« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

26 Ara

2011

SAMUEL HUNTINGTON

Serdar Kaya 01 Ocak 1970

1. Medeniyetler Çatışması?
2. Medeniyetler Bazında Ülkeler
3. Kararsız Ülkeler
4. Kemalizm ve Batılılaşma
5. Kemalizm ve Başörtüsü
6. Kemalist Devrimler
7. İslami Diriliş
8. Merkezsiz İslam Medeniyeti
9. Diğer Konular
10. Sonuç

1. MEDENİYETLER ÇATIŞMASI?
Harvard Üniversitesi’nde görev yapan siyasal bilimler profesörü Samuel Huntington, 1993
yılında Foreign Affairs dergisinde yayınlanan 'medeniyetlerin çatışması' konulu makalesinin
gördüğü yoğun ilgi üzerine bu çalışmasını genişleterek 1996 yılında 'Medeniyetlerin Çatışması ve
Dünya Düzeninin Yeniden Yapılması' adıyla kitaplaştırdı. 11 Eylül (2001) saldırılarının ardından
tekrar ilgi odağı olan kitap, pek çok sosyal bilimci tarafından yeniden ve daha dikkatlice
okunmaya başlandı.
Huntington, 'medeniyetler çatışması' kavramı ile, önümüzdeki dönemde uluslararası ittifakların
kurulmasında medeniyetlerin belirleyici olacağı ve dolayısıyla olası çatışmaların farklı
medeniyetler arasında gerçekleşeceğini ifade ediyor. Huntington'ın kitabının ilk bölümünde yer
verdiği üç haritanın kitapta ifade edilen düşüncelerin bir ilüstrasyonuna karşılık geldiğini
söylemek ve 21. yüzyılda uluslararası politik alanda neden kimlik ve medeniyet unsurlarının öne
çıkacağı argümanını bu haritalar arasındaki geçişlerle izah etmek mümkün.
1920'li yıllara ait olan ilk harita, Batı tarafından kolonileştirilen dünyayı resmediyor. Dünyayı
'Batı tarafından yönetilenler' ve 'Batıdan bağımsız olanlar' şeklinde ikiye ayıran bu harita,
20’lerde Batının dünyaya ne denli hakim olduğunu gösterdiği kadar, dönemin global politik
ekonomisini şekillendiren öğenin kolonileşme olduğunu da açıkça ortaya koyuyor. Zira Avrupa
kolonileri 1800 yılında dünya yüzölçümünün %35'ini, 1878 yılında %67'sini, 1914'de ise %84'ünü
kontrol ediyordu.
Huntington'ın yer verdiği ikinci harita ise 1960'lı yıllara ait. Soğuk Savaş döneminde ABD ile
Sovyetler Birliği etrafında kümelenen ülkelerin oluşturduğu iki kutuplu dünyayı resmeden ikinci
harita, tamamen politik ve ekonomik ideoloji bazında bir gruplaşmaya dayanan ve bu nedenle
de birinciden çok daha farklı olan bir yapılanmayı gözler önüne seriyor.
Komünist blokun 1989 yılında çözülmesiyle birlikte Soğuk Savaş döneminin sona ermiş olması,
Samuel Huntington'ın 1990'ları resmeden üçüncü haritasını sonuç veriyor ki, bu noktada zaten
söz konusu haritanın ortaya çıkardığı tablonun aynı zamanda Huntington'ın makale ve kitabının
yazılma nedenine karşılık geliyor. Zira Huntington, 1990'lı yıllardan itibaren uluslararası ittifak ya
da ihtilaflarda belirleyici olan unsurun politik ya da ekonomik ideolojiler değil, medeniyetler
olmaya başladığını ve 21. yüzyılda da bu trendin devam edeceğini ifade ediyor; ve bunun ne
anlama geldiğini açıklayabilme adına da, dünyanın farklı yerlerinde yaşanan çeşitli olayları örnek
veriyor.
Huntington'ın tezini en iyi şekilde açıklayan örneğin, Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından
çözülen Yugoslavya olduğu söylenebilir. Zira Yugoslavya'da yeni sınırların farklı inançlara
mensup olan Sırp, Hırvat ve Boşnaklar arasındaki savaşlardan sonra çizilmiş olması, söz konusu
savaşlar esnasında Batı'nın Bosna'ya yardım etme konusunda isteksiz davranması ya da Sırp
vahşetini kınarken Hırvat vahşeti konusunda aynı tavrı sergilememesi gibi gelişmeler
Huntington'ı doğruluyor. Dünya ülkelerinin önceden sadece bir 'Sovyetler Birliği müttefiki'
olarak gördükleri Yugoslavya konusunda, artık 'içindeki farklı unsurlara göre' politika belirliyor
olmaları, örneğin Ortodoks Rusların Sırpları, Katolik Almanların ise Hırvatları desteklemesi,
ilişkilerde artık giderek artan oranda medeniyetlerin esas alınmasının bir sonucu. Bosna'daki
savaş boyunca Bosna'ya sadece müslüman ülkelerin yardım etmiş olması da yine bu durumun
bir başka örneği.
Huntington'ın tek örneği elbette Yugoslavya değil. 2000 yılı olimpiyatlarının Pekin'de değil
Sydney'de gerçekleştirilmesi kararının alınmasını sonuç veren oyların neredeyse tamamının
medeniyetler ekseninde gruplaşmış olması, Bağdat'ın (1990'da) ABD tarafından
bombalanmasına tüm Batılılar sessiz kalarak destek verirken müslüman ülkelerin neredeyse
tamamının harekatı lanetlemesi gibi çok sayıda örnek yer alıyor Huntington'ın çalışmasında.
Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından bağımsızlıklarına kavuşan cumhuriyetlerin tavırlarına
da değinen Huntington, Türki cumhuriyetler ile Türkiye arasındaki ilişkilere ve oraya yatırım
yapan işadamlarının dil, din, tarih ve hatta mutfak birliğine vurgu yapmasına da yer veriyor.
Bağımsızlığına kavuşan ülkelerin Rus sömürüsüyle ilişkilendirdikleri Kiril alfabesini terk
etmelerinin ardından Azerbaycan, Kırgızistan, Türkmenistan ve Özbekistan'ın (Türkiye gibi) Batı
alfabesine geçerken, Farsça konuşan Taciklerin, kendilerini İran'a yakın hissederek Arap
harflerini kabul etmeleri de Huntington'ın vurguladığı diğer noktalar arasında.
Alfabe konusunda benzeri gelişmeleri, birbirine çok yakın lisanlar konuşan Eski Yugoslavya
ülkelerinde de gözlemlemek mümkün. Sırpların önceden Sırbo-Hırvatça olarak adlandırılan
dillerini artık sadece Sırpça olarak adlandırmaları, dahası, Batı alfabesini de reddederek
Ortodoks Rusların Kiril alfabesini kabul etmeleri, Hırvatların dillerindeki Türkçe ve Arapça
kelimelerden kurtulmaya çalışmaları, Ancak Boşnakların aynı Türkçe ve Arapça kelimelere artık
daha çok rağbet ediyor olmaları, Balkanlardaki yeni yapılanmanın medeniyetler ekseninde
gerçekleşiyor olmasının bir sonucu.
Bütün bunlar dikkate alındığında, Soğuk Savaşın ardından yeniden şekillenen dünyada 'Hangi
taraftasin?' sorusunun terk edilerek, 'Sen kimsin?' sorusuna odaklanıldığı gerçeğiyle
karşılaşıyoruz.
2. MEDENİYETLER BAZINDA ÜLKELER
Soğuk Savaş döneminde ittifaklar, ülkelerin iki süper güç etrafında kümelenmesiyle oluşuyordu.
Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından bu durum tamamen değişti. 'Biz kimiz?', 'Nereye
aitiz?', 'Kim bizim gibi değil?' gibi kimlik ve medeniyet eksenli sorulara verilen yanıtlar, yeni
gruplaşmalarda fazlasıyla belirleyici oldu.
Ancak bu durum, ülkelerin hangi medeniyetlere mensup oldukları konusuyla sınırlı kalmadı.
Zira, Huntington'ın dikkate aldığı başlıca dünya medeniyetleri olan Batı, Latin Amerika, Afrika,
İslam, Çin, Hindu, Ortodoks ve Japon medeniyetlerine kimlerin mensup olduğunu incelemek,
yeni ittifakları algılama adına yeterli değildi. Çünkü dünyanın gittiği yönü daha iyi anlayabilmek
için, her ülkenin mensup olduğu medeniyetle ilişkisini ve o medeniyet içerisindeki nüfuzunu da
dikkate almak gerekiyordu. Bunu gerçekleştirebilme adına, Huntington beş ayrı yapı tanımladı:
Üye ülke, yalnız ülke, merkez ülke, bölünmüş ülke, kararsız ülke.
Huntington'ın, herhangi bir medeniyet ile tamamen ilişkilendirilebilen ülkeler için ortaya attığı
üye ülke kavramı, Mısır'ın İslam, İtalya'nın da Batı medeniyetine 'üye' bir ülke olması gibi basit
bir anlam ifade ediyor. Yalnız ülke kavramı ile de, Haiti ya da Etiyopya gibi, herhangi bir başka
ülke ile kültürel bir bağı bulunmayan, medeniyeti itibariyle dünyadan soyutlanmış olan ülkeler
kast ediliyor. Merkez ülke kavramı ise, ait olduğu medeniyete beşiklik eden, o medeniyetin
kültürünün kaynağı olarak kabul edilen ülke ya da ülkeleri tanımlıyor. Ancak böyle bir kavramın
olması, her medeniyetin bir merkez ülke ya da ülkelere sahip olduğu ya da olacağı anlamına
gelmiyor. Örneğin, Batı medeniyetinin ABD ve Franko-Germen olmak üzere iki merkezi olmasına
karşın, Latin Amerika, Afrika ve İslam medeniyetlerinin herhangi bir merkez ülkesi yok.
Bölünmüş ülke ve kararsız ülke kavramları yukarıdakilerden bir parça daha karmaşık.
Bölünmüş ülke ile, içerisinde farklı medeniyetlere mensup olan çok sayıda insan bulunan ülkeler
kast ediliyor. Ciddi oranlarda etnik azınlığa sahip olan Sudan, Hindistan, Çin, Malezya, Filipinler,
Endonezya gibi ülkeleri (farklı seviyelerde de olsa) bu başlık altında incelemek mümkün.
Soğuk Savaş yıllarında kendilerini politik ideoloji ekseninde tanımlayan insanların, (otoriteryen
komünist idarelerin hakimiyetinin sona ermesiyle birlikte) bu aidiyet hissini kaybetmelerinin pek
çok 'bölünmüş ülke' doğurduğu da söylenebilir. Yugoslavya ve Sovyetler Birliği bu tür 'bölünmüş
ülke'lerin ilk akla gelenleri. Sırbistan, Hırvatistan, Bosna, Estonya, Latviya gibi ülkeler,
medeniyetler ekseninde şekillenen yeni dünyanın ürünleri.
Ukrayna ise farklı bir 'bölünmüş ülke' örneği. Ukrayna'nın tamamı Ortodoks olmasına rağmen,
ülkenin sadece batısı Ukrayna dili konuşuyor. Dahası, ülkenin bu kesimi, doğudaki ortodoksların
aksine Papanın dini liderliğini de kabul ediyor. Ülkenin doğu kesiminde ise, Rusça konuşuluyor
ve burada yaşayan insanlar kendilerini Ortodoks medeniyetinin merkez ülkesi olan Rusya'ya ait
hissediyorlar. 1994 yılında yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kazanan adayın %52 gibi
dengeli bir oy oranıyla seçilmiş olmasına rağmen oyların doğu ve batı arasında son derece net
bir şekilde dağılmış olması, kimlik duygularının güçlenmesinin Ukrayna'yı da tehdit ettiği
anlamına geliyor.
