DİL-EDEBİYAT İLİŞKİSİ BAĞLAMINDA ARİF NİHAT ASYA’NIN TÜRKÇESİ: DESTANCA, DİVANCA VE HAKANCA
Dr. Muhsine BÖREKÇİ 01 Ocak 1970
ÖZ: Dil ile kültür arasında iki yönlü bir etkileşimin olduğu
bilinmekte; kültürün oluşmasında ve kuşaktan kuşağa aktarılmasında dilin
önemi vurgulanmaktadır. Kültürün sistemli bir biçimde işlenip uygarlığa
dönüşmesinde ise yazı dilinin dolayısıyla edebiyatın işlevinin ve
öneminin arttığı görülür. Edebiyat, dilin sanatsal işlevi ile kullanıldığı bir
iletişim alanıdır. Yani tek aracı dildir. Ancak dilin gelişmesi de edebiyatın
gelişmesi ile orantılıdır. Edebiyatçı dili kullanırken yeniden üretir ve dilin
zenginleşmesine katkıda bulunur, gelişen dil yazın ustalarına yeni ufuklar
açar. Yani edebiyat tek araç olarak dili kullanır ama dilin gelişmesi için
de araç olma niteliği taşır. Öyleyse şairlerin yazarların eserleri dile
kattıkları değerler bakımından da değerlendirilebilir. ‘Bayrak şairi’ olarak
değerlendirilen Arif Nihat Asya, en güzel bayrak şiirlerini yazmakla
birlikte Türkçenin gücünü de sezdirmeye çalışmıştır. O, şiirini Türkçe
bilgisi ve bilinci ile oluşturan bir şairdir. Bu çalışmada onun bu
özelliğinin dikkatlere sunulması amaçlanmaktadır.
Giriş
Edebiyat, bir dilin sanatsal işlevinin baskın olarak kullanıldığı ve
birden fazla alımlama duyusuna yönelik dolaylı bir kitle iletişim aracı
olarak değerlendirilebilir. Bu nedenle Alman düşünürlerinden J. G. Fichte
edebiyat bilimini “her türlü anlaşmanın sanatsal araçları” olarak
tanımlamıştır. (Aytaç, 2005:12) Bu niteliğiyle edebiyat, tarih boyunca
kitle iletişimi gerektiren her toplumsal değişimde önemli bir işlev
görmüş; öngörülen toplum düzeni ve/veya önerilen insan tipi öncelikle
edebiyatın kurmaca dünyasında biçimlenmiştir. Bu biçimlenme sürecini
büyük ölçüde toplumun ihtiyaçları belirlemiş, faydacı (pragmatist)
toplumlarda edebiyata bir kültürleme aracı olarak informal bir eğitim
kurumu işlevi yüklenmiştir. Bu işlevi milletleşme sürecinde destanlar
gerçekleştirmiştir. Olaylar karşısında ortak bir duyuşsal tutum geliştirme
ve bu tutumu kültürel kimliğin bir öğesi olarak kuşaktan kuşağa aktarma
konusunda da diğer sözlü edebiyat ürünlerinin son derece önemli bir
görev üstlendiği söylenebilir. Ancak bir dilin işlenme ve gelişme noktası
hiç kuşku yok ki yazın (yazılı edebiyat)dır. Çünkü toplumsal olan “dil”i
üreten ve yenileyen güç, bireysel olan “söz”dür.1
Yani bir dilin
gelişmesi, bireylerin katma değer üretmesine bağlıdır. Bunu da büyük
ölçüde, biricik malzemesi dil olan sanatçılar (ozanlar, şairler ve yazarlar)
gerçekleştirir.
Günümüzde edebiyat dili olarak yetkin bir Türkçeden söz
edilebilmesinin nedeni VIII. yüzyıldan beri kesintisiz olarak süregelen bir
yazılı Türk edebiyatının var olmasıdır. Bu edebiyatın niteliği, büyük
ölçüde sanatçıların dili kullanma biçimlerine göre belirlenmiş, bu
niteliklere göre tarihi dönemlere ayrılmış ve adlandırılmıştır. Bir başka
ifadeyle, dil anlayışı sanat anlayışının da göstergesi olmuştur:
Osmanlı Türkçesi
›
Divan Edebiyatı
Osmanlı Türkçesi
›
Tanzimat Edebiyatı
1
“Dil” ve “söz” kavramları için bkz: Saussure (1998) Genel Dilbilim Dersleri (Çev.
