BAHÂEDDİN VELED
01 Ocak 1970
(ö. 628/1231)
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin babası, mutasavvıf.
546'da (1151) Belh'te doğdu. Bahâed-din (Bahâ-i Veled) lakabı ve Sultânü'l-ule¬mâ unvanı ile şöhret buldu. Kendi ifa¬desine ve Sipehsâlâr ile Eflâkî'ye göre "sultânü'l-ulemâ" unvanı ona rüyada Hz. Peygamber tarafından verilmiştir. Anne¬si Hârizmşahlar hanedanından birinin kı¬zı olmalıdır. Eflâkî, Bahâeddin Veled'in annesinin bu sülâleden Sultan Alâeddin Muhammed Tekiş'in, "melîke-i cihan" di¬ye nitelendirdiği kızlarından biri olduğu¬nu söylüyorsa da bunu kronolojik ola¬rak doğrulamak mümkün değildir. Çün¬kü Bahâeddin Veled'in doğduğu tarihte bu hükümdar henüz evlenmemiş, bel¬ki de daha doğmamıştı. Yine adı geçen müelliflerin ve bunlardan faydalanan di-ğer kaynakların rivayetlerine göre Ba¬hâeddin Veled'in soyu Hz. Ebû Bekir'e ulaşır. Menâkıbü'}-':ânfm'ĞeWi konu ile ilgili diğer kayıtlar incelendiğinde bu ak¬rabalığın anne tarafından oiduğu anla¬şılmaktadır.
Belh'e yerleşmiş sûfîmeşrep bir bil¬ginler ailesine mensup olan Bahâeddin Veled, üç yaşında iken babası Hüseyin el-Hatîbî'yi kaybetti. Ailesine dair birçok keramet ve menkıbeyi ihtiva eden Me-nâkıbü'l-'ârifînve Risâle-i Sipehsâlâr ile bunlara dayanan diğer kaynaklarda öğrenim durumu hakkında bilgi verilme¬diği gibi kiminle ve ne zaman evlendi¬ğinden ve diğer hususlardan söz edil-memiştir. Bununla beraber kendi eseri Ma cdrif'ten ve adı geçen kaynaklarda¬ki bazı kayıtlardan onun küçük yaştan itibaren ciddi bir öğrenim gördüğü, dinî İlimler, hikmet ve tasavvuf alanında seç¬kin bir şahsiyet olduğu anlaşılmakta¬dır. Yine Ma'arifinden, 1199-1210 yıl¬ları arasında birkaç çocuğa sahip bulun¬duğu, bunların birine Hüseyin adını ver¬diği annesinin VII. (XIII.) yüzyılın başla¬rında hayatta olduğu, halk tarafından kendisine "Veled", annesine "Mâmî" (an¬ne) denildiği, kötü huylu ve küfürbaz bir kadın olan annesinin ara sıra kendisini incittiği, çocukları ve annesi için çok zah¬met çektiği, tasavvufa çok küçük yaş¬larda ilgi duyup zikir ve riyazetle meş¬gul olduğu, zikirden usandığı bir sabah Hârizm'e gidip orada İmâdüddin Tabîb adındaki bilginden tıp ilmi okumayı gön-
lünden geçirdiği, vaizliği meslek edindiği, hilaf* ilmi ve tefsir okuttuğu, ders¬lerini Farsça olarak takrir ettiği, malî du¬rumunun ev satın alacak ve kira ödeye¬bilecek derecede iyi olduğu öğrenilmek-tedir. Dünyanın mülk ve makamlarından tamamen uzaklaşmaya çalıştığı anlaşılan Bahâeddin Veled'in Necmeddîn-i Kübrâ'-nın müridi olduğu ve Ahmed el-Gazzâ-ifden intikal eden tarikat hırkasını giydi¬ği de rivayet edilir. Sipehsâiâr, onun bey-tülmâlden aldığı maaşla geçimini temin ettiğini ve asla vakıf malına el sürmedi¬ğini; Eflâkî de Fatma Hatun adında bir kızı ile Alâeddin Muhammed ve Celâled-din Muhammed adında iki oğlu daha ol¬duğunu, evli bulunan kızının Anadolu'ya hicretinden az Önce genç yaşta öldüğü¬nü söyler.
