikir, siyaset, kültür ve edebiyat dünyasındaki
temayüzü 1908 yılından itibarendir. O zamanki pek çok münevver gibi, İstibdadın
yani II. Abdülhamit idaresinin ciddi muhalifleri arasında yer alan Mehmet Akif2, II.
Meşrutiyet’in ilânına kadar pek ortalıkta görünmeyen, baskı ve sansür dolayısıyla
edebi yönü, kıymeti henüz tam bilinmeyen bir insan olmakla birlikte, Meşrutiyet ile
birlikte başlayan özgürlük ortamında yayınlanmaya başlayan Sırat-ı Müstakim’in,
sonrasında da Sebilürreşad’ın3 başyazarı olarak yazı ve şiirleriyle ve özellikle de bu
dönemin önemli fikir akımları arasında bulunan İslâmcılık akımının büyük ve güçlü
bir temsilcisi olarak bilinip, tanınır (Parlatır, 2009: 425).
Akif’in İslâmcılığı gelenekten kaynaklanan taassup içeren bir İslâmcılık
değil; modernist bir İslâmcılıktır. “Sadr-ı İslâma dönmek” yani İslâmiyet’i temel ve
asli özellikleri ile yeniden ortaya koyarak, Kur’an’dan ve Asr-ı saadet’ten ilham
alarak bugüne seslenmek, hakikatin üzerinde dine bulaştırılmış bid’at ve hurafeleri
temizlemektir. Bunları reform, değiştirme gibi hareketlere ihtiyaç duymadan
yapmaktır. Akif, bu düşüncesi ile diğerlerine benzemeyen bir tezi gündeme
getirmiştir. Bu görüş, din konusunda tavır sergileyen hiç kimsenin ve topluluğun
fikriyle örtüşmüyordu. Ayrıca, Akif’in medreseleri ve devrin din âlimi olarak bilinen
kişilerini eleştirmesi, yedi yüz yıl önce yazılmış eserlerin bugünün ihtiyacına cevap
2
Akademisyen ve yazar Nuri Sağlam tarafından yapılan, Mehmed Akif ve II. Meşrutiyet tarihine dair
“yeniden yorumlanmasını gerekli kılacak araştırma” olarak takdim edilen çalışmasında, II.
Abdülhamid'in hal' fetvasını bizzat Mehmet Akif'in yazdığı ve dolayısıyla İttihat-Terakki Cemiyeti ile
Akif'in ilişkisinin Teşkilat-ı Mahsusa ile sınırlı kalmayıp II. Meşrutiyetten önceye dayandığı
iddialarında bulunmaktadır. Bu iddiaları destekleyecek, doğrulayacak veriler veya ifadeler başka
yazarlarca kullanılmadığı için burada bir yeni iddia olarak kısaca zikredilmiştir. Bkz. Zaman Gazetesi,
II. Abdülhamid'in hal' fetvasını Akif mi yazdı?, 01-11-2009.
3
Sırat-ı Müstakim Eşref Edip ve Ebulula Mardin ortaklığında, Akif’in başyazarlığında 1908’de
çıkmaya başlamış; 1912 yılında Mardin’in ayrılmasıyla birlikte Eşref Edip derginin adını
Sebilürreşad’a çevirmiştir. Akif’in bu dergi ile ilişkisi kapatıldığı 5 Mart 1925 yılına kadar aralıksız
sürmüştür. Bu konuda ciddi bir inceleme olarak bkz: Hasan Duman; Mehmet Akif ve Bir Mecmuanın
Anatomisi, Millî Kültür Dergisi, Aralık 1986, S:55, sf. 78-95.
veremeyeceği şeklindeki görüşleri de eklenince onu “reformist”likle suçlayan kimi
aydınlar da olmuştur (Şeker, 2009: 454).
Akif’in İslâmcılık anlayışının gelişmesinde iki önemli ismin etkisi büyüktür:
Cemalettin Afganî4 ve Muhammed Abduh5. Türkiye’de Afganî ve Abduh’un bir
anlamda mütercimi gibi çalışan Akif’in, dinî metinleri yorumlarken sıklıkla
sosyolojik tahlillere müracaat etmesi mezkûr ekolün iki isminden güçlü bir şekilde
etkilendiğini göstermektedir (İdben, 2009: 283).
Akif’in “Mısır’ın muhteşem üstadı” olarak tanımladığı ve övdüğü Abduh’da
İslâm Birliği mefkuresinin esasları şu şekildedir: İslâm dininde, bu dinin
menşeindeki orijinal şartlarına dönerek bir reform yapmak, Arap dilinin
yenileştirilmesi, hükümete karşı halkın haklarının tespiti, Batı medeniyet âlemine
karşı İslâm ülkelerinin birleştirilmesidir (Tansel, 1991: 55). Mehmet Akif’in, Asr-ı
saadet’e, İslâm’ın klasik çağına dönüş arzusu, düşüncelerinden etkilendiği
Cemaleddin Afganî ve Muhammed Abduh’taki gibi, o zamanın koşullarına dönmeyi
değil, o zamanın ruhunu kavramayı salık verir. Bu ruh, İslâm’ın ana yola çıkarak,
çağın bilimsel gerçeklerini kavrayıp, o İslâmî esini çağa taşımak olarak kendini
göstermektedir. Yani, “Kur’an’dan alarak ilhamı, asrın idrakine söyletmeliyiz
İslâm’ı”. Akif’in ruhta, İslâm’ın uygarlık yaratan yüzünü ön plana çıkarıp Batı
uygarlığının bilimsel başarılarıyla onu birleştirme anlayışı İslâm modernizminde sık
sık karşılaşılan bir söylem türüdür (Aydın, 2009: 328). Kısacası, Akif’in İslâmcılık
anlayışı, İslâm’ın kaynağından doğru bir şekilde öğrenilmesi ve öğrenilenin de
süratle hayata geçirilmesinin sağlanmasıdır.
4
Cemalettin Afganî (1838, ?-1897 İstanbul), Afganistan doğumlu, modern İslâmcı, bilgin, politikacı ve
gazeteci. Bir süre Afganistan’da başvezirlik yaptı. İstanbul, Mısır, Hindistan, ABD, İngiltere, Fransa
ve Rusya’da bulundu. Düşünceleri yüzünden birçok ülkede barınamadı. İngiliz sömürgeciliğine
karşıydı. 1882'de Abdülhamit’in çağrısıyla İstanbul’a geldi ve ölünceye kadar İstanbul’da kaldı. İslâm
dünyasının halife çevresinde birleşip emperyalist baskılardan kurtulabileceği görüşündeydi. Başlıca
eserleri “Tetimmet-ül Beyan”, “Makalatı Cemaliye”dir.
5
Muhammed Abduh, 1849 yılında Mısır’da doğmuştur. Babası Abduh Hayrullah olup bir Türkmen
ailesine bağlıdır. 1872’de Mısır’a gelmiş olan Afgânî ile tanışmış onun sohbetlerinden istifade
etmiştir. Serbest düşüncesi ve yeni fikirleriyle tanınan Abduh gazetelerde içtimaî ahlâkî konularda
yazmaya başlamıştır. 1882 yılında başlayan Arabi ayaklanmasının bastırılması sonucu İngilizler
tarafından üç yıl Beyrut’a sürülmüştür. Abduh, bu isyandan sonra Paris’e giderek üstadı Afganî ile bir
araya gelmiş ve Urvetü’l-Vüskâ adlı bir dernek kurmuş ve aynı adda bir dergi çıkararak derneğin
fikirlerini yaymışlardır. Daha sonra mali imkânsızlık sebebiyle gazete kapatılmak zorunda kalınmış,
Afganî İran’a ve Abduh’ta Beyrut’a dönmüştür. 1885’te Beyrut’a geldikten sonra siyasetten el
çekmiştir. Orada bilim ve eğitimle meşgul olarak yaşamıştır. Beyrut’ta camii dersleri yanında,
Sultaniye Mektebinde de ders vermiştir. Beyrut’taki ilmî çalışmaları sırasında din derslerini
Risâletü’t-Tevhîd adıyla yayınlamış ve Şerif Radiyyî’nin Nehcü’l-Belağa’sını şerh etmiştir. Hayatının
son dönemlerinde Mısır müftüsü iken, kendi tabiriyle “hastalar yuvası” olan Ezher’i ıslah etmeye
uğraştı. 56 yaşında iken İskenderiye’de 1905 yılında vefat etmiştir.
Keza, Akif’e göre İslâm, Osmanlı Müslüman toplumunun öz düşüncesiydi.
Diğer fikir akımları olan, Türkçülük ve Batıcılık gibi çıkış noktası Batılı bir fikir
değildi. Osmanlı devletinin gerilemesi ve Osmanlı toplumunun çağa ayak
uyduramamasının nedeni hem halkın hem de aydınların dini doğru anlatacak
kaynaklardan kopmalarıyla ortaya çıkmıştı.
Bilindiği üzere, Mehmet Akif’in doğup büyüdüğü dönem II. Abdülhamit’in
tahtta olduğu dönemdir ve bu dönemin en önemli devlet politikası da zaten
İslâmcılık olmuştur (Şeker; 2009: 454). Banarlı’da Akif’in İslâmcılık yönünü
değerlendirirken şunları kaydeder: “Kuvvetli bir dinî terbiye gören, İstanbul’un Fâ-
tih semti gibi, o zamanın en millî ve muhafazakâr bir semtinde, temiz bir Türk-
Osmanlı ailesinin çocuğu olarak yetişen Akif'in, bu ilk muhitinden aldığı sağlam
terbiye, şairin mektep hayatiyle bütünlenerek, ona bütün hayatınca yurdunun,
Müslümanlığın ve insanlığın iyiliği için çalışan bir büyük insan siması verdi. Akif, -
kalben Türk milletinin siyasî ve idarî iktidarı altında yücelmesini istediği- büyük bir
İslâm birliği için çalışıyor, bu samimî ideal ona hem Türkiye’yi, hem de İslâm
dünyasını kurtarıp yaşatacak tek çare gibi görünüyordu.”(1979:, C:II. ).
1. II. Meşrutiyetin İlânı ve Mehmet Akif Bey
İstibdad yönetimine karşı, gizli bir ihtilalci örgüt şeklinde çalışan İttihat ve
Terakki Cemiyeti, 1908'de II. Meşrutiyet’in ilânından sonra açıktan üye kaydına
başlamıştı. Bu cemiyet memlekete bir Hürriyet-i Meşrua (şeraite uygun hürriyet)
getireceğini, felakette olan vatanı kurtaracağını; orduyu, yönetimi, eğitimi ve
medreseleri ıslah edeceğini vaat ediyordu. Ülkenin çok kötü olan durumu karşısında,
henüz gücü ve kabiliyeti belli olmamakla beraber, hemen hemen bütün aydınlarla
birlikte, din âlimleri ve tekke şeyhleri de Cemiyet-i bir ümit olarak görmekte ve
desteklemekte idiler. II. Meşrutiyet ilân edildiğinde Akif, Umur-ı Baytariye Dairesi
Müdür Muavini idi. Meşrutiyetin ilânından kısa bir süre sonra, (4 gün sonra)
rasathane müdürü Fatin Hoca (Gökmen) Akif'i on bir arkadaşı ile birlikte İttihat ve
Terakki Cemiyetine üye yaptı. Fakat Akif, cemiyete üye olurken edilmesi gereken
yemindeki "Cemiyetin bütün emirlerine, kayıtsız şartsız itaat" ibaresini kabul
etmeyerek, "Cemiyetin yalnız doğru bulduğu, makul olan isteklerini yapacağına"
yemin etmiştir. İttihat ve Terakki'nin yemini onun için değiştirilmiştir (Kuntay,
1986: 68). Ne var ki, Akif’in İttihat ve Terakki Cemiyeti ile ilişkisi çok uzun
sürmemiştir. Bu konuda araştırmacılar arasında genel bir yorum birliği vardır ve
kimse Akif’i İttihatçı gibi görmez (Arslanbenzer, 2007: 12). Cemiyette (dernekte)
yer alan Akif, İttihat ve Terakki fırkalaştığı (partileştiği) zaman girmez.
Sezai Karakoç’un ifadeleriyle, 1908-1918 yılları arası Akif’in “Mütefekkir
Akif” dönemi olarak geçer daha çok (Karakoç, 1968: 26). Önce Sırat-ı Müstakim
sonra isim değişikliği ile yoluna devam eden Sebilürreşad dergisinde bir yandan
şiirleri, makaleleri ile diğer yandan büyük modernist İslâmcılardan çeviriler ile ve
verdiği derslerle milleti irşad, ama özellikle de aydınları bilinçlendirme çabası içinde
yoğunlaşmıştır.
Sırat-ı Müstakim ilk çıktığında büyük ilgi görmüş, neredeyse dergi bütün
İslâm âlemine dağıtılmış; Kırım’dan Kazan’a; Balkanlar’dan Hindistan’a kadar
bütün Müslümanlar okuyarak, İstanbul’dan haberdar olabilmişlerdir. Sırat-ı
Müstakim’de, Eşref Edip’in eserinde zikrettiği isimlerden başka; Ömer Ferid (Kam),
Said Halim Paşa, M. Şemseddin (Günaltay), Bursalı Mehmet Tahir, Ebulûlâ Mardin,
Halil Halid, İsmail Hakkı, Midhat Cemal (Kuntay), Muallim Feyzi Bey de yazmıştır.
Eşref Edip’e göre Mehmet Akif, siyasi mücadelelere, siyasi dedikodulara
karşıdır. Bu gibi hareketler toplumu altüst etmektedir. Onun için Sırat-ı
Müstakim’de siyasi didişmelere ve dedikodulara yer verilmez. Eşref Edip, Akif’in
“Millet böyle siyaset kavgalarından böyle fayda görmez, daha ziyade tezebzüp ve
teşettüte uğrar, Allah bilir ama yakında büyük bir fitne kopacağından korkuyorum.”
dediğini nakleder. Nitekim 31 Mart hadisesi yaşanır ve Akif’in korktuğu fitne ortaya
çıkar. Meşrutiyetin ilânından hemen sonra yayın hayatına başlayan Sırat-ı Müstakim
dergisi gazetenin matbaasını basan isyancılar tarafından tahrip edilmiş, gazetenin
dizilen yazıları ise matbaada asiler tarafından çevreye saçılmıştır. 31 Mart’la
hürriyet de tehlikeye düşmüştür. Akif, bu yaşanan durumdan çok etkilenir. Ortalık
sakinleşince “görünüşte dinî, gerçekte ise siyasi ve irticai olan o hadise-i hile”
hakkında Sırat-ı Müstakim de uzun bir makale yayınlamıştır. Bazı Mısır ve Hint
basınının yanlış inanç ve değerlendirmelerine karşı da gerçekleri açıklamıştır
(aktaran: Karaer, 2009).
Mehmet Akif Ersoy Sırat-ı Müstakim’de tercümeler de yaparak
yayınlattırıyordu. Bunların başında Cemaleddin Afganî ve Muhammed Abduh’un
eserleri geliyordu. Akif; Şeyh Şibli, Ferid Vecdi, Abdülaziz Çaviş gibi çağdaş İslâm
düşünürlerinden de çeviriler yaparak yayınlamıştır.
Akif, Afganî ve Abduh’dan ve diğerlerinden yaptığı çevirilerin yanında bir
de, Said Halim Paşa’nın Fransızca yazdığı “İslâmlaşmak” adlı eserini tercüme
ederek Sebilürreşad’da yayınlarken, yine Said Halim Paşa’nın Malta’da kaleme
aldığı “İslâm’da Teşkilatı Siyasiye” isimli eserini de Ankara’da tercüme ederek,
daha sonra Ankara’ya taşınan Sebilürreşad’da tefrika etmiştir (Çifçigüzeli, 2009:
509).
Mehmet Akif’in İttihat ve Terakki ile ilişkisi son derece sınırlı bir çerçevede
yürümüş; Cemiyet’in Şehzadebaşı’ndaki İlmiye Kulübü’nde Arapça dersleri
vermiştir (Tansel, 199: 55).
Bu dönemde Akif’in başta da belirttiğimiz gibi “siyaset hayatı” içinde
saydığı diğer önemli görevleri Teşkilat-ı Mahsusa adına irşad amaçlı Berlin, Necid
seyahatleridir.
I. Dünya Savaşı esnasında Osmanlı’nın müttefiki olan Almanya, Türk
milletinin gönlünü hoş etmek maksadıyla Müslüman esirleri el üstünde tutarak,
bunlar için bulundukları kamplarda camiler, okullar açıp imamlar, hatipler, vaizler,
öğretmenler getirtmiş ve bunları propaganda edebilmek için Türkiye’nin de
yakından görmesini istemiştir. Bu amaçla gelen davet üzerine Harbiye Nezareti’ne
bağlı Teşkilat-ı Mahsusa da Mehmet Akif’i 1914’de Berlin’e göndermiş (Tansel;
1991:76); Akif, Tunuslu Şeyh Salih ile birlikte farkında olmadan Osmanlı ile
savaşan Müslüman esirlerle konuşup onlara yanlış cephede savaştıklarını anlatırken
(TBMM; 2004:8), bu dönemde yaşadıklarını, gördüklerini “Berlin Hatıraları” adlı
manzumesinde (1914 sonunda başlayan bu geziyi 18 Mart 1915 günü bitirmiştir.)
kaleme almış ve bu hatıraları önce Sebilürreşad’da aralıklı zamanlarda tefrika
etmiştir. Mehmet Akif Bey, Almanların Wundsdorf’da Müslüman esirler için inşa
ettikleri camide çok heyecanlı vaazlar vermiş; plaklara kaydedilen bu vaazlar
Müslüman askerlerin bulunduğu cephelerde hoparlörlerle tekrar tekrar dinletilmiştir.
Bu vaazları dinleyen askerler arasından fırsatını bulunca saf değiştirenler olmuştur.
Akif’in bu konuşmalarının bir kısmı Almanca’ya da çevrilmiş ve Alman
gazetelerinde yayınlanmıştır (aktaran: Yıldırım, 2007: 118). Rus ordusundan esir
alınan bu askerlerden “Asya Taburu” adı verilen birlikler toplanmış, bu taburlar
İngilizlerle çarpışmak üzere Irak Cephesi’ne gönderilmiştir (Kutlu, 2004: 366).
Mehmet Akif Bey’in Teşkilat-ı Mahsusa adına yaptığı bir diğer önemli
“siyasi görev” ise Necid seyahatidir. Şerif Hüseyin’in kendisini “Arap Memleketleri
Kralı” olarak ilân etmesi üzerine İngilizler ve müttefikleri kendisini yalnızca Hicaz
kralı olarak tanımışlar (3 Ocak 1917) ancak Necid Kralı İbn-i Reşid, Şerif Hüseyin
kuvvetlerine katılmayı reddetmiş ve Osmanlı’ya bağlılığını açıklamıştı, Akif’in
görevi ise İbn-i Reşid ile bazı siyasi meseleleri değerlendirmekti (Tansel, 1991: 82).
Bu seyahatte Tunuslu Şeyh Salih, Teşkilat-ı Mahsusa Reisi Eşref Sencer Bey, Enver
Paşa’nın başyaveri Mümtaz Bey’ler de bulunuyordu (TBMM, 2004: 8). İslâm Birliği
idealini yüreğinde yaşayan, yaşatan Akif açısından bu seyahat muazzam bir eserin
ortaya çıkmasına vesile olmuş ve “Necid Çöllerinden Medine”ye şiirini kaleme
almıştır ve bu şiir ilk olarak 4 Temmuz 1918’de yayınlanmıştır.
