MEHMET KAPLAN’IN ÇIĞIR’DAKİ HİKÂYELERİ
Dr.Yasemin MUMCU AY 01 Ocak 1970
ÖZET
Mehmet Kaplan, Eski Türk edebiyatı metinlerine dayalı ‘metin
şerhi’ yerine ‘metin tahlili’ metodunu uygulayarak Yeni Türk
edebiyatına analiz tekniğini kazandırmış ve üzerinde çalıştığı şiir ve
hikâye tahlilleriyle bir edebî eserde ‘neyin anlatıldığını’ değil ‘nasıl
anlatıldığını’ açıklama amacını gütmüştür. ‘İnsanlar arasındaki
anlaşmazlık ve çatışma’nın hikâyede önemli bir yer tuttuğunu ifade
eden Kaplan’ın, 1940’ta gençlik yıllarında yazdığı ve dönemin önde
gelen süreli yayınlarından Çığır’da yayımladığı hikâyelerinde bu
düşüncenin etkileri de görülür. O, hikâyede ‘genel’ değil ‘özel’
insanın anlatıldığı düşüncesindedir ve kendi hikâyelerinde de bir
psikolog, bir sosyolog, bir filozof ve hatta insanı onlardan daha iyi
anladığına inandığı bir hikâyeci gözüyle “basit” insanın “zengin” ve
“renkli” dünyasını gözler önüne sermiştir. Bu makalede bir edebiyat
eleştirmeni kimliğiyle tanınan Mehmet Kaplan’ın hikâyeci yönü
“metin tahlili” yöntemiyle ortaya konmaya çalışılmıştır.
Türk edebiyatına metin tahlili metodunu getiren ve gerek şiir gerekse
hikâye tahlilinde daha önce örneklerine fazla rastlanılmayan bir yol
izleyen Mehmet Kaplan’ın, Çığır dergisinde “Uyanış”1 ve “Kâzım Ağabey”2
başlıklarını taşıyan iki hikâyesi yayımlanmıştır.
Mehmet Kaplan’ın bu yazıya konu olan iki hikâyesinin yayımlandığı
Çığır dergisi, hukukçu ve politikacı Hıfzı Oğuz Bekata (1911-1995)
tarafından 15 yıl boyunca (1933-1948) çıkarılmış bir süreli yayındır. Yazar
kadrosunda “Sadri Maksûdî Arsal, M.Baki Türkmenoğlu, Hasan Âli Yücel,
Ahmet Kutsi Tecer, Remzi Oğuz Arık, Samet Ağaoğlu, Mümtaz Turhan,
Orhan Babaoğlu, Hüseyin Namık Orkun, vs.” gibi isimleri barındıran ve
“Her çığır bir ufka gider/Milliyetçi dergi” altbaşlıklarıyla kendini tanıtan
Çığır, erken Cumhuriyet döneminin en kayda değer siyaset, sanat, edebiyat
ve kültür dergilerinden biridir.
Mehmet Kaplan’ın yukarıda adı geçen iki hikâyesi, yayımlanmış
hikâyeleri arasında kronolojik olarak da ilk iki sırada yer alması bakımından
dikkat çekicidir3. Bu hikâyeler gerek yapısı gerekse anlatımı açısından
farklılık arz ettiğinden ayrı ayrı incelenmesi daha doğru olacaktır.
UYANIŞ
Arabasıyla yük taşıyarak hayatını kazanan bir arabacı, günün birinde
uzak akrabalarından birinin düğününe katılır. Bu düğün hayatının akışını ve
hayata bakışını değiştirir. Orada dinlediği ud, onu hayattan çok fazla
beklentisinin olduğu gençlik yıllarına götürür. Bu düşünce beynini kemirir,
içinde yıllardan beri bastırdığı isteğin ne olduğunu anlar: Müzik aleti
çalmak.. Bir akşam iş dönüşünde müzik aletleri satan bir dükkândan içeri
girer ve utana sıkıla bir ud satın alır. Her zaman onun gelmesiyle büyük bir
sevinç yaşayan eşinin ve çocuklarının yanına, evine gelir. Bu küçük ve mutlu
aileyi gelecekte daha büyük mutluluklar beklemektedir.