Berke Vardar)
Osmanlı Türkçesi
›
Servet-i Fünûn Edebiyatı
Konuşma Dili
›
Halk Edebiyatı
Türkçe Şiirler
›
Millî Edebiyat
Bu ve benzeri eşleştirmeler, sanatçının düşünme biçiminin
kullandığı dil ile somutlaştığını göstermektedir ve dil ile düşünce
arasındaki ilişkinin de yansımasıdır. Edebiyatçılar, dili geliştirerek
milletler için yaşamsal değeri olan bir işlev görürler. Bununla birlikte
geliştirdikleri dilin anlam ve biçim zenginlikleriyle beslenirler.
Toplumsal olan “dil”e ait sesleri kendi sanat imbiklerinden geçirerek
bireysel olan “söz”e dönüştürürken bal yapan bir arının titizliğini ve
emeğini sergilerler. Bu emek, bir dili edebiyat dili olarak işlerken o dilin
taşıdığı kültürün uygarlığa dönüşmesine de önemli ölçüde katkı sağlar.
Kuşkusuz edebiyatın ve edebiyatçıların dile hayat vermekten başka
işlevleri de vardır. Toplumda dil bilinci oluşturmada ve alt bilinçsel dil
yapısını üst bilinçsel dil yapısına dönüştürmede en büyük görev yazın
ustalarına düşmektedir. Onlar hem dilin doğru ve güzel kullanıldığı
örnekler vererek hem de dil politikasının oluşturulmasına katkıda
bulunacak farkındalıklar yaratarak dilin “şuurla işlenmesi” konusunda
etkin olabilirler. Türk edebiyatının ve Türkçenin tarihi bu anlamda olması
gerektiği kadar kesişmemiştir. Ancak Türkçecilik olarak adlandırılan
akım, bazı yazarların, şairlerin, bilim veya devlet adamlarının daha
bilinçli, daha “Türkçeci” bir yaklaşım sergilemeleri sonucunda ortaya
çıkmıştır. Türkçülüğün siyasal bir fikir akımı olarak ortaya çıkmasından
sonra ise dil anlayışı, edebî tartışmaların temel konularından biri
durumuna gelmiştir. Özellikle dil inkılâbından sonra ortaya çıkan farklı
tutumlar, Türkçenin siyasal tartışmalara da konu olmasına yol açmıştır.
Bu ortamda eser veren yazar/şairler kendi dilsel tutumlarını yansıtırken
bir ideolojik söylemi de temsil etmek durumunda kalmışlardır. Ancak bu
dönemde eser veren bazı şairler, şiirlerinde Türkçeyi bir söylem olarak
değil; güzelduyusal (estetik) öğe, bir üst-bilinç, bir öz-güven yansıması
olarak kullanmışlardır. Bu şairlerden biri de Arif Nihat Asya’dır.
1. Arif Nihat Asya ve Dil
Arif Nihat Asya “bayrak şairi” olarak değerlendirilmektedir. En
güzel bayrak şiirlerini yazmış bir şair olarak bu tanımlamayı hak ettiği
düşünülse de Türkçeye bir “ses bayrağı” değeri katmış olması göz ardı
edilmemelidir. Onun şiirleri bu dikkatle incelendiğinde üst düzeyde bir
dil bilgisi ve bilinci görülür. O, dilin nesnel gerçekliğin bireysel ve
toplumsal düşüncedeki yansıması olduğunu sezmiş; insanın diğer
canlılardan farklı olmasını adlandıran ve anlamlandıran varlık olmasıyla
ilişkilendirmiştir. Dil başlıklı bir yazısında “Çok şükür ki onun sayesinde
’eşref-i mahlûkat’ olduklarının şuuruna sahip insanlar da vardı!” (1976:
99) diyen Asya’nın bütün yazılarında özellikle de şiirlerinde bu “şuur”
görülür. Ona göre sanatçı, yaratılanı anlamlandırarak bir bakıma yeniden
yaratandır. Bu, bütün yaratılanlar arasında Yaratan’a yani Sani-i Ekber’e
en yakın olmanın, eşref-i mahlukat olmanın bir gereğidir. “Sanat” şiirinde
bu düşünceyi dillendirir:
Sen mermeri yaratırsın;
Ben ondan saray yaparım!
Ses vermez tellerin bensiz..
Mızrab yontar, yay yaparım!
Suya ektiğin kamışı
Keser, biçer, ney yaparım!
Yuvada Havva’yı gelin,
Âdem’i güvey yaparım!
Şu ma’nasız mesafeyi
En yaparım, boy yaparım!
Yeter ki sen ver… ben ondan
Mutlaka bir şey yaparım!
Sen orda cennet kurarken
Ben dünyada köy yaparım!