Necid seyahati esnasında Mehmet Akif Bey’in en büyük endişesi Çanakkale
Savaşlarının seyri idi. Uzun yolculukları boyunca her fırsatını buldukça, diğer
arkadaşlarına sezdirmeden Eşref Sencer Bey’e: “Müttefikler Çanakkale’ye
saldırırlarsa ne olur?” diye sorar, aynı endişeyi duyan Eşref Sencer Bey de
Mehmet Akif’e moral verme ihtiyacı hissedermiş: “Merak buyurmayın aziz üstadım,
İtalyanlar gibi onları da perişan ederiz.”. Bu sözlerden tatmin olmayan Akif Bey,
“Ah ne bileyim bu hınzırlar İtalyanlar’a benzer mi?” Necid seyahati hep bu üzüntü
ve tedirginlikle geçen Akif Bey, “Çanakkale direnişinin ilk gününden itibaren Türk
ordusunun düşmana çok ağır kayıplar verdirdiği” haberini Eşref Sencer Bey’den
aldığında büyük bir mutluluk duyar ve “Çanakkale” şiirini yazmaya başlar (TBMM,
2004: 9).
Aslında Mehmet Akif, İslâmcı olduğu kadar o dönemin pek çok aydını gibi
milliyetçidir (Kara; 2007:138). Onun vatan ve millet konularındaki bu duyarlılığının
birkaç önemli sebebi vardır. Birincisi, o günün şartlarında esaret altında bulunmayan
tek İslâm topluluğunun ve ülkesinin Osmanlı İmparatorluğu olması, diğer İslâm
toplumlarının sömürge olmaları veya esaret altında bulunmaları; ikincisi İslâm
birliği idealinin tahakkuku açısından Türkiye’nin oynayacağı önemli roldür. Ortaylı,
Akif’in kelimelerinin tefsirinde özellikle “Hindistan’da İngilizler, en kalabalık
nüfusun bulunduğu Endonezya’da Hollandalılar vardı, ve iki okyanusun arasındaki
Rusya’da ekserisi Türk halklarından olmak üzere Müslümanların hepsi yapancı
bayrak altındaydı. Birinci Dünya Harbi’ne bunlar o yabancı ülkelerin askerleri
olarak katılıyordu.” sözleriyle (2004) İslâm âleminin o günkü şartlarını ve Akif’in
içinde bulunduğu psikolojiyi anlatır. Kabaklı ise, Akif’in görüşlerinin temelini
oluşturan millet ülküsü ve İslâmlık ülküsüne dikkat çekerken, “Çünkü Akif, Türk
milletinin öncü ve kurtarıcısı olduğuna inanır ve Türklük yıkılırsa İslâmlık da
sönecektir.” derken; Akif’e ümmetçi denilmesini doğru bulmaz ve onun dine bağlı
bir milliyetçilik anlayışına sahip olduğunu, sadece ırkçılığa karşı durduğunu belirtir
(1985: 116).
Yakın arkadaşı Hasan Basri Çantay da yine bu konuya değinirken, Akif’in,
İslâm Âlemine bin yıldır hizmet edenin Türk milletinden başka bir millet olmadığını
bildiğini ve Türk milletinin başında olduğu Osmanlı devlet şemsiyesinin bütün
dünya Müslümanları için gerekli olduğunu düşündüğünü belirterek, “Kendisine
‘Üstad! Seni Türkçü görüyoruz.’ diyenlere ‘Ne zannediyorsun hiçbir kavmin Türk’e
baş olmasına tahammül edemem.’ diyordu. O, kavmiyetçi değildi ama onun
milliyetçiliği, başında Türk milleti olmak kaydıyla milyonlarca Müslüman’ı ihata
etmek şeklindeydi.” (1966: 224) der.
Akif, milliyetçilik ile kavmiyetçiliği birbirinden ayırmış, Türklerin başında
bulunduğu İslâm ülkesini ve milletini her daim savunmuş; ayrılıkçı akımları
körüklediklerini düşündüğü ittihatçılara karşı çok sert eleştiriler yöneltmiştir.
Ülkenin parçalanmasının, zaafa uğramasının ve özellikle de Balkan savaşlarının ve
Osmanlı’nın Dünya Harbi’ne girişinin müsebbibleri ve sorumluları olarak gördüğü
ittihatçıların üç lideri Enver, Talat ve Cemal paşalara karşı da yine şiirleriyle,
dizeleriyle, yazılarıyla, konuşmalarıyla çok sert eleştiriler yöneltmiştir. Akif’in ırkçı
Arnavutlara ve Arnavut kökenli merhum babasına seslendiği “Fatih Kürsüsünde”
adlı şiirinde: “Üç beyinsiz kafanın derdine, üç milyon halk/ Bak nasıl doğranıyor?
Kalk, baba, kabrinden kalk!/ Diriler koşmadı imdâdına, sen bâri yetiş.../ Arnavutluk
yanıyor... Hem bu sefer pek müdhiş!”
Akif Bey’in Necid seyahati esnasında, kendisine Mekke Emiri Şerif Hüseyin
Paşa’nın hususi daveti ulaşmış; o da bu davete icabet ederek iki aylığına Lübnan’a
giderek Alaiye’de kalmıştır. Mehmet Akif, bu seyahat esnasında yeni kurulan şer-i
mahkemelerin Bab-ı Meşihat’tan ayrılmasıyla kurulan Dâr’ül Hikmet-il İslâmiye
Cemiyeti’ne6 haberi olmaksızın başkâtip olarak tayin edilmiş ve İstanbul’a dönünce
bu görevine başlamıştır.
İttihat ve Terakki ile yollarını ittihatçıların benimsediği Türkçülük,
Turancılık eksenli siyasete itiraz ettiği için ayıran ve Ziya Gökalp’e de
Sebilürreşad’ın bir kısım yazarlarının7
imzasını taşıyan, milliyet-medeniyet
6
Dâr’ül Hikmet-il İslâmiye, 25 Ağustos 1918 tarihinde Şeyhülislâmlık dairesine bağlı olarak kurulmuş,
“Yüksek İslâm Şurası” benzeri bir dinî teşkilat. Bir başkan, dokuz üye, bir de kâtipten oluşmuş;
1918’den, 1922’ye kadar faaliyette bulunmuştur. Teşkilat bünyesinde her biri üç üyeden oluşan
kelâm, fıkıh ve ahlâk komisyonları bulunmaktadır. Teşkilatın görevi; devlet içinde ve İslâm
dünyasında ortaya çıkabilecek dinî sorunlara çözüm bulmak, halkı dinî konularda irşattır. Millî
Mücadele’nin manevi boyutunun kuvvetlendirilmesinde, yardım ve destek sağlanmasında etkili
olduğu söylenebilir. Bkz: Sadık Albayrak, Son Devrin İslâm Akademisi, Dâr’ül Hikmet-il
İslâmiye, İstanbul, 1973.
7
Bu mektup dolayısıyla Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşad etrafında toplananlar arasında ikilik çıkmış;
bu kimselerden bir kısmı basın özgürlüğünden yararlanarak, İslâm ülkelerinin geriliğinden,
Müslümanlığın hurafelerle bozularak tehlikeye düştüğünden bahisle Türk milliyetçiliğini; diğer bir
kısmı ise İslâm birliğini tutuyordu. “Milliyetçiler, Müslümanlığın Kur’an bakımından ve sünnet
ölçüsü ile yeni baştan gözden geçirilmesi ve Türkçülük cereyanı ile bağdaştırılmasını istiyorlardı.” (A.
Adıvar; Tarih Boyunca İlim ve Din, c:II., Remzi Kitabevi Yayını, İstanbul, 1944., sf. 149 vd., aktaran
Tansel; 1991:59).
tartışmalarını zararlı bulduklarını belirten bir mektup göndererek; tartışma
taraflarının bir büyük salonda bir araya gelerek konuşmalarını ve bu konuya nokta
koymalarını isteyen ama mektuba cevap alamayan (Edip, 1938: 591), bu nedenle de
Ziya Gökalp ile arası açılan Akif’in, (Arslanbenzer; 2007: 14) ittihatçılarla son bir
teması olarak yakın dostu Mithat Cemal Kuntay şu anekdotu aktarır: “Akif’in İttihat
ve Terakki ile son ve ufak bir teması daha oldu: Ziya Gökalp ile anlaşmasını temin
için Akif’i Talat Paşa, Harb-i Umumide bir gün, Babıali’ye davet ediyor.
Sadrazamla şairin ne konuştuklarını bilmiyorum. Yalnız bu mülakat bitince Talat
Paşa Akif’in arkasından şaşıyordu: Zerre kadar değişmemiş; hâlâ Edirne’de
bıraktığım Akif.” (Kuntay; 1990: 71-72.). Mehmet Akif ile Talat Paşa’nın tanışıklığı
ve dostlukları Akif’in Edirne’de hükümet baytarı olarak çalıştığı döneme dayanır.
Talat Paşa ise o dönemde Edirne’de bir okulda Türkçe öğretmeni idi. Arslanbenzer,
Talat Paşa’nın bu konuşmada Akif’ten Ziya Gökalp ile uzlaşmalarını istediğini;
Akif’in ise bu isteğe şu cevabı verdiğini kaydetmektedir: “Sen bizi bunun için mi
çağırdın? Anlaşmak ne demektir? Bizim şahsi bir gayemiz, emelimiz mi var? Bizi
simsar mı zannettin? Teessüf ederim.” (2007: 14).
Mehmet Akif’in İttihat ve Terakki yönetimiyle anlaşmazlığı elbette ki,
Cemiyet’in benimsediği ideolojik çizgi ile uyuşmamasından neşet etse de, ortalığı
kasıp kavuran yokluk, yoksulluk, karaborsacılık, harp zenginlerinin türemesi gibi
Akif’in asla tahammül edemeyeceği ahlâkî çözülme ile daha da ileri boyutlara
ulaşmıştır. Harp döneminde, bir gün dergi idarehanesinde evden getirdiği kuru
fasulyeyi bir arkadaşı ile yerken gelen ve “nazırının yazılarında o kadar ileriye
gitmemesi ricasını” ileten Dahiliye Nezareti’nden bir görevliye, “Nazırına söyle
kendilerini düzeltsinler, bu gidiş devam ettikçe bizi susturamazlar. Ben fasulye aşı
yemeye razı olduktan sonra kimseden korkmam.”(Düzdağ, 1991: XXXV) cevabı
Akif’in bu türden telkinlere ve tesirlere kapalı, haksızla uyuşmaz, doğrularını sonuna
kadar savunan yapısını ortaya koymaktadır.
İttihat ve Terakki yönetimi, her ne kadar böylesine tehdit, tenbih, telkin
yöntemleri ile Akif’i susturamamış olsa da, o dönemde de siyasi, ekonomik ve mali
kontrol yöntemlerinin medya üzerinde etkisini gösteren bir örnek olarak
düşünülecek yöntemlerle Sebilürreşad’ın yayınına ara vermesine yol açacak
tedbirler ortaya koymuştur.
Mehmet Akif’in Necid seyahatinden dönüşünde yayınlanan Berlin
Hatıraları’nın altıncı bölümünün çıktığı 25 Kasım 1915 tarihli 352. sayıdan sonra
dergi 11 Mayıs 1916 tarihine kadar “kâğıt kıtlığı ve parasızlıkla” izah edilen
sebeplerle yayınını altı ay durdurmuş; mamafih, 26 Ekim 1916 tarihinde 360.
sayıdan sonra yine durmuş ve 4 Temmuz 1918’e kadar hiç yayınlanmamıştır. Tekrar
çıktığında ise bu kesintinin sebebini açıklamaz iken “tatil olması hasebiyle”
çıkamadığı ve “sansürün ilgası üzerine” tekrar yayınlanabildiği yazılmıştır
(Düzdağ, 1991: XXXIII). Eşref Edip de bu kapatılma hadisesine 30 Ekim 1924
tarihli Dergi’de değinirken şunları kaydetmektedir: “…(İttihatçıların arasındaki
bazı aydınların dinde reform peşinde olduklarını, bunları aralarında yaptıkları
toplantılarda konuşup henüz açığa vurmadıklarını yazdıktan sonra) Biz kararlardan
daha o vakit haberdar oluyorduk. Fakat bunları mevzu bahs etmenin imkânı var
mıydı? O zaman 20. asırda dinden bahs olunamaz esbab-ı mucibesiyle iki sene
Sebilürreşad sedd-ü bend edilmişti.” (aktaran: Düzdağ, 1991:XXXV). Bu durum da
Akif ile İttihat ve Terakki ilişkilerinin almış olduğu boyutu göstermesi bakımından
büyük önem taşımaktadır. İstibdat yönetimine karşı özgürlük yolunda İttihat ve
Terakki ile birlikte hareket etmekten çekinmeyen Akif, İttihat ve Terakki’nin
yönetim döneminde ne gariptir ki, yine istediği gibi yazma, konuşma özgürlüğünün
sınırlanması ile karşı karşıya gelmiştir.
İttihat ve Terakki Hükümeti’nin, istibdad döneminden sonra bir umut olarak
belirmesine rağmen kısa sürede bu umutları tüketmesine üzülen, baskıcı düşünce ve
yönetim şekline muhalif olan Mehmet Akif Bey’in çeşitli resmî görev kabul
etmesini, Teşkilat-ı Mahsusa görevlisi olarak Berlin’e ve Necid’e gitmesini, devleti
ve hükümeti birbirinden ayrı görebilen vatanseverliğinin bir gereği olarak
değerlendirmek lazımdır. Kaldı ki, daha önce de belirtildiği üzere Fırka’ya üye
olmadığı gibi, Teşkilat-ı Mahsusa’da fırkanın bir siyasi uzantısı değildi ve Harbiye
Nezareti’ne bağlı kamusal bir kuruluş olarak görev yapmaktaydı.
2. Mondros Ateşkes Antlaşması Sonrası Mehmet Akif Bey
Mondros Ateşkes Antlaşması (Mondros Mütarekesi), I. Dünya Savaşı
sonunda Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri arasında; İngiltere Devleti temsilcisi
Amiral Calthrope ile Osmanlı Devleti temsilcisi Bahriye Nazırı Rauf Bey'in
başkanlıklarında süren heyetler arası görüşmelerden sonra Limni adasının Mondros
Limanı'nda demirli Agamemnon zırhlısında 30 Ekim 1918 akşamı imzalanmıştır.
Mondros hükümleri gerçekte Osmanlı Devleti’ni fiilen ortadan kaldırmakta;
bir ateşkesten çok kayıtsız şartsız bir teslim belgesi niteliği taşımaktaydı. Yaklaşık
sekiz yıl süren savaştan sonra, Osmanlı Devleti yenilmiş, orduları dağılmış, morali
çökmüş, büyük insan kayıplarına uğramış, kaynakları tükenmiş, galiplerin kendisi
hakkında vereceği karara boyun eğen bir görünümdeydi. Antlaşma ile birlikte de,
Ordu tamamıyla dağılıyor, silah, cephane ve ulaşım yolları ile tüm haberleşme
araçları ve liman, tersaneler İtilaf Devletleri'nin denetimine bırakılıyordu. İtilaf
Devletleri'ne, 7. maddeye dayanarak, gerekli gördüklerinde ülkenin herhangi bir
yerini işgal hakkı tanınıyor, Doğu Anadolu'da bir Ermeni Devleti kurulması için
imkân hazırlanıyordu. İtilaf Devletleri, özellikle İngiltere, savaştan yenik çıkmış
olan Almanya, Avusturya ve Bulgaristan'a ise Osmanlı Devleti'ne uyguladıkları
paylaşma politikasını izlemiyorlardı. Çünkü Almanya, Avusturya ve Bulgaristan'ın
topraklarına ateşkes imzaladıkları tarihte İtilaf Devletleri askerleri girmiş; fakat
Osmanlı Devleti ateşkes imzaladığı tarihte ülke sınırları içine düşman askeri
girememişti. İngiltere’de, Mondros'un imzalanmasından sonra İstanbul işgal edilip,
padişah elde edilince Türk Milleti'nin esir olacağına dair bir kanaat vardı. Lloyd
George'un planı, Yunanistan'ı yeter derecede güçlendirmek ve Güney Kafkasya'da
Rusya ile Osmanlı Devleti arasında kalmış olan hükümetlere yardım edip, Osmanlı
Devleti'ni doğudan ve batıdan istila ve baskı altına almaktı. Avrupa'nın “hasta
adamı” ölmüş ve mirasını paylaşmak birinci derecede İngiltere'nin sonra Fransa ve
diğerlerinin eline kalmıştı. Rusya Bolşevik İhtilali ile birlikte savaştan çekilmiş
olduğu için Doğu Sorunu’nu İngiltere ve Fransa diledikleri gibi çözebileceklerdi.
Avrupa'yı, millî sınırlara bakmaksızın bölen İtilaf Devletleri Osmanlı Devleti'nin
topraklarını yağma edebilecek şekilde ele geçirmişlerdi. Yüz yıllardır güneye inmek
isteyen Rusya'nın Balkanlar üzerinden Boğazlara ve Kafkasya üzerinden ise
İskenderun ve Basra Körfezlerine ilerleyişinin ve buraları ele geçirmesinin Osmanlı
Devleti tarafından durdurulamayacağını gören İngiltere, 1. Dünya Savaşı sonunda,
kendi politikasını uygulama imkânı yakaladığından Kafkasya'daki Rus ilerleyişini
durdurmak için Ermenistan ve Balkanlar'da ilerleyen Rus tehlikesine karşı da Ege
Denizi'ne egemen, Batı Anadolu'yu hatta Kıbrıs'ı da içine alan güçlü bir Yunanistan
yaratmak ve İngiltere'nin desteğinde bu devletleri Rusya'ya karşı tampon olarak
kullanmak, bu sayede İngiltere'nin sömürge yollarının güvenliğini sağlamak
istiyordu. Dolayısıyla Mondros Ateşkes Antlaşması bu politikanın ürünü olarak
İngiltere temsilcisi Amiral Calthrope'un adeta dikte ettirdiği şekilde kabul edilmişti.
Ülkenin yıllardan beri savaş içinde olmasının yarattığı zafiyetler, büyük
toprak kayıpları, insan kayıpları Mehmet Akif Bey gibi, aldığı her nefeste adeta
memleketi soluyan bir insan için gerçekten ağır bir atmosfer oluşturuyordu. Bir
şeyler yapmak, bu zilletten çıkmak lazımdı. O sırada, ülkenin kurtuluşuna dair
birtakım görüşler ileri sürülüyor ve özellikle mandacı, himayeci anlayışlar yüksek
sesle konuşup örgütlenip kamuoyunu ikna etmeye uğraşıyorlardı.
Mütarekeden sonra yeni bir dönemin başlamasını, İngilizlerin dostluğunun
elde edilmesi ile mümkün gören Hürriyet ve İtilâf yandaşı İstanbul basını içindeki
Türkçe İstanbul ve Alemdâr gazeteleri yıkıcı bir yayın çizgisi içinde olmuştur.
İstanbul’un İttihat ve Terakki yanlısı gazeteleri ise bu dönemde Amerikan
Mandasını savunmuşlardır.
