Başımıza Gelenler
Mehmet SUCU 01 Ocak 1970
Mehmet Arif Bey... 'Başımıza Gelenler' isimli eserin yazarı... Bir nevi harp tarihi; Başımıza Gelenler... Halk arasında 93 Harbi diye bilinen, 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi'nin tarihi... Harbe niçin girildi, harb hangi şartlar altında, nerelerde, nasıl cereyan etti, neden mağlubiyetle neticelendi, hatalarımız nelerdi, bunları anlatıyor aynı sui akıbete duçar olunmaması, gereken dersin çıkarılması için. Bunları anlatmakla kendini mükellef sayıp tarihe kayıt düşmesi, büyük bir hizmettir sonraki nesiller için, takdir edene... Biz de aslında herkes tarafından okunması gereken bu kitabın nazara verilmesi, maksadına ulaşması için M. Arif Bey'i hatırlatmak istedik.
M. Arif Bey; başkâtiplik vazifesiyle Anadolu Harp Orduları komutanı Gazi Ahmed Muhtar Paşa'nın yanında harbin başından sonuna kadar bulunmuştur. Bulunduğu makam itibariyle harbin bütün yazışmaları elinden geçmiştir. Ayrıca Muhtar Paşa ile de birçok meselede konuşma fırsatını yakalamıştır. Dolayısıyla 93 Harbi'nin her anına vâkıf olan nâdir insanlardan biridir M. Arif Bey. Kitabı baştan sona okunduğunda, M. Arif Bey'in bilhassa ehil insanların ehil yerlerde bulunmadıklarına, önde bulunan zevâtı kirâmın istişareye ehemmiyet vermediklerine, tedbirde kusur eylediklerine, bazı insanların şahsî ikbâl peşinde koştuklarına dikkat çekiyor. Bunların harbin kaybedilmesindeki rollerini misallendirerek anlatıyor bizlere. Bir harp tarihi olarak kaleme alınan bu eserin, aslında daha geniş bir bakış açısıyla okunursa, sosyal hayatın bütün alanları için dersler çıkarılabilecek bir eser olduğu görülecektir. Öyle ya, meşveretin, tedbirli olmanın, hubbucâh, makam, mansıp peşinde koşmamanın, hayatın her safhasında bizlere faydalı olacağı inkâr edilemez bir hakikattir. İstişare önemlidir M. Arif Bey'e göre, ama istişare edilecek kişilerin nitelikli olması ondan daha önemlidir: 'Bir kumandanın kendisiyle müşavere edeceği zat ne delicesine cesur olmalı, ne de tedbir ve düşünceleri vehim derecesinde ihtiyatkâr bulunmalıdır. Müşavere dairesine giremeyecek olanlar hesap dışı bırakılmalı. Nasıl bırakılmasın ki, o zat kendi iktidarı kadar söz söyleyecektir. Bu sözleriyle ise, ya kumandanın azmini sarsacak veya olmayacak yerde delicesine bir hareket yapmaya sevk edecektir. Çünkü insan kulağından zehirlenir.'
Evet, meşveret etmemenin, âkil insanların fikrine itibar etmemenin, bu harbe girilmesinde ve harbin mağlubiyetle neticelenmesinde büyük bir rolü vardır. Londra Konferansı neticesinde Londra Protokolü kaleme alınmış, Osmanlı Devleti'ne bir anlaşma teklif edilmiştir. Görülen o ki, ya bu anlaşma kabul edilecek, yahut Rusya ile harbe girilecektir. M. Arif Bey, Londra Konferansı sırasında Hersek'te Karadağlılarla harbetmekte olan Ahmet Muhtar Paşa'nın, harbe girilme taraftarı olmadığını ve düşüncelerini bir telgrafla seraskerlik makamına, serasker Redif Paşa'ya bildirdiğini yazıyor ve telgrafına yer veriyor kitabında:
'Galib olduğumuz halde haksızlıkla mağlub olmuşçasına sulh etmek, ileride daha fazla zarara uğrayarak ve mağlup olarak sulh etmekten daha iyidir... Çünkü gerekli imkânların onda dokuzundan mahrumuz. Hudutlarımızı tamamıyla muhafaza edebilirsek bahtiyarlıktır. Arz ettiğim sebepler bizi mağlup olarak sulha oturtacaktır. Her halde bunun sonu batmak değil mi? Varsın bir saat önce ne olursa olsun denirse hayır! Velev ümit -emir- altında olsun, elbette yaşamak batmaktan evlâdır... Hâsılı istikbâlin koyu karanlığına dalmaktansa şimdiki anlaşmayı haksız da olsa kabul etmek devleti ikinci bir tehlikeden kurtarmaktır.'