Huntington, bütün bu kavramlar arasında en çok kararsız ülke üzerinde duruyor.
3. KARARSIZ ÜLKELER
Samuel Huntington, hal-i hazırda kendilerine ait bir medeniyetleri olan, ancak liderleri (halka
rağmen) bu medeniyeti terk etmeyi ve başka bir medeniyete geçmeyi amaçlayan ülkeleri
kararsız ülke olarak tanımlıyor. Huntington, yeni bir kimliğe geçişin (identity redefinition) gerek
sosyal, gerek politik, gerek kurumsal, gerekse kültürel açıdan son derece uzun, kesintili ve acılı
bir süreç olduğunu ifade ediyor ve bugüne kadar bu tür girişimlerin hep başarısız olduğunu
belirtiyor.
Huntington'ın kararsız ülkelere verdiği örnekler ise, Rusya, Türkiye, Meksika ve Avustralya.
Bu ülkeler arasında, özellikle Rusya ve Avustralya'da yaşanan tecrübelerden, Türkiye'nin alması
gereken çok önemli dersler var.
Rusya
Huntington, Rusya'nın 'kararsızlığı' konusunda daha çok Büyük Peter ve Bolşevik devrimi
üzerinde duruyor.
Büyük Peter konusu özetle şöyle:
1697 ile 1698 yıllarında Avrupa'yı gezen Büyük Peter, döndüğünde ülkesini Batılılaştırmaya
karar vererek bir dizi inkılaba girişir. İlk olarak asil sınıfın sakallarını traş ettirerek vazifeye atılan
Peter, koni biçimindeki geleneksel şapkayı yasaklar, Kiril alfabesini basitleştirir, Batıdan
kelimeler ithal eder ve başkenti Moskova'dan St. Petersburg'a taşır. Despotça uygulamalara da
girişmekten çekinmeyen Peter, sosyal ve politik alanda çoksesliliğin önüne geçecek önlemler
alır. Ortodoks Kilisesi'ni de, doğrudan Çar tarafından atanacak olan bir meclis tarafından
yönetilecek şekilde yeniden yapılandırır.
Sonuç itibariyle Peter, (Huntington'ın ifadesiyle) bir eline Batılılaşmayı, diğer eline de
despotluğu almış vaziyette Rusya'nın 'Batılılaştırılmasına' önayak olur. Ancak (yine
Huntington'ın ifadesiyle) Rusya'daki demokratikleşme yanlıları Batılılaşmayı da savunurken,
Batılılaşma yanlıları demokrasiden pek hazzetmezler ve bu durum 1980'lere kadar devam eder.
Bu şekilde kör topal giderek geçirilen iki asrın ardından Bolşevik devriminin gerçekleşmesiyle
birlikte Rusya'nın Avrupa'ya bakışı yeni bir hal alır. Buna göre, Rusya, iki Alman tarafından
Avrupa'da ortaya konan bir ideolojiyi Avrupa'dan önce benimseyerek Avrupa'nın da önüne
geçecek, ve dahi onlara da öncülük edecektir!
Tıpkı Büyük Peter gibi, komünistler de sosyal dönüşüm konusunda başarılı olamazlar. Ortodoks
Rus halkının Batı konusundaki kafa karışıklığı da hiçbir zaman sona ermez.
'Rusya kendi geleneğine mi sahip çıkmalı, yoksa Batıyı mı örnek almalı?' sorusu, bugün itibariyle
Rusya'nın gerek entelektüelleri, gerek politikacıları, gerekse halkı arasında halen tartışılmakta.
Rusya'nın bu konuda tamamen ikiye bölünmüş durumda olduğu da rahatlıkla söylenebilir. 1992
yılında yapılan bir kamuoyu araştırmasının sonuçlarına da değinen Huntington, halkın %40'ının
Batıya açık, %36'sının Batıya kapalı, %24'ünün ise kararsız olduğu şeklindeki sonuca (ve bu
rakamlara çok yakın olan 1993 yılı seçim sonuçlarına) da dikkat çekiyor.
Avustralya
1990'lı yılların başında, kimi Avustralyalı politikacılar 'Anglofil' zihniyetin terk edilmesi ve Asyalı
bir kimliğe sahip çıkılması yönünde bir politikanın ülke için daha iyi olacağını ifade etmeye
başladı. Ticaretinin çok önemli bir kısmını Asya'daki komşularıyla yapan Avustralya'nın
'imparatorluğun bir şubesi' olarak faaliyet göstermesine bir son verilerek kraliyetten tam
bağımsız bir cumhuriyete geçilmesine yönelik halk desteği 1993 yılında bir ara %46'ya kadar
yükseldiyse de, takip eden dönemde bu konu halk nezdinde çekiciliğini yitirdi.
Daha da kötüsü, Asyalılar da Avustralya'yı kendi birlikleri içinde görmek istemediler!
Malezya'nın (o zamanki) başbakanı Mahathir Muhammed 1994 yılında yaptığı bir açıklamada,
Avustralya'nın kültürel olarak hala Avrupalı olduğunu, Asya'ya ait olmadığını, başkalarını
doğrudan eleştirmekten ya da yargılamaktan uzak duran Asya geleneğine karşın, Avustralya'nın
'kültürel olarak Avrupalı olmasından ötürü' başkalarına ne yapıp yapmayacaklarını, neyin doğru
neyin yanlış olduğunu söyleme eğiliminde olduğunu ve bütün bunlardan ötürü Asya ile uyumsuz
olduğunu ve Avustralya'nın ASEAN adaylığına bu nedenlerden ötürü karşı çıktığını belirtti.
(Samuel Huntington, bu noktada, Asyalıların Avustralya'yı kulüplerine almayı reddetme
nedenleri ileAvrupalıların Türkiye'yi almama nedenlerinin tamamen aynı olduğunu ifade ediyor:
'Onlar bizden farklılar')
Kemalizm ve Türkiye
Samuel Huntington, kitabında Türkiye ve Kemalizme sıklıkla değiniyor. Dahası, Türkiye dışındaki
pek çok yerde gerçekleştirilen ve bizim daha çok 'halk için halka rağmen' olarak adlandırdığımız
medeniyet ithali ve dayatması eylemlerine de 'Kemalizm' olarak referansta bulunuyor.
Huntington'ın ifadesiyle 1920 ve 1930'larda Türkiye'yi Osmanlı ve müslüman geçmişinden
uzaklaştırma adına faaliyet gösteren Kemalizm, medeniyet ithaliyle Türkiye'yi Avrupalı yapmaya
kalkan bir projeydi. Huntington tıpkı benzeri diğer projeler gibi sonuç itibariyle Kemalizmin de
başarısız olduğunu söyledikten sonra, bu başarısızlığın neden kaçınılmaz olduğunu şu cümlelerle
açıklıyor:
Eğer Batılı olmayan toplumlar modernleşmek istiyorlarsa, bunu Batılılar gibi değil, tıpkı Japonya
gibi, kendi yöntemleriyle, kendi gelenek, kurum ve değerlerini kullanarak ve geliştirerek
başarmak zorundalar.
Toplumlarının kültürlerini temelden yeniden şekillendirebileceklerini düşünebilecek denli kibirle
dolu politik liderlerin başarısızlığa uğrayacak olmaları mukadderdir. Böyle liderler, atı
kültürünün kimi öğelerini tanıtabilseler bile, mevcut kültürün temel öğelerini ortadan
kaldırmaya ya da sonsuza dek bastırmaya güç yetiremezler. Daha da kötüsü, Batı virüsü bir kez
bir başka topluma yerleştiği an, onu oradan söküp atmak zordur. Bu virüs orada yaşamaya
devam edecek olsa da, öldürücü değildir; hasta, yaşamaya devam eder, ama virüsün zararından
korunamaz. Politik liderler tarih yapabilirler, ama tarihten kaçamazlar. Kararsız ülkeler ortaya
çıkarırlar, Batılı toplumlar yaratamazlar. Kalıcı olan ve tabiat haline gelen kültürel bir şizofreni ile
ülkelerini malul ederler.
Batılılaşma konusunda Türkiye bugün itibariyle (tıpkı Rusya gibi) ikiye bölünmüş durumda.
Çünkü Türkiye artık Kemalizm öncesindeki gibi olmadığı (ve olamayacağı) gibi, Batılı da değil.
Zira Türkiye, Kemalist dayatmalar sonucunda, ne Orta Doğulu ne de Batılı olmayan, iki arada bir
derede, kafası karışık ve bütün bunlardan ötürü tanımsız ve kimliksiz bir ülke haline gelmiş
durumda. 'Kararsız' olmasının nedeni de yine bu kafa karışıklığı.
Tıpkı Avustralya'nın Asyalılar tarafından reddedilmesi gibi, Türkiye'nin de kültür ve
medeniyetinin Avrupa ülkelerinden farklı olması nedeniyle yıllardır Avrupa kapısında bekliyor
olması da ilk olarak aklımıza Kemalizmi getirmeli. Çünkü her ne kadar ilkokuldan itibaren
hepimize 'artık Avrupalı olduğumuz' öğretilse de, dışarıdan bakıldığında gerçeğin hiç de öyle
olmadığı (ve daha da önemlisi, olamayacağı) açıkça görülüyor.
Türkiye, eğer bu kararsızlıktan kurtulmak istiyorsa, geçmişine ve kimliğine vurulan ölümcül
darbeleri algılayabilme adına Kemalizmin aslında nasıl bir proje olduğunu objektif bir gözle ve
(hepsinden önemlisi) ezberlerini bozmaya baştan hazır olarak dikkatle incelemeli. Kendini
bulabilmesi ve kaldığı yerden yola devam edebilmesi için bu şart.
4. KEMALİZM VE BATILILAŞMA
Huntington, Batılı olmayan toplumların 'modernleşme' ve 'Batılılaşma' kavramlarına üç farklı
tepki verdiklerini söylüyor:
1- Hem modernleşmeyi, hem de Batılılaşmayı reddetmek,
2- Her ikisini de benimsemek,
3- Modernleşmeyi benimseyip, Batılılaşmayı reddetmek.
Hem modernleşmeyi hem de Batılılaşmayı benimseyen ikinci tip tepkinin Kemalizme karşılık
geldiğini söyleyen Huntington, Türkiye'de Mustafa Kemal tarafından hayata geçirilen bu
modelin yapısını (Türk kültür mirasının özelliklerini de dikkate alarak) inceliyor.
Kitabında Türkiye’ye sıklıkla değinen Huntington, Kemalizm'in üç varsayıma sahip olduğunu
belirtiyor:
• Modernleşme arzulanır ve gereklidir.
• Yerli kültür modernizasyonla uyumlu değildir ve bu nedenle terk edilmeli ya da ortadan
kaldırılmalıdır.
• Bir toplumun başarılı bir şekilde modernize edilebilmesi için, tamamen Batılılaşması
gerekir.
Modernizasyon kavramını daha çok endüstriyelleşme çerçevesinde ele alan Huntington,
Kemalizmin bu yaklaşımının, 'Başarılı olmak için bizim gibi olmalısınız, çünkü bunun tek yolu
bizim yolumuzdur' anlayışında olan kimi Batılılar arasında popüler olmasının sürpriz olmadığını
belirtiyor. Batılı olmayan toplumların dini değerlerinin, ahlaki varsayımlarının ve sosyal
yapılarının, endüstriyelleşmenin gereklerine en iyi ihtimalle yabancı, zaman zaman da düşman
olduğunu öngören bu anlayışa göre, ekonomik anlamda kalkınabilmek için, günlük hayatın ve
toplumun radikal ve yıkıcı bir şekilde yeniden yapılandırılması, ve hatta bu toplumlarda yaşayan
insanların varlığı anlamlandırılma şekillerinin dahi değiştirilmesi gerekiyor.