Ma 'arif adlı eserinden 1203-1210 yıl¬ları arasında Belh'te veya Vahş kasaba¬sında oturduğu, yahut Belh'te ikamet edip bu kasabaya gidip geldiği ve her iki halde de Vahş emîri ile ilişki kurdu¬ğu anlaşılmaktadır. Ayrıca Mevlânâ'nın Fîhi mâ iîh adlı eserindeki bir hikâyede de Semerkant'ın Sultan Alâeddin Mu¬hammed Tekiş tarafından zaptı sırasın¬da Bahâeddin Veled'in orada bulundu-ğundan bahsedilmektedir. Masarif (I, 82] ile Menâkıbü'l-'ârifîn'öe (I, 11, 12) Ba¬hâeddin Veled'in aklî ilimlere ve özellik¬le felsefeye karşı olduğu, ilmî mevkiini ve manevî hâkimiyetini kıskanarak ken¬disine dil uzatan bilgin ve filozofları, özel¬likle bid'atçı saydığı ünlü kelâma Fah¬reddin er-Râzî'yi, Hârizmşah Atâeddin Muhammed Tekiş'i, Belh ve Vahş kadıla¬rını ve diğer zahir ulemâsını sık sık min¬ber ve kürsüden açıkça ve şiddetle eleş¬tirdiği görülmektedir.
Eflâkî ve ondan faydalanan diğer tez¬kire müelliflerinin kaydettiklerine göre Bahâeddin Veled, Fahreddin er-Râzfnin kışkırtmalarına kapılan ve bu yüzden Ba-hâeddin'in kendisine karşı ayaklanacağı¬na inanan Hârizmşah Alâeddin Muham¬med Tekiş ile arası açılınca, Alâeddin hü-kümdar olduğu sürece Belh'e dönme¬yeceğine yemin ederek ailesi, yakınları ve bazı müridleriyle birlikte Belh'ten ay¬rılmıştır. Eflâkî'nin bu konuda verdiği bilgiler oldukça çelişkilidir. Bir yerde Ba¬hâeddin Veled'in Belh'ten ayrılmasına yol açan olayın 1208'de meydana geldiğini söylerken başka bir yerde 604'te (1207) doğduğunu söylediği Mevlânâ'nın Belh'¬ten ayrıldıklarında beş yaşında olduğu¬nu kaydeder. Bir başka yerde ise Mevlâ-nâ'nın altı yaşında iken Belh'te olduğunu söyler. Öte yandan Moğollar'ın Belh'e saldırıp halkın büyük bir kısmını kılıç¬tan geçirdikleri haberi halifeye ulaştığın¬da Bahâeddin Veled'in Bağdat'ta bulun¬duğunu belirtir. Eğer Mevlânâ'nın 1207'-de doğduğu ve babasıyla Anadolu'ya hic¬ret ettikleri sırada beş altı yaşında ol¬duğu kabul edilirse -ki bu doğru değil¬dir- Anadolu'ya 1212 veya 1213 yılların¬da gelmiş olmaları gerekir. Bu ise hem 606'da (1209) öldüğü bilinen Fahred-din er-Râzî'nin ölümü, hem de 1220'de Belh'in Moğollar tarafından zaptı olayı ile çelişki teşkil eder. Öyle anlaşılıyor ki Eflâkî, Mevlânâ soyunun kerametlerini ispat etmek ve Moğol istilâsının Bahâ¬eddin Veled'in gönlünün incinmesi yü¬zünden meydana geldiğini dile getirmek, ayrıca her zaman bâtın ulemâsına karşı çıkan zahir ulemâsının bir şey bilmedik¬lerini belirtmek için bu ve benzeri riva¬yetleri kronoloji sıralamasına dikkat et¬meden bir araya toplamış, diğer tezki-reciler de bu rivayetleri tekrar etmişler¬dir. Bahâeddin Veled, Belh'ten, Fahred-din er-Râzî'nin kışkırtmasına kapılan Alâ-eddin Muhammed Tekiş'e kızarak veya adı geçen âlim ve taraftarlarından inci¬nerek ayrılmış olsa bile sanıldığı gibi Anadolu'ya değil henüz Hârizmşah'ın eli¬ne geçmemiş olan Sultan Osman'ın hâkimiyeti altındaki Semerkant'a 1212'den önce gitmiş olmalıdır. İbnü'l-Esîr'e gö¬re 1210. Cüveynî'ye göre 1212'da Se-merkant Hârizmşah tarafından kuşatıl¬dığı