Bu telgraf menziline ulaşıp okununca maalesef dikkate alınmamış, tam tersine Muhtar Paşa; 'seferberlikten korkmuş ve ürkmüş olsa gerek' denilerek vazifesinden alınmış, Girit Valiliği'ne tayin edilmiştir. Mesleği askerlik olan, harp meydanlarında ömrünü geçiren bu ehil insan bir nevi kızağa alınmıştır.
Heyhat! Zaman ve hâdiseler Muhtar Paşa'yı haklı çıkarmıştır. Adım adım harbe yaklaşılınca aradan yirmi gün geçmeden, kızağa alınan Muhtar Paşa kendisini Anadolu Harp Ordusu Kumandanlığı'yla vazifeli bulmuş ve Erzurum'a gönderilmiştir.
Hicaz Valisi Hâlet Paşa ve Dördüncü Ordu Komutanı Mirliva Ali Rıza Paşa gibiler; 'Siz muharebenin ne demek olduğunu bilmiyorsunuz. Bizim müdafaa imkânlarımız noksan, bilhassa muharebenin esas dayanağı olan para hiç yok. Ordularımız iki senedir Rumeli'de asilere karşı kan döküp can veriyor. Moskof ise yorgun değildir, silâh ve teçhizatı fevkalâde mükemmel; dinç, talimli ve kalabalık olan ordularıyla birdenbire üstümüze uğrarsa batar biteriz. Şimdiki siyasî yerimizi de kaybeder, kim bilir ne şekillere gireriz. Bu iyi bir şey değildir. Tehlikeden kaçınmak gereklidir.' diye fikirlerini beyan etmişlerse de kaâle alınmamışlardır. İşin içinden gelen, meseleye vâkıf olan Hâlet Paşa, Ali Rıza Bey gibi zatların ikazları dikkate alınacağına, Borsa Komiseri Abidin Bey, şurayı devlet âzâlarından Rıfat Paşazâde Rauf Bey tarafından susturulmuş; vehimli, korkak, kıt akıllı olmakla suçlanmışlardır.
M. Arif Bey'in istişare etmenin yanında, üzerinde önemle durduğu ikinci mesele de tedbir alma, sulh zamanında harb için hazırlık yapmadır. Bu konuda Arif Bey'in kitabından şunları öğreniyoruz:
'İki dövüşçü horoz karşılaşıp da harb sancağı demek olan boğazlarındaki tüyleri kabartıp bir kere çarpıştıktan sonra öteye beriye bakıp her ikisi de güyâ yem yermiş gibi gagasıyla toprağı karıştırarak düşmanın tutulacak ve hamle edilecek yerini eline geçirmek için fırsat beklerler. Bu zamanın harbleri de aynen böyledir. İki taraf harb etmedikleri günlerde birbirinin fırsatını beklemekte ve beyhude yere adam telef ettirmemek yolunu düşünmekle meşguldürler.'
Daha önce fikrine itibar edilmeyen Ahmet Muhtar Paşa, Anadolu Orduları Harp Kumandanı olarak Erzurum'a tayin olununca hemen vaziyeti kontrol edip gerekli tedbir ve tertibatı almak istemiştir. Bunun için derhal hudutları gösteren bir harita ister, öncelikle harita üzerinde çalışıp nerede nasıl hareket edeceğine karar vermeyi düşünmektedir. İşte o zaman acı gerçekle yüzleşir Paşa. Ancak kendisine, 'İhtiyacı karşılayacak derecede sağlam ve doğru bir haritamız yoktur.' cevabı verilir. Pekiyi nasıl olur da bir ülkenin hudutlarının haritası olmaz, barış zamanında harb için hazırlık yapılması lâzım geldiği, oradaki zevâtı kiram tarafından düşünülmemiş midir?
Elbette düşünülmüş, düşünen hamiyetli insanlar olmuş. Kütahyalı Akif Bey, gerekli tertibatı almak isteyen bu hamiyetli insanlardan biridir.