Huntington, bu noktada, medeniyetler çatışması ve Orta Doğu politikaları gibi konularla ilgili
olanların yakından tanıdığı bir isim olan Daniel Pipes'ın 'In the Path of God' adlı kitabından bir
alıntı yapıyor. Bu kitabında İslamın modernleşme adına herhangi bir alternatif sunmadığını
belirten Pipes, laikliğin, Avrupa dillerinin ve Batı eğitim kurumlarının kaçınılmaz olduğunu,
müslümanların ancak Batı modelini açıkça kabul etmeleri durumunda kalkınabileceklerini, ancak
Batı kültüründen bir şeyler öğrenebilmek için, öncelikle onun üstünlüğünü kabul etmiş olmak
gerektiğini söylüyor.
1
Bu noktada sözü Mustafa Kemal Atatürk'e getiren Huntington, Atatürk'ün bu sonuçlara
Pipes'tan 60 yıl önce vardığını ve bu nedenle de Türkiye'yi Batılılaştırma ve modernleştirme
adına büyük bir hamle başlattığını belirtiyor.
Huntington, Atatürk'ün ülkenin İslami geçmişini reddettiğini ve diniyle, mirasıyla, kültürüyle ve
kurumlarıyla Müslüman olan bir toplumu modern ve Batılı kılmaya kararlı olan yönetici elit sınıf
ile birlikte hareket ederek, Türkiye'yi 'kararsız ülke' (torn country) haline getirdiğini ifade ediyor.
Bu noktada da, Kemalizmin yüzyıllardır var olan bir kültürü yok etmek ve yerine başka bir
medeniyetten ithal edilmiş olan tamamen yeni bir kültür koymak gibi zor ve travmatik bir
göreve sahip olduğu sonucuna varıyor.
Huntington, kitabının bir başka bölümünde, Türkiye'de 1920'li ve 30'lu yıllarda gerçekleşen
devrimleri de yine bu çerçevede açıklıyor. Bu noktada, halkı Osmanlı ve müslüman geçmişinden
uzaklaştırma girişiminde bulunan Atatürk'ün, dini gelenekçiliğin bir sembolü olan fesi
yasaklamasına ve insanları şapka giymeye teşvik etmesine değiniliyor.
Bu amaç doğrultusunda yapılan onca değişikliği tek tek sayan Huntington, bütün bunlar
arasında harf inkılabının çok daha hayati bir önem arz ettiğini belirterek, daha önce yazdığı
'Değişmekte Olan Toplumlarda Politik Düzen'
2
adlı kitapta yer alan konu ile ilgili bir kısmı
alıntılıyor ve kendilerine Roma alfabesi öğretilen yeni nesillerin devasa boyuttaki geleneksel
yazına erişimlerinin imkansızlaşacağı konusunu vurguluyor. Roma harfleriyle eğitimin Avrupa
dillerini öğrenmeyi teşvik edecek olması da Huntington'ın önemli bulduğu bir diğer nokta.
Türkiye'de Fransızca bilenlerin Fransızlar, İngilizce bilenlerin ise Anglosaksonlar gibi düşündüğü
hatırlanacak olursa, Huntington'ın bu vurgusunun, (yukarıda da belirtildiği gibi) eşyaya bakışı ve
varlığı algılayışı dedelerinden çok farklı olan yeni bir neslin 'üretilecek' olması konusuyla bire bir
irtibatlı olduğu söylenebilir.
Huntington'ın kitabında, Atatürk'ün, çokmilletli bir imparatorluk fikrine karşı olması nedeniyle,
homojen bir ulus devlet oluşturmaya niyetlenmesi ve bu süreç dahilinde Ermeni ve Rumları
1
Pipes, Daniel. ‘In the Path of God: Islam and Political Power ’ Transaction Publishers.
2
Huntington, Samuel P. 1968. 'Political Order in Changing Societies' New Haven: Yale University Press.
öldürmesi gibi konulara da değinilse de, asıl odak noktası, Batılılaştırılması hedeflenen bir
toplumun geçmişine ve değerlerine yabancılaştırılarak Batılı kılınmaya çalışılmasında. Böyle bir
şey dünyada Mustafa Kemal'den önce tecrübe edilmediği için de, konu medeniyetlerin
çatışması olduğunda, Türkiye önemli bir 'çalışma konusu' haline geliyor. Kemalizm'in
(Huntington'ın ifadesiyle) nihayetinde başarısızlığa uğramış olduğu gerçeği de, Türkiye'nin
incelemelere konu olma özelliğinin ortadan kalkacağı anlamına gelmiyor.
5. KEMALİZM VE BAŞÖRTÜSÜ
Samuel Huntington'ın tasvir ettiği şekliyle Kemalizm, bir tür 'toplumsal dönüşüm projesi' olarak
karşımıza çıkıyor. Bu da, Kemalizmin 'bir ideoloji' olduğunu duymaya alışmış olan Türkiye'deki
kitleler için pek alışıldık olmayan bir yaklaşım.
Zaten kendisini Kemalist hisseden Türkler istisna edilecek olursa, dünyada Kemalizmi 'kendine
özgü' yeni bir felsefeye sahip olan ideoloji olarak gören hiç kimse yok denilebilir. Kemalizm
dendiğinde, 'Batılı olmayan' bir toplumun, son derece dar bir elit çevre tarafından, 'herşeyiyle
Batılı' bir topluma dönüştürülmeye çalışılması süreci akla geliyor.
Batılıların, zamanında memnuniyetle karşıladıkları Kemalist devrimleri, Türkiye'nin Avrupa
Birliği'ne girmesi söz konusu olduğunda 'demokratik olmaması' nedeniyle eleştirmeleri de
buradan ileri geliyor. Çünkü Kemalist uygulamalar Batıda, Türk toplumunu demokrasiye
yaklaştırdığı için değil, Batı için tehlikeli bulunan bir anlayış ortadan kaldırıldığı için sempati
topluyor. Ancak, Kemalist uygulamalar çerçevesinde Türkiye'de yaşananların demokratik bir
düşünce geleneği dahilinde izahı mümkün olmadığı ve Türkiye bu antidemokratik yapı ile
Avrupa'ya entegre olamayacağı için, Türkiye'nin Avrupa'ya dahil olması ihtimali söz konusu
olduğunda, aynı Kemalizm, 'terk edilmesi gereken yapısal bir sorun' haline geliyor. Türkiye'nin
herşeyi milli duygularıyla yorumlamaya alışmış olan ve Kemalizmi 'Batı yanlısı bir felsefe'
zanneden belli bir kesimi, ülkedeki uygulamaların aslında Tunus'takilere benzer bir nitelik arz
ettiğini algılayamadığından ötürü, Batının Türkiye'ye çifte standart uyguladığını söylemeye
başlıyor.
Kemalizmin gerçekte ne olduğu konusu adamakıllı netleştirilmediği müddetçe, Türkiye'de (bu
konuda da) aynı tartışmalar hiçbir sonuca ulaşılamadan devam edecek. Bu konularda,
Huntington gibi, konuya 'dışarıdan' ve 'tarafsız' bakan insanların yaklaşımlarını da dikkate almak,
işte bu nedenden ötürü önemli ölçüde yol gösterici olabilir.
Huntington, kitabının farklı bölümlerinde Türkiye'ye ayırdığı sayfalarda, Kemalizmi, 1920 ve
30'larda, 'Batı medeniyetiyle uyumsuz olduğu' varsamıyla Anadolu halkının kültürünü yok
etmeye odaklanan ve ithal edilen bir kültürü tüm halka dayatmayı esas alan bir anlayış olarak
açıklıyor. Zaten kitabında Kemalizmden bahsetmesinin tek nedeni de bu! Huntington'ın
Kemalizme değinmekteki amacı, Batı medeniyetinin bir topluma yerleşmesinin reformla değil,
ancak ve ancak 'yerli' kültürün(ün) tamamen imhasıyla mümkün olabileceği yönündeki bir
görüşün de var olduğunu okurlarına iletmek. Huntington'ın Kemalizm söz konusu olduğunda çok
doğru bir seçim yaparak 'fes' örneğini vermiş olması da bu nedenle çok önemli. Zira Huntington,
Kemalizmin gelenek ve dini ortadan kaldırmayı hedeflediğini belirterek, fesin yerine şapkanın
kabul edilmesini (elbette) bir ideoloji değil, kültür transferi olarak değerlendiriyor.
Türkiye'de ise Kemalizm, gerek lehinde, gerekse aleyhinde olan çoğu insan tarafından 'belirleyici
nitelikleri' ile değil, tekil vurgularıyla tartışılıyor ve bu nedenle de Kemalizm eksenli bütün
yapısal sorunlar çözümsüz kalıyor. Bir başka deyişle, Türkiye Kemalizme bütünsel ve akademik
bir gözle bakmayı başardığı an, ülkenin sosyal ve politik sorunları arasındaki ara-ilgileri de
kurabilecek ve bu da, çözüm adına çok büyük kolaylıklar sunacak.
Kemalizmin bütünsel olarak kavranamıyor olmasının doğurduğu algı sorununa en iyi örnek,
insanların fes yasağı ile başörtüsü yasağı arasındaki ara-ilginin çoğu zaman farkında olmamaları
olabilir. Zira Batı medeniyetine ait olmayan fes adlı serpuşu takmak nasıl Kemalizme tamamen
karşıt bir tutumsa, başörtüsü de (tıpkı kendini 'çağdaş' ilan eden bir kısım dernek mensuplarının
haklı olarak iddia ettiği gibi) Kemalist mantığa sonuna kadar terstir. Çünkü Kemalizm, genel
niteliği itibariyle, Türkiye'de hakim olan 'kültürü' ortadan kaldırarak, insanların Batılılar gibi
giyinmesini, Batılılar gibi yemesini, Batılılar gibi içmesini ve genel anlamda hayata Batılılar gibi
bakmasını amaçlayan bir sürecin ifadesidir.
İşte bu nedenlerden ötürü, Kemalizm bir ideoloji değil, bir toplumsal dönüşüm projesidir. Ve
yine bu nedenlerden ötürü ilkokuldaki çocuklara uzun yıllardır Kemalist devrimler konusunda
'hoşa gitmeyen' düşüncelerin özgürlüğü değil, şapkanın fese, pantolonun şalvara, gramın okkaya
ve metrenin arşına üstünlüğü anlatılır. Ve yine bu nedenlerden ötürü, ilkokul çocukları uzun
yıllardan beri resim derslerinde önce beyaz sayfanın ortasından dikey bir çizgi çizerek sayfayı
ikiye ayırır, sonra da sayfanın bir yarısına eski kültürlerine ait kötü şeyleri, diğer yarısına da yeni
kültürlerine ait iyi şeyleri çizerler.
Kemalizm Neden Tanımlanmak İstenmiyor?
Kemalizmin tanımlanmaması, bugün itibariyle bu anlayışı tekelinde tutan çevrelerin Kemalizm
adına farklı zamanlarda farklı politikaları uygulamalarına olanak tanıyorsa da, bu anlayışın
içyüzünün Türk halkından gizlenmesinin asıl nedeni bu değil. Zira Kemalizm gibi 'insanları
değiştirmeye odaklanan' bir anlayışın, yapısı gereği kendisini açıktan tanımlaması mümkün
değildir. Çünkü insanlar, değişim 'olabileceğin en iyisine doğru' dahi olsa, bir başkası tarafından,
bir başkasının tasarrufu dahilinde değiştirilme düşüncesine hemen her zaman direnirler. Bu
nedenle de, Kemalizmin temel niteliği ve amaçları sürekli muğlak bırakılmak zorunda olan bir
anlayış durumunda. Türkiye'de halkın çok önemli bir kesiminin bireysel haklar ya da toplum-
devlet ilişkileri gibi konulara yabancı olmasından ötürü, Kemalizmi ölesiye savunanların dahi
(tıpkı Kemalizme karşı çıkanlar gibi) bu anlayışı bütünsel bir şekilde idrak edebilmeleri mümkün
olmuyor.