Bir yalıncık gönderirsin,
Tarar, süsler, bey yaparım! (Asya, 2005:145–146)
Dil ise insanın duyularıyla zihni arasındaki yoldur; görülen,
dokunulan, işitilen varlıkları kendine özgü biçim/lerde düş/düşünce
dünyasına taşıyan, nesnel/evrensel gerçekliği öznel/toplumsal yoruma
dönüştüren araçtır. Bunun için her sanat dalı öncelikle dile muhtaçtır. Bu
bakış açısıyla dilin kendisi en güzel sanat eseridir. A. N. Asya, bu
düşünceyi ‘Sanat’ şiirinin sonunda bir dil filozofu derinliği ile dizeleştirir:
Gökteki öksüz dilimi
Bayrağıma ay yaparım! (Asya, 2005:145–146)
Asya’ya göre somut nesneler dünyasındaki adlandırılmamış varlık
“öksüz dilim”dir. Çünkü fiziksel gerçekliğin bir nesnesi durumundadır.
Ancak Türkçe “ay” olarak adlandırılınca benim/bizim olur. Türk milleti
için çok farklı düşünce ve duyguların ‘gösteren’i niteliğini kazanır ve en
sonunda da bayrağımızın ‘ay’ı olarak Türk’çe bir değer yüklenir. Bu
değer, Asya’nın şiirinde bir kültürel ve güzelduyusal öğe olarak
kullanılır:
Açtırdık ufuklarda bir altın lâle
Etrafına çizdik elvan elvan hâle…
Sık sık ona yolladık şehidler buradan
Göklerde getirdik Ay’ı meskûn hâle (Asya, 1976: 293)
Arif Nihat Asya’ya göre “ay” Türk’çe ve Türkçe olduğu için
“güzellik”in yeryüzündeki en güzel adıdır. Şu dizeler bu
değerlendirmenin yanı sıra dil-kültür ilişkisinin somut bir örneği olarak
Türk düşünce ve edebiyat geleneğindeki ay-güzel/güzellik ilişkisini
yansıtması bakımından da önemlidir:
Her ülkeye çağlar ayrı diller vereli
-Duyduk, okuduk- senin de var bir belli
İsmin hepsinde, ey güzellik, lâkin
“Ay”dır bilinen adlarının en güzeli! (Asya, 1976: 295)
O, Türkçenin gücünü sezmiş, değerini anlamış, kaynaklarını tespit
etmiş bir şairdir. Bilgili daha da önemlisi bilinçli bir Türkçecidir. Ancak
onun Türkçeciliği farklıdır. Çünkü Türkçeyi bir güzelduyusal öğe olarak
kullanmış; göstergeye bir imge değeri yükleyerek bir heyecan
yaratmasını sağlamış ve okuyucunun “yeniden üretmesine” (İnce, 2001:
20) ortam hazırlamıştır. Böylece Türkçeyi anlatarak, öğreterek değil
çağrışımlar oluşturarak dil/Türkçe kavramlarıyla ilgili bir farkındalık
yaratmayı, bilgiyi bilince dönüştürmeyi hedeflemiştir:
“Hor görenler benim aslında şiirden dilimi
Söylesinler bana: “May Hart” ile “Gönlüm” bir mi?”
(Asya, 2007: 259)
dizelerinde yüzyılımızın Ali Şîr Nevâî’si gibi bir karşılaştırma yapmış;
ancak bir dil bilimciden veya sözlükçüden farklı olarak sözlük
anlamlarından değil, çağrışımlardan yararlanmıştır. “Şiirden dil”
bağdaştırmasıyla Türkçenin şiirselliğini olumlu bir nitelemeyle
sezdirirken “hart”ın sert ünsüzleri aracılığıyla olumsuz çağrışımlar
uyandırmasını sağlamıştır. Ayrıca kaba bir yeme/ısırma davranışını
çağrıştıran “hart” gösterenine karşılık ince bir hoş görüyü yansıtan
“gönül” göstergesinin seçilmiş olması da anlamlıdır. Birincisinin
çağrışım alanına adeta bir sömürge kültürü yerleştirilirken ikincisi Yunus
Emre anlayışını barındırmaktadır. Böylece sözcüklerin tarihî ve kültürel
bir değer taşıdığını –söylemeden- anlatarak okuyucuyu Türkçenin Türk’e
özgü sesini duymaya, inceliğini sezmeye çağırıyor.
Dil bilimin kurucusu Saussure gösteren ile gösterilen arasındaki
ilişkinin nedensiz olduğuna dikkat çekip bu iki boyut arasında görece bir
nedenlilikten söz eder. (Saussure, 1998. ) A. N. Asya ise Türkçenin “k”
sesine bir işlev yükler ya da “k” sesinin bir işlevi olduğunu sezer ve
sezdirir:
Kılıç, kalkan sesinden nal şakırtılarından
Dilimde ince, kalın “K” harfinin bolluğu
Bellidir ecdadımın at üstünde yaşayıp
Yeri Göğü kılıçla imzalamış olduğu! (Asya, 2007: 261)
Bu dizeler onun Türkçe ile Türk yaşam biçimi arasındaki ilişkiyi
“Ârifçe” sezdiğini ve bu ilişkiden beslendiğini göstermektedir.