Üstelik İzmir’in 15 Mayıs 1919’da işgali ile manda tartışmaları artarak
devam etmiştir. Mehmet Akif Bey manda ve himaye tartışmalarının
gerçekleşeceğine imkân ve ihtimal vermemekle birlikte Anadolu’da başlayan millî
mukavemet hareketine zarar vereceği endişesi içinde olmuştur: “...Türklerin 25
asırdan beri istiklâllerini muhafaza etmiş oldukları tarihen müspet bir hakikattir.
Hâlbuki Avrupa’da bile mebde-i istiklâli bu kadar eski zamandan başlayan bir
millet yoktur. Türk için istiklâlsiz hayat müstahîldir. Tarih de gösteriyor ki Türk,
istiklâlsiz yaşayamamıştır.” diyecektir (Akandere, 2009: 672).
Keza İstanbul’da Mehmet Akif’i haklı çıkaran adımlar atılmaya başlanmış ve
bazı İtilâfçı gazeteler Anadolu’da başlayan millî hareketi bir İttihatçı teşebbüsü
olarak kamuoyuna tanıtmaya başlamıştır. Bir defasında Sebilürreşad idarehanesinde
bir sohbet esnasında orada bulunanlardan birinin “Millî Mücadele hareketinin bir
İttihatçılık eseri olduğunu” söylemesine büyük tepki göstermiş ve bu sözü söyleyene
dönerek “Hayır; artık buna da İttihatçılık denemez. Bu memleket meselesidir. Buna
herkes elbirliği ile sarılmalıdır.” demişti (Fergan, 1938: 675). Mehmet Akif, bu
hareketin hiçbir şekilde İttihatçı teşebbüsü olmadığını; herkesin el birliği ile
Anadolu’da filizlenmeye başlayan mücadeleye destek vermesi gerektiğini
düşünmektedir.
Enginün, Mehmet Akif’in vatan ve millet sevgisini şu sözlerle aktarır: “Türk
Milleti’nin uzun tarihi boyunca, uğrunda savaştığı ve gerektiği zaman canını hiç
çekinmeden seve seve feda ettiği bazı ebedî ve kutsal değerleri vardır. Mesela
hürriyet ve istiklâl, Türk Milleti’nin en yüce ve en kutsal değerleri arasındadır. Bu
değerler hemen beraberinde vatan gibi, bayrak gibi başka değerleri de getirir.
Vatan, bir milletin üzerinde yaşadığı ve ecdadımızdan kan ve can pahasına bize
miras kalan mukaddes bir toprak parçasıdır. Bundan dolayı vatan, millet
unsurundan asla ayrı düşünülemez. Vatan bir coğrafya, millet ise bir insan
topluluğudur. Bir milleti millet hâline getiren de, hürriyet ve istiklâl gibi; hak,
hukuk, dil ve din gibi bazı mukaddes değerlerdir. İşte bu ebedî değerlerin başında
gelen vatan tehlikeye düştüğü anda, millet olabilme şuuruna erişmiş ve vatanını
seven her insan, vatanını kurtarmak için varını yoğunu, hatta en kıymetli varlığı
olan canını bile feda etmeye hazır olmalıdır.”(1987: 2).
1919 yılında İstanbul’da yaşayan her Müslüman Türk gibi Mehmet Akif Bey
de büyük bir üzüntü, ıstırap içindeydi. Mondros Ateşkes Antlaşması gerekçe
gösterilerek ülkenin çeşitli bölgelerinde başlayan işgaller üzerine Sebilürreşad bütün
yazıları ile halka sabır, ümit ve cesaret aşılama çabası içine girmişti. Hatta öyle ki,
derginin bazı yazılarının işgal kuvvetlerince yapılan sansürden geçmemesi
dolayısıyla yarı yarıya boş çıktığı görülüyordu (Düzdag, 1991:XXXVIII).
Akif’in çok sevdiği Said Halim Paşa’nın da aralarında bulunduğu pek çok
eski bakan, devlet adamı, subay “savaş ve tehcir suçlusu” olarak tutuklanmış; örfi
idare Divan-ı Harbı’nde idamla yargılanmışlar ve Malta adasına sürülmüşlerdi.
İstanbul’un İtilaf Devletleri tarafından resmen işgal edildiği 16 Mart 1920
günü ve sonrası günlerde gerçekleşen olayları izlerken büyük bir üzüntü duyan
Mehmet Akif Bey, bazı kişilerin Anadolu’da başlamış olan Millî Mücadele’ye
saldırmalarına da hiç tahammül edemiyor ve bu kanaatte olanlara ciddi tepkiler
duyuyordu. Türk vatanının işgalcilerin elinde olmasına Akif’in teessürünü şu
dizelerinde görmek mümkündür: “Ah! Karşımda vatan namına bir kabristan yatıyor
şimdi!/ Nasıl yerlere geçmez insan/ Şu mezarlık ki uzanmış gidiyor, ey yolcu!/
Nerede başladı yükselmeye, bak, nerde ucu,/ Bu hicran-ı müebbed, bu ne hüsran-ı
mübin…/ Ezilir ruh-ı sema, parçalanır kalb-i zemin” dizelerinde bu sıkıntılar vardır
(Kısıklı, 2009: 203).
Mehmet Akif Bey, Mondros Ateşkes Antlaşması ile dayatılan bu çok ağır
şartlardan kurtulup ülkenin bağımsız, milletin özgür olabilmesi için bir kıvılcımın
yeterli olacağına inanıyordu. Akif”in beklediği bu kıvılcım ülkenin her yerinde
işgallerle ve ilhaklara karşı kurulan Müdafa-i Hukuk ve Muhafaza-i Hukuk
cemiyetleri ile ortaya konulmuş; Batı Trakya’da,Batı Anadolu’da, Doğu
Karadeniz’de ve Doğu Anadolu’da peşpeşe millî mücadele örgütlenmeleri
kurulmaya başlamış; Kemal Paşa’nın Anadolu’ya geçmesiyle birlikte adeta bu
kıvılcımlar bir kor ateşe dönüşmüş; Türkiye’nin her yanında şuurlu bir millî uyanış
ve özgürlük heyecanı başlamıştı.
Vatansever bir Müslüman olan Akif, bu zilletten çıkışta yine herkesin üzerine
düşeni yapmasını zaruri görmekte, o günlerde kamuoyunda hissedilen karamsarlığı
içine sindirememekte, ümitsizliğin İslâmda hiçbir şekilde yeri olmadığını ifadeyle:
“Hayata atılan insanın karşısına çıkacak ilk engel ümitsizliktir. Bu bakımdan
başarılı bir hayat için lazım olan ilk ve en mühim unsur da ümittir. İnsana muhtaç
olduğu ümidi, en güzel şekilde temin eden imandır, İslâm imanıdır. Öyle ise imanlı
insan ümitsizliğe düşmemelidir.” demektedir. Ayrıca Mehmet Akif, ümitsizliğin
toplumda telafisi mümkün olmayan bir çözülme yaratabileceğinden de endişe
etmektedir. “Korkaklar utanç içinde ölürler.” diyen Mehmet Akif, “Başınıza gelen
her kötülükten ders alınız. Nefsinizi terbiye ediniz. Her kötülük bir hatanın
sonucudur… İyi biliniz ki, düşmanlarla mücadelede korkak davranmak ve teslimiyeti
kabul etmek, utanç içinde ölmek demektir. Saldıranın, saldırısından kendisini
korunmayı başaranın hayatı aziz ve değerlidir. Bu nedenle millî ve dinî birliğinizi
korumakta asla kusur etmeyiniz.” demektedir. Ülkenin kurtuluşu için tek çıkar
yolun; ümitsizlikten kurtulup, Millî Mücadele’ye yönelmek olduğunu gören Mehmet
Akif, “Ey Müslümanlar! Sizde ruhtan, histen eser yok mu? Ne zamana kadar bu
aşağılanmaya tahammül edeceksiniz? O aşağılayıcı hayat, sahibini dünyada sefil,
ahirette rezil eder. İman demek, taarruza, tecavüze, hakarete tahammül etmek, din
düşmanlarının ezici baskısına boyun eğmek değildir. İman demek onurla yaşamak,
onurla ölmek demektir” sözleriyle, Anadolu’da başlayan Mustafa Kemal Paşa
önderliğindeki Millî Mücadele hareketini desteklediğini açıkça ortaya koymaktadır
(Kısıklı, 2009: 204-205).
Mehmet Akif Bey 1920 Ocak ayında8 yakın dostu Hasan Basri Çantay’ın
daveti üzerine Millî Mücadele’nin başladığı şehirlerden biri olan Balıkesir’e gelerek
burada 23 Ocak 1920 Cuma günü Zağanos Paşa Camii’nde çok bilinen vaazını
vermiş ve milleti Millî Mücadele’ye destek istemiştir.
Mehmet Akif’in Balıkesir ziyareti, haftada bir defa yayınlanan vilayetin resmî
gazetesi Karesi’nin 26 Ocak 1920 tarihli nüshasında “teşrif” başlığı adı altında kısa
bir haber olarak yer almıştır: “Sebilü’r-Reşat Ceride-i İslâmiyesi muharriri Dârü’l
Hikmeti’l- İslâmiye azasından Mehmet Akif Bey Efendi hazretleriyle Sebilü’r- Reşat
müdür ve sahibi Eşref Edib Bey şehrimize teşrif buyurmuşlardır.”(Yiğit; 2009:836).
Aynı günlerde İzmir’e Doğru Gazetesi, ziyarete geniş yer ayırmış ve Akif’in
gelişini, konuşmasını, temaslarını mufassal olarak vermiştir. Akif’i Balıkesir’e davet
eden Hasan Basri Çantay da bölgede “Ses” adıyla bir gazete çıkarıyordu. Fakat
Akif’in geldiği tarihte bu gazete İngiltere’nin baskısıyla İstanbul Hükümeti
tarafından 13 Mart 1919 tarihinde kapatılmıştı.
Çantay, o günleri şöyle anlatmaktadır: “Yunanlıların İzmir’imizi işgalini
müteakip Balıkesir’de başlayan millî hareketlerde de Akif’i yanımızda bulduk. O
zaman Akif İstanbul hükümetinin Darülhikme a’zasından idi. O, millî hareketi duyar
duymaz Balıkesir’e koşmuş, (Zağnos Mehmed) Paşa Camiinin kürsüsünde verdiği
8
Bu konuda birçok kaynakta 1920 Şubat ayının ilk haftası olarak kayıt düşülmekle birlikte, bu konuda
ciddi araştırmalardan birini yapan Yücel Yiğit dönemin Balıkesir basınını ve resmî kayıtlarını
incelemesiyle ulaştığı bilgilerden 20-21 Ocak 1920 tarihlerinde bu ziyaretin gerçekleştiği iddiasını
ileri sürmektedir. (Bkz: Yücel Yiğit; İki hatip Bir Kent: Mustafa Kemal Paşa ve Mehmet Akif
Balıkesir’de; I. Uluslararası Mehmet Akif Ersoy Sempozyumu, Burdur Mehmet Akif Ersoy
Üniversitesi Yayını, 2009. sf:835).
celadetli hitabesinde ‘Ey Balıkesirliler, güzel yurdunuzu çiğnetmeyiniz, müdafaanız
meşru’dur, sebat ediniz, yürüyünüz….’ demiştir. Bu hitabenin memlekette yaptığı
te’sir pek büyüktür. O zaman -hatırımda kaldığına göre (İzmir’e Doğru) gazetesinde
de aynen intişar eden hitabe yüzünden- Akif, İstanbul hükümetince me’muriyetten
azledilmişti…” (1966: 23).
Erişirgil de, Eşref Edip’ten naklen bu ziyareti anlatırken şunları söyler: “Bir
gün Sebilürreşad Mecmuası idarehanesine geldi. Çok heyecanlıydı. Yanına gelen
Eşref Edip’e: Haydı hazırlan, demişti gidiyoruz. Eşref Edip: nereye? diye sorunca
top ve tüfeğin patladığı yere, artık burada duramıyorum, diye cevap verdi.”(1986:
335).
Eşref Edip de bu olayı şu şekilde anlatır: “ …Bütün fikirler hercü merc
olmuştu. Türlü türlü cereyanlar ortalığı kaplamış, hele İzmir’in işgali (15 Mayıs
1919) büsbütün ye’si attırmıştı. Bütün ümitsizlikler içinde üstad bir an füture
düşmedi. O, bu milletin istiklâlsiz kalacağını hatırına bile getirmiyordu. Ayvalık’ta,
Karesi’de başlayan harekatı milliyenin mutlaka büyüyeceğine, bütün memlekete
yayılacağına imanı vardı. O taraflarda bir avuç kahramanın müdafaası, bu güzel
topraklar için canlarını siper etmesi üstad üzerinde büyük tesir husule getirmişti. Bir
gün baktım, idarehaneye çok heyecanlı geldi:- Haydi hazırlan, gidiyoruz, dedi. -
Nereye? - Harekatı milliyenin başladığı cepheye. Artık burada duramıyorum.
Ferdası (ertesi günü) hareket ettik. Balıkesir’e gelip de oradaki Millî Müdafaayı
görünce üstad çok heyecana geldi. - Zafer yolu bu yoldur, dedi. Üstadı aralarında
gören Balıkesirliler çok sevindiler, halk Zağanos Paşa Camii’ne toplandı. Öyle
cemaat doldu ki ayakta duracak yer kalmadı. Herkes üstadı dinlemek istiyordu….”
(1938: 51-53)
Mehmet Akif’in Bey’in şehirlerine geldiğini haber alan Balıkesirliler,
Zağanos Paşa Camiine adeta akın ederek, ondan bir konuşma yapmasını istediler.
Bu talebi kıramayan Mehmet Akif, 23 Ocak 1920 tarihinde Cuma namazından sonra
Zağanos Paşa Camii’nde halka bir vaaz verdi.
Millî Mücadele tarihimiz bakımından kamuoyu oluşmasında büyük bir
katkısı bulunan bu konuşmasına 30 Ekim 1918 tarihinde İstanbul’da yazdığı
“Alınlar Terlemeli” şiiriyle başlayan Mehmet Akif Bey, sürekli birlik ve beraberlik
üzerinde durup, mücadelenin Allah’ın rızası için, milletin selameti için olduğunu
söyleyerek, adeta bu büyük kalabalığı coşturdu. Halktan büyük bir kısmı ağlamaya
başladı.
Mehmet Akif, bu vaazdan sonra birkaç gün daha Balıkesir’de kalarak Hasan
Basri Bey’in misafir olmuş ve Balıkesir’deki okulları, Millî Mücadele’ye destek
verenleri ve şehrin ileri gelenlerini ziyaret etmiştir. Balıkesir’den dönüş tarihi kesin
olarak belirlenemeyen Mehmet Akif, Balıkesir’e gitmek için kâtibi bulunduğu
Dârü’l Hikmeti’l- İslâmiye’den izin almadığı gerekçesiyle ama gerçekte Kuvâ-yi
Milliye’yi öven, destekleyen vaaz ve sözleri sebebiyle Damat Ferit Hükümeti
tarafından 3 Mayıs 1920 tarihinde görevinden alındı (Yiğit, 2009: 837).
3. Millî Mücadele Dönemi ve Burdur Mebusu Mehmet Akif Bey
Mustafa Kemal Paşa 19 Mayıs 1919 tarihinde Samsun’a çıktıktan sonra 21-
22 Haziran 1919 tarihinde Amasya Genelgesi’ni yayınlayarak, vatanın ve milletin
tehlikede olduğunu, İstanbul Hükümeti ve Padişahın elinin kolunun bağlı
bulunduğunu, bu tehdit ve tehlikeden ancak milletin azim ve kararlılığı ile
kurtulunabileceğini belirtmiş; 23 Temmuz 1919 tarihinde Erzurum Kongresi’ni
toplamış, 4 Eylül 1919’da ise Sivas Kongresi’ni gerçekleştirmiştir. Bu gelişmelerin
İstanbul Hükümeti’ni ve işgalci İtilaf Devletlerini rahatsız ettiği muhakkaktır. Zira
Mustafa Kemal ve arkadaşları hakkında tutuklama kararı çıkarılmış; kongreler yasak
edilmiştir. 16 Mart 1920 günü ise İstanbul’da son Osmanlı Meclis-i Mebusan
basılarak dağıtılmış; İstanbul’da millî mücadele taraftarları için hayat artık
neredeyse imkânsız hâle gelmiştir.
Diğer yandan Millî Mücadele’nin Anadolu’da gördüğü desteği kırmak,
Mustafa Kemal ve arkadaşlarını halktan koparmak için bir yandan ittihatçılık
suçlamaları, diğer yandan dinsizlik ithamları ile kara propaganda faaliyetleri
sürdürülmüş; 11 Nisan 1920 günü İstanbul Hükümeti Şeyhülislâm Dürri Zade
imzasıyla bir fetva yayınlamış, bu fetva ile Mustafa Kemal ve arkadaşlarının halife-
sultana karşı isyan ettikleri kamuoyuna duyurulmuştur.
BMM (Büyük Millet Meclisi)’nin açılışına kadar görev yapan Heyet-i
Temsiliye Dürri Zade’nin bu fetvasına karşı hemen Ankara Müftüsü Rıfat (Börekçi)
Efendi'nin 22 Nisan 1920 tarihinde yayınlanan fetvası ile karşılık verdi.9 Bu fetvanın
5.maddesinde "Bu suretle aslında (Halife-Sultan) istemediği hâlde düşman
devletlerinin zoru ve kandırılması ile, olaylara ve gerçeğe uymayarak çıkarılan
fetvalar Müslümanlar için şeriatçe dinlenmemesi" gerektiği belirtildi (Semiz,
www…).
9
Bu fetva 22 Nisan 1920 (02 Şaban 1338) günü Sivas'ta çıkan "Irade-i Milliye" gazetesinde yayınlandı.
Ayrıca bak. Uluğ, A.g.e., s.203-207. Fetvanın altında birçok il ve ilçe müftüsü ile din adamlarının
imzası vardır.
Hatta Anadolu’da başlatılan millî duruşa karşı bu türden iddialardan ötürü,
Sivas Kongresi’nin açılışı esnasında katılan delegelerin yeminleri de sorun olmuş;
delegeler “İttihatçılık/ fırkacılık (particilik) yapmayacaklarına, sadece vatanın ve
milletin kurtuluşu için çalışacaklarına” dair, yemin etmek zorunda kalmışlardır.
Uzun tartışmalar ve alt komisyon çalışmaları neticesinde üzerinde uzlaşılan yemin
metni şöyledir: “Saadet ve selâmet-i vatan ve milletten başka kongrede hiç bir
maksad-ı şahsî takip etmeyeceğime; vatanın bugün duçar olduğu mesâib ve felaketin
müsebbibi bulunan İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin ihyasına çalışmayacağıma ve
mevcut fırak-ı siyasiyeden hiç birisinin âmâl-i siyasiyesine hadim olmayacağıma
vallahi, billahi." (İğdemir, 1969: 5-22).
Tam da bu günlerde, Mustafa Kemal Paşa da Ankara’da 66 ilden seçilip
gelen milletvekilleri ile birlikte, Son Meclis-i Mebusan üyelerinden Ankara’ya
gelebilenlerin katılımıyla 23 Nisan 1920 günü açılan Büyük Millet Meclisi’nin
açılışını gerçekleştirmiş ve Meclis’in açılış beyannamesinde, birlik ve beraberlik
ruhunu öne çıkarmıştır.