Sonuç
Hemen her toplumda olduğu gibi Türkiye'de de, halkın çoğunluğu zihnindeki iyi-kötüleri
'kendisine belletildiği şekilde' oluşturuyor ve bu iyi-kötülere küçük yaşlardan itibaren duygusal
bir bağlılık-düşmanlık içerisine giriyor. Farkında dahi olmadan savundukları düşüncelerin hangi
önkabuller üzerine bina edildiğini de merak dahi etmiyorlar. Bu nedenle de, fes ile başörtüsü
arasındaki ilgiyi kuramıyor, (sözgelimi) ilgili kanun hala yürürlükte olmasına rağmen şapka
takmayanlara neden artık yasak getirilmediğini anlayamıyorlar. Çünkü toplumsal dönüşüm
projesi, slogan bazında düşünen ve bir tür hayal dünyasında yaşayan insanlar üretiyor.
Bu insanlar, hayallerindeki kurgu olaylar ya da kurgu kişilerin daha gerçekçi zeminlerde
incelendiğine şahit oldukları durumlarda ise, hayatlarına anlam kazandırdığını zannettikleri ve
vazgeçilmez buldukları bu hayalin ellerinden bir anda uçup gitmesi tehlikesiyle karşı karşıya
kaldıklarından, böylesi durumlarda, elinden oyuncağı alınmak istenen çocuklar misali rahatsızlık
sergilemeye ve (daha da kötüsü) hırçınlaşmaya başlıyorlar. Argümanlarıyla rüyalarını tehdit
eden kişi, konusunun uzmanı bir profesör dahi olsa, ilkokulda öğrendikleri masalları akademik
çalışmalardan daha muteber buluyorlar. Bütün bunlar, toplumsal dönüşüm projesinin, slogan
bazında düşünen, farklı fikirlere tahammülü olmayan ve her seferinde ezberlerini koruma adına
yeni yollar arayan insanlar üretmiş olmasından ileri geliyor.
6. KEMALİST DEVRİMLER
Türkiye 'Avrupa'dan farklı' olduğunun çok uzun süredir farkında. Köklü bir medeniyetten geldiği
için de, kendisine 'Sen kimsin?' diye sorulduğunda, 'Ben Avrupalıyım' demesinin mümkün
olmadığının, ya da dese bile kendinden başka hiç kimseyi kandıramayacağının da artık
bilincinde. Ancak Türkiye, çocukça bir inatla, kendisini gerektiği şekilde değiştirebilirse 'Avrupalı
(gibi)' olabileceğini zannetmekten de vazgeçmek istemiyor.
Bu tuhaf tavırda, Türk halkının uzun yıllar boyunca, Avrupalı gibi giyinmesi, Avrupalı gibi traş
olması, Avrupalı gibi yemesi ve Avrupalı gibi içmesi durumunda kapıdan içeri buyur edileceği
hayaliyle yaşatılmış olmasının çok önemli bir payı var. Konuya bu açıdan bakıldığında da,
Türkiye'nin Kemalist kesiminin anlamsız takıntılarının aslında hazin bir hayal kırıklığının sonucu
olduğunu fark etmemek de epey zor.
Türkiye'nin 'medeniyet ithali' macerası artık öylesine acıklı bir hal aldı ki, Türkiye'nin dahil
olmaya çalıştığı Batının içerisindeki pek çok entelektüel, ülkeyi Avrupalı yapacağı zannedilen
devrimler konusundaki ezberleri bozduğunda, Türkiye bunları duymak bile istemiyor. Başka
ülkelerdeki 'Batılılaşma' projelerini 'Batılı' bir gözle değerlendiren Huntington, aynı yaklaşımla
Türkiye'yi ele alarak kendimize söylediğimiz yalanları (hem de çok basit birkaç ifadeyle) geçersiz
kıldığında da buna benzer bir durum yaşanıyor. Örneğin, Türk halkına sürekli farklı kültür ve
medeniyetler arasında bir 'köprü' olduklarının söylendiğini belirten Huntington, köprü olmanın
aslında pek de övünülecek bir şey olmadığını ifade ediyor. Köprünün, iki muhkem ve bağımsız
varlığı birbirine bağlayan, ancak birbirine bağladığı her iki varlığın da bir parçası olmayan sun'i
bir yapı olduğunu belirten Huntington, Türk liderlerin ülkelerini 'köprü' olarak nitelendirerek
aslında 'kararsız' bir ülke olduklarını kibarca teyit etmekte olduklarını belirtiyor.
Huntington'ın bu tespiti, Türkiye'nin uluslararası ilişkileri ile ilgili yorumları ile bir arada
değerlendirildiğinde, bu durumun vahametinin boyutu netlik kazanıyor. Şöyle ki, Türkiye'nin,
Türki cumhuriyetler konusunda kendine biçtiği abi rolünü oynaması mümkün değil. Orta
Asya'da hakim bir rol oynamasının önünde de engeller var. Türkiye İslam ülkeleriyle de
yakınlaşamıyor, çünkü Atatürk'ün mirasını terk etmeden bunu yapması mümkün değil. Bir başka
deyişle, Türkiye'nin Orta Asya ya da Orta Doğu'da 'merkez ülke' (ya da merkez ülkelerden biri)
haline gelmesi bugün itibariyle mümkün görülmüyor. Türkiye'nin Avrupa'dan da 'medeniyetinin
farklılığı' nedeniyle dışlanıyor olması bir yana, birliğe dahil edilecek dahi olsa bu durum onu Batı
medeniyetinin bir 'üye ülkesi' yapma adına yeterli olmayacak. Bütün bunlardan ötürü, Türk
liderleri ülkelerini 'köprü' olarak tanımlıyor ve bunu (sanki çok matah bir şeymiş gibi) sürekli
tekrarlıyorlar.
Huntington kendimize söylediğimiz başka yalanları da (yine bir Batılı gözüyle) geçersiz kılıyor.
Kitabında Orta Doğu hakkında yaptığı kimi yorumlardan, şekle dayalı olması yönüyle sürekli
eleştirilen cumhuriyet dönemi inkılapları konusunda ilginç çıkarsamalarda bulunmak mümkün.
Örneğin, Türkiye'nin Avrupalılaşma konusundaki en büyük takıntısı kıyafet konusu olsa da, Orta
Doğulu müslümanların Batılı gibi giyinmelerinin Huntington'ın pek de umrunda olmadığı açık.
Huntington, kıyafete odaklanmanın yanlışlığına işaret etme adına, Orta Doğunun herhangi bir
yerinde kot pantolonlar giyip, kola içen yarım düzine genç adamın, gün içerisinde kıldıkları iki
namaz arasında bir Amerikan uçağını vuracak bir bomba da yapabileceklerini belirtiyor.
Huntington'ın örneğini bu şekilde vermiş olması kimi müslümanları rahatsız edebilecek olsa da,
giyim kuşama endeksli bir Batılılaşma hareketinin bir Batılının gözünde pek de bir anlam ifade
etmediğini gösterme adına fazlasıyla yeterli. Huntington bu örneği verdikten sonra,
Amerikalıların da yıllardır Japon malı arabalar, televizyonlar ve çeşitli elektronik ürünler
kullanmakta olduklarını, ama bu durumun onları Japonlaştırmadığını belirtmeyi de ihmal
etmiyor. Bütün bu örnekleri verdikten sonra da, Batılı olmayan toplumların Batıya ait ürünler
kullanarak Batılılaşabileceklerine inanmayı 'safça' bir yaklaşım olarak değerlendiriyor.
Huntington'ın harf inkılabı hakkında söyledikleri de ezber bozucu nitelikte. Huntington,
Türkiye'nin Latin alfabesine geçişinin sadece Batı ile entegrasyon kaygısıyla
gerçekleştirilmediğini, Arap harflerini de yasaklamak suretiyle yeni nesillerin geçmiş dönemin
yazınıyla ilişkisinin tamamen kesilmesinin hedeflendiğini belirtiyor. Huntington'ın geçmişi yok
sayan ve sıfırdan medeniyet inşa etmeye kalkan liderlerin başarısız olmaya mahkum oldukları
konusunda söyledikleri hatırlandığında, harf inkılabının olmasa bile Arap harflerine karşı
takınılan tutumun Batılılaşmayı değil, kimliksizleşmeyi doğuracağı gerçeği de çok daha belirgin
bir hale geliyor. Bu noktada, Huntington'ın 'Eğer Batılı olmayan toplumlar modernleşmek
istiyorlarsa, bunu Batılılar gibi değil, tıpkı Japonya gibi, kendi yöntemleriyle, kendi gelenek,
kurum ve değerlerini kullanarak ve geliştirerek başarmak zorundalar' şeklinde ifadelerini tekrar
hatırlamak gerekiyor. Çünkü burada konu sadece 'Batı ile uyumlu' olduğu kabul edilen ve uzun
yıllardır dünyanın ikinci büyük ekonomisi olan Japonya'nın hala kendi alfabesini kullanıyor
olması değil. Asıl konu, Japonya'nın 'Batılı' değil, 'Batı ile uyumlu' kabul edilmesi.
Türkiye, Batılılaşma serüvenini, 'Batı ile uyumlu olma' değil, doğrudan 'Batılı olma' üzerine bina
etti. Bu nedenle de, Batılı olmayan kültür ve medeniyetini ortadan kaldırmaktan başka bir
opsiyon bırakmadı kendisine. Bu dönüşümü gerçekleştirmeye soyunan kadro, sosyoloji eğitimini
görmüş, ya da genel anlamda sosyal bilimlerden nasibini almış da değildi. Bu nedenle de, Türk
halkının toplumsal dönüşümü, Adolf Hitler ya da Benito Mussolini gibi diktatörlerin iktidarda
olduğu bir dünyada, katı bir bürokrasi bünyesinde ve askeri emir-komuta zinciri anlayışı
çerçevesinde yukarıdan-aşağıya gerçekleştirilmeye çalışıldı. Amaç Avrupa ile uyumlu olmak
değil, bizatihi Avrupalı olmak olduğundan da, sadece Avrupa'ya ait olan şeylerin yeni nesillere
öğretilmesiyle kalınmadı, geçmişe ait olan herşey de öcü ilan edildi, yasaklandı ve kendilerine
Batılı olmaları emredilen kitlelerin bu emre itaat etmek suretiyle Batılı olup çıkabilecekleri
zannedildi.
Bugün itibariyle medeniyet ithali öngören uygulamaların işlevsel olup olamayacağı konusu
akademik çevrelerde tartışılmıyor bile. Dahası, Türkiye, Kemalizmi, medeniyet dayatması içeren
uygulamaların başarısızlığı konusuna bir örnek olarak siyasal bilimler literatürüne kazandırmış
durumda. Ancak bütün bunlara rağmen, sanki dünya Türkiye'den ibaretmiş gibi yapmaya, yakın
tarihimizi hiçbir eleştiriye meydan vermeden milli eğitimin üretim tezgahlarında yeni nesillere
aktarmaya ve bu şekilde sorunlarımızı daha da içinden çıkılmaz hale getirmeye hala devam
ediyoruz. Yıllar süren bu süreç boyunca körpe dimağlar, bir alfabenin iyi, diğerinin kötü
olduğunu, bir başka deyişle, alfabelerin iyi-kötü ekseninde değerlendirilebileceğini öğreniyorlar.
