Eh-i Sünnet vel Cemaat ile Ehl-i Bid’at Arasındaki İhtilaflar:
(1) HİLÂFET MESELESİ
Hicri 11. yılı Rebûülevvel ayının 12. pazartesi günü akşamı, Merhum Üstad Necip FAZIL'ın ifadesi ile : “Güneş batı ufkuna yaklaşırken o peygamberlik güneşi, fanilik ufkundan gurup edip ebediyet âleminde doğdu ve sonsuzluğu ışıldatmaya başladı.”
HZ. EBUBEKİR
Peygamber Efendimizin vefat ettiği gün sahabe Benû Saide Sakife'sinde toplandılar. Devlet hayatında O'na kimin halef olacağını istişare ettiler ve tartıştılar... Veraset, iki halifelik, (biri
Medineliler'den, diğeri Mekkeliler'den) ve seçim görüşleri ileriye sürüldü... Ortaya üç ayrı görüş çıkmıştı. Birincisi Ensar'ın yani Medineliler'in görüşü idi. Onlar, “Arap kabileleri bu dine bizim kılıçlarımızın sayesinde boyun eğdiler. Emirlik bizim hakkımızdır” diyorlardı. ikinciler, ki Peygamber Efendimizin arkadaşlarının çoğunluğu idiler, “Kureyş kabilesi bütün Arap kabilelerinin şereflisi ve kuvvetlisi ve etkilisi olup, Resûl-i Ekrem'in Kureyşli olması dahi onlarca bir özel üstünlük olduğundan, onların içinden en uygun birisinin seçilmesi gerekir”, diyorlardı. Üçüncü bir fikirde olanlar ise Haşimiler ve taraftarları idi. Onlar, “Haşimoğulları, Kureyş kabilesinin en şereflisi ve Resûl-i Ekrem'in yakın akrabaları olmakla,
halifenin Haşimi olması gerektir” diyorlardı. Tartışma alevlendiği bir sırada Hz. Ömer, “Ya Ebubekir, sen insanların en hayırlısısın. Çünkü sen mağaradaki iki'den birisin. Peygamber namaz kıldırmak için sana emir verdi. Bu işe sen lâyıksın” diyerek Hz. Ebubekir'e biat etti.
Hz. Ömer'den sonra, orada bulunanların biatıyla Hz. Ebubekir halife seçildi. Hz. Ebubekir sünnet gereği, diğer müslümanların da biatını istedi, onlar da biat ettiler. Yani, Hz. Ebu Bekir'in halife olması hususunda, sahâbe, görüşbirliğine ulaştılar. Bu konuda icma ve
ittifak ettiler.
Kendi iradesiyle, altı ay kadar bir süre, tevakkuf eden ve geri duran Hz. Ali daha sonra, bir çok şahidin hazır bulunduğu bir mecliste, Hz. Ebu Bekir'e biat etti ve halifeliğinin meşrûluğunu kabul etti.
HZ. ÖMER
Peygamber Efendimizin vefatından sonraki kargaşa ashabın ileri gelenlerini ürkütmüştü. Böyle bir durumun bir daha yaşanmaması için Hz. Ebubekir sağlığında tedbir almak istiyordu. Kendinden sonra hilâfet makamına Hz. Ömer'i muvafık buluyordu... Hz. Ebubekir hastalanıp,
yaşamaktan ümidini kesip, ecelinin yaklaştığını hissedince, bu düşüncesi hakkında Kureyş ve Ensar'ın bazı ileri gelenleri ile istişare etti. Bazıları Hz. Ömer'in Hadidü'l-mizac (öfkeli, çabuk kızan) olduğunu söylemekle beraber, hepsi de O'nun meziyetlerini tasdik ve hilâfetini tensip ettiler. Yalnız Hz. Talha itiraz etti. Hz. Ali ise “Ömer'den başkasını istemeyiz” diyerek ağırlığını koydu. Bunun üzerine Hz. Ebubekir şu vasiyetnâmeyi yazdırdı: “Bismillahirrahmanirrahim. Ben Ömer bin Hattab'ı hilâfete seçtim. Onu dinleyin. Ona itaat eyleyin. Hayrı araştırmada kusur etmedim. Eğer hayır ve adalet eylerse beni tasdik etmiş olur. Ve eğer cebrederse ve mesleğini değiştirirse, ben gaybı bilmem, mazurum. Ben ancak hayrı murad ettim. Herkes amellerinin cezasını bulur ve zulmedenler yakinen hale giriftar olacağını bilirler. Esselâmu aleyküm ve rahmetullah.” Altını mühürledi... Sonra, bu vasiyetnâme-kararnâme müslüman halka, sahâbelere tek tek gösterilerek, içinde yazılı isme biat etmeleri teklif edildi. Onlar da, bu teklifi kabul ettiler. Hz. Ömer hilâfete böylece seçildi... Özetle, Hz. Ömer'in halifeliği de sahabenin icmaı ve ittifakı ile sabit olmuştur.