Mehmet Akif Ersoy’un İstanbul’dan Ankara’ya geçme kararında kuşkusuz
ki, Balıkesir ziyareti ve Zağanos Paşa Camii’ndeki vaazı neticesinde resmî
vazifesinden çıkarılması, özgürlüğünün tehdit altında olması gibi hususlar etkili
olduğu gibi, Büyük Millet Meclisi’nin açılış beyannamesindeki millî birlik ve
beraberlik ruhu vurgusunun da etkisi vardır. Ancak tam o günlerde Anadolu’dan
bizzat Mustafa Kemal Paşa’dan Akif’in Millî Mücadele’ye katılması yolunda bir de
davet vardır. Kimliği hatırlanmayan, yürüyüşünden asker olduğu yolunda bir kanaat
oluşturan bir zat/ bir subay ile Çengelköy’deki evinde yarım saat konuşan Mehmet
Akif’in önce düşünceli bir hâl aldığı akabinde, konuyu sadece damadı Ömer Rıza
Doğrul ve yakın arkadaşı Eşref Edip ile paylaştığı ve onlara “Artık burada duracak
zaman değildir. Gidip çalışmak lazım. Bizim tarafımızdan halkın aydınlatılmasına
ihtiyaç varmış. Çağırıyorlar… Mutlaka gitmeliyiz. Ben yarın Ankara’ya hareket
ediyorum. Hiç kimsenin haberi olmasın. Sen de idarehanenin işlerini derle topla,
Sebilürreşad klişesini al, arkamdan gel. Şeyhülislâmlık makamındakilerle de görüş,
harekât-ı milliye aleyhinde bir harekette bulunmasınlar.” (Edip, 1938: 139) dediği
bilinir.
Eşref Edip, daha sonraki yıllarda; Atatürk’ün isteğiyle İstanbul’a gelen o
günlerde Trabzon mebusu seçilmiş bulunan Ali Şükrü Bey’in millî hareketin manevi
cephesini kuvvetlendirmek amacıyla Mehmet Akif’i Ankara’ya davet ettiğini
doğrulamıştır. Akif de Sebilürreşad’da “Bu gün icma-ı ümmet Anadolu’dadır.”
diyerek zaten tüm varlığıyla Anadolu’daki Millî Mücadele’den yana tavrını
koymuştur (Uçman, 1986: 51).
Haklarında halife sultana isyan ettikleri gerekçesiyle idam fetvası çıkarılan,
tutuklanmaları konusunda bütün vilayetlere emirnameler gönderilen Mustafa Kemal
ve arkadaşları hakkında çıkarılan çeşitli dedikoduların, ittihatçı ve dine karşı
suçlamalarının Millî Mücadele’yi zaafa düşürebileceği endişesi zaten Mehmet Akif
Bey tarafından da paylaşıldığı için her ortamda bunların telaffuzuna dahi karşı
çıkmış; böyle bir davetin millî mücadelenin manevi yönünü kuvvetlendirmesi
gerekçesine dayandırılması Anadolu’da yapacağı çok iş olduğu noktasında bir
duygunun kendisinde de gelişmesine elbette ki etkili olmuştur.
Mehmet Akif, Anadolu’ya Üsküdar semtindeki Özbekler Tekkesi üzerinden
geçtiği bilinir. Özbekler Tekkesi, İstanbul’un işgal edildiği günlerde Millî
Mücadele’ye katılmak isteyen gönüllülerin Anadolu’ya geçirilmesinde önemli bir
merkez olmuştur. Mehmet Akif, tekkenin Millî Mücadele’ye taraftar şeyhi Ata
Efendi ile 1920 Nisan’ında buluşmuş; bu sırada İtalyan polisi ve birkaç İngiliz
subayı tarafından tekke basılmış, ancak şeyhin aldığı tedbirler sayesinde kimse
yakalanmamıştır. Tekkeden ayrılan Mehmet Akif, aileden bir hatıra olarak yanına
aldığı oğlu Emin ve yol arkadaşı Ali Şükrü Bey ile Üsküdar Karacaahmet
Mezarlığı’nda buluştuktan sonra Anadolu’ya hareket etmiştir. Mehmet Akif,
kendisine Çal köyüne kadar eşlik eden Şeyh Ata Efendi’ye dönerek: “Ne mutlu sana
şeyhim… Kurtuluş savaşçılarına yaptığın bu büyük hizmet inan ki, hiçbir zaman
unutulmayacak ve milleti istiklâle kavuşturacak yıldızlar arasında adın daima
hürmetle anılacak. Bu mazhariyetine ve seni bekleyen şerefli istikbaline
imreniyorum.” (Kısıklı, 2009: 206) demiştir.
Mehmet Akif’in beraberinde Anadolu’ya götürdüğü oğlu Emin Ersoy ise
yıllar sonra bu seyahati anlatırken: “Bir Nisan sabahı babam beni pek erken
uyandırdı. Kalabalık olan evimizde bir fevkaladelik, garip bir heyecan vardı…
Çabucak hazırlandık.(…) Kısıklı üzerinden derhâl hareket ettik. Fayton ikindiye
kadar bizi Alemdağ arkalarında bir çiftliğe götürdü. O günlerde bizim geçtiğimiz
yollar pek tehlikeliydi. İşgal ordularına hizmet etmeyi kabul eden bazı vatansızlar
yolları kesiyor, Millî Mücadele’ye menfaat temin edebilecek herhangi bir teşebbüse
mani olmaya ellerinden geldiği kadar gayret ediyorlardı. Çiftlikte silahlı insanlar
dikkatimi çekti. (…) Geceyi o civar köylerinin birinde köy muhtarının misafiri olarak
geçirdik. Ertesi gün sabah erken hareket ettik. O gün bütün gün yol aldık. İzmit ile
Adapazarı arasında bir köye geldik. Orada Kuva-yı Milliye’ye cephane götüren
kalabalık bir kafileye rastladık ve onlara katıldık… Kafilemiz Geyve Boğazı’na
yaklaşırken bir köyde konakladık ve orada Kuşçubaşı’nın oğlu Eşref Bey ile
birleştik. Tehlikeli mıntıka geçildikten sonra biz (Mehmet Akif, ben, Ali Şükrü Bey,
Eşref Bey, Binbaşı Şükrü Bey) kafileden ayrıldık, tren yolu üzerinden dekovil ile
Eskişehir’e geldik… Atatürk Ankara’daydı. Millet Meclisi yeni teşekkül etmişti. Gazi
ile babamın ilk görüşmelerini bugünkü gibi hatırlarım.” (Emin Ersoy’dan aktaran:
Kısıklı, 2009: 207) der.
Emin Ersoy’un hatırladığı bu ilk karşılaşma, görüşme Ankara’ya geldiği ilk
gün olan 24 Nisan 1920 günü gerçekleşmiş; Mustafa Kemal Paşa, Mehmet Akif
Bey’e hitaben: “Tren öğleye doğru Ankara’ya vasıl oldu. Ali Şükrü Bey, peder ve
ben yaylı bir arabadan Millet Meclisinin önünde indik. Babam bana sen burada otur
diyerek, Meclisin bahçesini gösteriyordu. İşte o sırada Gazi başındaki siyah kalpağı
ile gözüktü. Yanında Erzurum mebusu Gözübüyük zade Ziya Hoca var idi, daha
tanımadığım iki üç kişi var idi. Evvela Ali Şükrü Bey’in elini sıkarak hoş geldiniz
diyen Atatürk oldu; bilahare şaire iltifat etti.”- sizi bekliyorum efendim, tam
zamanında geldiniz, şimdi görüşme kabil olmayacak ben size gelirim.”(Akandere,
2009: 674) sözleriyle Anadolu’ya gelişinden memnuniyetini belirtmiştir.
Gerçekten de Mehmet Akif’in Ankara’ya gelişi başta Mustafa Kemal Paşa
olmak üzere, Millî Mücadelenin önderlerinde büyük bir mutluluk yaratmış; özellikle
Akif’in İslâmcı yönü öne çıkarılarak, kendisinin Millî Mücadele içinde yer aldığı
hususunun halka her türlü vasıta ile duyurulması yoluna gidilmiştir. Akif’in
Ankara’ya intikali 28 Nisan 1920 tarihli Hakimiyet-i Milliye gazetesinde şu
cümlelerle duyurulmuştur: “Pek hassas ve ulvî İslâm şairi Mehmet Akif Bey dahi
İstanbul’dan çıkarak birkaç gün evvel Ankara’ya muvassalat eylemiştir. İlhamât-i
şâiranesinin menba-ı asîli bilhassa hakimiyet-i diniyye ve gayret-i vatananiyyesinde
olan bu güzide İslâm Şairi, aynı zamanda erbab-ı ilim ve hikmetin en ileri
gelenlerinden bir şahsiyet-i mümtazdırlar da. Milletin giriştiği mücadele-i
vatanperverâne İslâm şâiri Mehmet Akif Beyin himmet-i hamiyyetkârından pek çok
feyiz ve kuvvet alacaktır. Şâir-i hakîm-i İslâm’ın önümüzdeki Cuma günü halka bir
mev’ıza irad buyuracağını memnuniyetle haber aldık.”( aktaran: Akandere, 2009:
674).
Mehmet Akif Ersoy da kendisiyle yapılan bir söyleşide, Anadolu’ya geçişi ile
ilgili olarak: “İstanbul’dan mücadele aleyhine fetva çıktığı gün ayrılmıştım.
Üsküdar’dan araba ile şimdi ismini hatırlamadığım bir köye gittik… O zaman
Adapazarı’nda karışıklıklar vardı. Kenarından geçtik. Kâh öküz arabalarıyla, kâh
beygirlerle Lefke’ye geldik ve trenle Ankara’ya ulaştık. Ankara… Ya Rabbi, ne
heyecanlı, helecanlı günler geçirmiştik. Hele Bursa’nın düştüğü gün… Ya Sakarya
günleri… Fakat bir gün bile ümidimizi kaybetmedik, asla yeise düşmedik. Zaten
başka türlü çalışılabilir miydi? Ne topumuz vardı, ne tüfeğimiz. Fakat imanımız
büyüktü.” (Yıldırım, 2007: 154) demektedir.
Mehmet Akif Ankara’ya geldikten sonra aslen Burdurlu olan10 Tophane-i
Amire Veznedarı Mehmet Emin Bey’in kızı olan eşi İsmet Hanımefendi’nin
memleketi olan Burdur’dan Milletvekili seçilmiştir. Ancak Burdur milletvekili
seçilmesinde kendisinin bu türden bir ilişkisinin etkisi var mıdır, tam olarak bir şey
söylemek durumunda değiliz, fakat; Onun hemen milletvekili seçilmesinde, Burdur
Livası BMM azası Miralay İsmail Bey’in istifa etmesi, bu istifanın kabulü ve
Mustafa Kemal Paşa’nın Konya 12. Kolordu Komutanı Fahrettin Altay’a çektiği
şifre telgrafla onun yerine Mehmet Akif’in milletvekili yapılmasını istemesi rol
oynamıştır11. Mehmet Akif’in Burdur milletvekilliği, 5 Haziran 1920 tarihinde
Mazbataları İnceleme Komisyonu’ndan gelen sonuçların ilk BMM tarafından kabul
edilmesi ile kesinleşmiştir. Meclisin 3 Temmuz 1920 tarihli oturumunda Mehmet
Akif’in Burdur’dan sonra, Biga’dan da milletvekili seçildiği anlaşılmış, 14 Temmuz
1920 günü Meclis Başkanlığı Mehmet Akif’e bir yazı yazarak, Burdur ya da Biga
Milletvekilliklerinden birisini tercih etmesi istenmiştir. Mehmet Akif tercihini
Burdur’dan yana kullandığı hususunda Meclis Başkanlığına gönderdiği cevabi
yazının12 sonucunu almadan, 15 Temmuz 1920 günü mecliste bazı milletvekilleri ile
10
Bu konuda elimize tesadüfen Bornova 9. Sulh Hukuk Mahkemesi’nin bir veraset-intikal davası kararı
geçmiştir. Anılan Mahkeme’nin 1995/803 İsmet Hanım’ın amcası Celalettin Bey’e ait Burdur’daki
çeşitli emlâkin mirasçıları arasında paylaşımı hususu konu edilmektedir.
11
Mustafa Kemal’in Konya Vali Vekili Fahrettin (Altay) Paşa’ya gönderdiği, istifa eden Burdur
milletvekilinin yerine Mehmet Akif Bey’in seçilmesi konusunda yardımcı olmasını istediği telgrafı
aynen şöyledir:
“ Şifre Telgraf:
Konya’da 12. Kolordu Komutanı Fahrettin (Altay) Beyefendi’ye;
Ankara 29. 04. 1336 (1920)
İstifasında isabet bulunan Burdur Livası BMM azası Miralay İsmail Beyefendi’nin yerine Burdur
Livası BMM azalığına Ankara’da bulunan Şair Mehmet Akif Beyefendi’nin seçilmesinin temin ve
neticesinin yazı ile bildirilmesini rica ederim” Bkz: Fethi Tevetoğlu; “Gazi Mustafa Kemal- Şair
Mehmet Akif”, Türk Yurdu Dergisi, Akif Özel Sayısı, Aralık 1987., Enver Behnan Şapolyo, Mustafa
Kemal ve Millî Mücadele Tarihi, Ankara, 1944, s.281.
12
Mehmet Akif Bey, sadece bir yerden milletvekili olabileceği Meclis Başkanlığı tarafından kendisine
bildirilince Mehmet Akif 17 Temmuz 1920’de Meclis başkanlığına verdiği cevabi yazıda; Burdur
sancağı azalığını tercih ettiğini ve bu nedenle Biga azalığından istifa ettiğini bildirmiştir. Akif’in
Türkiye Büyük Millet Meclisine gönderdiği bu yazı şöyledir: “Büyük Millet Meclisi Riyaset-i
celilesine 14-VII-1336 tarih ve 270 numaralı emirname-i riyâsetpenâhileri cevâbıdır. Evvelce Burdur
Livasından intihâb edilmiş ve livâ-yı mezkûre giderek müntehib ve müvekkillerime temasta bulunmuş
olduğumdan, Burdur livası âzâlığını tercihan Biga âzâlığından istifa ettiğimi arz ile te’yid-i hürmet
eylerim efendim. 17 Temmuz 1336 B.M.M. Burdur livası azasından Mehmed Akif” Bkz: TBMM ZC,
Devre 1. C.2, s.335.
birlikte yemin etmiştir. Mehmet Akif Bey’in Burdur Mebusluğu’nu tercihine dair
cevabi yazısı ise bu yeminden daha sonra 18 Temmuz günü Meclis Başkanlığınca
kabul edilmiştir.
Akif’in Millî Mücadele dönemi çalışmaları üzerine araştırmalar yapan Çevik,
Mustafa Kemal Paşa’nın söz konusu şifre telgrafından da Akif’in Anadolu’ya Büyük
Millet Meclisi’nde görevlendirilmek üzere davet edildiğini ifade eder (2009: 859).
Esasen, kronolojik gelişmelere bakıldığında da bu görüşte isabet vardır. Zira
Balıkesir ziyareti ve hutbesi sebebiyle görevden alındığı tarih 3 Mayıs 1920 olarak
kayıtlarda yer almakla birlikte bu kararın tebliğ tarihi olarak düşünülmelidir. Bu
türden işlemlerin yapılabilmesi için karardan önce teftiş, rapor, ifade vb. birtakım ön
süreçler vardır ki, Mehmet Akif ve Ankara’ya 24 Nisan’da ulaşmış; 28 Nisan’da
Hakimiyet’i Milliye Gazetesinde Ankara’da olduğu duyurulmuş ve 29 Nisan günü
Mustafa Kemal Paşa tarafından Burdur Mebusu seçilmesi için söz konusu şifre
telgraf emri çekilmiştir. Yani Mehmet Akif Bey’in, bir yerde gelişmeleri görerek,
kestirerek Anadolu’ya geçtiğini söylemek lazımdır.
Mehmet Akif’in Ankara’ya ayak bastığı günlerde henüz düzenli ordu
aşamasına geçmemiş olan Ankara Hükümeti, varlığını ortadan kaldırmaya ve millî
hareketi yok etmeye yönelik iç ayaklanmaları bastırmakla meşguldür. İslâmcı
kimliği, Sebilürreşad’ın başmuharriri olması, İttihatçılara karşı mesafesi gibi
Anadolu insanında o günlerde önemli etki yaratacak özellikleri sebebiyle oluşturulan
“Nasihat Heyetleri” içinde Mehmet Akif Bey de görevlendirilmiştir. BMM, 7 Mayıs
1920 tarihinde oluşturduğu ilk “İrşad Heyeti”nde görev alan Mehmet Akif Bey,
Hakimiyet-i Milliye’de de duyurulduğu üzere, vatandaşların Millî Mücadele
hareketi konusunda bilgilendirilmesi ve desteklerinin alınması amacıyla önce
Ankara Hacı Bayram Camii’nde, sonra da Anadolu’nun işgal görmemiş bölgelerinde
vaazlarına başlamıştır.
Mehmet Akif, ilk ziyaretini Eskişehir’e gerçekleştirmiş, ardından halkın
daveti üzerine seçim çevresi olan Burdur’a geçmiş, büyük bir ilgi ve sevgi ile
karşılanmış ve Burdurlulara bir konuşma yapmıştır. Oğlu Emin Ersoy, Mehmet
Akif’in Burdur’da yaptığı konuşma ile ilgili şu bilgileri vermektedir: “Millî
Mücadele’nin muazzam bir cihad olduğuna halkı o kadar yakından ikna etti ki, bu
vadide öyle mahirane bir üslûp, öyle candan bir ahenk kullandı ki, Anadolu’nun
birçok vilayetlerinde, kazalarında hatta nahiyelerinde, camilerde, medreselerde,
meydanlarda insan kitlelerine hitap etti. O çok samimi konuşuyor, doğruyu
söylüyordu… Onu bir kere dinleyen ve eli silah tutabilen bütün erkekler ailesiyle
vedalaşıyor, evini, karısını, çocuklarını Allah’a emanet ederek cepheye koşuyordu.
Babamı ilk defa Burdur’da hükümet konağında üç yüz, dört yüz kişiyi aşkın bir
cemaate hitap ederken gördüm… İzmir havalisinden sızan kara haberleri,
vatandaşlarımıza yapılan işkence ve hakaretleri, kirli çizmeler altında çiğnenen
tarihî ve ilahi mabetlerimizi öyle yanık bir dille ifade ediyor, bu fecayiin yürekler
acısı sonuçlarını öyle acı bir dille tarif ediyordu ki, ben de dinleyiciler arasında
sıkışmıştım. O muazzam kalabalık derin bir sessizliğe gömülmüştü. Lakin öyle bir
sessizlik, öyle bir hava idi ki, bu; kasırgalar koparacak ruhların, kellesini koltuğuna
almaya niyet eden başların son ve kesin kararından doğuyordu.”
Burdur’da bir hafta kadar kalan Mehmet Akif’in sonraki durağı Afyon-
Sandıklı olmuştur. Emin Ersoy, Sandıklı’dan da Dinar’a geçtiklerini ve burada üç
gün kaldıklarını, sonrasında Antalya’ya giderek, babasının yakın arkadaşı Antalya
Mebusu Hacı Süleyman Efendi’nin misafiri olduklarını söyler.