Latin harfleri kullanarak Batılı olduğunu zanneden miniklere, Avrupalıların Arap rakamları
kullanmakta oldukları bilgisi de elbette verilmiyor. Sonuç itibariyle de, 'Sen kimsin' sorusuna
verdikleri cevaplarla kendilerinden başka hiç kimseyi ikna edemeyen yığınların ezberleri,
Türkiye'nin her türlü sosyal, politik ve hatta ekonomik sorununda tekrar karşımıza çıkıyor.
7. İSLAMİ DİRİLİŞ
Samuel Huntington, 20. yüzyılın ilk yarısında hakim olan, 'dinin zamanla yok olup gideceği'
şeklindeki düşünceye değinerek, o zamanlar bu düşünceyi sadece dinin yok olmasını
isteyenlerin değil, bu duruma üzülenlerin dahi kabul ettiğini ifade ediyor. Bilimin, akılcılığın ve
pragmatizmin dini ortadan kaldıracağını, hoşgörülü, rasyonel, pragmatik, ilerlemeci, hümanist
ve laik olarak nitelendirilecek yeni bir toplumun ortaya çıkacağını öngören bu görüş, 20. yüzyılın
ikinci yarısında geçerliliğini yitirdi. Zira bu dönemde ekonomik ve sosyal anlamda dünya çapında
(tahmin edildiği gibi) ciddi bir değişim yaşanmış olsa da, dini inançlar yok olmadı. Aksine,
insanların dine dönmeleriyle birlikte, inançların da aynı ölçüde küreselleştiğine ve uyanışa
geçtiğine şahit olundu.
Samuel Huntington, yüzyılın ikinci yarısında insanların tekrar dine dönüşüne Gilles Kepel'in
'Tanrı'nın İntikamı' (le revanche de dieu) adını verdiğini belirtiyor. Dine yönelişin, 1970'lerin
ortalarından başlayarak her kıtayı, her medeniyeti ve hatta her ülkeyi tesiri altına aldığını
belirten Huntington, bu duruma çeşitli örnekler veriyor. 1994 yılında, 25 yaşın altındaki Rusların
%30'unun ateizmden Tanrı'ya inanca geçtiklerini söylediklerini, Rusya'da kilise çanlarının tekrar
duyulur olduğunu, Orta Asya'da binlerce cami açıldığını belirten Huntington, Soğuk Savaş
sonrası dönemde politik ideolojilerin yerine medeniyetlerin belirleyici olduğu bu ortamda,
uluslararası ilişkilerin yeni bir nitelik kazandığını ifade ediyor.
İnsanların 'kendi'lerini (self) tanımlamadıkları müddetçe, 'kendi ilgilerini/menfaatlerini' (self-
interest) koruma adına rasyonel bir biçimde düşünmelerinin ve rasyonel davranışlar
sergileyebilmelerinin mümkün olamayacağını ifade eden Huntington, buradan hareketle,
'ilgi/menfaat merkezli politika' ile 'kimlik' arasındaki bağı nazara veriyor.
3
20. yüzyılın ikinci
yarısına karşılık gelen bu dönemde, hemen her toplumda, insanların günlük hayatlarında ve
çalışma düzenlerinde inancın giderek daha da önemli bir yer edindiğini, hükümetlerin
uygulamalarının da bu kaygılar doğrultusunda şekillendiğini belirten Huntington, inançların ile
değerlerin (doğal olarak) iç içe geçmiş olan yapısına dikkat çekiyor. Bütün bunlar sonucunda,
Huntington'ın George Weigel'den alıntıladığı 'Dünyanın sekülerleşmekten uzaklaşması, 20.
yüzyılın son döneminin en baskın sosyal vakalarından biridir' şeklindeki ifadeler, dönemin
anlayışının ilginç bir özeti haline geliyor.
İslami Diriliş
Samuel Huntington, dünya nüfusunun en azından beşte birini doğrudan ilgilendirmesi ve tarihin
(halen devam eden) bir dönemine damgasını vurmuş olması nedeniyle İslami Diriliş (Islamic
Resurgence) ifadesini (tıpkı 'Fransız İhtilali' ya da 'Rus Devrimi' ifadelerinde olduğu gibi) büyük
başharflerle yazmayı doğru bulduğunu söylüyor. Mensuplarının İslamiyeti sadece bir din değil,
aynı zamanda bir hayat tarzı olarak algıladıklarını belirten Huntington, İslam'ın günümüzde
yaşanan problemlere bir 'çözüm' olarak algılandığını da ifade ediyor. Endüstriyelleşmeyi kabul
edip Batılılaşmayı reddeden müslüman toplumların, İslamiyeti sadece bir kimlik değil, aynı
zamanda bir güç, kalkınma ve umut kaynağı olarak görmeleri sonucunda 'İslam çözümdür'
(Islam is the solution) ifadesinin sloganlaşmış olması da bu bakış açısının bir sonucu.
4
İslami Diriliş dendiğinde Huntington (olması gerektiği gibi) kuşatıcı bir analiz yapıyor ve İslami
toplumların, 'değerlerine yeniden sahip çıkma' süreçlerini sadece politik alana indirgemiyor.
İslami Diriliş'in entelektüel, kültürel, sosyal ve politik yönleri olan dünya çapında bir hareket
olduğunu belirten Huntington, söz konusu Diriliş'in İslami fundamentalizme
indirgenemeyeceğini de ifade ediyor. Zira Huntington'a göre, Diriliş, İslami düşünce adına çok
geniş boyutta bir uygulama ve retorik uyanışı anlamına gelirken, fundamentalizm ise, bir bütün
3
İnançlar, 'Ben kimim?', 'Nereye aitim?' gibi kimlik ile ilgili sorulara verilecek yanıtları önemli ölçüde şekillendiriyor. Sahip çıkılan inançlar ve bu
inançların öngördüğü değerlerle oluşan kimliklerin, ilgi/menfaat (interest) merkezli yaklaşımları da doğrudan belirliyor olması sonucunda, farklı
değer ve önceliklere sahip olan medeniyetler ekseninde şekillenen bir uluslararası politik alan ortaya çıkıyor.
4
Türkiye'de bir dönem popüler olan 'Huzur İslamda' ifadesi de, aynı çerçevede değerlendirilerek, huzur bulamayan bir toplumun çözümü İslam
dininde görmesi olarak açıklanabilir.
olarak ele alınması gereken bu uyanışın politik alandaki bileşenlerinden biri sadece. Huntington,
İslami Diriliş'in dünyadan izole olmayan, yayılmacı bir niteliğe sahip olduğunu belirtmesine
rağmen, fundamentalizm konusunu bu bütünden sağlıklı bir şekilde ayrıştırmış olmasının verdiği
rahatlıkla, Diriliş'in aşırılık (extremism) içermediğini dahi ifade edebiliyor - ki bu günümüzde pek
çok Batılı analizcide göremediğimiz bir durum.
Bu yaklaşım, doğal olarak, fundamentalizme indirgenmeyen 'İslami Diriliş'in entelektüel,
kültürel ve sosyal alanda körüklediği değişim' ile neyin kast edildiği sorusunu akla getiriyor.
Huntington bu noktada Georgetown Üniversitesi'nde görev yapan Uluslararası İlişkiler ve İslami
Çalışmalar profesörü John L. Esposito'nun 'İslami Tehdit: Mit mi Gerçek mi?' adlı kitabından bir
alıntı yapıyor.
Esposito, müslüman ülkelerde İslami yayınların, camiye gidenlerin, oruç tutanların, namaz
kılanların, alkolden uzak duranların sayısının artmakta olduğunu, İslami değerlere ve giyim
tarzına artık daha çok önem verildiğini, sufizmin yeniden canlanmakta olduğunu nazara veriyor.
Bütün bunların İslami değerlere sahip çıkan hükümetlerin iktidara gelmesine de yardımcı
olduğunu ifade eden Esposito, bu tür gelişmelerin Tunus ve Türkiye gibi 'seküler' ülkelerde
(diğerlerinden farklı olarak) hükümet ve yöneticilerin (rulers) İslami konularda eskisinden de
endişeli bir tavır takındıklarını da belirtmeyi de ihmal etmiyor.
Huntington'ın bu konuda görüşlerine yer verdiği bir diğer isim de, Sudan'lı lider Hasan el Turabi.
Turabi, İslami Diriliş'in ne kişisel dindarlıktan ne de entelektüel, kültürel ya da politik bir
hareketten ibaret olmayıp, bütün bunları içine alan, toplumun baştan aşağı yeniden
yapılandırılmasını öngören çok daha geniş kapsamlı bir uyanış olduğunu belirtiyor. Kendisinin bu
sözlerinden hareket eden Huntington da, 20. yüzyıl sonlarında yaşanan İslami Direniş'in
müslüman ülkelerin politik hayatına olan etkisini göz ardı etmenin, 16. yüzyıl sonunda Protestan
Devrimi'nin Avrupa politikaları üzerindeki etkisini göz ardı etmeye benzeyeceğini söylüyor.
5
İslami Diriliş ve Türkiye
Huntington, Hıristiyan, Müslüman, Musevi, Hindu, Budist ve Ortodoks toplumlarda inançlara
yönelik adanmışlığın arttığını, bunun dünyanın hemen her ülkesinde gözlendiğini belirtiyor. Bu
elbette yorumdan bağımsız olan, sosyal bir gerçeklik. Ancak bu gerçekliğin önemli bir boyutu
daha var ki, o da, 20. yüzyıl sonlarında gerçekleşen 'Tanrı'nın İntikamı'nın, yerel olmayan, dahası
her haliyle küresel bir anlam ifade eden bir gerçeklik olması.
Ancak, halen devam eden ve bütün dünyanın 'küresel boyutta' yaşanan bir trend olarak
algıladığı bu süreç, Türkiye'de başından bu yana tamamen yerel kalıplar çerçevesinde
tanımlanmaya çalışılıyor. Bu durum da, hakim rejimin değil siyasi, sosyal trendleri bile
'Cumhuriyet ve düşmanları' ekseninde tanımlıyor olmasının bir sonucu.
Kapalı bir toplumu öngören, Açık Toplum'un gereklerinin herbirini de, rejimin ideolojisinin
5
Huntington'ın bu benzetmesinin ne kadar önemli olduğu gelecekte çok daha net bir şekilde anlaşılacak.
bekasına(!) yönelik birer tehlike olarak algılayan bu yaklaşım, çoğu zaman dünyanın geri
kalanından kopuk bir şekilde kendi hayali cennetinde yaşamaya çalışıyor ve bunun artık
mümkün olamayacağını her hissettiğinde yeni bir 'varolma savaşı' başlatıyor. Bütün bunlardan
ötürü de, her toplumun zaman içerisinde yaşadığı küçük ve sıradan doğal değişimler dahi,
Türkiye'de 'rejime muhalefet' olarak algılanabiliyor. Sonuç olarak da, ister istemez değişmek
zorunda olan (daha da doğru bir ifadeyle, 'değişmiş olan') bir toplumun 1930'larda donmuş olan
bir ideolojinin kalıplarına sığamaması sonucunda yaşanan sancılar Türkiye'nin siyaset gündemini
belirliyor.
8. MERKEZSİZ İSLAM MEDENİYETİ
'Dünyanın medeniyetler ekseninde yeniden şekillenmesi' ve 'İslami Diriliş' gibi iki önemli
gelişmenin aynı anda yaşanıyor olması, İslam medeniyetinin merkez ülke ya da ülkelere sahip
olmaması konusunu gündeme getiriyor. Osmanlı Devleti'nin sona ermesinin ardından merkez
ülkesiz kalan İslam dünyasının bugünkü durumunu Samuel Huntington son derece zekice bir
tabirle 'Birliksiz Bilinçlilik' (consciousness without cohesion) olarak nitelendiriyor. Zira dünya
müslümanlarının çok önemli bir kısmının İslami Diriliş öncesinde dahi kendilerini herşeyden
önce müslüman olarak tanımlayacak derecede bilinçli olmalarına rağmen, Osmanlı'dan bu yana
herhangi bir uzun ömürlü birlik tesis etmeleri mümkün olmadı.