Hikâye sabah saatlerinde başlar. Herkesin güzel bir yaz sabahına
uyandığı bu saatlerde arabacı yükünü boşaltmış, istasyondan dönmektedir.
Hikâyede pek çok yerde görülecek olan “tezat”, daha ilk cümlede dikkati
çeker. İnsanların rahat bir şekilde uyudukları saatlerde o çalışmıştır ve evine
dönerken insanlar yeni uyanmaktadır. Burada bir başka tezat; arabayı çeken
beyaz, zayıf atın çok ağır yük taşıyor olmasıdır. At, taşıyacağından daha
1 Mehmet Kaplan, “Uyanış”, Çığır, nr.93, Ağustos 1940, s: 58-63.
2 Mehmet Kaplan, “Kâzım Ağabey”, Çığır, nr.95, 1.Teşrin 1940, s.116-122.
3 Zeynep Kerman-İnci Enginün, Mehmet Kaplan, Hayatı ve Eserleri, Dergâh Yayınları, İstanbul
2000, s.63.
fazla bir yük çekmektedir. Tıpkı sahibi olan arabacı gibi. Yine aynı cümlede
yer alan başka bir tezatta ise “berrak, kuru bir aydınlığa” uyanan mesut
insanların yerine arabacı bir toz bulutu içindedir. Bu toz bulutu, arabacının
içinde bulunduğu ruh halinin de bir göstergesidir. Etrafı dalgın gözlerle
seyretmesi de bu düşünceyi destekler niteliktedir.
Evine dönerken yolu yeni yapılmış, geniş pencereli evlerin önünden
geçer. Geniş pencere bir anlamda orada yaşayan insanların hayat karşısında
aldıkları tavrı simgeler. Hayatlarını rahat bir şekilde idame ettiren insanların
fazla bir gailesi yoktur. Arabacı o geniş pencerelerden dışarı taşan neşeli
sesleri ve gürültüleri duyar.
Şehirde yaşayan zengin insanlarla arabacının mahallesinde yaşayan
insanları birbirine bağlayan bir köprü vardır; ancak bu bozuk tahta bir
köprüdür. Bu özellikleriyle toplumun iki ayrı kesimi arasındaki zayıf ve
hemen kopması muhtemel bağı göstermektedir.
Hikâyede görülen tezatlardan biri de her gün arabasıyla rejiye sandık
sandık içki taşıyan arabacı kendisine küçük bir şişe rakı almasıdır.
Bu şekilde yeknesak ve sıradan bir şekilde günlerini geçiren arabacının
hayatı bir gün katıldığı akraba düğünüyle değişir. “Kendisiyle yıllarca
görüşülmeyen uzak bir akrabanın düğününe” davet edilmiş ve karısının
ısrarıyla bu düğüne gitmiştir. Burada, kendisiyle yıllarca görüşülmeyen uzak
akraba, arabacının kendisidir aslında. Yıllardır kendinden, kendi içinden uzak
yaşamıştır. “O da, şimdi pek uzakta hissettiği gençliğinde böyle bir çalgı
kullanmıştı.” cümlesi bu düşünceyi somutlaştırmıştır. Düğünde çalınan ud,
onun kendi içine dalmasına sebep olur. Kalabalık içinde yalnızlaşır,
düşünceleriyle baş başa kalır.
Arabacı, tek bir şahsiyetmiş gibi görünmesine karşılık aynı zamanda
ezilmiş insanların da bir temsilcisi durumundadır. Boynuna ip takılmış ve
gözleri oyulmuş bir koyun gibi istenilen yere çekilmektedir. Durumunu artık
kanıksamış olan arabacı için bu bir “kader”dir. Ancak düğündeki ud sesi onu
çok farklı bir insan yapar. O günden sonra düşüncelerinde büyük bir
değişiklik olur; bu bir anlamda kadere isyandır. Artık o, ezilmiş, istenilen
yere çekilen bir insan olmayacaktır.