Mehmet Akif, Ankara’ya döndükten sonra “İrşad Heyeti” ile birlikte 25
Mayıs 1920 günü Konya’ya gitmiştir. Konya’ya gönderilen Antalya Mebusu
Hamdullah Suphi, Trabzon Mebusu Ali Şükrü ve Konya Mebusu Refik Bey'lerle
birlikte Mehmet Akif Bey’in başkanlığında oluşan bu İrşad Heyeti’nin görevi, I.
ve II. Bozkır İsyanları’ndan sonra Konya’da Dürrizade fetvasının etkisiyle yeniden
baş gösteren isyan tehlikesi karşısında halkı aydınlatmaktır. Anadolu ve Rumeli
Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Ankara Heyet-i Merkeziyesi karar defterinin 5 no.lu
kararında "Heyet-i İrşadiye riyasetini ifa etmekte olan şair Mehmet Akif Bey'e -
mesarif-ı zaruriyesini tesfıye etmek üzere- ikiyüz liranın itasına karar verildi." 2
Mayıs 1336 (1920), (altı imza) denmektedir Ankara Hükümeti isyanlara karşı iki yol
izlemekteydi. Birinci yöntemde isyancılara "nasihat" heyeti göndermekte; eğer böyle
bir heyetin gönderilmesi mümkün olmaz ya da isyancılar "nasihat" heyetini
dinlemez ve isyanlarını sürdürürlerse ikinci yönteme yani askerî kuvvet sevk etme
yoluna gitmekteydi. (Semiz, www. )
Emin Ersoy, Mehmet Akif Bey’in Konya’daki çalışmalarını “Babam
Konya’da Kuva-yı Milliye’yi takviye edebilecek gönüllü kafilelerini çoğaltmak, bu
uğurda milletin gönlünde heyecan yaratmak maksadıyla nutuklar söyledi.
Konferanslar verdi. Kalabalık insan kitleleri onu huşu içinde dinliyor, sözlerine hak
veriyorlardı.” sözleriyle anlatır.
Mehmet Akif, Konya’dan tekrar Ankara’ya döndükten sonra Eşref Edip’in
Kastamonu’ya geldiği ve burada yaptığı bazı konuşmaların Vali Cemal Bey’e yanlış
aksettirilmesinden ötürü sıkıntıya girdiği ve Sinop’a sürgün edildiği haberini aldı.
Akif, olayı haber alır almaz dönemin Dahiliye Vekili Adnan (Adıvar) Bey'e giderek
konu ile ilgili bilgi ister. Adnan Bey, sürgün olayının valinin bir evhamından
kaynaklandığını Eşref Edip'in serbest bırakılması için gerekli telgrafın çekildiğini
söylemiştir. Bunun üzerine Akif 4 Ekim 1920'de B.M.M. ne başvurarak
Kastamonu'ya gitmek için izin ister. Meclis zabıtlarından ise Akif in "Propaganda"
için Kastamonu'ya gönderildiği yazılıdır13. Başkan, 7 Ekim 1920'de Akif’i 1,5 ay
izinli saydıklarını bildirerek divanın bu kararını onaylamış, Meclis kabul etmiştir.
Mehmet Akif 19 Ekim 1920 tarihinde yaylı bir araba ile Kastamonu'ya geldi. Burada
Müdafaa-i Hukuk ve Gençler Mahfeli tarafından sevgi ile karşılanır (Semiz, www).
O dönemde Kastamonu'da yayınlanan Açıksöz gazetesi 21 Teşrinievvel
(Ekim) 1336 (1920) tarihli nüshasında Akif’in Kastamonu'ya gelişini okuyucularına
şu şekilde duyurur. "Büyük İslâm Şairi Edibi a'zam Mehmet Akif Beyefendi iki gün
evvel şehrimize gelmiştir. Sebilürreşad’daki yazıları ve sair asarı bergüzidesiyle
İslâm âleminin yegâne şairi olarak tanınan Mehmet Akif Beyefendiye gazetemiz
namına beyanı hoş âmadi eyleriz." Açıksöz gazetesi 22 Teşrinisani 1336 tarihli
nüshasında da "Sebilürreşad ceride-i İslâmiyesi Kastamonu'muz şerefine ilk
nüshasını şehrimizde neşredecektir." haberini verir (Semiz, www…). Sebilürreşad
bir süre burada yayımlandı14.
Mehmet Akif, Kastamonu ve kazalarında dolaşarak halka vaazlar verdi.
Bunların en bilineni ise Kastamonu Nasrullah Camii’nde verdiği vaazdır.
Mehmet Âkif, Nasrullah Camii kürsüsündeki vaazında önce Kur'ân-ı
Kerîm'deki Âl-i İmran, Tevbe, Bakara ve Mâide sûrelerinden bazı âyetler okuyarak
ana hatlarıyla şu hususlar üzerinde durur:
13
Konu ile ilgili Matbuat ve İstihbarat Müdürlüğünün yazısı şöyledir. "B.M.M. Riyaset-i Celilesine,
Burdur Mebusu Mehmet Âkif Bey'in berâ-yı irşad Kastamonu havalisine izâm edilmesi mücih-i
fevaid görülmüş, mumaileyh müftehî-i azimet bulunmuş olduğundan kendisine me'züniyet i'tasiyle
keyfiyetin heyet-i idareye tebliği istirham olunur, efendim.
4 Teşrinievvel 1336, Matbuat ve İstihbarat Müdir-i Umûmîsi Galip Bahtiyar"47
14
İlk çıkan 464 numaralı nüshada Eşref Edip'in şu sözleri dikkat çekiyor. "İngilizler İstanbul'u işgal ile
zulüm ve tazyiklerini arttırdılar. Maddi, manevî bütün hürriyeti islâmiyeyi selbettiler. Her şeyi
tahakküm ve iradeleri altına aldılar. Bunun üzerine müslümanlığı ve müslümanların hukukunu
müdafaa hususunda hiçbir tesir altında kalmayarak daima istiklâli efkârını muhafaza etmiş bulunan
Sebilürreşad'm İstanbul'da intişarına imkân kalmadı. Onun için inayeti hakla risalemiz bugünden
itibaren Anadolu'da neşretmeye başlıyoruz. Kastamonu'da bulunduğumuz müddetçe Sebilürreşad
burada intişar edecektir." Sebilürreşad, No.464, 25 Teşrinisani 336, nakleden Fergan, 1936:140-141.
bkz. Semiz, www…
— Düşmandan asla dost olmaz, düşman hiçbir zaman "mahrem-i esrar"
kabul edilemez. Türk milleti arasında öteden beri yaygın olan "İngiliz adaleti",
"Fransız hamiyeti", "Alman dehâsı", ' 'İtalyan terakkiyâtı "gibi sloganlar itibâr
edilmemesi gereken, gerçek dışı sözlerdir. Mehmet Akif'e göre: "Avrupalıların
ilimleri, irfanları, medeniyetleri, sanayideki terakkileri inkâr olunur şey değildir.
Ancak insaniyetlerini, insanlara karşı olan muamelelerini kendilerinin maddiyattaki
terakkîleriyle ölçmek kat'iyyen doğru değildir".
— Sık sık vicdan hürriyetinden bahseden batılılar aslında dünyanın en
mutaassıp cemaatidir. Bu yüzden, çocukları doğar doğmaz dinî ve millî telkinatla
büyütülen, bilhassa Müslümanlara karşı büyük bir düşmanlık hissiyle yetiştirilen bir
Hıristiyanın bir şarklıyı, hele bir Müslümanı sevmesine imkân ye ihtimal yoktur.
— Müslümanların en büyük düşmanı fitne, fesat, nifak ve şikaktır; bunlar
yüzünden Emevîler 'den başlayarak Abbasîler, Endülüslüler, Gazneliler ve
Selçuklular saltanatlarını, Osmanlılar da eski büyüklüklerini kaybetmişlerdir.
Avrupa medeniyetine ulaşabilmek için yapılacak tek şey, ilk önce, aramıza sokulan
fitne ve fesatları ortadan kaldırarak baş başa verip çalışmaktır.
— Düşmanın bizden istediği, herhangi bir vilâyet veya sancak değil,
doğrudan doğruya başımız, boynumuz, hayatımız, saltanatımız, devletimiz,
hilâfetimiz, dinimiz ve imânımızdır. Bu yüzden, artık aklımızı başımıza almanın
zamanı gelmiştir; çünkü artık "çekilip gitmek için arka tarafta bir karış yerimiz
yoktur!'' (Uçman, 1986: 54).
Dinleyenleri ağlatan bu etkili ve duygulu vaazda Akif, Sevr’in öldürücü
maddelerini bir bir açıklayarak, ”Sevr paçavrasını mücahitlerimiz şark tarafından
yırtmaya başladılar. Bize düşen vazife Anadolu’muzun başka cihetlerindeki
düşmanları denize dökmek, o murdar paçavrayı büsbütün parçalamaktır.” dedikten
sonra şunları söyledi: “Milletler topla, tüfekle, zırhlı ile, ordularla, tayyarelerle
yıkılmaz. Milletler ancak aralarındaki rabıtalar çözülerek herkes kendi başının
derdine, kendi havasına, kendi menfaatine, kendi menfaatini temin kaygusuna
düştüğü zaman yıkılır...… Ey cemaati müslimin! Düşmanlarımızın bu gün bizden
istedikleri, ne filan vilayet, ne filan sancaktır; doğrudan doğruya başımızdır,
boynumuzdur, hayatımızdır, devletimizdir…”(Sebilürreşad, S: 464, 25 Kasım 1920).
Mehmet Akif Bey’in vaazlarının içeriğinde genel olarak değinilen temalar
ana hatlarıyla din kardeşliğinin, birlik ve beraberliğin önemi; tefrikadan-ikilikten
kaçınılması, vatan ve millet kavramları, vatanın ve milletin selameti için
mücadelenin önemi, güzel ahlâk sahibi olmak, iman ve amel birlikteliğinin
gerekliliği, bilimin önemi, cehaletle mücadele, eğitim konuları, modernleşme,
çağdaşlaşma, temizliğe riayet konuları, ayet ve hadislerle, İslâm büyüklerinden, Hz.
Peygamber ve sahabelerinden, Hz. Ömer’den örneklerle insanların anlayacağı dille,
bazen de kendi mısralarıyla veya başka güzel şiirlerle yalın ve sade bir şekilde
işlenmektedir.
Çok küçük yaşlarından itibaren iyi bir İslâmi eğitim ve terbiye sistemi ile
yetişmiş olan Akif’in bu zor ve sıkıntılı günlerde halkı derleyip toparlamak,
insanlarımızın millî ve manevi duygularını canlı tutmak bakımından vermiş olduğu
vaaz ve hutbelerin büyük bir rol ve fonksiyonunun olduğu açıktır.
Bu vaazlar, bir yandan Sebilürreşad’da basılarak, Anadolu’nun bütün
vilayetleri ile, sancak ve kazalardaki mutasarrıflara, kaymakam ve müftülere
iletilirken, diğer taraftan Anadolu’nun bütün camilerinde ve yapılan toplantılarda
yüksek sesle okunup gazetelerde yayımlanarak etkisinin artırılması yoluna
gidilmiştir. Yine bu vaazlar risale ve kitap şeklinde basılarak bütün cephelere
dağıtıldı, köylere varıncaya kadar her yere gönderilmiştir15.
Diğer taraftan Mehmet Akif Bey’in Burdur Milletvekili olarak BMM
içindeki faaliyetlerinden tutanaklara yansıyan konuşmaları, açıklamaları oldukça
azdır. Gizli oturumlarda bir kez, diğer oturumlarda da pek önemsiz konularda birkaç
kez söz aldığı görülmektedir.
Onun BMM zabıtlarındaki en uzun konuşması, gizli oturumda, Londra
Konferansı dolayısıyla Sadrazam Tevfik Paşa ile yapılan görüşmelerin
değerlendirilmesi ve İstanbul Hükümeti’ne verilecek nihai cevap tartışılırken yaptığı
konuşmadır. Daha önceki gizli oturumlarda Londra’ya Ankara Hükümeti’ni
temsilen bir hey’et gönderilmesi tartışılmış ve karara bağlanmıştı. Daha sonra da
İstanbul Hükümeti’ne, Meclis Divan-ı Riyeseti adına Hamdullah Suphi Bey’in
kaleme aldığı bir beyanname gönderilmesi gündeme gelmişti. İşte bunlar
tartışılırken Mehmet Akif Bey de basılıp meclis üyelerine dağıtılan kendi
beyannamesini, söz alıp meclis kürsüsünden okumuştur. Özetle, İstanbul Hükümeti
ile uzlaşmak suretiyle “BMM’nin meşruiyetinin de tescilinin temin edileceği” gibi
cümleleri de içeren bu konuşmaya Mustafa Kemal Paşa açıkça karşı çıkmış ve
BMM’nin meşru olduğunu Padişahın esaret altında bulunduğunu ve İstanbul’dan
15
Mehmet Akif Bey’in Millî Mücadele dönemindeki vaazları ile ilgili bir kaynak olarak “Hasan
Boşnakoğlu, İstiklâl Marşı Şairimizin İstiklâl Harbindeki Vaazları, İstanbul, 1981.” kitabına
bakılabilir. Ayrıca bu konuda çok nitelikli makaleler de vardır, örneğin: Abdullah Uçman, Mehmet
Akif’in Millî Mücadele Yıllarındaki Mev’izeleri, Millî Kültür Dergisi, Mehmet Akif Ersoy Özel
Sayısı, Aralık 1986.
alacağı bir meşruiyet olamayacağını söylemiştir16
Bu konuşma metninde de
görüleceği üzere, Mustafa Kemal Paşa, Mehmet Akif Bey’in önerisine karşı
16
“1- Sevr muahedenamesi hakkında İstanbul’da Tevfik Paşa’ya çekilen telgraf.
REİS-(İkinci Reis Vekili Hasan Fehmi Beyefendi)- Mevzuun müzakeresine başlıyoruz. Söz Heyet-i
Vekile
Reis Fevzi Paşa Hazretlerinin. Buyurun efendim.
FEVZİ PAŞA( Heyet-i Vekile Reisi) (Kozan)- Efendim, İstanbul ile muhaberenin neticesini arz
etmiştim. Bunun üzerine Heyet-i Aliyeniz cevap vermek için bir karar ittihaz buyurmuştu. Üç, dört
gündür bunun tehiri İstanbul münasebatında bazı teşevvüşata sebebiyet veriyor. Rica ederim cevap
verilsin de İstanbul’la hesabımız kesilsin.
MEHMET AKİF BEY (Burdur)- Efendiler, İstanbul’la aramızdaki suı tefehhümün kalkması bu ikiliğin
bertaraf edilmesi için Meclisi Aliniz karar verdi. İstanbul’a bir telgraf yazılacaktı ve bu da Meclis
tarafından yazılacaktı ve son cevap olacaktı.
HAMDULLAH SUPHİ BEY (Antalya)- Beyefendi yazmışlar, geldiler burada okudular.
MEHMET AKİF BEY (Burdur)- Sadi; Şarkın en hakim şairi der ki: “İnsan daima doğru söylemelidir.
Her söylediği doğru olmalıdır. Fakat her doğruyu her vakit söylememelidir.” Bendeniz o telgraf
müsveddesinde bugün söylenilmesi muvafık olmayacak birçok hakikatler gördüm. İcabeden yerlerde
gayet şedit bir lisanla ifade edilmiş. Eğer maksat itilafın temini ise bu lisan tahfif edilmelidir. Daha
itilafcuyane yazılmalıdır. Biz metalibimizi bir lisanı mutedil ile, bir üslubu leyin ile ifade edersek ve
onlar kabul etmezlerse o zaman mesuliyet ve vebal onların omuzlarına gider, kabul ederlerse iş bitmiş
olur. Bendeniz bir şey karaladım. Müsaade buyurursanız okuyayım: ( Ankara ile İstanbul arasında
cereyan eden muhaberattan İstanbul’un henüz gerek kendi vaziyetini, gerek Anadolu’nun vaziyetini
layıkıyle ihata edemediği kanaati hasıl oluyor. Milletin beratı idamından başka bir şey olmayan Sevr
muahedenamesini İstanbul’a kabul ettiren esbabın burada mevzubahis edilmesini münasip
görmüyoruz. Ancak milletin istiklâli o muahedenamenin birkaç maddesinin tadil ve tebdiliyle temin
olunamayıp, büsbütün ortadan kalkmasına mütevekkıf bulmasına nazaran vaktiyle o muahedenameyi
kabul edenlerin bugün konferansta lazım gelen vak-ü tesiri haiz olamayacakları pek tabidir.
Mütarekeden beri devam eden ve inayeti Hak’la hayat ve istiklâlimizin halasına kadar devamı
muhakkak olan mücahede-i milliye sayesinde bugün lehimize olarak bir vaziyet inkişaf etti. Bu müsait
vaziyetten istifadeye koşmak bütün kuvvayı Devlet için bir vecibei hayatiye iken, İstanbul’un hakayiki
ahvale göz yumarak ruhtan ziyade şekil ile meşgul olduğu nazarı teessüfle görülüyor. Zaman, geçmiş
vakayii tahlil ile uğraşacak zaman değildir. Ecnebiler Devletimizin bütün varlığını payimal etmişler,
en tabii hukukunu çiğnemekten sıkılmamışlardır. Bu tecavüzlere diğer taraflardan evvel maruz kalan
ve el’an ecnebi tahakkümü altında baş bile kaldıramayan İstanbul’un bu ahvali göz önünde tutarak
ona göre bir vaziyet ittihaz etmesi zaruri iken, makus bir istikamet alması cidden mucibi teessüftür.
İstanbul nazarında henüz resmen asi telakki edilen Anadolu bugün istiklâli için, Makamı Hilafet ve
Saltanatın tahlisi için canla başla uğraşıyor, düşmanların muhacematına göğüs geriyor, bu yolda
kanını döküyor. Binaenaleyh bugün söz sahibi ancak kendisi olmak icabedeceğini itiraf ve kabul
etmek ve aradaki sui tefehhümü bertaraf ederek B.M.M.’ne tefvizi umur eylemek kendisinin ve bütün
memleketin selameti namına İstanbul için en mütekaddim ve en mütehattim bir vazifedir. Bugün
İnayeti Hakla millet vahdetini temin etmiş, meşru Meclis ve Hükumetini teşki ile ordularını tanzim
eylemiş, her türlü müdahalatı ecnebiyeden azade olarak tenfizi ahkâm ve kazada bulunmuş iken,
bütün bu şeraitten tamamiyle mahrum bulunan İstanbul’un hâlâ eşkal ve merasim ile uğraşması
menafi millet ve maslahatı ümmetle katiyen kabili telif değildir. Bugün İstanbul’un uhdei hamiyetine
düşen en mühim vazife derhâl B.M.M. nin meşruiyetini tasdik ve konferansa murahhas göndermek
hakkının münhasıran bu Meclis’e ait olduğunu ilân etmektir. Bunun hilafında hareket milletin
hâlasına set çekmek, tefrika ve inkisama badi olmak, Makamı Hilafet ve Saltanatı ( papalık ) gibi
kuvva-yı maddiyeden mahrum ve gayrimeşru bir şekle sokarak ecnebilerin amaline bazice derekesine
indirmek demektir. Buna ise Şeraiti garrayı İslâmiyenin katiyen müsadesi yoktur. Kaldı ki
Müslümanlık nazarında pek büyük bir mevkii dinisi olan Makamı Muallayı Hilafeti vaz’ı meşruundan
çıkarmaya hiçbir ferdin, hatta o makamı işgal eden Zatı Şahanenin bile salahiyeti olamaz. İradei
Şahane maslahatı ümmet üzerine ibtina ederse muteber ve muta olur. Evet, zatı Şahanenin arzuyu zati
ve emri hususileri başkadır; Ümmetin emini olmak haysiyetiyle deruhte buyurdukları emaneti
Hilafetten mütehassıl şahsiyeti maneviyenin iradesi başkadır. Binaenaleyh bugün Zatı Şahane bütün
amali hususiyelerinden tecerrüt etmek ve o, deruhte buyurdukları emaneti kübradan mütehassıl
şahsiyeti maneviye namına maslahatı Ümmet muktezası veçhile iradatı aliyede bulunmak mecburiyeti
şeriyesindedirler. Maslahatı Ümmetin muktezası ise (icmaı ümmet) mahiyetinde olan ve bir kuvvei
maddiyeye istinad eden B. M. Meclisi, evet ancak bu Meclis izhar etmek mevkiinde bulunuyor.