Erzurum, Kars, Ardahan istihkâmları yapılırken Kütahyalı Akif Bey ve arkadaşları; 'Boş kaldığımız vakitlerde Rusya hududunu gezelim ve mufassal haritasını çıkaralım teklifini, o zaman istihkâm komisyonu reisi bulunan Fosfor Mustafa Paşa'ya arz ederler ve izin isterler. Lâkin Fosfor hazretleri, 'Aman Allah aşkına böyle şeyleri karıştırmayınız. Nenize lâzım, siz işinize bakınız.' cevabıyla bu adamların teklifini reddetmiştir.
Paşa'nın bu şekilde reddetmesi de; 'Şayet zabitlerimiz hudut üzerinde gezinirse Rusya kuşkulanır ve belki de devletimizden izahat ister de, kim bilir başımıza ne belâlar gelir veya idaresiz denilerek Paşa hazretleri ortadan kaldırılır. Pekalâ rahat rahat otururken fazladan bir gayret gösterip de başımıza iş çıkarmayalım' yorumunu, 'Korku ve düşüncesinden ileri gelmiş olsa gerektir.' şeklinde yorumlamıştır M. Arif Bey. Böyle durumlar için M. Arif Bey, 'İnsan bir kere kendini vehim ve hâyâle kaptırırsa zihnindeki vesveseden teşekkül eden şeytan ordularının resmî geçidi başlıyor.' diyor. Oysa böyle sulh zamanlarında gerekli hazırlıkların yapılması, ihtiyaçların tedarik edilmesidir, ülke ve millet menfaatine olan. Hâdisât bu minval üzere giderken bir tedbirsiz hareketin de Erzurum Valisi Samih Paşa tarafından yapıldığını görüyoruz.
Bir yandan Rusya ile harbe girilebileceği ihtimaline binaen tedbir olarak asker yığılırken, bir taraftan düşman ordusunun ihtiyacını karşılayacak zâhire Ruslara satılıyor. Ruslar sulh zamanında gerekli hazırlığı yapmak maksadıyla ordularının ihtiyacını karşılamak için Kars ve havalisinden buğday satın alıyorlar. Buna izin veren Samih Paşa, Rusları zahmetten kurtarıyor. Hem ordumuzun zahîresiz kalmasına, hem de düşmanın gerekli erzakı depolamasına sebep oluyor. Samih Paşa, çevresindeki âkil adamlarca defalarca ikaz edilmesine rağmen o, savaşın çıkmayacağını, Avrupalı devletlerin araya girmesiyle sulh yapılacağını, harb çıksa bile Kars Kalesi'ndeki zahîrenin bizim ordumuza yeteceğini, böyle bir durumda bu havâlideki zahîrenin ecnebî bir memlekete satılarak gelir elde edilmesinin fena olmayacağını içtihad ediyordu. Mesele İstanbul'a intikal ettirilince, İstanbul tarafından Kars ve Erzurum'dan dışarıya zahîre çıkarılması yasaklanır. Ancak iş işten geçmiştir. Samih Paşa'nın içtihadı yanlış çıkmıştır.
M. Arif Bey'in yazdıklarından anlaşıldığına göre kişiler kendilerini müdafaaya göre değil, psikolojik olarak taarruza göre hazırlamalıdır. Çünkü müdafaada bulunan kişi ile taarruzda bulunan kişinin hâlet-i ruhiyesinin farklı olduğunu müşahade ettiğini belirtmiş ve şöyle demiştir: 'Tecrübe ile sâbittir ki müdafaada bulunan askerin kalb kuvveti, taarruz ve hücumda bulunanın kalb metâneti ile bir olmuyor. Hücumda olan askerin her birinin yüreği aslan kafası gibi şişip düşmanın kalbine korku salıyor. Müdafaadaki askerin kalbi ise âciz ve zayıf bir tavşanın yüreği gibi heyecanla doluyor. Hele bir de bozgunluk belâsına duçar olursa Rabbim göstermesin gerçekten tavşanlaşarak 'Peh!' desen ödü kopuyor. Öyle vakitlerde akıl, vücuda hâkim olamıyor, bedenin hareketlerinden elini çekiyor. Meydan vehim sultanının kumandanları olan korku ve telaşın keyfine açık kalıyor. Öyle bir zamanda insanın kâr ve zararını düşünüp ölçebilmesi imkânsızdır. Halka söz ve nasihat kâr etmediği gibi, tehdit de fayda vermiyor. Herkes vazife edinmiş gibi kendi mahvına koşup gidiyor.'