HZ. OSMAN
Hz. Ömer de, ölmeden önce bir hâlife belirlemek istemekte, ama karar verememektedir. Hz. Ali'yi liyakatli görmektedir. “Fakat, Hz. Ali bazan mizah ve latifeye meyil ve rağbet eyler ve bunu hilâfet sorumluluğuna aykırı görmez.” Hz. Osman'ı düşünür; ancak, akrabalarına
düşkünlüğü sebebiyle, Ümeyyeoğulları'nın, devlet içinde başına üşüşeceklerinden endişe eder. Diğer ileri gelen sahabelerin de her biri, ayrı ayrı liyakatli olmakla birlikte, tereddütü gerektiren yönleri vardır.
Hz. Ömer suikasta uğrayınca, şehit olmadan önce, yeni hâlifenin seçimi işini, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Abdurrahman b.Avf, Hz. Talha, Hz. Zübeyr ve Hz. Sa'd b. Ebu Vakkas'dan meydana gelen altı kişilik bir sahabe komisyonuna, kendi içlerinden birisini seçmek üzere, havale etti. Uzun ve çetin istişare ve tartışmalardan sonra, komisyonun beş üyesi, yeni hâlifeyi tayin yetkisini Hz. Abdurrahman b.Avf'a devredip. O'nun vereceği hükme rızâ göstereceklerini bildirdiler.
Hz. Abdurrahman b.Avf da, hâlife seçim komisyonu adına, Hz. Osman'ı hâlife seçerek, ashabın huzurunda, Hz.Osman'a biat etti... O'nun biatını sahabenin biatı takip etti... Peygamber Efendimizin ashabı Hz. Osman'ın emir ve yasaklarına riayet ettiler... O'nun
arkasında cuma ve bayram namazlarını kıldılar. Bu ise, bir icma ve ittifak niteliğindedir...
HZ. ALİ
Sonra, Hz. Osman şehit edildi. Hâlifelik işi ortada kaldı.
Muhacir ve Ensar'ın büyükleri toplanıp, Hz. Ali'nin yanına gittiler. Hâlifeliği kabul etmesini kendisinden rica ettiler. Hz. Ali kabul edince de, O'na biat ettiler. Çünkü o zaman, mevcut ashabın en üstünü ve halife olmaya en çok ehil olanı Hz. Ali idi.
Daha sonra ortaya çıkan kavgalar ve hatta savaşlar, Hz. Ali'nin hilâfeti ve hilâfetinin meşrûluğu üzerindeki çekişmelerden değil, Hz. Ali ile Hz. Muaviye arasındaki içtihad farkından ileri gelmiştir.
Söz konusu içtihad farkı, Hz. Osman'ı şehit eden katillerin cezalandırılması mevzuu ile ilgilidir... Hz. Muaviye, katillerin hemen, hiç vakit geçirilmeden cezalandırılmasını istiyor, bu konuda ısrar ediyordu. Hz. Ali ise, katilleri cezalandırmak için, kendisine zaman tanınmasını istiyordu.
İşte bu içtihad farkı, Sıffin Savaşı ile Hakem Olayı'na sebep olmuş, ve Hz. Muaviye Hakem Olayında hile ile hâlife ilân edilmiştir.
Bir kısım Hz. Ali taraftarı, Hz. Ali'nin kendisine yapılan hakem teklifini kabul etmesine karşı çıkarak, Hz. Ali'nin yanından ayrılmışlardır ki, bu grup, daha sonra, Hariciler diye bilinen fırkayı meydana getirmiştir.
Anlaşıldığı üzere, Hilâfet Meselesi aslında itikadî bir mesele değildir. Siyasî bir meseledir. Ama, hilâfet ve imamet Şia'da iman ve itikadın temel esaslarından kabul edildiği için, bu husus, Ehl-i Sünnet vel Cemaat imamları tarafından da, Ehl-i Sünnet vel Cemaat kelâmının
konuları arasına alınmak zorunda kalınmıştır.