Malumdur ki dini İslâmın kıyam ve bekası için zaruri olan teçhizi cüyuş, seddi sugur, tenfizi ahkâm ve
kaza şeraiti esasiyesini bilkülliye iptal ile Makamı manayı Hilafeti mühmel bir hâle koyan (Sevr)
muahedenamesini kabule cevazı şer’i yoktur. Şayet İstanbul’u böyle gayrimeşru bir vaziyete sokan
sebep cebrü ikrah ise bugün o sebebin zail olduğu iddia olunamaz. Binaenaleyh ecnebilerin cebrü
ikrahıyle bütün şeraiti esasiyei şeriyesinden tecrit edilen Makamı Hilafet ve Saltanat için o şeraiti
temin eden B. M. M.’ni derhâl Makamı Celili Hilafetin kuvvei müeyyidesi olarak tasdik ve bu
Meclisin icmai ümmet mahiyetinde olan mukarreratını kabul ile kendi vaz’ı meşruunu iktisap etmek
bir vazifei şeriye olduktan başka beynelmüslimin büyük bir mevkii ihtiramı bulunan Hanedanı Ali
Osmanın ilelebet bu mevkii mümtazı muhafaza edebilmesi için de elzemdir. Gerek Zatı Şahanenin,
gerek bütün Cihanı İslâmın malumu olmalıdır ki B. M. Meclisince bugün Makamı Hilafet ve
Saltanatın hâlasını ve milletimizin istiklâli tamını temin etmekten başka hiçbir gaye mutasavver
değildir ve bunun böyle olduğunu her milletvekili ferden feda yemin ile teyit etmiştir. Onun için bugün
İstanbul’un manasız vesveselerle nazarı ecanipte milletin vahdetini kesredecek gayrimeşru bir tavır
takınmasına B. M. Meclisi son derece müteessiftir. Artık bu gayrimeşru vaziyete bir an evvel hatime
vermek; bu zavallı, bu fedakâr milletin mukadderatını idare etmekte bulunan B. M. Meclisiyle tevhidi
mesai etmek, aynı gayenin husulüne elbirliğiyle çalışmak dinî, vatanî, millî vazaifin akdemidir.
Binaenaleyh gayemizin husulünden sonra aramızda hâlli pek kolay olan mesaili dahiliyeye ait bir
takım noktai nazar ihtilaflarının bugün katiyen mevzu bahsedilmemesini ve yalnız dinü milletin menafi
aliyesi düşünülerek derhâl B. M. Meclisinin meşruiyetini kabul ve intihap ettiği murahhasların tasdik
edilmesini, bu suretle aradaki ikiliğin kaldırılarak Kur’an’ın ve sünneti Resulün emri veçhile Devlet
ve milletimizin ecanibe karşı yekpare bir bünyanı marsus hâlinde tecelli ettirilmesini selameti dinü
devlet namına son defa olarak temenni ederiz. İşbu kararımız Tevfik Paşa’ya aynen tebliğ olunmak
üzere Heyeti Vekileye tevdi olundu.) Mehmet Akif’in bu konuşmasından sonra yedi meb’us söz alarak
bu beyannamenin, katıldıkları ve katılmadıkları yanlarını ve kendi görüşlerini dile getirdiler. En sonra
Mustafa Kemal paşa söz almış ve kısaca şunları söylemiştir:
“ MUSTAFA KEMAL PAŞA HAZRETLERİ (Ankara)- ... Malumu alileri Meclis Riyasetinden ve Heyeti
Vekile Riyasetinden çekilen telgraflara cevaben Tevfik Paşadan gelen en son telgraftan takip edilmiş
olan meşru hususatın, makul ve kati hususatın hiç biri kabul edilmedikten maada, bizi bir de tarih ve
vicdan muvacehesinde itham ediyor. (…) Efendiler Burdur Mebusu Akif Bey biraderimizin yazmış
olduğu şeyde bazı mühim tadilat yapılması lüzumunu görmekteyim ve bu hususatı arzedebilmek için o
takriri ele alayım. Baş tarafta Sevr muahedesinin bazı maddelerini kabul etmektense, Sevr
muahedesinin heyeti umumiyesini tadil etmek lazımdır, diyor. Bunu bugün B. M. Meclisinin
beyannamesinde zikretmek diplomatik bir hatadır. Biz Sevr muahedesini kabul etmediğimizi ilân ettik
ve bu azimde bulunduğumuzu birbirimize söylüyoruz. (…) Sonra mesela ikinci sayfasında (…bugün
lehimize olarak bir vaziyet inkişaf etti. Bu müsait vaziyetten istifadeye koşmak bütün kuvayı devlet için
bir vecibeyi hayatiye iken İstanbul’un hakayiki ahvale göz yumarak...) deniyor. Vaziyet böyle değildir
efendiler. Elhamdülillah bizim vaziyetimiz iyidir. Muztar vaziyette değiliz, koşma vaziyetinde de
değiliz. Henüz bize yapılan teklifin ciddiyetine emniyet yoktur. Biz koşmuyoruz, fakat bazı
hukukumuzu dünyaya ilân etmek için gidiyoruz. (…) Sonra burada deniliyor ki bu meclis meşrudur.
Sonra burada deniliyor ki, ( Bugün İstanbul’un uhtei hamiyetine düşen en mühim vazife derhâl Büyük
Millet Meclisinin meşruiyetini tasdik ve konferansa murahhas gönderme hakkının münhasıran bu
Meclise ait olduğunu ilân etmektedir…) Efendiler bu Meclis meşrudur ve bunun meşruiyetini kimseye
tasdik ettirmek lazım değildir. İkincisi; bu meşru Meclis, meşru ve salahiyattar olan murahhaslarını
göndermiştir. Bu heyetin Avrupaca tanınması için Tevfik Paşaya ricaya ihtiyacımız yoktur.
Binaenaleyh böyle bir şeyi beyannamemizde söylemek, giden heyeti murahhasamızın kıymetini sıfıra
indirmek demektir. Sonra efendiler; makamı Hilafet ve Saltanatın tabiri sırasında Papalık
çıkmakla, tenkit etmekle birlikte kendisinden bahsederken çok samimi ve özenli
davranmakta; “Burdur Mebusu Akif Bey biraderimizin…” diye hitap etmektedir.
Mustafa Kemal Paşa’nın, Mehmet Akif Bey’in teklifine, tartışmalar sonunda bu
şekilde ayrıntılı değerlendirme ve tahliller yaparak cevap vermesi, ona duyduğu
saygının ve onu önemsemesinin bir göstergesidir. Oturum sonunda Reis önce
müzakerelerin kâfi olup olmadığını sonra da İstanbul’a bir cevap yazılmamasını
oylamış ve oylama sonucunda cevap yazılmaması kararı çıkmıştır.
Mehmet Akif Bey’in BMM zabıtlarına yansıyan diğer konuşmalarından birisi
de Bütçe görüşmelerinde Matbuat ve İstihbarat Müdüriyet-i Umumiye bütçesi ele
alınırken Sebilürreşad’a yardım yapılmasına ilişkin iddia ve değerlendirmeler
üzerindedir ki, bu konu doğrudan kendisini de ilgilendirdiği ve bir yerde onuruna
dokunduğu için konuşma ihtiyacı hissettiği anlaşılmaktadır. Burada çok sert sözler
sarf etmiştir17.
kullanılmıştır. Makamı Hilafet ve Saltanatın Papalık kelimesiyle heyetimiz tarafından ifade
olunmasına ve bu kelimenin kullanılmasına bendeniz şahsen taraftar olamam. Yine altıncı sayfada
bazı izahat vardır. (Sevr muahedesini kabul etmeye cevazı şer’i yoktur.) deniliyor. (Edilirse makamı
muallayı Hilafeti mühmel bir hâle getirir.) deniyor. Hâlbuki Sevr muahedesi kabul edilmiş ve makamı
hilafeti mühmel bırakmıştır. Malumu alinizdir ki efendiler, Şurayı Saltanatta Sevr muahedesini Zatı
Şahane bizzat ayağa kalkmak suretiyle kabul etmiştir. Binaenaleyh vaki bir şeydir. Eğer bu vaki gibi
kabul edilirse, zaten Makamı Hilafet ihmal edilmiştir. Hâlbuki biz bunu itiraf etmek istemiyoruz. (…)
Sonra yedinci sayfasında yine Zatı Şahaneden B. M. Meclisinin tasdiki talebediliyor. Evvelki başka
bir manada idi, bu da başka bir manadadır. Hâlbuki efendiler biz Zatı Şahane, İstanbul’da düşman
süngüsü altında iradesini istimale gayri muktedir, yani esirdir, dedik. Binaenaleyh bizim Meclisimizi
bir esir tasdik edemez. Bu da doğru değildir. Olsa olsa o zat Meclisi kabul ettiğini ve tanıdığını –
dikkatle yazılmak lazım geleceğine dair bir fikir vermek için söylüyorum, tanımak başkadır, tasdik
etmek başkadır. Çünkü herkes tanıyabilir- ilân etmesini (…) Sonra efendiler, sekizinci sayfasında
(bugün şöyle böyle anlaşalım ve bunun husulünden sonra aramızda pek kolay olan idarei dahiliyeyi...)
Şimdi efendiler, iki şahıs konuşmuyor. Bir milletle bir şahıs konuşmuyor. Öyle pazarlık olmaz
zannederim. Azmü imanımızda bir tereddüt ve teşevvüş olduğunu bugünden ilân etmiş oluyoruz.
Binaenaleyh kimse ile pazarlığımız yoktur. Meşruiyet üzerinde bulunuyoruz. Akıl ve mantık üzerinde
bulunuyoruz. Bunlardan sarfı nazar etmek doğru bir şey olamaz. Sonra, son sahifesinde bazı ifadeler
var. Şöyle böyle olursa mevcut olan ikilik bertaraf edilmiş olur. Bu da tabii siyasi bir ifade değildir
efendiler. Biz ikilikten bahsetmedik ve etmeyiz efendiler. Biz vahdeti tamme hâlindeyiz. İkilik iddia
eden onlardır. Onu biz iddia etmekle sarahaten onların vaziyetini kabul etmiş oluyoruz. Bu tabiri
yazmakla onların vaziyetini tasdik etmiş oluruz. İkilik yoktur. Vahdet vardır ve bu vahdeti tanımayan
hâli delalette bulunanlar vardır. Binaenaleyh görülüyor ki, bu gibi icrai hususatta teferruata girişmek
doğru değildir. Bir defa zaman meselesi çok mühim bir tesir yapıyor. Bendeniz yeni bir teklif arzetmek
istiyorum. Meclisi Alinin tebellür eden kararı ne ise Tevfik Paşa’ya son yazdığı telgrafa cevaben iki
üç madde olarak sureti münasibede ve kısaca yazmakla Meclisi Ali vazifesini ifa ederse, zannederim
çok güzel olur. Yoksa şimdi bu yazılmış olanları bu heyete tevdi edersek doğru olmaz. Bu esas
kararlar tespit edilir ve Heyeti Vekileye tevdi edilirse, Heyeti Vekile sureti münasibede tebliğ eder
efendim.”(TBMM Gizli Görüşme Zabıtları,Türkiye İş Bankası Yayını, C.1, 8 Şubat 1921(1337)
Ankara, 1985, sf. 410-416.
17
Mehmet Akif’in zabıtlara geçen bu tek tartışmasıdır.
BMM’nin iç çalışmalarında neredeyse suskun, dilsiz hâle gelen Akif Bey’in
bu hâli ile ilgili yakın dostu Mithat Cemal Kuntay şunları söyler: “..Zaten onun
politikacı tarafı hiç yoktur….Nasıl ki Büyük Millet Meclisi’ndeki meb’usluğu 4
(doğrusu 3 sene kadar olacak) senelik bir sükuttur. Zabıtlarda iki üç kelimesi var;
bunlar bile çok defa edattır; bazen de bir nükte: Bütçe müzakeresinde, mazbata
muharriri, Arap harflerinin muzipliği olarak “me’murin” kelimesini “me’mureyn”
diye okuyacak, Akif oturduğu yerden haykıracak: “memureyn olsa şekerle besleriz.”
(1990: 117).
Meclis zabıtlarına geçmiş oylama ve yoklama listelerine göre, Mehmet Akif,
Birinci BMM’nin açık celselerdeki toplam 232 oylama ve yoklamasından 132’sinde
bulunmamıştır.
Katıldığı 100 oylamada ise; 81 kabul, 11 ret ve 8 çekimser oy kullanmıştır.
Gizli celselerde ise verilen 6 oylama listesinin 4’ünde yoktur. 2’sine katılmış
ve kabul oyu kullanmıştır.
Burdur Mebusu Mehmet Akif Bey, Ankara’da bulunduğu zamanlarda genel
olarak düzenli bir şekilde Meclis görüşmelerine katılmıştır.
Çoğu oylamada bulunmamasının ve BMM zabıtlarında fazla bir
konuşmasının, tartışmalara katkısının bulunmamasının nedeni, kendisini Ankara’ya
davet sebebi olarak gördüğümüz kamuoyundaki etkisi, “İslâm şairi” ve
“Sebilürreşad’ın başmuharriri” sıfatlarıyla millet nezdindeki itibarı ve hüsnü kabulü
dolayısıyla BMM tarafından kendisine verilen Meclis dışında irşad görevlerine
ağırlık vermesinden kaynaklanmaktadır.
Milletvekili olduğu Burdur seçim çevresinden gelen vatandaş başvuruları ve
talepleri karşısında dahi sıkılıp, bu istekleri yetkili makamlara iletmekten imtina
eden, hatta bunları “ayıp” olarak değerlendiren Mehmet Akif Bey’in o günlerini ve
siyaset anlayışını Hasan Basri Çantay şöyle anlatır: “ O, kendini daire müdürlerine
ne diye prezante edecekti? Ayıp değil miydi! Bu, kendi kendine zat-ü zaman vermek
değil mi idi? Onu sevenler yapacağı işleri yapıverirlerdi. Bir gün Burdur’un kaza
olması hakkında ez kaza kuvvetli bir teklif gelip çattı! Akif’i görmeli idiniz! O, daire-
i intihabiyyesini henüz tanımamıştı bile! Ne diyecekti? Bu vaziyet karşısında seyirci
kalabilir miydi? Üstad istifaya kıyam etti, güç hâl ile vazgeçirdik. Kendisini seven
bütün arkadaşları o hadisede adeta birer Burdur meb’usu kesildiler, kazadan da
kurtulduk.” (1966: 35).
Bilindiği üzere, I. Meclis’te siyasi partiler yoktu. Ülkenin dört bir yanından
gelen milletvekilleri ise amaçları bir olmakla birlikte çok değişik dünya görüşlerine
sahipti. Tek Mustafa Kemal Paşa, işlerin daha seri yürütülmesi amacıyla 10 Mayıs
1921’de Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu (I. Grup) adıyla gayri resmî
bir kuruluş oluşturmuştu. Mehmet Akif başlangıçta bu grup içerisinde iken,
sonradan Erzurum mebusu Hüseyin Avni (Ulaş) Bey’in altı arkadaşıyla Temmuz
1922’de örgütlü çalışmalarına başlayan II. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk
Grubuna (II. Grup) yakın durmuş; ancak bu grubun da bir üyesi olmamıştır. İkinci
Grup içinde yakın arkadaşlarının özellikle de İstanbul’dan Ankara’ya birlikte geçtiği
Ali Şükrü Bey’in bulunması ikinci gruba yakınlığı intibaı kuvvetlendirse de zaten
siyasetten hoşlanmadığı için doğrudan bu grup içine de girmemiştir. İki grup içinde
de yakın arkadaşları olan Akif Bey’in bazen 1. Grup, bazen II. Grup paralelinde oy
kullandığı görülmektedir. Akif Bey’in her türlü siyasi ayrımcılığı, çekişmeyi
eleştirdiği, maksadın dışına çıkılmamasını istediği ve BMM çatısı altında en önemli
gayenin vatanın kurtuluşu olduğu hususu üzerinde durduğu da bilinen bir gerçektir.
Çetin’in dediği gibi, Mehmet Akif’in kendi tercihlerini kendisi belirleyen
ilkeliliği, grup davranışlarına sığmayan, hatta tahammül edemeyen kişiliği, manevi
değerlerle örülü yaşama tarzı, hayatının birçok döneminde olduğu gibi bu dönemde
de bir kez daha ait olduğu yerde değil de herkesin görmek istediği yere
yerleştirilmesine; yanlış bir şekilde muhalif ve daha muhafazakâr milletvekillerinin
olduğu II. Grup içinde değerlendirilmesine yol açmıştır (2003: 108).
Milletvekilliği boyunca Meclis Millî Eğitim ve İrşad Komisyonlarında görev
almış; II. Toplantı Yılı’nda Millî Eğitim Komisyonu başkanlığını, III. Toplantı
Yılı’nda İrşad Komisyonu kâtipliğini yapmıştır. Millî Eğitim Komisyonu’ndaki
(Maarif Encümeni) görevinden sağlık nedenlerini ileri sürerek 9 Aralık 1922’de
istifa etmiştir (TBMM ZC, I.Devre; C.25:408). Fakat Millî Eğitim Komisyonu’ndan
istifa etmesine rağmen 8 Mart 1923 tarihinde yine İrşad Encümeni’ne (Komisyonu)
seçilmiştir.
TBMM Özlük dosyasında kendisi ile ilgili “kısa olumluk”ta şunlar
kaydedilmiştir:
“TBMM Birinci Döneminde Burdur Milletvekili Mehmet Akif Ersoy’un kısa
olumluğudur.
Adı Soyadı Mehmet Akif
Ersoy
Eserleri
7 cilt safahat, Necid
Çöllerinden Medineye,
Elvabı Tabiat ve İstiklâl
Marşı ve mecmualarda
birçok şiirleri
Babasının
ve anasının
adı
Fatih Müderris-
lerinden Buharalı
İpeklizade Mehmet
Tahir Efendi,
Annesi Buharalı bir
hanım
İlim rutbesi
……………………
Doğum
Yeri
İstanbul
Seçimden evvelki
mesleki ve işi gücü
Sebilürreşad Başmuharriri
Doğum
Tarihi
1873
Milletvekilliği
zamanında evli olup
olmadığı ve kaç
çocuğu bulunduğu
Evli bir çocuk
(Damadı Ömer Rıza Doğrul)
Öğrenimi
Medrese, mülkiye
idadisi ve baytar
mektebi
Osmanlı Meclis-i
Mebusanında
milletvekilliği varsa
seçim yerleri
………………….