Huntington, İslam medeniyetinin merkez ülke ya da ülkelere sahip olmaması nedeniyle dahili ve
harici ihtilaflarla birlikte anıldığını ve bu durumun İslam dünyası için bir zayıflık, başka
medeniyetler için de bir tehdit kaynağı olduğunu belirtiyor. Huntington'ın bu tespiti her ne
kadar doğru olsa da, problem sadece bundan ibaret değil.
Bugünün dünyasında Batı, Çin, Hindu ve Ortodoks medeniyetleri, merkezi ya da merkezleri olan
devletler. Bu medeniyetlerin merkez ülkelerinin herbiri, nükleer silahlara da sahip olan ciddi
birer askeri güç. Ekonomik alanda da benzeri bir durum söz konusu. Batı medeniyetinin merkez
ülkeleri günümüzün ekonomik liderleri iken, Çin ve Hindu medeniyetlerinin çok hızlı büyüyen
merkez ülkeleri de, önümüzdeki yıllarda liderliği ele geçirme mücadelesi veriyorlar. 20. yüzyılın
süper gücü olan Ortodoks medeniyetinin merkezi Rusya'nın da (şu an için aynı derecede şansı
olmasa da) benzeri bir mücadele içinde olduğu söylenebilir. Bu dört medeniyete ek olarak,
medeniyetine başka bir ülkede rastlanmayan Japonya da, dünyanın ikinci büyük ekonomisi
olarak tek başına ayrı bir güç odağı.
Özetle, dünyanın sekiz medeniyetinden merkeze ya da merkezlere sahip olan beşi, dünya
üzerinde belli bir ağırlığa ya da iddiaya sahip. Merkezsiz üç medeniyet için ise böyle bir durum
söz konusu değil. Bu durum, Latin Amerika, Afrika ve İslam medeniyetlerinin dünyanın ikinci
ligini oluşturduğu anlamına geliyor. Spesifik anlamda İslam medeniyeti ise, 1400 yıllık tarihinin
en sefil ve en acınacak yıllarını yaşıyor. Huntington'ın 'merkez ülke' tanımına göre, İslam
medeniyetinin bir merkez ülkeye sahip olmaması aslında şu anlama geliyor: İslam ülkeleri
arasında, büyük bir ekonomiye ve güçlü silahlara sahip olan, dünyadaki müslümanlara dini ve
politik alanlarda liderlik etmeye kendini adamış, İslami kültüre kaynaklık edebilecek çapta bir
tek ülke bile yok. Bu durum, İslam dünyasının mevcut dünya dengeleri üzerinde herhangi bir
ağırlığı olmadığı anlamına da geliyor.
6
İslam dünyasının liderliği söz konusu olduğunda zaman zaman 6 ülkenin adının geçtiğini belirten
Huntington, hiçbir ülkenin gerekli şartların tamamına sahip olmadığını belirttikten sonra, bu
ülkelerin herbirini kısaca değerlendiriyor. Huntington'ın değerlendirmeleri (sırasıyla ve
kendisinin ifadelerine sadık kalınarak) şöyle özetlenebilir:
Endonezya: Dünyanın en kalabalık müslüman ülkesi. Ekonomisi de hızla büyüyor. Ancak coğrafi
olarak diğer müslüman ülkelerden çok uzakta. Ayrıca nüfusunda çok sayıda yerliler, Hindular,
Çinliler ve Hıristiyanlar da var.
Mısır: Büyük bir nüfusa sahip olan bir Arap ülkesi. Merkezi konumu nedeniyle stratejik bir
öneme de sahip olan bir ülke. İslami öğrenimin önde gelen kurumu olan El-Ezher Üniversitesi'ne
de sahip. Ancak çok fakir. ABD'ye, Batının kontrolündeki uluslararası kuruluşlara ve petrol
zengini Arap ülkelerine muhtaç.
İran: Yüzölçümü, coğrafi konumu, nüfusu, tarihi, doğal kaynakları ve orta dereceli ekonomik
kalkınmışlığı İslam'ın merkez ülkesi olması için yeterli olabilir. Ancak müslümanların %90'ı sünni
iken İran şii. Ayrıca Araplarla tarihten gelen kimi problemleri İslam'ın merkez ülkesi olmasını
zorlaştırıyor.
Pakistan: Yüzölçümü, nüfusu, (nükleer) askeri gücü ve eskiden beri tutarlı bir şekilde İslam
ülkeleri arasında işbirliğini savunan ve İslam'a çok defa sözcülük eden liderleri nedeniyle merkez
ülke olmaya uygun. Ancak çok fakir. Ayrıca politik anlamda da epey istikrarsız.
Suudi Arabistan: İslam'ın kutsal şehirlerine sahip. Doğal kaynakları nedeniyle zengin. Ancak
nüfusu çok fazla değil. Coğrafi şartları nedeniyle de (Afganistan gibi) işgal edilmeye çok müsait.
Korunmak için de Batının desteğine ihtiyacı var.
Türkiye: İslam'ın merkez ülkesi olmak için gerekli olan tarihe, nüfusa, birliğe, orta dereceli
ekonomik kalkınmaya, askeri geleneğe ve diğer ayırt edici özelliklere sahip. Ancak Atatürk,
Türkiye'yi çok sıkı bir şekilde (explicitly) laik bir ülke olarak tanımlayarak Osmanlı Devleti'nin bu
rolünü Türkiye'nin devam ettirmesini engelledi. Türkiye bu nedenle İslami Konferans
Örgütü'nün imtiyazlı bir üyesi bile olamıyor! Türkiye kendini laik bir ülke olarak tanımlamaya
devam ettiği sürece de İslam dünyasının lideri olamaz. Ancak Türkiye bir noktada Batıdan üyelik
dilenmek gibi hayal kırıklığına uğratıcı ve aşağılayıcı rolü bırakıp, İslam'ın sözcülüğü gibi çok daha
etkileyici ve seviyeli olan tarihi rolüne devam etmeyi düşünebilir. Fakat bunu yapabilmek için
Türkiye'nin Atatürk'ün mirasını, Rusya'nın Lenin'inkini reddettiğinden dahi daha kapsamlı bir
şekilde reddetmesi gerekir.
6
Samuel Huntington (ihtimal) İslam ülkelerini fazlasıyla güçsüz bulduğu için zaten böyle bir ağırlıktan hiç söz etmiyor. Bu merkezdeki yorumlar
tamamen bana ait.
9. DİĞER KONULAR
Soru 1: Samuel Huntington medeniyet ve kimlik kavramını oluşturan bileşenleri ne şekilde sıralıyor?
Samuel Huntington, bir insanın ‘Sen kimsin?’ sorusuna verdiği cevapta en çok din, dil ve tarihin
belirleyici olduğunu belirtiyor. Örneğin bir Batılının aşağıdan yukarıya doğru, Romalı, İtalyan,
Katolik, Hıristiyan, Avrupalı ve Batılı olarak tanımlanabileceğini söylüyor.
Soru 2: Herkes medeniyeti aynı şekilde mi tanımlıyor?
Çoğu zaman evet. Ama kimi zaman da hayır. Mesela Huntington Almanların medeniyet algısının
kültürü kapsamadığını, daha çok mekanik ve teknolojik gelişmeleri medeniyet olarak gören,
materyal eksenli bir bakışa sahip olduklarını belirtiyor.
Ancak tabii Almanların bu yaklaşımı, 'Almanlar kimdir?' sorusunu yanıtlarken, Alman kültürünü
hesaba katmayacağımız anlamına gelmiyor.
Soru 3: Dinin 1970’lerden itibaren yükselişte olmasını anlıyorum. Ancak yine de bütün medeniyetler
için en belirleyici unsur olması mümkün mü?
Dinin belirleyiciliği çoğu zaman bireylerin dindarlıklarıyla ilişkilendirildiği için, bu konunun ifade
ettiği kültürel ve siyasi mana yanlış anlaşılıyor. Bu yanlış anlaşılmaların önüne geçme adına,
Huntington’ın kendisinden alıntıda bulunduğu bir İsveçlinin söylediklerine kulak verilebilir.
Söz konusu kişi, İsveçlilerin Avrupa’nın en dinden uzak insanları olduğunu, ancak İsveç’in
kurumlarını, sosyal uygulamalarını, aile yapısını, siyasetini ve hayat tarzını şekillendiren
Lutheran mirasını anlamadan bu ülkeyi anlamanın mümkün olamayacağını belirtiyor.
İnsanların kültürleri ve etik kodları üzerinde dinin çok önemli bir tesiri var. Bu kodlar – kişiler
farkında dahi olmadan – nesilden nesile aktarılıyor. Değişmeleri elbette mümkün, ancak çok zor.
Zira insanlar çoğu zaman içlerinden öyle geldiğini düşünerek belli şekillerde davranış gösterseler
de, düşünce ve davranışlarını nelerin şekillendirdiğini ve nelerin harekete geçirdiğini bilmezler.
(Bu, ayrıca ele alınması gereken, çok zor, uzun ve bir o kadar da önemli bir konu.)
Türkiye’de de insanlar dinin kişisel bir konu olduğuna, laik bir devlet tarafından yönetildikleri
için de uluslararası ilişkilerde dinin bahis mevzuu olmayacağına inandırıldılar yıllar boyunca.
Bunun doğru olmadığını yeni yeni fark ediyorlar, ancak medeniyet ve kimlik kavramlarına çok
yabancı oldukları için bu durum kaba bir milliyetçiliği (ya da yeni tabirle ulusalcılığı) sonuç
veriyor.
Huntington’ın alıntıladığı İsveçli kişinin sözlerinden Türkiye’nin öğrenmesi gereken çok şey var.
Zira Türkiye, henüz farkında olmasa bile bir İslam ülkesidir. Medeniyeti de, köklü bir İslam
medeniyetidir. Kişinin dindar ya da ateist olmasının bu konuyla ilgisi zorunlu değil. Hatta
Türkiyeli bir ateist, İslam medeniyetini dindar bir müslüman vatandaşına göre çok daha derin bir
şekilde özümsemiş olabilir. Bu onu müslüman yapmaz belki, ancak ait olduğu medeniyetin İslam
medeniyeti olduğuna şüphe yoktur.
Soru 4: Batılılaşma Türkiye’nin kimliğini hiç değiştirmedi mi?
Elbette değiştirdi. Huntington’ın Türkiye’yi ‘kararsız ülke’ olarak nitelendirmesinin nedeni de
zaten bu. Ancak bu durum, Türkiye’nin hem Batılı hem de İslami bir medeniyete sahip olduğu
anlamına gelmiyor. Huntington’ın defalarca belirttiği gibi, medeniyet ithalinin dünyada bugüne
kadar başarılı olabildiği tek bir ülke bile yok. Aksine, medeniyet ithali, şizofren toplumlar
oluşturuyor.
Türkiye bugün itibariyle İslami bir temel üzerine bina edilmiş, üzerinde fazlasıyla eğreti duran bir
Batılı görsel kültüre sahip. Batının kimliğini, tarihini, düşünce tarihini ve paradigmalarını
içselleştirmiş olması elbette söz konusu değil. Dahası, bu teknik anlamda dahi pek mümkün
değil. Medeniyet ithalinin Türkiye’ye hiç benzemeyen (daha da kötüsü, başka bir ülkeye de
benzemeyen) Fransa’dan yapılmış olması da ayrı bir cahilliğin sonucu.
Soru 5: Peki bundan sonra ne olacak? Türkiye eski kimliğine geri mi dönecek?