Kısaca, ilk dört hâlife arasında yapılan fazilet sıralamasının esası, itikadî değil, siyasî tercihlere dayanmaktadır. Mesele siyasidir... Onun için, herkesin siyasî tercihini ve kanaatını açıkça ortaya koyması normal karşılanmalıdır... Ancak, bu tercih yapılırken, kanaat ortaya konulurken Edille-i Şer'iyyeye ters düşülmemelidir.
Çünkü, sahabilerin üstünlüğünü, bizzat ulu ve yüce Allah takdir buyurmuştur. Ulu ve yüce Allah Et-Tevbe sûresinin 100. âyetinde; “(İslâm'da) birinci dereceyi kazanan Muhacir'ler, Ensar ile onlara güzellikle tâbii olanlar (yok mu?), Allah onlardan razı olmuştur. Onlar da Allah'tan razı olmuşlardır. (Allah), bunlar için –kendileri içinde ebedî kalıcı olmak üzere- altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı. İşte bu, en büyük saadettir” buyurmaktadır.
Peygamber Efendimiz de; “Eshabımın her biri gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, Allah-ü Teala'nın sevgisine kavuşursunuz”. “Benim sahabilerime ikrâmda bulunun. Çünkü onlar, sizin hayırlılarınızdır. Sonra yalancılık yaygınlaşacaktır”. “Eshabıma dil uzatmakta Allah-ü Teala'dan korkunuz!.. Onları sevenler, beni sevdikleri için severler” diye buyurmuşlardır.
O halde, Elhamdülillah Müslümanım diyen hiç bir mümin, şu veya bu sahabeyi şu veya bu bahane ile çirkin sıfatlarla anamaz. Anmamalıdır!..
Kaldı ki, kendisinden önce gelen ilk üç hâlifenin üstünlüğünü Hz. Ali de kabul etmektedir. Molla Hüseyin El-HANEFÎ'nin, İmam-ı AZAM'ın El-Vasiyye'sini şerh ederken yazdığı şu tarihî olay, bunu, açık ve net olarak ortaya koymaktadır... “Bir gün Hz. Ali, Kûfe mimberinde
konuşma yaparken, Muhammed b. Hanefiyye kendisine; Hz. Peygamberden sonra bu ümmetin en hayırlısı kimdir? tarzında bir soru sormuş, Hz. Ali de; Hz.Ebu Bekir, sonra Hz. Ömer, sonra Hz. Osman cevabını vermiştir. Muhammed b. Hanefiyye'nin; Sonra kim? sorusu karşısında ise sükût ederek, şöyle bir söz sarfetmiştir; istersem dördüncüyü size haber veririm Muhammed bin Hanefiyye; O kişi sen misin? demiş, Hz. Ali sükût etmiştir”... “Hz. Ali'nin burada sükût etmesinin sebebi, herhalde, kendisini övmemek içindir”...
Müslüman ve Dokuz Işıkçı Türk Milliyetçileri olarak, biz de, İmam-ı Azam Ebu HANİFE'nin Fıkh-ı Ekberinde buyurduğu gibi; “Peygamgamberlerden sonra, insanların en faziletlisi Ebu Bekir Es-Sıddık, sonra Ömer El-Faruk, sonra Osman bin Affan Zinnûreyn, sonra Aliyyu'l-Murtaza'dır. Allah hepsinden razı olsun. Onlar, doğruluk üzerine olan ve doğruluktan ayrılmayan, Allah'a kulluk eden kimselerdir. Hepsine sevgi ve hürmet hisleri besler, yüce Peygamber'in bütün ashabını hayırla anarız” der ve böylece inanırız.
Ashabın icmaı ile kader-i Rabbani'ye itiraz ederek, hilâfet şunun hakkıydı, yok bunun hakkıydı tarzında iddialarla İslâm dünyasında fitne doğuran kişi, zümre ve fırkalar, gerçekten de Ehl-i Sünnet vel Cemaat yolundan ayrılmışlardır.
Zaten, eğer hâlifelik önce Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman'ın hakkı olmasaydı, sahabe bu konuda ittifak ve icma etmezdi... Hz. Ali de, Hz. Muaviye ile kavga durumuna girdiği gibi, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman ile de çekişme durumuna girerdi.