Bildiği
yabancı
diller
Arapça, Farsça,
Fransızca
Öldü ise ölüm tarihi
29 Aralık 1936’da
İstanbul’da vefat etmiştir.
Neden
uzmanlığı
olduğu
Edebiyat
Hayatının türlü değişikliklerine ait tamamlayıcı bilgiler
İlk tahsilini Fatih Müderrislerinden pederi Mehmet Tahir Efendi’den
okumuş, Mülkiye İdadisi’ni de bitirerek Baytar Mektebine devam etmiş ve Baytar
Mektebini de birincilikle bitirerek Orman ve Maadin Nezaretine memur olmuştur.
Edebiyata merakı olan bu zat Edebiyat-ı Cedide’ye intisap ederek Servet-i
Fünun, Sırat-ı Müstakim (Sebilürreşad)’ta ve sair mecmualarda yazı yazmağa
başlamış. (Darülhikmeülİslâmiye) Cemiyetine girerek başkâtipliğine tayin edilmiş
ve kendisini Arabistan ve Almanya’ya göndermişlerdir.
Büyük Harpten sonra Sebilürreşad Başmuharrirliğini yaparken Anadolu’ya
geçerek Birinci BMM’ne Burdur Milletvekili olarak katılmıştır.”
Mehmet Akif Bey, Millî Mücadele’nin başarısına; bu başarıya da Mustafa
Kemal Paşa ile gidileceğine kesinlikle inanmış bir insandır. Mücadele’ye ve o
hareketin önderi Mustafa Kemal’e inanmış ve güvenmiş idi. Bu konudaki hükmü,
onu en yakından tanımış kişilerin ifadelerinden açıkça görmekteyiz. Mithat Cemal
diyor ki: “O, ömründe bir tek defa bir saadete vukuundan evvel inandı: istiklâl
zaferine. Doğacaktır sana vaat ettiği günler hakkın, Kim bilir belki yarın , belki
yarından da yakın. -Bu sefer nasıl inandın? dedim, -Başımızdaki adamı (Mustafa
Kemal) kim görse inanırdı! dedi.”(Kuntay, 1990: 204).
Yakın arkadaşı Baytar Şefik de o günleri şu cümlelerle anlatır: “Sakarya
muharebesinin en heyecanlı bir gecesi. Top sesleri Ankara’dan işitiliyor. Akif Beyin
Taceddin Dergâhı yanındaki evinin bahçesinde oturuyoruz. Meb’uslar, Ankaralı
komşular, hayli kalabalık. Ledel’icap Ankara’dan uzaklaşmak için herkes tetikte.
Fena bir haber gelirse hemen hareket edilecek. Üstad endişe gösterenleri teskin
ediyor: - Telaşa mahal görmüyorum. Evvel Allah, ona (Mustafa Kemal’e), onun
askerliğine güvenilir. Ordumuz inşallah galebe çalacak, buna imanım vardır.”
(Edip, 1938: 97).
10-24 Temmuz 1921 tarihleri arasındaki muharebelerde, Afyon ve Kütahya
gibi şehirlerin düşman eline geçmesi üzerine, BMM’nin 23-30 Temmuz 1921 tarihli
gizli oturumlarında Meclis’in Ankara’dan Kayseri’ye taşınması gündeme gelmiş;
Ancak Mehmet Akif, Hasan Basri gibi birçok milletvekili bu fikre kesin olarak karşı
çıkmışlardır. Ailesini Eşref Edip ile birlikte Kayseri’ye gönderen Akif, “Benim
öldüğüm yerde oğlum da ölsün” diyerek, oğlu Emin’i Ankara’da alıkoymuştur.
Eşref Edip’e “ Sen klişeyi al (Sebilürreşad’ın) Kayseri’ye git, dergiyi orda çıkar.
Arkamızdaki Müslümanlar yeise düşmesinler. Sakarya inşallah düşmana mezar
olacaktır.” (Yıldırım, 2007: 253) demiştir.
Büyük taarruzun beklendiği bir süreçte, 24 Temmuz 1922 tarihli BMM
oturumunda ordunun manevi kuvvetini artırmak, moral vermek amacıyla
milletvekillerinden oluşan heyetlerin cepheye gitmesi yolunda alınan karar
çerçevesinde Ali Fuat başkanlığında teşkil edilen ve Mehmet Akif Bey’in de içinde
bulunduğu heyetin Batı Cephesi’nde I. ve II. Orduları, kolordu ve tümenleri ziyareti
kararlaştırılmış; 1 Ağustos 1922 günü sabah erkenden otomobillerle bu ziyaretler
için yola çıkılmıştır (Semiz- Akandere, 2002:54). Ali Fuat Cebesoy Paşa o seyahati
anlatırken: “TBMM’nin 29 Temmuz 1922 tarihli oturumunda Erzurum Milletvekili
Şahin Efendi’nin kurban bayramını kutlamak üzere Batı Cephesi’ne bir kurul
gönderilmesi önerisi görüşülmüştü. Benim başkanlığım altında Karesi Milletvekili
Abdülgaffur Hoca, Budur Milletvekili şair Mehmet Akif, Kayseri Milletvekili Atıf
Beyler’den oluşan bir heyet seçilmişti. Gerçek bir vatansever ve dini bütün bir
Müslüman olan Mehmet Akif, sevdiğim, saydığım yakın bir arkadaşımdı…
Cephedeki görevimiz dört beş gün içinde sona ermişti. Kumandan, subay ve asker
arkadaşlarımız arasında geçen bu kısa zamanın sevincini asla unutamam. (…)
Allah’ım bize zafer günlerini göster diye dualar etmiştim. Ordularımızın morali çok
yüksekti. Hatırladıkça bu gün bile duyguyla titrerim. Tören düzeninde dizilmiş bir
tümenin kıtalarını denetliyorduk. Hepsi aslanlar gibiydi. Mehmet Akif kendinden
geçmişti. Dudaklarından kendi yazdığı İstiklâl Marşı’nın dizeleri dökülüyordu…
Beni solumdan izleyen Akif Bey’e döndüm. Gözlerinde yaşlar birikmişti. Bu coşkulu
görüntü karşısında kendisini tutamıyordu. ‘Akif Bey, siz ağlıyorsunuz.’ dedim. ‘Ne
yapayım sevincimi bastıramıyorum.’ cevabını verdikten sonra ekledi, ‘ama sizin de
gözleriniz yaşlı paşam.’. Arkadaşım doğru söylüyordu. Ben de çok duygulanmıştım.
Gözlerimde biriken sevinç gözyaşlarıydı. … ” (Cebesoy, 193-185) sözleriyle Akif’e
olan saygı ve sevgisini ifade eder.
BMM Evrak ve Tahrirat Müdürü olarak görev yapan Necmettin Sahir Sılan
tarafından I. Meclis Üyelerine yönelik 1921-1923 yılları arasında yapılan tek
soruluk bir anket vardır. Bu anketin sorusu şöyledir: “Kazanılacak olan millî istiklâl
mücahedemizin feyizkâr ve semeradar olması neye mütevakkıftır? ( Kazanılacak
olan millî mücadelenin bolluk getirici (aynı zamanda bilgi ışığı taşıyıcı) ve verimli
olması neye bağlıdır?” Bu soruya Mehmet Akif Bey, diğer vekillerin pek çoğunun
aksine çok kısa bir cevap vermiştir: “Nasıl dört İngiliz dünyayı oynatmakta
hayrettir/bunun elbette vardır bir sırrı derler. İngiliz der ki:/ “sefil evladı (sıradan/
alçak evlatları) şayet ırkımın cür’etli şeylerse/ Necib evladı (soylu/ asil çocukları)
onlardan ceridir (cesurdur) elli kat belki” (TBMM; 2004:85). Mehmet Akif Bey, bu
kısa cevabıyla da milletçe birlik ve beraberliğin her kademede tesis edilmesinin,
bütün yüreklerin aynı şekilde ve heyecanla atmasının güçlü bir devlet olabilmek
açısından ne kadar önemli olduğuna dikkat çekmek ister.
Kuşkusuz ki, Mehmet Akif Bey’in Millî Mücadele dönemindeki en büyük
hizmetlerinden birisi de İstiklâl Marşı’dır. Mehmet Akif Bey bakımından bu marşı
yazmak siyasi bir görev olmamakla beraber, İstiklâl Marşı’nın yazdırılma amacı
milletin birlik ve beraberlik ruhunu pekiştirecek, ortak heyecanı dile getirecek bir
esas olması bakımından bu konuyu da İstiklâl Marşı’nın BMM’deki kabulü ortamı
itibariyle kısaca ele almakta yarar bulunmaktadır.
O günleri hatırlayanlardan eski Dahiliye Vekillerinden (İçişleri Bakanı)
Şükrü Sökmensüer’in İsmet Bey’in yaveri olduğu zamanlara tesadüf eden şu
hatırası istiklâl marşı fikrinin nasıl doğduğunu anlamamız için önemlidir: “1920
sonlarına doğru Erkanı Harbiye-i Umumiye Reisi (Genelkurmay Başkanı) İsmet Bey
(İnönü) Maarif vekili rahmetli Rıza Nur Bey’i makamında ziyarete gitmişti. Ben de
başyaveri olarak yanında idim. Sayın İnönü millî heyecanı koruyacak ve millî azım
ve manevi alanda besleyecek zinde tutacak hâlde, Marseyyaz örneğinde (Fransız
millî marşı) bir marşın hazırlanması için teklif yapmıştı” (Çetin:2003:13) der. Bu
görüşmenin neticesinde Mehmet Akif’in Kastamonu’da bulunduğu günlerde
Ankara’da Maarif Vekaleti bir millî marş güfte ve beste yarışması açar. 7 Kasım
1920 tarihli Hakimiyet-i Milliye gazetesindeki: “Türk şairlerinin nazar-ı dikkatine-
Maarif Vekaletinden bildirilmiştir.”başlıklı bir ilânda, “Millî Marş’ın, Maarif
Vekaletince kurulan edebi bir heyet tarafından yarışmaya katılan eserler arasından
23 Aralık 1920’de seçileceği; yarışmayı kazanan eserin yazarına 500 lira, bestesi
için de 1000 lira nakdi mükafat verileceği” duyurulur. Millî Marş yarışmasına 724
şiir katılmış fakat hiçbiri Millî Marş olmaya layık görülmemiştir. Rıza Nur’dan
sonra Maarif Vekili olan Hamdullah Suphi Bey de dahil olmak üzere herkes, neden
Mehmet Akif Bey’in bu yarışmaya katılmadığını merak ettikleri için yakın arkadaşı
Hasan Basri Çantay’ı devreye sokarak, Akif’in bu yarışmaya katılması için ikna
etmesini isterler (Uğur, 1994:30). Mehmet Akif Bey yarışmaya, herhangi bir parasal
mükâfat veya ikramiyeyi kabul etmeyeceğini kesin bir dille ifade etmek suretiyle
katılabileceğini belirtince; Hamdullah Suphi Bey bir tezkere yazarak, şartları istediği
gibi hâlledebileceklerini belirtir. Mehmet Akif Bey istediği şartların oluşması
üzerine İstiklâl Marşı’nı yazar. İstiklâl Marşı, Meclis kürsüsünde ilk defa 1 Mart
1921 günü Maarif Vekili Hamdullah Suphi Bey tarafından okunur; Çantay o günleri
anlatırken: “Meb’usların alkışlarından meclisin tavanları sarsılıyordu……Üstad ise
mahcubiyetinden, başını kollarının arasına sokmuş, sıranın üstüne yumulmuştu.”
der (Çantay, 1966). Marşın resmen kabulü ise Meclis’in 12 Mart 1337(1921) tarihli
oturumunda gerçekleşmiştir. Mehmet Akif’in şiirinin İstiklâl Marşı olarak kabulüne
ilişkin birçok takrir verilmiştir. En sonunda “bütün meclisin ve halkın takdirlerini
celbeden Mehmet Akif Beyin şiirinin tercihen kabulünü teklif eden” Karesi mebusu
Hasan Basri Bey’in takriri reye konularak kabul edilmiş, diğer mebuslar tarafından
“milletin ruhuna tercüman olan ve meclisin kabulü ile resmî bir mahiyet iktisab eden
İstiklâl marşının ayakta dinlenmek üzere, Maarif Vekili tarafından bir def’a daha
meclis kürsüsünden okunması” teklif edilmiştir. Bütün üyeler ayağa kalkarak
Hamdullah Suphi Bey’in okuduğu İstiklâl Marşı’nı bir kere daha büyük bir vecd ve
heyecan içinde dinlemişler 12 Mart 1337 Cumartesi, saat: 17.45) fakat bütün bu
olaylar yaşanırken Mehmet Akif ise heyecan ve mahcubiyetinden Mecliste
duramamış salondan ayrılmıştır. Marş okunurken Mustafa Kemal Paşa ise, sıraların
önünde ayakta dinlemiş ve durmadan alkışlamıştır (Uğur, 1994: 38).
Mustafa Sagir adlı İngiliz casusunun faaliyetlerinin ortaya çıkmasında da
Mehmet Akif Bey’in rolü olduğu iddia edilir. Oğlu Emin Ersoy’un anlattıklarına
göre, Hindistan adına İslâm âlemi ile ilişkileri tanzim maksadıyla Ankara Hükümeti
nezdinde elçi olarak gönderilen bu zat adına Mehmet Akif Bey’in adresine gelen
postalardan birinin zarfının kazara yırtılması, yırtılan bu büyükçe zarfta bulunan
kâğıtların yazılı olmaması üzerine doğan kuşkulu ortam yapılan tahkikat neticesinde
Mustafa Kemal Paşa’ya suikast amaçlayan bir İngiliz planını ortaya koyar. Kısa bir
süre zarfında yargılanan ve idama mahkum edilen Mustafa Sagir, İngiliz
Hükümetinin bütün girişimlerine rağmen Ankara’da asılır (Yıldırım, 2007: 208-
209).
Mehmet Akif Bey’in çok üzüldüğü ve siyasetten iyice soğuduğu hadiseler
arasında Trabzon Mebusu ve Anadolu’ya geçerken yol arkadaşı olan Ali Şükrü
Bey’in 27 Mart 1923 günü Muhafız Tabur Komutanı Topal Osman tarafından
öldürülmesi de yer alır (Yıldırım, 2007: 291-292).
Mehmet Akif Bey’in içinde bulunduğu ilk Meclis, 1 Nisan 1923 tarihinde
seçim kararı alır. Meclisin son toplantısı 21 Mayıs’ta yapılır ve dağılır.
Mehmet Akif Bey, tekrar milletvekili seçilmeyi düşünmez ve istemez.
Yönetimin kendisinden bir şey beklemediğini de görünce ailesiyle birlikte Mayıs ayı
içinde İstanbul’a göçer. İstanbul’a giderken yanında Millî Mücadele’den iki hatıra
vardır: İstiklâl madalyası ve mebuslara verilen mavzer tüfeği… Kendisinden de aziz
milletimiz için yazdığı, kahraman ordumuza ithaf ettiği İstiklâl Marşı kalır…
Mebusluğunun bitiminden sonra en büyük arzusu gıyaben pek sevdiği
Mehmed Cavid Beyin memleketi olan Balıkesir’in Burhaniye ilçesinin Pelit köyüne
yerleşmek ve orada arkadaşları Mehmed Cavid Bey, Hasan Basri Bey ile denize
nazır, sakin ve asude evinde çok sevdiği milletine şiirler yazmaktı. Ne var ki,
kendisini çok sevindiren bu hülya, Mehmed Cavid Bey’in 2. Dönem BMM’ne
mebus seçilmesiyle sona erer (Çantay, 1966: 34). Dolayısıyla bu isteği de tahakkuk
etmez.
İstanbul’da Beylerbeyi’nde bir ev tutan Mehmet Akif Bey’in o günlerdeki
hâlet-i ruhiyesi yakın dostu Mithat Cemal’in şu cümlelerine yansır: “Bir kenarda
olmak, kimseye çarpmamak için az mevcut olmak istiyordu. Kımıldadıkça başkasının
yerini almak istiyormuş gibi çekingen bir hâli vardı. Dertlerini kendi emziriyor,
kendi büyütüp yetiştiriyor, bir kadın gibi gizli ağlamayı biliyordu.”(Çetin,
2003:108).
Ayvazoğlu’nun sözleriyle, “Akif, Ankara’ya gitmiş, Millî Mücadeleye
katılmış, milletvekili olmuştur, ama bu onun hayat tarzı ve ahlâkının tabii bir
sonucudur. Fakat, Meclis’te az konuşan hatta hiç konuşmayan milletvekillerinden
biridir. 1923 yılında Birinci Meclis feshedildikten sonra İstanbul’a dönüyor ve
herhangi bir muhalefetin içinde kesinlikle yer almıyor. Muhalif olsa bile
muhalefetini açıkça göstermektense susmayı ve gidip inzivaya çekilmeyi tercih
ediyor.” (2007: 84).
Bazı aydınlar ve yayın organlarında aleyhinde yayınlar yapılması ve ayrıca
siyasi çekişmelerin millî mücadele ruhunu gölgelercesine ileri boyutlara ulaşması
Akif’i çok üzüyordu. Buna ek olarak işsizdi ve parasızdı. 1923 yılı Ekim ayında
Abbas Hilmi Paşa’nın daveti üzerine Mısır’a gitti, 1924 baharında döndü. 1923–
1925 arası kışları Mısır’da geçiren baharda dönen Akif Bey, 1926’dan itibaren
gittiği Mısır’dan Türkiye’ye uzun zaman dönmedi. Mısır hayatı bilim ve inziva
içinde geçmiştir. 1936 yılında girerken bir yandan yakalandığı siroz hastalığı, diğer
yandan sıla hasreti Akif Bey’in İstanbul’a dönmesine yol açmıştır. İstanbul’da
Prenses Emine Abbas Halim’in Maçka’daki apartmanında birkaç gün dinlenen
Mehmet Akif Bey, daha sonra tevdi edilmek üzere Nişantaşı’ndaki Sağlık Yurdu’na
yerleştirilmiş; burada bir ay kadar kalmıştır. Fakat, tedavisinin imkânsızlığı
nedeniyle doktor tavsiyesiyle eve çıkarılmış; 27 Aralık 1936 gecesi hayata veda
etmiştir.
Hayatı boyunca İslâm Birliği mefkûresine bağlı kalan, Türk edebiyatına, fikir
hayatına büyük katkıları olan, Millî Mücadelenin kahramanlarından, büyük
vatansever Mehmet Akif’in cenazesini sessiz sakin kaldırılmasına Türk gençliği
müsaade etmez. Mısır’dan yurda son dönüşünde rıhtımda indiği beyaz vapur’dan
karşılayanlar arasında bulunan ve vefat anına kadar kendisiyle yakından ilgilenen
Türkçü- Turancı fikirleri ve aksiyoner hayatıyla bilinen merhum Dr. Fethi Tevetoğlu
(O günlerde askerî tıbbiye öğrencisidir.) hastabakıcıdan vefat haberini almasından
itibaren bütün arkadaşlarını durumdan haberdar eder. Tevetoğlu’nun haber verdiği
11 genç Akif Bey’i Mısır apartmanından Beyazıt Camii’ne otomobile koymaksızın
omuzlarında götürüp musallada yerleştirmişlerken birden bire on binlerce kalabalık
toplanır. Akif’in cenazesi Tıp Talebe Yurdu’ndan getirilen bayrağın da sarılmasıyla
içi kadar dışı da değerlenen cenaze on binlerin omuzlarında cenaze arabasına
konulmaksızın Edirnekapı şehitliğine kadar taşınır. Burada da cenazeyi diğer
fanilerden ayıracak bir şey daha olur, vurgunu olduğu bayrağa sarılarak cenaze
toprağa indirilir ve fatihalarla, kendi yazdığı İstiklâl Marşı ile ebediyete uğurlanır
(Tevetoğlu, 1986: 6-8).