sırada Bahâeddin Veled oğlu Mev¬lânâ ile bu şehirde bulunmaktaydı. Se-merkant Sultan Alâeddin'in eline geçin¬ce çaresiz kalarak muhtemelen Belh'e dönmüş ve orada yedi sekiz yıl kalıp mü-ridlerinin terbiyesiyle meşgul olmuş, da¬ha sonra Moğol saldırısından çekinerek 616 (1219) yılının sonlarına doğru Belh'¬ten ayrılmıştır. Devletşah ve Câmî, Ba¬hâeddin Veîed'in kafılesiyle Belh'ten ay¬rılıp hacca gitmek üzere takip ettiği gü¬zergâh üzerinde bulunan Nîşâbur'a ge¬lince Şeyh Ferîdüddin Attâr tarafından karşılandığı, Attâr'ın Esrârnâme adlı ese¬rini Mevlânâ'ya hediye edip babasına, "Çabuk ol, senin bu oğlun dünyanın yan¬ma kabiliyeti olan kişilerini ateşe vere¬cektir" dediğini rivayet ederler. Attâr'ın Bahâeddin Veled'i karşılaması ve eserini beş altı (gerçekte on üç) yaşındaki Mev¬lânâ'ya hediye edip geleceğinden haber vermesi tarihî yönden mümkün ise de Velednâme ve Menâkıbü'!-'arifin gi¬bi ilk kaynaklarda yer almayan bu hikâ¬ye Bahâeddin Veled'i yüceltmek, Attâr'-ın kerametini ispat etmek ve dikkatle¬ri Mevlânâ'ya çevirmek için düzenlen¬miş olmalıdır. Bahâeddin Veled Bağdat'a vardığında başlarında meşhur şeyh Ebû Hafs Ömer es-Sühreverdî'nin bulundu¬ğu büyük bir kalabalık tarafından kar¬şılandığı, halifenin gönderdiği hediyele¬ri reddettiği, bir cuma günü vaazında bulunan halifeyi şiddetle tenkit ettiği, Moğollar'ın Bağdat'a saldıracağı ve ha¬lifeye Abbasî hilâfetinin son bulacağını söylediği, orada kaldığı birkaç günü Müs-tansıriyye Medresesi'nde geçirdiği Eflâ¬kî ve diğer kaynaklar tarafından bildi¬rilmekte ise de bu olaylardan bir kısmı¬nın gerçek olması şüpheli ve hatta im-kânsızdır. Çünkü 1228-1234 yıllan ara¬sında yapılmış bulunan Müstansıriyye'de kalmış olmaları mümkün olmadığı gi¬bi Bağdat'ta duyulduğu bilinen Moğol istilâsını haber vermenin de bir keramet sayılamayacağı açıktır.
Bağdat'ta fazla kalmayıp Küfe yoluy¬la Mekke'ye giden Bahâeddin Veled hac dönüşü Şam yoluyla Anadolu'ya geldi. Ancak önce hangi şehre gittiği, nerede ve ne kadar kaldığı belli değildir. İbtidû-ndme'sinde {Velednâme) olayları kısa kısa veren Sultan Veled yer ismi olarak sadece Rum ve Konya'dan bahseder ve dedesinin Konya'da iki yıl kaldıktan son¬ra orada öldüğünü söyler. Sipehsâlâr ise Bahâeddin Veled'in Suriye'den Erzincan'a gittiğini, oradan Erzincan Akşehiri'ne geçtiğini, burada Mengücükoğullan'n-dan Fahreddin Behram Şah'ın hanımı İs¬met Hatun'un yaptırdığı hankahta bir yıl kadar oturduktan sonra Konya'ya geç¬tiğini, Mevlânâ'nın bu sırada on dört ya¬şında olduğunu yazar. Eflâkî ise onun Şam yoluyla önce Malatya'ya geldiğini, oradan Erzincan'a geçtiğini, Erzincan'da fazla kalmadan Akşehir'e gittiğini, bu¬rada İsmet Hatun'un yaptırdığı medre¬sede dört yıl kaldığını, daha sonra yak¬laşık yedi yıl oturdukları Lârende'ye (Ka¬raman) yerleştiğini, burada on yedi veya on sekiz yaşında olan oğlu Mevlânâ'yı Şerefeddin Lâlâ-yı Semerkandî'nin kızı Gevher Hatun ile 1224 veya 1225'te ev-lendirdiğini, Sultan Veled ile kardeşi Alâ¬eddin'in burada doğduklarını. Selçuklu