Dil-millet ilişkisi, Arif Nihat Asya’nın Türkçenin sadeleştirilmesi
ile ilgili tartışmalarda takındığı tavrın da dayanağını oluşturmuştur:
Dilimiz bir devamdır kopmaz
Dili millet yapar, kurum yapmaz (Asya, 2007: 262)
Bu beyitte “dilin hem uzun asırlar içinde milletin sosyal ve
düşünce hayatıyla beraber gelişip şekillendiğini, hem de dile dışardan
müdahalenin doğru olmadığını ifade etmiştir.” (Özbalcı, 2006: 98) Yani
bu A. N. Asya özleştirmeden değil, sadeleştirmeden yana bir tutum
sergilemiştir.
Akalın tarafından “ele aldığı konuya göre bir dil kullandığının”
(2006: 219), Özbalcı tarafından da “bir ayrım yapmadan yerine göre her
türlü kelimeyi kullandığının” (2006: 99) göstergesi olarak değerlendirilen
Dil IV şiiri toplumun farklı katmanlarında farklı dil türlerinin oluşmasını
öngören toplumdilbilimsel bir gerçekliğe dikkat çekmekte; aynı zamanda
A. N. Asya’nın biçimle anlam arasındaki ilişkiyi bir güzelduyusal
(estetik) öğe olarak şiirlerine taşıdığını göstermektedir.
Bilirsiniz destanlarda destanca konuştuğumu
Dîvancılar arasında dîvanca konuştuğumu
“En tatlısı bu!” derdiniz duysanız evde altıncı
Torunum küçük Hakan’la Hakan’ca konuştuğumu!
(Asya, 2007: 265)
Onun “Destanca”, “Divanca” ve “Hakanca” olarak adlandırdığı dil
türleri incelendiğinde kendine özgü bir işlev üstlendiği görülür.
1.1. Destanca
Şairin “destanca” konuştuğu şiirler en fazla okunan ve bilinen
şiirleridir. Bu şiirlerde “destan” göstergesi öncelikle temel anlamıyla
kullanılır. Ancak onun destanı, destansal olayların anlatılmasından ibaret
değildir. O, bütün Türk tarihini bir destan olarak değerlendirir ve
bütüncül tarih bilincine giden yolu açar. Çünkü destandan tarihe değil,
tarihten destana gider. Bu şiirlerde seçilen sözlüksel ve dil bilgisel
biçimbirimler geleneksel destan biçimini sezdirmekte, yapılan
bağdaştırmalar da destanı bir A. N. Asya şiirine dönüştürmektedir.
Destan adını taşıyan şiir örnek olarak değerlendirilebilir:
O zaferler getiren atların
Nalları altındanmış
Gidişleri akına
Gelişleri akındanmış.
Yolları eline dolıyan;
Beldeler, ülkeler avlıyan
Süvarileri varmış ki,
Oğuz, Bilge, Süleyman’mış.
Bize bin yıllık armağan
Şu parıltı kılıçlarından
Ve şu serin, kuytu gölge
Kanadlarındanmış. …
Zembereğini kuran
Onlarmış bu dünyanın…
Onlar ki kurt doğuran
Obaların kanındanmış.
Ve zaferler getiren atların
Nalları altındanmış. (Asya, 1997, 7–8)
İlk dizedeki “zafer” göstergesi, destan devrinden geçilerek ulaşılan
bir tarihsel sürecin sonucudur. Oğuz, Bilge, Süleyman, tarihsel gerçekliği
olan kahramanlardır. “Kurt doğuran oba” ve “altından nallar” destansı
öğelerdir. Seçilen kip (/-mIş/ - rivayet) ise hem ‘destan’ biçimi ile
örtüşmekte hem de destansı zaferlerin uzak geçmişte kaldığına işaret
etmektedir. Bu kurgu, destan devrine, destan kahramanlarına ve destan
ozanlarına/şairlerine duyulan özlemi yansıtmaktadır. “Bu, duygunun,
muhayyilenin imkânlarıyla modern dönemlerde ifadesini bulan romantik
duyuş tarzıdır.” (Aktaş, 2006: 194)
Destan göstereni A. N. Asya’da en geniş anlamıyla karşılığını
bulur. Bazen bir zaferin, bazen bir sosyal felâketin, bazen geçmişini
özleyen bir gurbetçinin, bazen da kendi içine yolculuk yapan bir dervişin
“destan”ını anlatır. Bu destanın niteliği kullanılan dilin yapısını fazla
etkilemez. Sık sık yapılan tekrarlar, ve kullanılan özel isimler (Akalın,
2006), konuşma dilindeki gibi yalın cümleler, somuttan soyuta yol açan
simgeler bu yapının en çarpıcı öğeleridir. Örnek Ağıt şiiri:
Ağlayın, parmakları nur
Sularından kınalı kızlarım,
Ağlasın Meraga göklerinden
Meraga’ya bakıp yıldızlarım
Yollara Kürşadlar uzanmış, ölü…
Ağlasın Akülke, ağlasın Sütgölü!