Tek tek her ferdin kuvve-i mâneviyeye sahip olması gerektiğinden bahsediyor M. Arif Bey. Bir kişinin bile kuvve-i mâneviyesinin kırılmasının umum üzerinde menfi tesirinin olacağından hareketle hemen tedbir alınmasını, surda gedik açtırılmamasını tavsiye ediyor ve şunları söylüyor: 'Defalarca edinilen tecrübelerle sabittir ki bozgunlar önce bir kişiden başlıyor. Neferin biri savaş hattından geriye fırlayıp koşuyor, veya bir bahane ile savuşuyor. Zâbitler bu birincinin çâresine derhal bakmazlarsa bunlar hemen iki oluyor, üç oluyor, beş oluyor... Derken hemen bütün asker birden ürküp yerinden kalkarak düşmandan yüz çeviriyor, koşmaya başlıyor. Artık o sırada zâbitler dahî önlerine geçecek olsa çiğneniyor. Hattâ malumdur ki, bizim sofralarımızda herkes yemek yemekle meşgul iken sofradan kalkan birisine; 'Otur ordu bozanlık etme.' derler.
Arif Bey kitabında daha sonra, 'Müşkil nist ki âsân neşeved / Merd bayed ki hirâsân neşeved' beytine yer veriyor. Yani cesur ve ehil adam olursa kolaylaşmayacak zorluk yoktur. Cesaret ve ehliyet... Bulunması gereken iki haslet... Ehliyetsiz insanların hak etmedikleri mevkilerde bulunmalarının defalarca aleyhimize sonuçlara yol açan sebepler olduğu mâlumdur.
Bir yararlılık göstermediği halde terfi ettirilmesi istenen ve işin iç yüzü bilinmediğinden terfi ettirilen kişilerle karşılaşır M. Arif Bey. En sonunda haksızlığa uğrayan bir zâtın müracatıyla işin rengi ortaya çıkar. Bu zâtın terfi ettirilmesi için yararlılık gösterdiğine yemin eden Şevket Paşa, 'Ne varmış? İş görmek, insaniyet etmek dünyadan kalktı mı? Bir adam sevdiği veya hatırından çıkamadığı bir kapı yoldaşının kırk yılda bir düşen işini görmez mi imiş, iki ahbap birbirinin işine, menfaatine varamazlarsa artık birbirlerine ahirette mi şefaat edeceklermiş' düşüncesinden yola çıkmıştır.
Bir suçun faili, yaptığının suç olduğunu bilirse onu ıslah kabil olur. Ama suç ve zulüm, insaniyete hizmet adına yapılıyorsa, işte büyük zorluk burada başgösterir, diye değerlendirir Arif Bey durumu.
M. Arif Bey cemiyetin devamında ümidin de önemli bir yeri olduğunu belirterek, 'İnsan cemiyetinin devam ve intizamının bir sebebi de ümit denilen mânevî bağdır' diyor. Ancak kuru kuruya sadece ümidvâr olmakla bir netice elde edilemeyecektir. Bunun için önce çalışmak gerektiğini, sonra lütfu Hakk'tan ümid etmek gerektiğini belirtiyor.
Yazımızı yorum yapmadan M. Arif Beyin şu satırlarıyla bitirelim: 'Onlar her ne kadar içyüzlerini saklamaya çalışsalar da bizler iyice bilmeliyiz ki; maksatları idaremizin düzelmesi ve siyasî varlığımızın sağlamlaşması değil, devletin nüfuz ve şevketinin kırılması ve enkazından istifade etmek için de, varlığının temelini teşkil eden esasların tahrip edilmesidir. İş bu noktaya gelince de bizim için, 'İki el bir baş içindir.' diyerek çalışmaktan başka çare kalmaz.
Her devlet gerektiğinde kendi başına kolaycacık yutabilmesi için Devlet-i Âliye'nin kuvvet ve kudret kazanmasını istemez. Bunlar, devlet ağacımızın kurutulmasını, felâketlerle dal budağının kırılıp kopmasını arzu ederler; fakat asıl gövdenin kendisinden başkasının baltasıyla devrilmesine razı olamazlar.
Dünya, dünya olup durdukça ve her cemaat başlı başına siyasî bir hayata ve müstakil bir varlığa sahip bulundukça, her biri diğerlerininkine zıt olan menfaatlerinin temini veya mazarratlarının def'i için; ötekilere karşı elde silah, hücum ve müdafaaya hazır olacaktır.'
Kaynak
Mehmet Arif Bey, 99 Harbi ve Başımıza Gelenler, Adak Yayınları, 1990.