Sarhoş haldeyken beynini kurcalayan ve karısına anlattığı bu düşünceler,
gerçek hayatla yüz yüze geldiğinde değişir. Yine rejiye sandık sandık içki
götürecek, bu ağır yükü orada tek başına boşaltacaktır. Rejideki adamlara
sebepsiz gibi görünen bir kızgınlığı vardır. Aslında bu kızgınlık sebepsiz
değildir, sadece arabacı buna bir isim verememektedir. Hayatında değişiklik
yapmaya karar verdiği gecenin sabahında bu insanlara bir terslik yapmaya
niyetlenir; ancak orada şehir insanını temsil eden insanlar göbeklerini sarsa
sarsa gülünce bütün cesareti kırılır. Gülerken göbeklerin sarsılması bu
insanların yaşadıkları refahı da göstermektedir. O, acı çekerken karşısındaki
insanlar gülmekte; o geçim derdindeyken onlar göbeklerini daha da
büyütmektedirler. Burada yine tezat söz konusudur.
Arabacı ve ailesi kendi evlerinde isli bir lambayla aydınlamaya
çalışırlarken şehirdeki evlerin pencereleri elektrik aydınlığıyla doludur.
Genişliğinden daha önce bahsedilen bu evlerdeki aydınlık da dikkat
çekicidir. Caddelerde gördüğü temiz giyimli insanlarla kendi yaşadığı
çevredeki insanlar arasında büyük bir tezat vardır. Hikâyede şehirli insanla
fakir mahallelerde yaşayan insanların tezadı sık sık ifade edilmiştir.
Evine dönerken arabacı, kendisinin bile zor inandığı bir davranışta
bulunur ve müzik aletleri satan dükkândan içeri girerek vitrinde gördüğü udu
satın alır. Bunu yaparken yine büyük bir çekingenlik içindedir; utana sıkıla
udu paket ettirir ve koşar adımlarla oradan uzaklaşır.
Babalarını görmekten mutlu çocuklar ve kendisini özlemle bekleyen eş,
günün en güzel bölümünü teşkil ederler. Giyimiyle, uzun örgülü saçlarıyla,
davranışlarıyla, kocasına duyduğu saygıyla karısı Ayşe tam bir Anadolu
kadınıdır. Akşam yemeği, bu ailenin fakirliğini bir kez daha vurgular
tarzdadır. Akşamları pişen tek yemek sulu patatestir. Bunun yanında yenilen
kara üzüm ve kara ekmek de fakirliğin göstergesi olan diğer iki unsurdur.
Ama bu fakir ailede büyük bir mutluluk vardır. Her şeye rağmen birbirine
bağlı insanlardan meydana gelmektedir. Az şeyle mutlu olabilmelerini
şehirden uzakta yaşamalarına da bağlamak mümkün olabilir.
Ayşe, kocasındaki değişikliği fark etmiştir; ama bir şey soramaz. Çünkü
“O, kocası bir şey sormadan hiç ses çıkarmazdı. Ona namuslu bir kadının
ancak bu suretle bir aile yuvasını devam ettirebileceği daha çok küçük yaştan
öğretilmişti.”. Burada geleneksel Türk aile yapısı söz konusudur. Kocasına
saygıda kusur etmeyen, o bir şey demeden sesini çıkarmayan Türk kadını.
Yazar, bu evdeki mutluluğun bir sebebini de bu duruma bağlamış olabilir.
Arabacı karısına da rakı ikram eder. Ayşe bunu içmenin günah olacağını
düşünmesine rağmen kocasının verdiği rakıyı reddetmez. Kocanın isteği bir
emirdir; bazen dinî emirlerin bile önüne geçebilir. Ayşe’nin bu davranışıyla
örf ve âdetler hikâyenin bir halkasını oluşturur.
Kısa bir süre sonra ikisi de sarhoş olur ve arabacı Ayşe’den genç
kızlığındaki gibi oynamasını ister. İkisi de gençlik yıllarına dönmüştür. Önce
utanan Ayşe içkinin de tesiriyle oynamaya başlar. Ortama bir parlaklık, bir
aydınlık ve berraklık hâkim olmuştur. Hikâyenin başında sabah uyanan ve
arabacının gıpta ettiği insanların yerini son bölümde geleceğe güvenle ve
mutlulukla bakan arabacının kendisi ve ailesi alır.
“Hikâyeciler, şairlerin aksine, kendi ‘ben’lerinden çok ‘başkaları’ndan
bahsederler. Bilhassa ‘insanlar arasındaki anlaşmazlık ve çatışma’ hikâyede
önemli bir yer tutar”4 diyen Mehmet Kaplan bu hikâyesinde zengin şehirli
insanlarla fakir insanlar arasındaki görünmez çatışmayı farklı yerlerde ortaya
koyar.