Sonuç
Merhum Mehmet Akif Ersoy’un hayatının önemli bir bölümü, her ne kadar
“siyaset” sözcüğüne olumsuz bir anlam yükleyen bir insan olsa ve Abduh’dan
nakille, sıklıkla “Siyasetten Allah’a sığınan” bir insan olmayı telaffuz etse de,
siyaset içinde geçmiştir. Ancak siyaset hayatı, ilkelerle örülmüş çelik bir zırh gibi,
kimsenin delip geçemeyeceği, kendisini vicdanen rahatsız edecek gelişmelere ve
fiillere sürükleyemeyeceği ölçüler içinde olmuştur. İslâm Birliği fikrini savunan bir
münevver olmasına rağmen, bu fikrin önemli uygulayıcılarından birisi olan II.
Abdülhamit’e karşı olmuş; özgürlük için mücadele etmiştir. Özgürlüğün olmadığı
bir ortamda hiç bir şeyin olmayacağını, İslâmın bile yaşamayacağını düşünmüştür.
Özgürlük mücadelesinde ittihatçılarla işbirliğine girmiş, hatta Cemiyet’e üye olmuş,
cemiyet üyeliğine kabulde edilmesi gereken mutad yemini değiştirtmiştir. İttihat ve
Terakki’nin her türlü emirlerine ve kurallarına değil, sadece vicdanen, ahlâken
uygun bulacağı emir ve kurallarına uyacağını söyleyebilmiştir. İttihat ve Terakki’nin
fırkalaştığı dönemde fırkadan uzak durmuş; siyaset kurumuna da bu aşamada büyük
bir tepki ve eleştirel gözle bakmaya başlamıştır. Parti yöneticilerinin ve siyaset
yapanların yolsuzluk, suiistimal ve yetersizliklerini her zaman eleştirmiş, bu sebeple
de sıklıkla zor ve güç zamanlar yaşamıştır. Baş eğmez yapısı, Sebilürreşad
dergisinin bile gerek parasızlık gerek kâğıtsızlık ve gerekse sansür gibi sebeplerle
kapatılmasına yol açmıştır. Yüksek ahlâk sahibi bir insan olan Mehmet Akif Bey,
hiçbir şekilde maddi çıkarlarla ayartılabilecek bir adam olmamış; hatta, maddi
imkânlarının genişlemesini “hizmet için vesile” addeden ve bu gerekçelerle hırsızlık,
yolsuzluk ve suiistimallerini meşrulaştıranlardan nefret etmiştir. Güçlülerle kavga
ederken korkak olmamış, düşünce ve görüşlerini her platformda, her şartta ve
gerekli tonda ifade edebilmiştir.
İdeolojik olarak İslâmcı olduğu gibi ahlâkî olarak da “asr-ı saadet”
dönemindeki bir Müslüman gibi sade, temiz yaşamayı, o heyecan ve şevk ile
çalışmayı ilke edinmiştir. Kısa sayılabilecek ömrü hep mücadele ile geçmiş, vaktini
iyi kullanan bir insan olarak fikir, sanat, bilim ve siyaset alanında eserler bırakan bir
insan olmuştur. Türk siyasal düşünce hayatının en önemli ürünlerinden birisi olan
Sırat-ı Müstakim ve sonrasında Sebilürreşad nihayetinde Akif’in çalışmalarının,
entelektüel birikiminin bir tezahürüdür.
Milletin refahı ve geleceği, vatanın kurtuluşu için kendisinden yarar umulan
görevleri hiç tereddütsüz kabul etmiş; İttihat ve Terakki yöneticileri ile ideolojik ve
fikri sorunlarının fiili tecavüze dönüştüğü, Sebilürreşad’ın yayınına ket vurmaya
gittiği bir süreçte dahi millî vazife olarak kendisine önerilen Berlin ve Necid
görevlerini yerine getirmiştir.
İslâm Birliği idealinin ancak hür ve bağımsız bir İslâm ülkesi olan Osmanlı
ve sonrasında Türkiye ile tezahür edeceğine inanmış; bu sebeple çağının diğer pek
çok aydını gibi davranmamış, her türlü pesimist anlayışı reddetmiş, manda ve
himaye taraftarlarını aşağılamış; “Küçük Ağa” olmuş, kürsülerden, cami
minberlerinden dalga dalga kulaklara, oradan da vicdanlara uzanan vaaz ve
nasihatleriyle kurtuluşun ancak mücadele ile olacağını haykırmıştır.
Anadolu’da Mustafa Kemal Paşa tarafından başlatılan harekete, ilk anından
itibaren inanmış, bu hareketin gelişmesi için büyük bir aşkla, şevkle, heyecanla
çalışmış; meşhur Balıkesir ziyaretini ve Zağanos Paşa Camii’deki vaazını
sonuçlarını kestirebildiği hâlde gerçekleştirmiştir.
Anadolu’ya geçerken, kendisinden beklenenleri de, kendisinin
yapabileceklerini de çok iyi bilen, değerlendirebilen bir anlayış ve teslimiyet içinde;
Millî Mücadelenin başarısına yürekten inanarak ve her safhasında bu inancını
muhafaza ederek hareket etmiştir.
Mebusluk döneminde parlamento içi faaliyetlerden ziyade günün şartlarından
ötürü, kendisinin mücadeleye yararının kamuoyu oluşturma ve ikna yollarıyla
olacağını kavramış; bu sebepledir ki, özellikle İrşad heyetlerinde çok başarılı
neticelere ulaşılmasına vesile olmuştur. Nitekim Ankara’da bulunduğu günlerde de
büyük bir ciddiyet ve titizlikle BMM oturumlarına iştirak etmiş, oylamalarda
bulunmuştur. BMM içinde çok fazla konuşmasının bulunmamasının esas nedeni de
zaten düşüncelerini, görüşlerini bir yandan vaazları ve sohbetleri ile diğer yandan
yazıları ile kamuoyu ile paylaşabilme imkânına sahip olmasında aramak lazımdır.
Siyaset anlayışında her türlü nifak ve bölücülüğe karşı olmak şiarı olmuş;
Anadolu’da BMM içinde bulunmalarının en birinci nedeninin ülkenin ve halkın
içinde bulunduğu şartlardan özgür, bağımsız günlere taşımak olduğu bilinci içinde
davranmış; bu sebepledir ki, siyasi çekişmelerin tarafı olmak yerine sürekli fayda
üreten bir tarzı benimsemiştir. BMM içinde hem I. Grup ile hem II. Grup ile iyi
ilişkilerinin olması, her ikisinde de çok sevdiği dostlarının bulunması ve
oylamalarda grup taassubu ile değil, o anda vicdani ve akli olarak uygun gördüğü
tarafa oy kullanması onun bu anlayışının sonucudur.
Akif için önemli olan insanın vatanını sevmesi ve çalışmasıdır. Nitekim,
bunu BMM üyelerine yapılan ankete verdiği cevapta çok veciz bir şekilde ortaya
koymuştur. Vatanını sevmeyen, onun için çalışmayan bir insanın Akif nazarında
hiçbir önemi yoktur.
Müspet bilimler öğrenimi gören bir İslâmcı olarak, Müslümanların çağın
gereklerini iyi bilmeleri gerektiğini, her türlü bid’at ve hurafeden sıyrılarak; bilimle,
fenle, çalışarak, ataleti yenerek başarılı olacaklarını ve özgürlüklerini
kazanacaklarını söylemiş, yazmıştır.
Çok iyi Arapça ve Farsça bildiği gibi, çok iyi bildiği Fransızca ile Batı
kaynaklarını takip edebilen; Batı’yı yakından takip edebilen bir insanın kuşkusuz ki,
körü körüne Batı karşıtı olması da mümkün değildi, onun “tek dişi kalmış canavar”
olarak nitelediği “medeniyet”; Doğu’yu sömürgeleştirmek isteyen, istilacı,
köleleştirici zihniyeti temsil eden insanlık dışı bir yapıdır. Nitekim, Berlin Hatıraları,
Akif’in Batının bütün yönlerini nasıl gördüğünü, anladığını ve anlattığını gösteren
bir vesikadır. O kesinlikle insanlar için en iyi olanı, insanî olanı istemektedir. Temiz,
güzel, içinde vicdan taşıyan, Müslümanların geleceği açısından iyi olan her şeye
kaynağı, menbaı neresi olursa olsun açıktır. Ama içinde insanlık olmayan her şeyi
mutlaka eleştirir, kuşku ile irdeler.
Kısacası, Mehmet Akif Ersoy, yüreği vatan için, milleti için çarpan, özgürlük
ve bağımsızlığı vazgeçilmez olarak gören, yüksek ahlâklı, çalışkan, bilgili bir fikir,
bilim, kültür, sanat adamı olarak yaşamış; bu üstün özelliklerini siyaset hayatına da
taşımıştır.
KAYNAKÇA
Abdülkadiroğlu, Abdulkerim ve N. Abdülkadiroğlu (1987); Mehmed Akif Ersoy’un
Makaleleri- ( Sırat-ı Müstakim ve Sebilü’r-Reşad Mecmuaları’nda Çıkan),
Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 796, 1. Baskı.
Akandere, Osman (2009); Oğlu Emin Ersoy’un Anlatımlarıyla Mehmet Akif
Ersoy’un Millî Mücadele’ye Katılması ve Bazı Hususiyetleri, I.
Uluslararası Mehmet Akif Ersoy Sempozyumu, Burdur Mehmet Akif Ersoy
Üniversitesi Yayını.
Albayrak, Sadık (1973); Son Devrin İslâm Akademisi, Dâr’ül Hikmet-il İslâmiye,
İstanbul.
Arslanbenzer, Hakan (2007); Şairin Düşünür Olarak Portresi, Akif’ten Asım’a,
Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayını.
Aydın, Hasan (2009); Mehmet Akif Ersoy’un Şiirsel Söyleminde Doğu’nun Geri
Kalmışlığının Felsefi Çözümlemesi, I. Uluslararası Mehmet Akif Ersoy
Sempozyumu, Burdur Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Yayını.
Ayvazoğlu, Beşir (2007); (Beşir Ayvazoğlu ile Söyleşi) Şairin Düşünür Olarak
Portresi, Akif’ten Asım’a, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayını.
Banarlı, Nihat Sami (1979); Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, 2 cilt, İstanbul.
Boşnakoğlu, Hasan (1981); İstiklâl Marşı Şairimizin İstiklâl Harbindeki Vaazları,
İstanbul.
Canatar, Kadir (2008); “Mehmet Akif’in “Şark” ve “Garp” İmgesi”, Hece, Aylık
Edebiyat Dergisi, (Mehmet Akif özel sayısı), yıl:12, sayı:133.
Çantay; Hasan Basri (1966); Akifname, İstanbul: Ahmed Sait Matbaası.
Çetin, Mehmet (2003); İstiklâl Marşı ve Mehmet Akif Ersoy; Ankara: Kültür ve
Turizm Bakanlığı, Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü Yayını.
Çevik, Zeki (2002); Millî Mücadele’de “Müdafaa-i Hukuk’tan Halk Fırkası’na”
Geçiş (1918-1923), Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi Yayını.
Çevik. Zeki (2009); I. Meclis’te Bir Meb’us: Mehmet Akif (Ersoy) Bey; I.
Uluslararası Mehmet Akif Ersoy Sempozyumu, Burdur: Mehmet Akif
Ersoy Üniversitesi Yayını.
Çiftçigüzeli, Mehmet Cemal (2009); Mehmet Akif: Sırat-ı Müstakim ve
Sebilrürreşat, I. Uluslararası Mehmet Akif Ersoy Sempozyumu, Burdur
Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Yayını.
Duman, Hasan (1986); Mehmet Akif ve Bir Mecmuanın Anatomisi, Millî Kültür
Dergisi, Aralık S.
Düzdağ, Ertuğrul (1991); Safahat – Eski ve Yeni Harflerle Tenkidli Neşir, İstanbul:
İz Yayınları.
Enginün, İnci (1987); “Çanakkale Zaferi’nin Edebiyata Aksi”, Türklük Araştırmaları
Dergisi, S.2.
Erişirgil, Emin (1986); İslâmcı Bir Şairin Romanı, İstanbul: İş Bankası Yayınları.
Ersoy, Mehmet Akif (1919); “Manda Meselesi”, Sebilürreşad, 21 Ağustos 1335
(1919), No 437-438.
Fergan, Eşref Edip (1938); Mehmet Akif, İstanbul.
en, Emir İçhem (2009); İnsancıl Dünya Görüşü Açısından Mehmet Akif Ersoy, I.
Uluslararası Mehmet Akif Ersoy Sempozyumu, Burdur Mehmet Akif Ersoy
Üniversitesi Yayını.
İğdemir, Uluğ (1969); Sivas Kongresi Tutanakları, Ankara: Türk Tarih Kurumu
Yayını.
İlgürel, Mücteba (1999); Millî Mücadelede Balıkesir Kongreleri, Ankara: Atatürk
Kültür Merkezi Yayını.
“İslâm Şâiri Akif Bey” (1920); Hakimiyet-i Millîye, 28 Nisan 1336 (1920), No 25.
Kabaklı, Ahmet (1975); Mehmet Akif, 100 Büyük Edip 100 Büyük Şair Dizisi,
İstanbul: Toker Yayınları.
Kara, İsmail (2007); (İsmail Kara ile Söyleşi) Akif’ten Asım’a; Ankara: Kültür ve
Turizm Bakanlığı Yayını.
Karaer, Nihat (2009); Mehmet Akif ve II. Meşrutiyet, I. Uluslararası Mehmet Akif
Ersoy Sempozyumu, Burdur Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Yayını.
Karakoç, Sezai (1968); Mehmet Akif, İstanbul: Yağmur Yayınları.
Kısıklı, Emine (2009); Millî Mücadele’de Kamuoyu Oluşumunda Mehmet Akif; I.
Uluslararası Mehmet Akif Ersoy Sempozyumu, Burdur Mehmet Akif Ersoy
Üniversitesi Yayını.
Kuntay, Mithat Cemal (1990); Mehmet Akif, Hayatı Seciyesi Sanatı, Ankara:
Türkiye İş Bankası Yayını.
Kutlu, Sacit (2004); Didar-ı Hürriyet (Kartpstallarla II. Meşrutiyet) 1908-1913,
İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayını.
Mehmet Akif’in Yazılarından Seçmeler (2006), Bilim ve Aklın Aydınlığında
Eğitim, Mehmet Akif Özel Sayısı, Sayı:73.
Mehmet Akif ve Safahat (1986); İstanbul: Tercüman Aile ve Kültür Kitaplığı,
İstanbul.
Müstecaplıoğlu, Esat Adil (1937); Mehmet Akif (Ferdî ve İçtimai Karakteri-
Vatanperverliği- Milliyetçiliği- Şairliği), İstanbul: Ülkü Basımevi.
Okay Orhan (2008); “Mehmet Akif’in Karakteri ve sanatı” Hece, Aylık Edebiyat
Dergisi, (Mehmet Akif özel sayısı), yıl:12, sayı:133.
Ortaylı, İlber (2004); Mehmet Akif Sempozyumu, TBMM, Ankara. (Konuşma
metni)
Parlatır, İsmail (2009); İkinci Meşrutiyet Dönemi Fikir Hareketleri İçinde Mehmet
Akif; I. Uluslar arası Mehmet Akif Ersoy Sempozyumu, Burdur Mehmet
Akif Ersoy Üniversitesi Yayını.
Semiz, Yaşar; Millî Mücadele ve Mehmet Akif,
www.turkiyat.selcuk.edu.tr/pdfdengi/s7/17/pdf (erişim tarihi: 15.03.2010)
Semiz, Yaşar - Osman Akandere (2002) ; Millî Mücadele’de Mehmet Akif (Ersoy)
Bey’in Faaliyetleri, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C.XVIII, Sayı:54.
Şapolyo, Enver Behnan (1944); Mustafa Kemal ve Millî Mücadele Tarihi, Ankara.
Şeker, Kadir (2009); Mehmet Akif’te Doğu Batı Düşüncesi, I. Uluslararası Mehmet
Akif Ersoy Sempozyumu, Burdur Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Yayını.
Tansel, Fevziye Abdullah (1991); Mehmet Akif Ersoy – Hayatı ve Eserleri, İstanbul:
Mehmet Akif Ersoy Fikir ve Sanat Vakfı Yayınları.
TBMM GCZ (Türkiye Büyük Millet Meclisi Gizli Celse Zabıtları), Türkiye İş
Bankası Kültür Yay.,c. I, Ankara 1985.
TBMM ZC (Türkiye Büyük Millet Meclisi Zabıt Ceridesi),TBMM Basımevi, c. 2,
Ankara 1981, 3. Basılış.
TBMM ZC, TBMM Matbaası, c. 8, Ankara 1945, 2. basılış.
TBMM ZC, TBMM Matbaası, c. 9, Ankara 1954, 2. basılış.
TBMM ZC, I.Devre; c.25.
TBMM (2004); İlk Meclis (I.Dönem Milletvekilleri Gelecekten Bekledikleri)
Anketi, Ankara: TBMM Kültür Sanat Yayın Kurulu Yayını.
Tevetoğlu, Fethi (1986); Bayrağa Sardığım Yüce Şair, Millî Kültür Dergisi Mehmet
Akif Özel Sayısı, Aralık, 1986.
Tevetoğlu, Fethi (1987); “Gazi Mustafa Kemal- Şair Mehmet Akif”, Türk Yurdu
Dergisi, Akif Özel Sayısı, Aralık 1987.
Timurtaş, Faruk K.(1987); Mehmet Akif ve Cemiyetimiz, Ankara: Kültür ve Turizm
Bakanlığı Yayınları:758.
Topçu, Nurettin (1970); Mehmet Akif, İstanbul: Hareket Yayınları.
Uçman, Abdullah (1986); Mehmet Akif’in Millî Mücadele Yıllarındaki Mev’izeleri,
Millî Kültür Dergisi, Mehmet Akif Ersoy Özel Sayısı, Aralık S.
Uğur, Mücteba (1994); Hasan Basri Çantay; Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayını.
Uyguner, Muzaffer (1991), Mehmet Akif Ersoy, Ankara: Bilgi Yayınları.
Yiğit, Yücel (2009); İki hatip Bir Kent: Mustafa Kemal Paşa ve Mehmet Akif
Balıkesir’de; I. Uluslararası Mehmet Akif Ersoy Sempozyumu, Burdur
Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Yayını.
Yiğit, Yücel (2008);“Mehmet Akif’in Balıkesir Hitabesi”, Hece, Aylık Edebiyat
Dergisi, (Mehmet Akif özel sayısı), yıl:12, sayı:133.
Yıldırım, Tahsin (1985); Millî Mücadele’de Mehmet Akif, İstanbul: Selis Yayınları.