Türkiye, her ne kadar yıllardır üzerine zorla tutturulsa da, bir türlü bünyesiyle tam anlamıyla
uyum sağlamayan kimi Batılı özellikleri eninde sonunda atacak, bir kısmını ise tutacaktır. Bu,
elbette Kemalist dayatmalar sona erer ermez kendiliğinden gerçekleşecek olan doğal bir sonuç.
Ancak Türkiye’nin eski kimliğine dönmesi söz konusu olamaz. Çünkü bu da ayrı bir medeniyet
ithali olur. Çünkü Türkiye Batılı olmadığı (ve olamayacağı) gibi, artık Osmanlı da değil. Ancak
şunu da unutmamak gerekir ki, 14., 16. ve 18. yüzyıl Osmanlısı da aynı Osmanlı değildi. Değişim
her zaman kaçınılmazdır. Ancak 20. yüzyılda bunun dayatmayla gerçekleşmiş olması acı sonuçlar
doğurdu. Çünkü toplum şizofrenleşerek, hem kendini algılama, hem de değişme ve gelişme
yeteneğini kaybetti. Bu nedenle Türkiye’nin yapması gereken şey eskiye kimliğine geri dönmek
değil, aslıyla yüzleşmek.
Bunun gerçekleşebilmesi için de, özellikle yakın tarihini özgürce değerlendirebilmesi ve belli bir
tarihten itibaren yeni nesillerin nasıl endoktrine edildiğini öğrenmesi şart. Bu da düşünce
özgürlüğünün ve şeffaflığın tam anlamıyla güvence altına alınmasıyla mümkün – ki Cumhuriyet
tarihi boyunca bu dümeni döndürenlerin mevcut şartlarda böyle bir şeye razı olacakları
düşünülemez. Ancak er ya da geç yapılması gereken, Cumhuriyet'in toplumsal dönüşüm
projesinin gerçekte ne anlama geldiğinin ve bu projenin başarılı kılınabilmesi için halka neler
yapıldığı konusunda gizliliğe bir son verilmesi. Halkın kendi yönünü kendisinin tayin edebilmesi
için öncelikle bu konudaki gerçeklerin açıklığa kavuşturulması gerekiyor.
Soru 6: Kimileri Franko-Germen anlayış yerine Anglosakson modelinin esas alınması durumunda
Türkiye’nin pek çok sorununun çözüleceğini söylüyor?
Medeniyet dayatması ‘yanlış bir ülkenin medeniyeti dayatıldığı için’ Türkiye’yi
şizofrenleştirmedi. Sadece ve sadece ‘medeniyet dayatıldığı için’ Türkiye’yi şizofrenleştirdi. Bir
medeniyetin bir diğerine göre Türkiye’nin yapısına daha uygun olduğu elbette iddia edilebilir.
Ancak bu, o medeniyetin Türk halkına dayatılmasını mazur göstermez. Çünkü eğer bir değişim
yaşanacaksa, aslolan, o değişimin halk tarafından benimsenerek gerçekleştirilmesidir.
Anglosakson geleneğin çoksesliliğe, çokkültürlülüğe çok daha açık olan yapısının Osmanlı siyasal
geleneğiyle daha uyumlu olduğu elbette söylenebilir. Ancak buradan hareketle medeniyet
ithalinin Fransa yerine İngiltere’den yapılmış olması durumunda Türkiye’nin şizofrenleşmemiş
olacağını varsaymamız gerekmiyor. Muhtemelen ülkenin süreklendiği psikoz bu denli vahim
boyutta olmazdı. Ancak yine de ‘kararsız ülke’ konumunda olmamız kaçınılmaz olurdu.
Soru 7: Peki Türkiye kendi isteğiyle, Türk halkının benimsemesiyle Anglosakson modele geçemez mi?
Geçebilir. Bu şekilde geçmesi durumunda da bu zaten medeniyet dayatması olmaz. Ancak böyle
bir aşama sorunları azaltsa da tamamen çözemeyecektir. Çünkü Türkiye’nin bu noktada yapması
gereken 'Fransız modeli olmadı, bir de Anglosakson modeli deneyelim' demek olmamalı.
Türkiye, öncelikle kendi etik kodlarını (Cumhuriyet sonrası da dahil olmak üzere) keşfetmeye
çalışmalı ve bu bilinci kazandıktan sonra, değişim konusunda 'kendisi olarak' adım atmalı.
Soru 8: Türkiye'de Anglosakson modelini savunanlar kendi kimliklerini bilmiyorlar mı?
Maalesef bilmiyorlar.
Türkiye'deki Anglofiller, ya liberal düşünceden, ya da İslami kaygılardan hareket ederek bu
modele geçilmesini savunuyorlar.
Liberal düşünceden hareket edenlerin önemli bir kısmı, devletin küçültülmesinin bütün
problemleri çözeceğine ikna olmuş durumda. Bu amacın başarıya ulaştırılması onlar için ilk
değil, son gaye. 'Bu işi bir halledelim, ondan sonra her birey özgür bir ortamda istediği yöne
gitsin' anlayışı hakim daha çok. Bu yaklaşım, sosyal alanın kimi noktalarının ister istemez uzlaşı
gerektireceği gerçeğini göz ardı ediyor olsa da, en azından herhangi bir dayatmada bulunma
kaygısına sahip değil. Ancak kişinin 'ne istediği' konusu, 'kim olduğu' ile çok yakından ilgilidir.
Liberaller ise işin bu yönünü ihmal ederek, sadece hantal ve otoriteryen devleti zaptetme
konusuna odaklanıyorlar. Bu da onları felsefi anlamda kısırlaştırırarak birer 'aktivist' haline
getiriyor.
İslami kaygılardan hareket edenlerin durumu biraz daha farklı. Çünkü dini kaygılara sahip
olmaları nedeniyle kimlik konusuyla yakından ilgililer. Diğer yandan, Huntington'ın örneğindeki
kategorizasyon çerçevesinde değerlendirilecek olurlarsa, (diğer konulardaki temel farklılıklarına
rağmen) tıpkı Kemalistler gibi hem modernleşmeyi hem de Batılılaşmayı kabul ediyorlar. Ancak
genel yaklaşımlarında Türkiye'nin kendisine dönüp, medeniyetini 'kendi elleriyle' 'kaldığı yerden'
inşa etmeye devam etmesi yerine, Anglosakson modeline geçmesini öneriyorlar.
Bu kesimin sunduğu argümanlara bakıldığında göze çarpan bir diğer şey de, önerdikleri modeli
kimliklerine değil, kimliklerini, önerdikleri modele uydurma gayreti. Bu yaklaşım medeniyet
dayatması olarak tanımlanamaz elbette, ama bunun bir medeniyet inşası olmadığı da kesin. Bu
bir tür medeniyet adaptasyonu.
Bu tür öykünmeci yaklaşımların, yapıları gereği, herhangi bir orijinallik içermeleri elbette pek
mümkün değil. Yakın geçmişte yayınlanan bir manifesto bunun bir örneği olabilir.
'Demokrasiyi kabul ediyor ve destekliyoruz', 'Teokratik düzeni kabul etmiyoruz', 'Laik devletin ve
laik hukukun meşruiyetini kabul ediyoruz', 'Kadınların erkeklerle aynı çiğnememez haklara sahip
olduklarına inanıyoruz' gibi ifadelerle yüklü olan manifestonun üslubunda, bir duruş ortaya
koymaktan çok, bir yaranma kaygısı olduğu hissi seziliyor. Manifesto'nun tamamı okunduktan
sonra, 'Eğer bugün Batıda şimdi olduğundan biraz daha farklı bir görüş hakim olsaydı, o zaman
da duruşlarını herhalde o görüşün (İslamiyet'e karşı) temel kaygılarına göre ayarlayacaklardı'
dememek pek mümkün değil gibi. İnsanların, inançlarını yukarıda tırnak içerisinde belirtilen
ifadelerle uzlaştırmaları elbette mümkün. Ancak bu bir inanç değil, kimlik ve medeniyet sorunu.
Soru 9: Küreselleşme etkileşimi artırdığına göre farklı medeniyetlerin birbirleriyle etkileşime girmeleri
doğal değil mi?
Elbette doğal. Ancak iki medeniyetin etkileşiminden söz etmek için, öncelikle karşımızda kendi
kimlik ve değerlerinin bilincinde olan iki farklı medeniyet olması gerekir. Burada ise, 'Ben
kimim?' sorusunu kendine sormamış olan, bu nedenle de kendi düşünce tarihini bilmeyen,
bilmediği için de kendi 'prensipler bildirgesi'ni başka bir medeniyet tarafından ortaya atılmış
kavramlarla sunmaktan başka çaresi kalmayan temsilcilerle karşıyayız.
Cumhuriyet döneminde düşünce özgürlüğü başta olmak üzere pek çok konudaki otoriteryen
uygulamalara (haklı olarak) karşı çıkan Türk Anglosakson yaklaşımı, bu noktada Kemalistlerle
aynı düzlemde buluşmuş oluyor.
Soru 10: Samuel Huntington'ın ekonomi alanındaki tespit ve öngörüleri nasıl?
Huntington, Çin'in 21. yüzyılın başlarında dünyanın en büyük ekonomisi olacağını, 2020 yılında
dünyanın en büyük beş ekonomisinden dördünün, en büyük on ekonomisinden de yedisinin
Asya'da olacağını söylüyor.
Soru 11: Huntington Batının kendisi dışındaki ülkelere çifte standart uygulandığını düşünüyor mu?
Aslında bu bir sır değil. Herkes gibi Huntington da bunun farkında. Kitabında 'Batılı olmayan
ülkelerin' de bu durumun bilincinde olduklarını belirten ve Batının söyledikleriyle yaptıklarının
arasındaki tutarsızlıkları 'iki yüzlülük' olarak nitelendiren Huntington, Batılı olmayan ülkelerin
Batıyı samimi bulmamasının nedeni olan çifte standart örneklerini (bir yönüyle) tekrarlıyor.
Bu noktada, demokrasiyi sadece İslami fundamentalistleri iktidara getirmezse destekleyen, Irak
ve İran için silahsızlanma çağrısında bulunulan, ama İsrail konusunda sessiz kalan, serbest
ticaretin ekonomik kalkınma için gerekli olduğu söyleyen, ama kendi tarım sektöründeki
korumacı politikaları görmezden gelen, Çin söz konusu olduğunda insan haklarının önemini
vurgulayan, ancak aynı şeyi petrol satın aldığı Suudi Arabistan için düşünmeyen, petrolü olan
Kuveyt'e yapılan saldırıya derhal karşı çıkan, ama petrolü olmayan Bosna konusunda acele
etmeyen bir Batıdan söz ediyor Huntington. Avrupalıların kendi kıtalarında Bosna ya da Türkiye
gibi müslüman ülkelerin bulunmasından pek mutlu olmadıklarını da belirtiyor.
Ancak, hepsinden önemlisi, Batının, gücünü, fikirlerinin, değerlerinin ya da dinin üstünlüğünden
değil, organize şiddeti diğerlerinden daha üstün bir şekilde uygulayabilmiş olmasından
kaynaklandığını söylüyor. Batılıların aksine, Batılı olmayanların bunu asla unutmadıklarını
eklemeyi de ihmal etmiyor. Bu noktada Huntington'ın, başka medeniyetlerin mensuplarının
zaten çok azının Batının dinine geçmiş olduğu belirtmiş olması da önemli.
Soru 12: Bu durumda Batılı olmayan toplumlar medeniyetler bazında yeniden şekillenen bir dünyada
bütün bunlar nedeniyle Batıdan daha da fazla uzaklaşmayacaklar mı?
Öyle olacak gibi görünüyor. Zaten Huntington da, Batılı olmayan medeniyetlerin giderek
güçlenmeleri sonucunda dünyanın giderek daha fazla modern (endüstriyel) ve daha az Batılı
olmakta olduğunu açıkça belirtiyor.