Ayrıca, şayet Şiilerin iddia ettikleri gibi, Hz. Ali'nin hâlife olması gerektiğine dair, Peygamber Efendimiz'den gelen bir nass ve açık beyân bulunsaydı, Hz. Ali bu nassı sahabeye karşı delil olarak ileri sürerdi... Sahabe de, bu nass ve hükme uygun hareket ederdi... Açık bir hükmü ve nassı terkedip bâtıl üzerinde birleşmek, Peygamber Efendimizin sahabesi hakkında nasıl düşünülebilir?
Esasen, yukarda da belirttiğimiz gibi, Hz. Ali ile Hz. Muaviye arasında hilâfet meselesi değil, sadece bir içtihad farkı vardı... Ancak, zamanla her grup kendi itikadî, fıkhî ve amelî esaslarını tesbit edip, ayrıca ortaya koymuştur... Pratik'ten teori'ye geçilmiştir... Böylece, Ehl-i Sünnet vel Cemaat, Şia ve Haricilik ortaya çıkmıştır... Mesele, özet olarak böyledir...
ÜMMET'E HÂLİFE GEREKLİ MİDİR?
Ancak, hilâfet meselesinden bahsederken, İslâm ümmeti için bir hâlife gerekli midir? Gerekli ise, hâlife tayin edilecek kişide bir takım vasıfların bulunması şart mıdır, gibi sorulara temas etmemek olmaz...
İslâm ümmeti için bir hâlife tayin etmek gerekli midir? Elbette gereklidir!..
İslâm ümmetine bir hâlife tayin etmenin vacip olduğunda icma ve ittifak vardır... Mutezile'ye ve Zeydilere göre, hâlife tayini aklen, Ehl-i Sünnet vel Cemaat'e göre, naklen vaciptir... İmamiye ve Caferiye'ye göre, hâlife (imam) tayin etmek Allah üzerine, Ehl-i Sünnet vel Cemaat'e ve Mutezile'ye göre, halk üzerine vaciptir... Haricilere göre ise fitne hali müstesna, hâlife tayin etmek vacip değildir...
Görülüyor ki, burada, ihtilaf konusu olan husus şundan ibarettir: Hâlifeyi tayin etmek nasa ve ulu ve yüce Allah üzerine mi, yoksa halk üzerine mi vaciptir? Eğer hâlife tayini vacip ise sem'î ve naklî delil ile mi, yoksa aklî ve mantıkî delil ile mi vaciptir?
Ehl-i Sünnet vel Cemaat'e göre, hâlife tayin etmek halk üzerine ve naklî delillerin gereği olarak vaciptir. Çünkü, Sahih-i Müslim'de zikredilen bir hadis'lerinde, Peygamber Efendimiz; “Bir kimse hâlifeye itaatsizlik ederse, Allah'a hesap vereceği gün bu suçu için mazeret bulamaz. Üzerinde biat bulunmadan ölen bir kimse, Cahiliye Araplarının öldükleri gibi ölmüş olur” buyurmuşlardır.
Ayrıca, ümmet, Peygamber Efendimizin vefatında, en önemli iş olarak hâlife tayin etme işini görmüşlerdi... Hatta, hâlife tayin etme işini, Peygamber Efendimizi defnetme işine takdim etmişlerdi... Daha sonra vefat eden her hâlifeden sonra da, durum böyle olmuştur.. Bu icma değilse nedir?
Şer'î vazife ve vecibelerin pek çoğunun yerine getirilmesi hâlifeye bağlı olduğu için, Müslümanlar için bir hâlifeye (imam veya devlet başkanına) mutlak surette ihtiyaç vardır.
Ebu Hafs Necmüddin Ömer Bin Muhammed NESEFÎ'ye göre; “Müslüman halkla ilgili dinî hükümlerin infazı, cezaların tatbiki, ülke sınırlarının düşmanlara karşı korunması, müslümanlardan ordu teşkil edilmesi, sadakaların, vergilerin ve zekâtın toplanması, zorbaların, soyguncuların ve eşkiyânın zabt ü rabt altına alınması ve kahredilmesi, cuma ve bayram namazlarının ifa edilmesi, insanlar arasında ortaya çıkan ihtilâfların ortadan kaldırılması, hukuk üzerine kaim şahitliklerin kabulü, velileri bulunmayan küçük yaştaki erkek ve kızların evlendirilmeleri ve ganimet mallarının taksim edilmesi gibi önemli hususlar, hâlife sayesinde icra edilir.” (Methu'l Akaid) Bunlara benzeyen ve ümmete mensup fertler tarafından ferden ifa edilmeleri mümkün olmayan, diğer işler için de durum böyledir.