Yiğitlerim uyur gurbet ellerde..
Kimi Semerkant’ta bekler beni,
Kimi Caber’de
Caber yok, Tiyanşan yok, Aral yok…
Ben nasıl varım?
Ağla ey Tanrı dağlarından
İndirilmiş Tanrı’m!
Şu yakın suların
Kolu neden bükülmez?
Fırat niçin, Dicle niçin, Aras niçin
Benden doğar, bana dökülmez?
Ben ki ateşle konuşurdum, selle konuşurdum
İtil’le Tuna’yla, Nil’le konuşurdum
“Sangaryos”u “Sakarya” yapan,
“İkonyom”u “Konya” yapan
Dille konuşurdum. (Asya. 1997: 13–14)
Şiirin biçimi geleneksel destan türünün özelliklerini yansıtmasa da
şiire ad olarak seçilen “ağıt” göstergesi ve kullanılan özel isimlerin
oluşturduğu kavram alanı, Alp Er Tunga Sagusu’nu çağrıştırmaktadır.
Şiiri oluşturan göstergelerin tamamı “dil”den seçilmiştir. Türkçenin
sözlüğünde rahatlıkla bulunabilecek sözcüklerdir. Söz dizimi bakımından
incelendiğinde de konuşma dili özellikleri görülmektedir. Ancak yaptığı
bağdaştırmalar onun “destanca”sını özgün kılar. Her özel isim hatta her
biçimbirim, kendi kavram alanıyla ilgili çağrışımlar oluşturur:
Birinci dörtlükte kızların parmaklarının kınalı olması Türkçe bir
yaklaşım ama o kınanın nur suları ile bağdaştırılmış olması Arif”çe bir
söyleyiştir. “Yıldızların ağla”masını istemesi ile de özgün bir hayal
unsurunu dile aktarırken bireysel bir ağlama nedeninden toplumsal bir
ağlama nedenine geçişi hazırlamaktadır. Çünkü Türkçede “yıldız”
göstergesine hem bireysel hem de toplumsal pek çok değer yüklenmiştir.
“Şiirin ilk biriminde ‘parmakları nur sularından kınalı kızlarım’ milletin
her türlü üstün ve yüce güzelliğini temsil etmektedir. Ağlaması istenilen
canlı varlık değil, bu üstün değerlerdir. ‘Meraga göklerinden Meraga’ya
bakan yıldızlar’ söz grubu, bu milletin geçmiş dönemde tabiatı anlama
gayretini ifade etmektedir. … İlk grupla insanî ve kültür ilimlerinin
konusu olan değerler dünyası, ikinci grupla tabiî ilimlerin konusu olan
hususları söz konusu edildiği rahatlıkla söylenebilir.” (Aktaş, 2006:
194).
İkinci bentte özel isim /+lAr/ biçimbirimi ile genelleştirilerek
tarihsel bir olaya gönderimde bulunulurken olay ve kahramana temsil
işlevi yükleniyor. “İkinci bentte ‘yollar’ sözü tarihî zamanı, ‘Kürşatlar’
bu milletin gayesine ulaşamayan kahramanlarını düşündürmektedir.”
(Aktaş, 2006: 195) Esareti bitiren yani milletin yaşamasını sağlayan
Kürşat/lar ölüdür artık. İsimlerle nitelikleri veya öznelerle edimleri
arasındaki karşıtlıklar var oluşla yok oluş arasındaki ilişkiyi yansıtmakta;
doğumdan ölüme veya kuruluş destanından dağılış ağıtına uzanan bir
öyküyü anlatmaktadır:
Kürşat› ölü
Akülke, Sütgölü › ağla-
yiğit › uyu-
Semerkant, Caber›gurbet
Üçüncü bentte yokluk bildiren cümlelerden sonra kullanılan varlık
cümlesinin soru biçiminde olması, yapan durumda olması gerekirken
yaptırılan duruma sokulan Tanrı’nın ağlama eylemine uygun bir seçimdir.
Çünkü özneliği elinden alınan, yani Tanrı Dağı’ndan başka güçler
tarafından indirilen Tanrı’nın ağlamaktan başka yapacak bir şeyi yoktur
artık. “Ağıt” da en çok onun içindir.