Hikâyenin baş kişisi olan arabacının bir adı yoktur; çünkü o toplumda
her an rastlanılabilecek bir ferttir; şahsiyettir. Belli bir zamanda, belli
mekânlarda yaşayan, kendine has bir dünyası olan “gerçek insan”ın güzel
hikâyelerde yer aldığını belirten yazar5 burada çizdiği arabacı ile “gerçek
insanı” vermiştir.
Dışarıdan bakıldığında arabacı alelâde bir insandır. Basit zevkleri olan,
kendi yağıyla kavrulan, ailesine akşam ekmek götürmek derdinde “basit bir
insan”; ancak bu basit insan “dış görünüşün arkasındaki gerçekleri
keşfeden”6 hikâyeci sayesinde bir “fert” olur.
“Uyanış”ta mekân da önemli bir yer tutar, dış dünya ayrıntılı bir şekilde
tasvir edilir. Mehmet Kaplan’a göre “mekân, eşya, hareket ve beşerî çevreye
dikkat de, bize batılı hikâyecilerden gelmiştir.”7. Bu gözlemi dikkatli bir
şekilde yapan yazarlar, bu hikâyede olduğu gibi basit bir insanın içinde
barındırdığı zenginliği fark ederler.
Arabacı sosyal bir varlık olmasına, insanlarla iç içe yaşamasına rağmen
yine de kendini yalnız hisseder. Bu açıdan Uyanış sosyal konulara da yer
vermesine rağmen sosyal olmaktan ziyade psikolojik bir hikâyedir.
Duyuların ön planda yer aldığı hikâyede kişiler de statiktir. Bozuk tahta
köprünün altından akan nehir bile durgundur. İnsanların durgunluğu,
bezginliği yaşadıkları çevreyi de etkilemektedir. Tabiat bile onlara uyum
sağlamıştır. Bu bağlamda tasvirlerde, anlatımda şiirselliğe yer verilen
“Uyanış” hikâyesi tam anlamıyla bir duygu hikâyesidir.
Hikâyeyi oluşturan unsurlardan “zaman” da Kaplan için önemlidir. Ona
göre “hikâye sanatı bir ‘zaman sanatı’dır. Onda her şey bir oluş, akış, sona
4 Mehmet Kaplan, Hikâye Tahlilleri, Dergâh Yayınları, İstanbul 2004, s.10
5 Kaplan, age., s.10-11.
6 Kaplan, age., s.11
7 Kaplan, age., s.24
eriş veya yeniden başlayıştır.”8 Burada olaylar sabahleyin başlar, çeşitli
olaylar yaşanır, bir akış söz konusudur ve pek çok kişi için bir son olan gece,
arabacı ve ailesi için yeniden başlayışı simgeler.
Genel olarak değerlendirildiğinde Mehmet Kaplan’ın kaleme aldığı
Uyanış hikâyesinde basit bir insanın dikkatli gözlem sonucunda nasıl “özel
bir insan” haline geldiği görülür. Kullanılan sade ve anlaşılır dil, yapılan
tasvirlerdeki güzellik, hikâyeyi oluşturan unsurlar arasındaki uygunluk,
sebepten sonuca giden akış bu hikâyeyi başarılı kılmaktadır.
KÂZIM AĞABEY
Bir Anadolu kasabasında yaşamakta olan Kâzım Ağabey, kendisinden
küçük çocuklarla oyun oynayarak, bahçelerden meyve çalarak, vurduğu
kuşları kızartıp yiyerek günlerini geçiren, gerçek dünyadan uzakta hayal
âleminde yaşayan bir delikanlıdır. Herkes tarafından sevilen Kâzım Ağabey,
“bir harp esnasında” kasabaya gelen yakışıklı bir subay ile annesinin evlilik
dışı birlikteliğinden doğmuştur. Annesinin anlattığı masallarla ve babasının
annesine anlattığı İstanbul tasvirleriyle büyümüştür. Babasının oradan
ayrılmasından sonra annesi kasabanın hamamında çalışmaya başlar.