İslâm ümmeti, tek bir hâlifeye biat etmek mecburiyetinde midir? İslâm Dünyasında birden fazla halife bulunabilir mi? İslâm ümmetinin tek bir devleti mi olmalı, yoksa bir taneden çok İslâm devleti bulunabilir mi?
Sırf, Hz. Ali ile Hz. Muaviye arasındaki içtihad farkına ve buna dayalı olarak vukubulan olaylar ile onlardan çıkan neticelere bakarak bile, bu suallere; İslâm ümmetinin bir tek hâlifeye biat mecburiyeti yoktur... İslâm Dünyasında birden ziyade hâlife bulunabilir... İslâm
ümmeti bir tek İslâm devleti bayrağı altında toplanmaya mecbur değildir... Bu, şart da değildir... İslâm dünyasında birden fazla İslâm devleti bulunabilir, diyebiliriz...
Bu cevapların yanlış olduğunu hiç kimse iddia ve özellikle ispat edemez... Çünkü, aksi halde, böyle bir iddia sahabeye hem de aşere-i mübeşşereden sahabilere ve onların içtihadlarına ters düşer... Unutmamak gerekir ki, aşere-i mübeşşereden olan sahabiler Hz. Zübeyr, Hz. Talha ve Hz. Ayşe ile sahabilerin bir kısmı Hz. Muaviye'ye biat etmişler... Geri kalan sahabilerin büyük kısmı ise, Hz. Ali'ye biat etmiş ve O'nunla birlikte hareket etmişlerdir... Küçük bir kısım sahabe de, Hz. Ali'den ayrılarak üçüncü bir gurubu (Haricileri) teşkil etmişlerdir.
HERKES HALİFE SEÇİLEBİLİR Mİ?
Peki, herkes hâlife seçilebilir mi? İslâmiyet, hâlife seçilecek kişide bir takım vasıflar bulunmasını şart koşuyor mu?
Ehl-i Sünnet vel Cemaat, hâlife seçilecek kişide, şu vasıfların bulunmasını şart koşmaktadır:
-Halife ortada olacak, gâib, mestûr ve muntazar olmayacak...
Kendisine müracaat edilince, maslahatın ve işlerin görülmesi ve hâlife tayin etmedeki maksadın hasıl olması için, “hâlifenin zâri ve açıkta olması gerekir”. Zalimlerin galebe çalması tehlikesine karşı, hâlifenin halkın gözünden “gizli olmaması gerekir”. Şiilikte ise, durum terstir. İmam ve hâlife gâib, mestûr ve muntazar olabilir.
-Hâlifenin Kureyş'ten olması lâzımdır. Başkalarından olması caiz değildir...
İslâm siyasî düşünce tarihinde, hâlife tayin edilecek kişinin soyu mühim tartışmalara sebep olmuştur... Muhacirler ve Kureyşliler, hilâlafetin Kureyşe ait bir imtiyaz olduğu görüşündeydiler... Ensar ise kendilerinden de hâlife tayin etmenin caiz ve mümkün olduğu
kanaatindeydi.
Şimdi de, Peygamber Efendimiz, “İmamlar Kureyş'ten olur” buyurduğu için hâlife Kureyş'ten olmalıdır, denilmektedir... Ancak, Mehmet S. HATİPOĞLU, yazdığı kitap çapındaki bir makalede, hâlifenin Kureyş'ten olması lüzumundan bahseden hadislerin hiç birisinin de sahih
olmadığını ispatlamıştır. (M. S. HATİPOĞLU, Hilâfetin Kureyşliliği, İlahiyat Fakültesi Dergisi, xxııı, sh:120-213)
Öyleyse Sahabenin, hâlifenin Kureyş'ten olması konusundaki, ısrarının sebebi nedir?
Arapların Kureyş'ten olmayan birisinin hâlifeliğini tanımama ihtimali ve bundan anarşinin doğması endişesi, böyle bir ısrara sebep olmuştur... Diğer bütün kabileler üzerinde, güçlü bir tesire ve büyük bir nüfûza sahip bulunan Kureyş kabilesinden seçilecek bir hâlifenin, devlet otoritesini kurması ve sürdürmesi ihtimâli ashab tarafından çok kuvvetli görülüyordu...