Hükümdarı Sultan Alâeddin Keykubad'ın daveti üzerine Konya'ya gittiğini kayde¬der. Eflâkî ile Sipehsâlâr'ın rivayetleri birleştirilip Sultan Veled'inki ile muka¬yese edilirse Bahâeddin Veled'in 1220'de Bağdat'tan Mekke'ye gittiği, dönüşte Şam yoluyla Anadolu'ya geldiği, Malat¬ya'dan geçerek Erzincan'a, oradan da Erzincan Akşehiri'ne ulaştığı, daha son¬ra Lârende'ye gidip orada yedi yıla ya¬kın bir süre ikamet ettiği ve son iki se¬nesini Konya'nın merkezinde geçirdiği sonucuna varmak mümkündür. Bahâed¬din Veled'in şöhreti kısa sürede bütün Konya'ya yayıldı. İrşad faaliyetine ilgi gi¬derek arttı. Kaynaklarda belirtildiğine göre emirler, vezirler, hatta Sultan Alâ¬eddin Keykubad bile kendisine mürid oldular. Sabahtan Öğleye kadar talebe¬lerine ders veriyor, öğleden sonra mü-ridleriyle meşgul oluyor, cuma ve pazar¬tesi günleri halka vaaz veriyor, bu ara¬da Maarifini tamamlamaya çalışıyor¬du. Tarikat silsilesinin Necmeddîn-i Küb-râ'ya ulaştığı rivayet edilmekle birlikte bir Kübrevî şeyhi olarak faaliyet göster¬memiştir. Eflâkî onun lafza-i celâl ile ya¬ni "Allah Allah" diye zikretmeyi tercih ettiğini kaydeder.
EflâkTnin Sultan Veled'den naklen söy¬lediğine göre kuvvetli, iri yarı, cüsseli bir zat olan Bahâeddin Veled 18 Rebîülâhir 628 (23 Şubat 1231) Cuma günü vefat etti.
Bahâeddin Veled sık sık şeriatın zahi¬rini korumanın, sünnetlere riayet etme¬nin gerekli olduğunu söyler, şeriata aykırı davrananlardan nefret eder, ehil olan herkesin iyiliği emretmesini ve kötülü¬ğü yasaklamasını isterdi. Macârif adlı eserinden onun son derece zengin bir ruh dünyasına sahip bulunduğu anlaşıl¬maktadır. Ona göre iyilik ve kötülük iza¬fîdir; mutlak iyi ve mutlak kötü diye bir şey yoktur. Küfür Allah'a nisbetle hik¬met, bize nisbetle âfettir, yani her ikisi Allah'a nisbetle aynı, bize nisbetle fark¬lıdır. Yaptığımız her şey ve bizden mey¬dana gelen her fiil, Allah'ın fiili ve O'nun yaptığı şeydir. Bizler Hakk'ın yüklerini taşıyan develer gibiyiz; kalkma zamanın¬da yükümüzü sırtımızdan alırsa kalkar, çökme anında bizi uyutursa uyuruz. Al¬lah binlerce sanat ve fen yaratmış, bun¬lardan biri olan merhameti anneye o ver¬miştir. O kimseye muhtaç olmadığı bir şeyi vermemiştir. Yerde ve gökte cazibe¬si bulunmayan bir şey yoktur; her şey kendi cinsini mıknatıslar ve ona meyle¬der. Sen birine meylediyorsan mutlaka o da sana meylediyordun dostluk ve sev¬gi tek taraflı değildir. Asıl olan mâna ve maksatlardır, görünüşler ve kalıplar de¬ğil. İnsanlar kadehe değil içindeki şara¬ba, köşke değil onun niçin ve kim için yapıldığına baksa kâinatta ikiliğin bu-lunmadığını kavrar, ruhta ve mânada bir¬liğin hâkim olduğunu görürler. Allah'a bağlanan ve O'nunla ilgi kuran ruhlar arasında hiçbir perde ve hiçbir ihtilâf kalmadığı gibi hiçbir cehennem ve hiçbir zahmet de kalmaz; güneş ışınının gü¬neşle aynı olduğu gibi onlar da O'nunla tek şey olurlar.
Bahâeddin Veled'in Macârif adlı ese¬ri Bedîüzzaman Fürûzanfer tarafından neşredilmiştir (MI, Tahran 1333-1338 hş; 1352 hş.).