Delikanlı, masallar anlatarak eğlendirdiği kaymakamın kızına âşık olur; ama
bunu bir türlü itiraf edemez. Mehlika adındaki bu kız bir süreliğine İstanbul’a
gönderilir. Döndükten sonra Kâzım Ağabey’le görüşmesine izin verilmez.
Aklını iyice yitirecek bir duruma gelen delikanlı çocuklarla beraber
Mehlika’yı kaçırır. Ancak çok zaman geçmeden yakalanırlar ve Kâzım
Ağabey o çok istediği İstanbul’a gönderilir; ancak gittiği yer tımarhanedir.
Hikâye, günün sona ermek üzere olduğu saatlerde başlar. Bu saatlerde
tabiattaki her şey durgundur; sadece söğüt dallarından yaptıkları atlarına
binerek dört nala koşturan çocuklar hariç.. Mehmet Kaplan’ın sıkça
başvurduğu tezat burada da görülür. Tabiatın sakinliği ile çocukların neşesi
ve canlılığı arasında bir tezat konusudur. Tezat, hikâyenin ilerideki
bölümlerinde de yer alır. Sükûnete gömülmüş olan tabiat, çocuk neşesiyle
canlanır.
Hikâyede yer alan çocuklar tabiatla iç içe bir hayat sürmektedirler.
Tabiat onlara istediklerini yapabilme özgürlüğü yanında sağlık da vermiştir.
Yüzlerinin tazeliği, sağlıklı olduklarının bir göstergesidir. Yazar, tabiatın
insanlara bahşettiği güzelliklerden söz ederken belki bir hayalini belki de
uzak bir özlemi ifade etmektedir.
8 Kaplan, age, s.256
Kâzım Ağabey’in hamamda natırlık yapan annesinden başka kimsesi
yoktur. Bu iki kişilik aile çok fakirdir ve yazar, bu fakirliği evlerini tasvir
ederken şöyle anlatır: “Çocukların toplanma yeri olan evleri rüzgâra, kara,
hısıza ve güneşe daima açıktı.”
Küçüklüğünden itibaren annesinin anlattığı masallar Kâzım’ın hayal
âleminin çok fazla gelişmesine, hatta gerçek dünyadan uzaklaşmasına sebep
olmuştur. Kendisinden küçük çocuklarla çok iyi anlaşması da yaşadığı
çocuksu hayal dünyası dolayısıyladır. Annesinin, kendi geçmişiyle ilgili
anlattıkları da masal gibidir; gerçek olamayacak kadar güzeldir. Burada da
masal ile gerçek dünya arasındaki tezat dikkat çekicidir.
En çok görmek istediği yer, “dağlar kadar denizler, … minare kadar
yüksek evler”iyle İstanbul’dur. İstanbul’u anlatırken, kendi çevresinde
bulunan unsurları kullanır. “Uzaklarda başka şeyler var işte …” cümlesi
hikâyede leightmotive olarak kullanılmıştır9. Sık tekrarlanan bu cümle,
hikâyenin gelişiminde bununla ilgili bir olay yaşanacağının ipucunu verecek
niteliğindedir.
Kasabanın kaymakamı halktan kopuk, soğuk, onlarla bir bağ kurmayı
gereksiz gören, İstanbul’dan gelmiş bir devlet adamıdır. Anadolu insanı ile
İstanbul daha doğrusu merkez arasındaki uçurum, bilindiği gibi, İstiklâl
Savaşı yıllarında kapanmaya başlamıştır. Ancak bu, çok da gerçekçi bir
kapanma değildir. Devletin çeşitli kademelerinde bulunan ve Anadolu’nun
değişik yerlerinde görevlendirilen bürokratlar burada yaşayan insanlarla
gerekli bağı kuramamışlar ve uzun yıllar onlardan kopuk bir hayat devam
ettirmişlerdir. Bu hikâyedeki kaymakam da o aydınlardan biridir.
Kaymakamın Anadolu’ya ve Anadolu insanına bakışı “şehirde büyümüş kızı,
sıkıcı Anadolu’nın ortasında hoş bir eğlence buldu.” cümlesiyle somutlaşır.
Kaymakamın kızına bulduğu eğlence, anlattığı hikâyelerle kızını eğlendiren
Kâzım Ağabey’dir.. Bir kralı ve etrafındakileri eğlendiren bir “soytarı”
gibidir Kâzım Ağabey.