Yani mesele, devlet otoritesinin tesis edilmesi ve sosyal hayata disiplin ve nizamın hâkim kılınması meselesidir... Öyle olunca, hâlifenin Kureyş'ten olması şart görülmüştür... Başka bir kabileden olan bir hâlife bu hususu temin edemezdi...
İslâmiyet iyice yayılınca, Arap olmayan Müslümanlar, değil Kureyş'in, Arapların otoritesini dahi kabul etmemişlerdi. Meselâ Abbasi hâlifelerinin hiç bir yetkileri yoktu, sadece ismen hâlife idiler. Devlet gücü bazan İran asıllı, bazan da Türk asıllı sultan veya emirlerin elindeydi.
Nihayet, sembolik bir mahiyeti bulunan hilâfeti, Abbasi Hâlifesi III. Mütevekkil Alallah'tan teslim alan Yavuz Sultan Selim Han, saltanatla hilâfeti birleştirmiş, hükmen ve fiilen ortadan kalkmış olan, “Hâlifenin Kureyş'ten olması” prensibini ismen de ortadan kaldırmıştır.
-Hâlife olacak kişinin âdil olması şart, ama, masum olması şart değildir...
Peygamberler hariç, herkes hata yapabileceğine ve günâh işleyebileceğine göre, masum bir kişi bulup onu hâlife seçmek, esasen, imkânsızdır...
Şiiler, bilhassa Caferiler ise, imamın masum olduğuna bir akide olarak itikad ederler...
-Hâlife olacak kişinin, zamanının en faziletli kişisi olması şart değildir. Bazı hallerde, en faziletli olmayan bir kimse, fazilet yönünden kendisinden daha üstün olan kişilerden daha çok halkın mefaatlerini kollayabilir. Halkı zarardan daha iyi koruyabilir... Esasen, din ve ahlâk yönünden kimin daha faziletli olduğunu da, ancak ve sadece ulu ve yüce Allah bilebilir...
-Hâlife seçilecek kişinin Müslüman olması, kâfir olmaması, hür olması, köle veya esir olmaması, erkek olması, kadın olmaması, akıllı olması, deli olmaması, bülûğ çağına ulaşmış olması ve sabi olmaması tabii şartlardandır.
-Hâlife yapılacak kişinin iyi bir siyasetçi (sais) ve diplomat olması önemlidir. Esasen, hilâfet her şeyden evvel siyasî bir makamdır. Çok faziletli olsalar bile, yüksek seviyede sevk ve idare kâbiliyetine sahip olmayan kimselerin, bu makamı işgal etmeleri hiç kimseye bir menfaat sağlamaz.
-Hâlife olacak kişinin kuvvetli, dirayetli ve kudretli olması şarttır. Acz ve zaaf içinde olan bir kimse hâlife olamaz... Ancak bu gibi bahanelerle hâlifeye itaat etmemek, ona isyan etmek ve ihtilâl hareketine girişmek (hurûc ale's-sultan), Ehl-i Sünnet vel Cemaat tarafından caiz görülmemiştir.
İslâmiyet, günâh işleyen veya hata eden hâlifelere başkaldırılmasını caiz görseydi, İslâm cemiyeti anarşiden, keşmekeşten (kaostan) ve siyasî istikrarsızlıktan kurtulamazdı. Demek ki, en doğru hareket tarzı, kelâm ve fıkıhtaki ifade ile “fasık ve cair” (zalim) de olsa hilâfetin (devletin) meşrû otoritesine başkaldırmamaktır... Hariciler bu şarta riayet etmezler...
Müslüman ve Dokuz Işıkçı Türk Milliyetçileri olarak, biz, Ehl-i Sünnet vel Cemaat Mezhebinin imamları Hilâfet Meselesine nasıl bakıyorlarsa, öylece bakarız. Hilâfet Meselesine Onlar nasıl inanıyorlarsa öylece inanırız, nasıl konuşuyorlarsa öyle konuşuruz...
Zaten, aksi imkânsızdır. Çünkü, BİR MEZHEBE MENSUBOLMAK BUNU
GEREKTİRİİR... Biz de, EHL-İ SÜNNET VEL CEMAAT MEZHEBİNE MENSUBUZ...