Şiire hâkim olan tasvir kipinin son bentte hikâye kipine
dönüştürülmüş olması da anlamlıdır. “Konuşurdum” yüklemi ile “Artık
konuşmuyorum” anlamıyla birlikte yapmakla konuşmak, söz ile eylem
arasındaki ilişki sezdirilmiştir. Ateşle, selle, İdil ile, Tuna ile, Nil ile
konuşabilen güç tabiata hükmedebilen güçtür. (Aktaş, 2006: 191-203) Bu
dil kaybedilirse “yakın suların kolu” bükülemez. Fırat, Dicle, Aras
benden doğar ama gurbete akar.
1.2. Divanca
Arif Nihat Asya, düşürdüğü “tarih”lerle, yazdığı “naat” ve
“rübâî”lerle “divancılar” arasına girmiştir. “Dîvanca” konuşurken de
dîvan şiiri söz varlığını ve mazmunlarını kendine özgü bir biçimde
kullanmıştır. Gelenekte âşığa meselâ Mecnûn’a özgü olan şikâyet, onun
şirinde maşukun, “Leyla’nın şekvâsı”na dönüşür. O, gelenekten farklı
olarak Leylâ’nın şikâyetini şiirleştirir:
Nâme yazdım…“Gül” okunmuş, anladım, nâmemde
“Gel!”
Gelmedin, Kays’ım, gelip tatyîb-i cânân etmedin!
Yolladım rüzgârla goncenden ıtır… da’vetti bu;
Goncenden gül etmedin, gülden gülistan etmedin!
Her şeyimdin: muktedirdin şâdü handân etmeye
Gerçi meşhûr -ammâ- şâd ü handân etmedin!
Durmadan -hayran hayran- övdüğün ezharımı,
Kendi has bahçen bilip, rü’yâmı rü’yân etmedin
…
Ben senin olmak için doğmuştum annemden… beni
Ey diyen “Leylâ’m” Leylâ’n etmedin!
(Asya, 2005: 62-64)
“Gül” ile “gel”in Arap kökenli Türk alfabesinde aynı biçimde
yazılmasından yola çıkarak biçime yansıyan kültürel farklılaşmanın
toplumsal ve tarihsel boyutunu yine gelenekten yararlanarak ifade
etmiştir. ?? yazımının “gül” ya da “gel” olarak okunması, davranışa bu
göstergelere yüklenen değerler doğrultusunda yansıyacak; birincisinde
bireysel bakış açısı ile oluş durumu/eylemsizlik, ikincisinde ise
toplumsal bakış açısı ile kılış/eylem ortaya çıkacaktır. Bu, Fuzuli’nin
temsil ettiği insan tipi ile Arif Nihat Asya’nın teklif ettiği insan tipi
arasındaki farkı da ortaya koymaktadır. O, geleneğin biçimini, geleneğin
dilini kullanmış ancak “Leyla”nın şikâyeti ile geleneksel davranışlar
sergileyen ve “âşık” durumunda olan Kays’ı sorgulayarak yeni bir söylem
oluşturmuştur. Bu söylemde Asya’nın teklif ettiği insan tipini bulmak ve
‘dediğini eden insan’ biçiminde tanımlamak mümkündür.
1.3. Hakanca
Arif Nihat Asya’nın Hakanca’sını iki şekilde yorumlamak
mümkündür. Birincisi “küçük torunu Hakan”ın temsil ettiği çocuklarla
(veya kendi çocukluğuyla) konuşurken kullandığı Masalca ve Türküce
Masallarla şiiri bu dilin en güzel örneklerinden biri olarak
değerlendirilebilir:
Benim de bir annem olsa annemin
Beşiğini seve seve sallardım;
Gülse güller açılırdı içimde
Ve ağlasa inci inci ağlardım.
Işılda ey mavi saray ışılda:
Pırıl pırıl şehnişinler kapılar…
Senin kırk gün kırk gecelik düğünün,
Benim kırk gün kırk gecelik yasım var.
Sesler gelir sarnıçların içinden:
-Çıkayım mı, çıkayım mı?
Çık da gör!
Bir yakılmış, bir yıkılmış yerdeyiz…
Daha neler yıkacaksın yık da gör!
Çağlar yüksük dolusuymuş ve hayat
İki iğne bir çuvaldız boyu yol
Söyle anne: neye yarar niçindir
Demir çarık, demir âsâ, demir kol?