Huntington'ın, Batılı olmayan toplumların artık 'Batının yaptığı bir tarihin nesneleri' olmayı
reddetmeleri ve her medeniyetin kendisini dünyanın merkezinde görerek, insanlık tarihini kendi
tarihini merkeze alarak yazmaya başlamış olması konusuna dikkat çekiyor olması da gözden
kaçırılmamalı.
Soru 13: Bu trend İslam ülkelerinin de İslam'a yaklaşmaya devam edecekleri anlamına mı geliyor?
Evet. Huntington, İran haricinde tüm müslüman ülkelerin, sosyal, kültürel ve politik anlamda,
1995 yılı itibariyle 1980 yılında olduklarından çok daha İslami ve İslamcı olduğunu söylüyor. Bu
trendin Soğuk Savaş dönemi ve sonrasında siyasal anlamda da desteklendiğini belirten
Huntington, Soğuk Savaş dönemi boyunca (birbiriyle her zaman çakışmayan periyotlarda da
olsa) Cezayir, Türkiye, Ürdün, Mısır ve İsrail hükümetlerinin gerek komünist, gerekse milliyetçi
hareketlerle mücadele edebilme adına İslamcıları destekleme yoluna gittiğini de söylüyor.
1970 ve 1980'lerde müslüman ülkelerdeki liderlerin, gerek rejimlerini gerekse kendilerini İslami
bir kimlikle tanımlamaktan çekinmemeleri de Huntington'ın bu başlık altında değindiği
konulardan bir diğeri. Huntington bu tür liderlere örnek olarak, Kral Hüseyin (Ürdün), Ben Ali
(Tunus), Kral Hasan (Fas) ve Bruno sultanını veriyor. 1970 yılında Bangladeş'in laiklik ilkesini
anayasasından çıkarması da rejim bazında İslamileşmeye verdiği örneklerden.
Aynı trendin 1990'lı yıllardaki örnekleri için ise Suharto (Endonezya) ve Turgut Özal (Türkiye)
örnekleri veriliyor. Bu noktada, Huntington'ın 1990'lı yılların başlarında Türkiye'nin laik ve
Kemalist kimliğinin ilk kez ciddi bir meydan okumayla karşı karşıya kaldığı yönünde bir
açıklaması olduğunu da belirtmek gerek.
Ancak, 'İslamileşme' konusundaki kuşatıcı yaklaşımını hatırlayarak, Huntington'ın konuyu bu
noktada da sadece politik alana indirgemeyeceğini tahmin etmek gerekli. Zira Huntington
dünyanın pek çok yerindeki 'politik olmayan' İslamileşme eğilimlerinden de örnekler veriyor.
1990'lı yılların başında İslami kuruluşların Mısır'da çok geniş bir şekilde örgütlenerek, sağlık,
yardımlaşma, eğitim ve diğer konularda Mısır'ın fakir halkına yardımcı olmaya başlamaları bu
örneklerden biri. 1992 yılında Kahire'de yaşanan depremin ardından İslami kuruluşların sadece
birkaç saat içinde (yani devlet birimlerinden çok önce) caddelerde insanlara yiyecek ve
battaniye vermeye başlayabilmiş olmaları da yine bu ciddi örgütlenmenin bir sonucu.
Sadece 4 milyon nüfusu olan Ürdün'de Müslüman Kardeşler örgütünün büyük bir hastane, 20
klinik, 40 okul ve 120 Kur'an kursu açmış olmaları, konu hakkında bir diğer örnek.
Batı Şeria ve Gazze'de İslami kuruluşların çok sayıda öğrenci kulübü, dini ve sosyal vakıflar,
anaokulundan üniversiteye eğitim kuruluşları, klinikler, yetimhaneler ve huzurevleri açmış
olmaları da Huntington'ın verdiği örnekler arasında.
Endonezya'da 6 milyon mensubu bulunan Muhammediye cemaatinin çok geniş bir okul, klinik
ve hastane ağı inşa ederek (Huntington'ın ifadesiyle) 'laik devlet içinde bir sosyal devlet' kurarak
ülke nüfusunun tamamına beşikten mezara hizmet götürüyor olması da bir diğer örnek.
Huntington kitabında belirtmemiş olsa da, Türkiye'de de İslami cemaatler tarafından da
(özellikle 1990'lı yıllarda) çok sayıda aşevi, hastane, okul ve sosyal yardımlaşma vakfı açıldı.
İslam'ın ilk asrından beri bu tür faaliyetlerin gerçekleştirilmiş olması sonucunda sosyal
yardımlaşmanın İslamiyet içerisinde güçlü bir gelenek haline gelmiş olduğu malum. Farklı İslam
ülkelerinde müslümanların birbirlerinden habersiz olarak da olsa, (hastane, klinik, okul, aşevi
gibi) hep birbirine benzer girişimler ortaya koymuş olmaları da, zaten bu güçlü geleneğin bir
sonucu. Ancak Türkiye'de İslami Diriliş'in siyasal boyutu gibi, sosyal boyutu da, değil dünyanın
mevcut trendleri, İslami geleneğin kendisi dahi göz ardı edilerek, sadece kronikleşen rejim
tehditi paranoyası doğrultusunda algılandı.
Soru 14: Batının gücü ne düzeyde?
Huntington, Batı devletlerinin dünyayı yönetme adına sahip oldukları araçlardan da söz ediyor.
Aşağıdaki liste, günümüzde dünyaya sahip olmak için nelere hükmetmenin gerektiği konusunda
bir fikir verebilir.
Huntington, Batının,
• uluslararası bankacılık sistemine sahip olduğunu ve bu sistemi idare ettiğini,
• bütün para birimlerini kontrol ettiğini,
• dünyada üretilen malların en büyük müşterisi olduğunu,
• nihai ürünlerin çoğunluğunu ürettiğini,
• uluslararası sermaye piyasalarına hükmettiğini,
• ciddi boyutta askeri müdahalede bulunabilme gücüne sahip olduğunu,
• uzaya erişim konusunda hakimiyeti elinde bulundurduğunu,
• uluslararası iletişime hakim olduğunu ve
• yüksek teknolojili savunma endüstrisine sahip olduğunu ifade ediyor.
Soru 15: Bütün bunlar Batıyı yenilmez bir güç mü yapıyor?
Bence böyle bir şey söz konusu bile olamaz. Bütün bunlar dünyanın temel fonksiyonları da olsa,
sözü edilen alanların herbiri el değiştirebilir ya da daha da önemlisi, alternatifler ortaya konmak
suretiyle mutlaktan rölatif olmaya indirgenebilir.
Soru 16: Peki Batının gerçek gücü yukarıdakilerle mi sınırlı?
Herkesin başını döndüren bu liste, Batının gücünün sebebi değil, sonucudur. Batının gerçek
gücü, düşmanlarını dahi tesiri altına alabilmiş olmasında gizli olabilir.
Batılı olmayan ülkeler, Huntington'ın Batı ile ilgili şu sözünün yukarıda listelenilenlerin
toplamından dahi daha önemli olduğunu anlayabilirlerse, bir alternatif ortaya koyabilirler:
'Liberalizm, sosyalizm, anarşizm, korporatizm, Marksizm, komünizm, sosyal demokrasi,
muhafazakarlık, milliyetçilik, faşizm ve Hıristiyan demokrasisi de dahil olmak üzere, 20. yüzyılın
devasa ideolojilerinin tamamının tek bir ortak noktası vardır: Batı medeniyetinin ürünleri
olmak.'

10. SONUÇ
Samuel Huntington'ın fikirlerini daha çok Türkiye ekseninde ele alan 9 yazı sonucunda ortaya
çıkan tablonun, Türkiye'de hakim olan 'Dünya Savaşı tellalı Huntington' resmiyle taban tabana
zıt olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Huntington'ın fikirleri ülkemizde (maalesef) gerçekte olduğundan epey farklı bir şekilde
algılanıyor. Huntington'ın çalışmalarını okuma zahmetine girmek yerine, kendisinin şahsını
'planlanan küresel çatışmaların fikir babası' ilan eden güruha katılmak elbette çok daha kolay.
Hal böyle olunca, Huntington'dan bahsetmek de, üçüncü sınıf gazetelerdeki (kendini komplo
teorisyeni zanneden) köşe yazarlarına kalıyor.
'Medeniyetler çatışması' ifadesinin insanları ürküttüğü elbette gerçek. Ancak bunun nedenini,
Huntington'ın kuramının niteliğinden ziyade, oluşturulan sahte Huntington alıgısında armak
daha doğru olur. Türkiye'de ciddi ciddi tartışılan sahte Huntington kuramını izah etmek için 9
yazı yazmak gerekmiyor. Bu konsepti, 'farklı din ve kültürlerin birbirini yemekte olduğu ve
şiddetin daha çok ABD tarafından körüklendiği' bir 21. yüzyıl tablosu' olarak özetlemek
mümkün.
Bu türden çıkarsamalar yapanların Huntington'dan yaptıkları herhangi bir alıntıyla argümanlarını
desteklediklerine şahit olmak epey zor. Zaten böyle bir alıntı teknik olarak da mümkün değil,
zira Huntington kitabının hiçbir yerinde medeniyetlerin savaşına şahit olacağımızı söylemiyor.
Huntington'ın tezinin temel noktası, sadece ve sadece, Soğuk Savaş'tan sonra günümüz
politikalarının şekillenmesinde belirleyici olan unsurun politik ideoloji değil, kimlik olacağı. Yani
Huntington bir savaştan söz etmiyor. Dünya tarihi boyunca zaten varolmuş olan
kamplaşmaların, bundan böyle politik ideoloji değil, kimlikler doğrultusunda gerçekleşeceğini
belirtiyor o kadar.
Bu noktada sorulacak soru, 'kimlik algısının en üst çatısını oluşturan medeniyetlerin birbirleriyle
ne derece uyumlu ya da uyumsuz oldukları' oluyor elbette. Ancak Huntington bu noktada dahi
bir savaştan söz etmiyor. Hatta tersi yönde ifadeleri de yok değil. Zira kitabında, 'Belli başlı
dünya medeniyetlerin merkez ülkeleri arasında bir savaş çıkması imkansız olmasa bile, fazlasıyla
ihtimal dışı' dahi diyor Huntington! Yani Türkiye'deki sözde analistler Huntington'ı 'kendi
söyledikleriyle' değil, 'onun ağzına koydukları cümlelerle' yargılıyorlar.

Medeniyetlerin İttifakı
Bugün itibariyle 'medeniyetlerin ittifakı' adına çalışmaların yapılıyor, anlaşmaların imzalanıyor
olması, Samuel Huntington'ın tezini sonuna kadar destekliyor olsa da, Türkiye'deki hakim algı,
bu gelişmelerin Huntington'ın 'çatışma' tezine karşı, 'ittifak' antitezinin güçlendiği anlamına
geldiği şeklinde!
Her ne kadar Huntington, 'medeniyetler savaşacak' değil, 'gruplaşmalar medeniyetler bazında
olacak' demiş de olsa, Türkiye'nin algı sorunlu yazarları için bu durum herhangi bir anlam
ifade etmiyor. Zira söz konusu yazarların hemen hepsi, ya Huntington'ı hiç okumamışlar, ya
da 'belirleyicilik', 'çatışma' ve 'savaş' gibi kavramların arasındaki farklı algılamaktan acizler. Bu
nedenle de, medeniyetlerin çatışmasının da, savaşmasının da, ittifakının da, 'medeniyetlerin
belirleyiciliğini' teyit eden farklı gelişmeler olduğunu fark edemiyorlar.

Ziyaret -> Toplam : 125,30 M - Bugn : 62952

ulkucudunya@ulkucudunya.com