Hikâyenin kahramanı Kâzım Ağabey, her zaman, her yerde
rastlanabilecek bir kişidir. Onu diğerlerinden farklı kılan yazarın dikkatli
gözlemleri, bilgisi, birikimi ve hayata bakış açısıyla “fert, “şahsiyet” haline
getirilmiş olmasıdır. “Basit insan” olmaktan çıkmış, tam anlamıyla “özel bir
insan” olmuştur.
9 Leitmotive: Edebiyatta, özellikle roman türünde rağbet gören bir teknik olarak “leitmotive”, türlü
vesilelerle tekrarlanan bir ifade kalıbıdır. Özellikle natüralist romancıların başvurduğu bu teknik,
roman şahıslarını belirleyen tipik özellikleri vermede kullanılır. Daha geniş bilgi için bk.
Mehmet Tekin, Roman Sanatı, Ötüken Yayınları, İstanbul 2001, s.251-253.
Kâzım Ağabey’le ilgili olarak yazar tarafından herhangi bir yorum
yapılmamıştır. Delikanlı kadar, çevresindeki insanların davranışları ve
tepkileri de objektif bir bakış açısıyla verilmiştir. Yazarın amacı herhangi bir
davranışı veya kişiyi tenkit etmek değil, basit bir olayı zenginleştirerek
objektif bir anlatımla okuyucuya sunmaktır.
Hikâyede, sebep-sonuç ilişkisi başarılı bir şekilde kurulmuştur. Kâzım
Ağabey’in başına gelebilecek felâket, hikâyenin başında, onu gerçek
dünyadan ayıran masallardan bahsedilerek verilir. Kâzım Ağabey’le Don
Kişot arasında büyük benzerlik vardır10. 17. yy. başlarında yayımlanan bu
romanın kahramanı, şövalye romanlarını okuyarak aklını kaybetmiş ve bir
süre sonra kendisini şövalye sanmaya başlamıştır. Bir şövalye romanı örneği
olarak gösterilen Don Kişot aslında şövalye romanlarını tenkit amacıyla
yazılmıştır. Bu hikâyedeki Kâzım Ağabey de annesinden işittiği masallarla
gerçek dünyadan kopuk yaşamaya başlar. Kaymakamın kızını kaçıracak
cesareti bulması da yaşadığı masal dünyasıyla ilişkilidir.
Edebiyat eleştirmeni Mehmet Kaplan’a göre hikâye ve roman sanatının
özelliklerinden biri, insanın dış görünüşü kadar iç hayatını, duygu ve
düşüncelerini de aynı rahatlıkla anlatabilmesidir11. Hikâyeci Mehmet Kaplan
da bu hikâyede Kâzım Ağabey’in dış özellikleri yanında onun iç dünyasını
başarıyla aktarmıştır.
Kâzım Ağabey’in çocukça davranışlarının, yaşıtları gibi bir hayat
sürdürmemesinin sebebi, yazar tarafından görünüşün ardındaki gerçeğin
bulunmasıyla anlaşılır. Mehmet Kaplan’a göre hikâye sanatının en önemli
yönlerinden biri “tıpkı ilim ve felsefe gibi, görünüşün arkasındaki asıl sebebi
bulmak”tır12. Burada yazar tarafından okuyucuya sunulan gerçek, Kâzım
Ağabey’in masal dünyasından çıkamayarak gerçek dünyayı çok acı bir
şekilde tanımasıdır.
Bir hikâyeyi duyudan veya hareketten tamamen soyutlamak çok zordur.
Kâzım Ağabey bu açıdan incelendiğinde “duyu” hikâyesi değil, “vak’a”
hikâyesi olarak nitelenmelidir. İnsanlar statik değil, dinamiktir, bir
hareketlilik söz konusudur. Hayat nasıl statik değilse hikâye de statik
değildir13. Bu hareketliliği sağlayan önemli unsurlardan biri de hikâye kişisi
olarak çocukların önemli bir yer tutmasıdır.
10 Don Kişot ve roman hakkında ayrıntılı bilgi için bk. Jale Parla, Don Kişot’tan Bugüne Roman,
İletişim Yayınları, İstanbul 2002.