Oğlun oldum ey analar anası…
Türküce de masalca da bilirim,
Şehnişinden sarkıtırsan saçını
Saçlarına tırmanarak gelirim. (Asya, 1996: 66-67)
Asya’nın masallarla çocukluk dönemi arasında ilişki kurması,
masal ihtiyacının en çok bu çağda duyulmasına dayanmaktadır. Ancak bu
ilişki de şairin penceresinden bakınca farklılaşmıştır. Seçilen kelimeler ve
kullanılan söz dizimi, yaşanan gerçeklikle masal dünyası arasındaki derin
uçurumu yansıtacak niteliktedir. Örneğin 1. Dörtlükte /-sA/ - /-ArDIm/
yapısı masallardaki varlığa ve kolaylığa karşı gerçek hayattaki yokluğu
ve güçlüğü göstermektedir. Sarnıçların içinden gelen ve saklambaç
oynayan çocuğu çağrıştıran “çıkayım mı?” sesi “şimdi”deki acı yankısını
“Çık da gör!” biçiminde bulur. Çünkü “şimdi”de yakılmış ve yıkılmış
yer/ler vardır. Zamanın yıkıcılığı, hayatın tıpkı masallardaki gibi iki iğne
bir çuvaldız boyu yol olduğu gerçeğini kavrayış, artık sadece yeni masal
öğeleriyle dönülebilecek bir geçmişe veya başka dünyaya, yaşamın
başladığı noktaya, masal çağına dönüş arzusu; masal dilinden ve günlük
dilden alınan söz öbekleriyle biçime yansıtılmıştır.
Işıldayan “mavi saray”, “pırıl pırıl şehnişinler kapılar”ın temsil
ettiği masal dünyasının “kırk gün kırk gecelik düğün”üne karşılık annesiz
-ve belki de masalsız- geçen çocukluğunun “kırk gün kırk gecelik yası”
dillendirilirken aslında çocukları “analar anası” Anadolu’nun oğlu olarak
büyüten bir hayat dersi de şiire taşınmıştır. Bu hayat dersiyle biçimlenen
kimliğin ögeleri Türkçe ve Türkçecilik açısından çarpıcıdır: Masalca ve
türküce!..
A. N. Asya’nın ikinci tür Hakanca’sı en çok bilinen şiirleridir. Bu
şiirlerde ordusunu yeni fetihler için yürüten bir Hakan gibi konuşur. Bu
konuşma biçiminde söz dizimi değişmez seçilen göstergeler değişir ama.
Bayrak, Fetih Marşı, Kalk Yiğidim.. gibi şiirler bu türe örnek olarak
incelenebilir:
Kalk yiğidim yine dağ başını duman aldı
Parçalandı bir kıtanın toprakları
Aslan payını aslan olmayan aldı
Kalk yiğidim yine dağ başını duman aldı.
(Asya, 1996: 20)
Bu şiir de tasvir edilen durumun Ağıt şiirinde anlatılan durumdan
pek farklı olmadığı söylenebilir. Çünkü “dağ başını duman al”mıştır.
Ancak, durumu algılama ve anlatma biçimi farklıdır. Ağıt’ta önerilen
“ağlamak” eylemine karşın burada önerilen eylem “kalkmak”tır. Ölü
Kürşatlar yerine “yiğitler”e seslenilmektedir. “Başı dumanlı dağ” ile
“yiğit” arasındaki ilişki geleneği yansıtmaktadır. Ancak yiğitler,
tarihten/ahretten çağrılmaktadır:
Dağları, taşları, akar sulariyle
Şu tanıdık toprakta
Bir büyük dünya parçası
Fatihini aramakta.
Dünyayı ahretten ayıran
Duvarları yık da gel
Ay doğar gibi, gün doğar gibi
Şu kıpkızıl ufuktan çık da gel!
Günay’ın Fetih Destanı adlı şiir için yaptığı değerlendirmenin bu
ikinci tür Hakanca üslubundaki bütün şiirler için geçerli olduğu
söylenebilir:
“Fetih destanındaki Türk gençliğine hitap, Bilge Kağan’ın ‘Ey
Türk milleti düşün ve kendine dön’ ve Büyük Atatürk’ün ‘Muhtaç olduğun
kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur.’ özdeyişlerinin Arif Nihat
Asya üslûbundan yeniden söylenişidir.” (Günay, 2006: 255)
2. Sonuç
Bilindiği gibi yazma, bilinçli bir uğraştır ve “dil” içinde “söz”ler
yaratmayı amaçlar. Ancak sanatçı, sözünü oluştururken genellikle
bilgisini değil, sezgisini işe koşar. Arif Nihat Asya’da ise şair sezgisinin
yanı sıra bir dilci bilgisinden ve bilincinden söz edilebilir. Onun bir
eleştiriyi cevapladığı mektup bu düşünceyi doğrular niteliktedir. Bir
rübâîsinde seçtiği kelimeye yüklediği anlam, Naci Kazan tarafından
eleştirilmiştir. Bu eleştiriye verdiği cevapta şu ifadeler yer almaktadır:
“(Sen ) adıyla çıkan
Her değdiğinin bahtı kapanmakta bugün;
Havva “nasıl ettim” diye yanmakta bugün…
Pişman yüce hilkat seni halk ettiğine;
Âdem, baban olmaktan utanmakta bugün.
rübaimde (hilkat) kelimesini yalnız tekvin değil, Fransızca (génèse) gibi
aynı zamanda tekevvün olarak kullandım.