11 Kaplan, age, s.105
12 Kaplan, age, s.111.
13 Kaplan, age, s.256
Bir hikâyede gerçeğe ne derece bağlı kalındığı hikâye sanatı açısından
önemli değildir. Önemli olan hikâyecinin okuyucuda “bir gerçeklik izlenimi”
uyandırıp uyandıramadığıdır. Kâzım Ağabey hikâyesi gerçeklik izlenimi
uyandırması bakımından da dikkate değer bir hikâyedir.
Kâzım Ağabey, gerçeklik izlenimiyle birlikte okuyucuda bir “acıma
duygusu” da uyandırmaktadır. Okuyucuda önce Kâzım Ağabey’e karşı bir
sempati uyandırılmış, daha sonra bu, yerini acıma duygusuna bırakmıştır.
Sempati duyulan bir kişiye karşı hissedilen acıma, daha yoğundur. Bu
noktada yazarın dikkatli bir gözleme ve insan psikolojisi hakkında kuvvetli
bir bilgiye sahip olduğu sonucuna varılabilir.
Masal dünyasında yaşamaya mütemayil çocuklar da hikâyede önemli bir
yere sahiptir. Kâzım Ağabey’in dünyası onları da sarmıştır. Onun yarattığı
dünyanın birer üyesidir hepsi. Birlikte düzenledikleri “çiçek sarayı”nda
yıllardır kraliçeleri Mehlika’yı beklemektedirler. Mehlika gelir; ama kendi
rızasıyla değil. Bundan sonra olaylar hızlı bir şekilde gelişir ve Kâzım
Ağabey’in o görmeyi çok istediği İstanbul’a gönderilmesiyle son bulur. Bu,
beklenmeyen ve okuyucuya acı veren bir sondur. Çünkü Kâzım Ağabey’in
İstanbul’da göreceği tek yer tımarhanenin duvarları olacaktır.
Hikâyeye genel olarak bakıldığında Mehmet Kaplan’ın hikâye tahlili
metoduna göre dikkat edilmesini istediği unsurların başarılı bir şekilde
uygulandığı görülmektedir. Başarılı bir hikâyecinin görünenin arkasındaki
gerçeği bulup çıkaracağını ifade eden yazar, hikâyesinde bunun başarılı bir
örneğini vermiştir. Sadece bu açıdan değil, toplumda yaşayan basit insanların
aslında ne kadar zengin ve renkli bir hayatları olabileceğini göstermiş; bunu
yaparken de okuyucuyu sıkmayan akıcı, anlaşılır bir Türkçe kullanmıştır.
Mehmet Kaplan’ın Çığır’da yayımlanan iki hikâyesi, ilk olmalarına
rağmen dikkat çekici özellikleri hâizdir. Türk edebiyatına getirdiği metin
tahlili metoduna uygun şekilde incelenmeye çalışılan bu hikâyelerde,
edebiyat eleştirmeni Mehmet Kaplan’ın bir hikâyeci olarak da başarılı olduğu
görülmektedir. Hikâyelerde kullanılan anlatım teknikleri, bir hikâyede
bulunması gerektiğini ifade ettiği dikkatli gözlem, görünenin arkasındaki
gerçeği bulma, “basit” insanı “özel” bir “şahsiyet” olarak ortaya koyabilme,
sade, anlaşılır ve okuyucuyu sürükleyen bir üslûp kullanma gibi çeşitli
yönlerden incelendiğinde ilgi çekici, güzel ve başarılı hikâyeler olduğu
sonucuna varılmaktadır.
KAYNAKLAR:
KAPLAN, Mehmet, “Uyanış”, Çığır, nr.93, Ağustos 1940, s: 58-63.
________________, “Kâzım Ağabey”, Çığır, nr.95, 1.Teşrin 1940, s.116-122.
________________, Hikâye Tahlilleri, Dergâh Yayınları, İstanbul 2004, s.10
KERMAN, Zeynep – ENGİNÜN, İnci, Mehmet Kaplan, Hayatı ve Eserleri,
Dergâh Yayınları, İstanbul 2000l
PARLA, Jale, Don Kişot’tan Bugüne Roman, İletişim Yayınları, İstanbul 2002.
TEKİN, Mehmet, Roman Sanatı, Ötüken Yayınları, İstanbul 2001.