Ben, daireyi biraz daha genişletmeye kendimi haddim olmıyarak
selahiyetli buldum ve (tekevvün olayı)nı, az çok, (tekevvün çağı) anlamına
da düşündüm… Kelime buna pek âlâ müsaitti. Gerek çağa gerek olaya
yücelik de yakışırdı.
Bütün bunlar, ‘Yaradan’a nedamet isnadı’ şeklinde iliştiğiniz
karineyi yumuşatmak içindi. Yoksa üçüncü mısrada (hilkat) yerine
(Hâlık) demek, yahut doğrudan doğruya (Lafza-i Celil)i kullanmak
mümkündü.. vezin bu imkânı bahşediyordu” (Asya 1976A: 221).
Bu ifadeler, Arif Nihat Asya’nın sözünün kendine özgü bir
felsefeyi yansıttığını da göstermektedir. O, şiirlerinde ve nesirlerinde
kullandığı Türkçeyi, “Destanca”, “Divanca”, “Hakanca”, olarak
adlandırmakla kalmamış, içtenliğinin beslendiği kaynağı da “masalca” ve
“türküce” olarak adlandırmıştır. İşte bu bakış açısının âdeta haddeden
geçirdiği duygu ve düşünce yığını özel bir Arif Nihat Asya şiiri
oluşturabilmiştir. Türkçenin kendisine sunduğu sınırsız kullanım
biçimlerini Türk’çe bir özenle Türkçenin hizmetine sunarak sözcüğün en
geniş anlamıyla bir Türkçeci olmayı başarmıştır. Onun Türkçeciliği geniş
kitlenin ve geleneğin yanında yer alan bir anlayıştan beslenmiştir.
Arif Nihat Asya, şiir uğraşında dilden yola çıkmış ama toplumsal
olan dili yeniden üreterek kendi sözünü oluşturmuş; aynı zamanda her
okuyucunun her okuyuşunda yeniden üretmesine olanak sağlamıştır.
Böylece Türkçeyi kullanan bir sanatçı olarak Türkçeye olan borcunu
fazlasıyla ödemekle kalmamış şair kimliğinin yanında Türkçeci kimliğini
de kazanmıştır.
KAYNAKÇA
AKALIN, Ş. H., (2006), Türkçenin Bayraklaşan Şairi Arif Nihat Asya, Arif
Nihat Asya (Editör: Nevzat Kösoğlu) 213-221, T.C. Kültür ve Turizm
Bakanlığı, İstanbul.
AKTAŞ, Ş., (2006), Millî Romantik Duyuş Tarzı ve Arif Nihat Asya’nın Şiirleri,
Arif Nihat Asya (Editör: Nevzat Kösoğlu) 191-203, T.C. Kültür ve Turizm
Bakanlığı, İstanbul.
ASYA, A. N., (1976 A), Nesirler:3 Kanatlarını Arayanlar, Ötüken Yayınevi,
İstanbul.
ASYA, A. N., (1976 B), Şiirler:7 Rubâiyyat-ı Ârif, Ötüken Yayınevi, İstanbul.
ASYA, A. N., (1976), Çekirdek: 2 Aramak ve Söyliyememek, Ötüken Yayınevi,
İstanbul.
ASYA, A. N., (1997), Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor, Ötüken Yayınevi, İstanbul.
ASYA, A. N., (2005), Ses ve Toprak, Ötüken Yayınevi, İstanbul.
ASYA, A. N., (2007), Kökler ve Dallar, Ötüken Yayınevi, İstanbul.
AYTAÇ, G., (2005), Edebiyat ve Medya, Hece Yayınları, Ankara.
İNCE, Ö., (2001), Şiir ve Gerçeklik, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,
İstanbul.
ÖZBALCI, M., (2006), Şairliği ve Şiirleriyle Arif Nihat Asya, Arif Nihat Asya
(Editör: Nevzat Kösoğlu) 67-105), T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı,
İstanbul.
SAUSSURE, F. (1998) Genel Dilbilim Dersleri (Çev: Berke Vardar),
Multilingual, İstanbul.
TÜRKEŞ Günay U., (2006), Baba Dostumuz, Saygıdeğer Şairimiz, Arif Nihat
Asya (Editör: Nevzat Kösoğlu) 253-257, T.C. Kültür ve Turizm
Bakanlığı, İstanbul.