« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

02 Nis

2012

DİVAN EDEBİYATININ KUYUMCUSU: BAKÎ

Prof.Dr. H. ÖZDEMİR 01 Ocak 1970

Bâkî’nin Hayatı…

Şiirlerinde doğduğu şehrin şivesini kullanarak dîvan edebiyatımıza yenilik ve güzellik katan Mahmud Abdülbâkî (933) 1526 yılında İstanbul’un Fatih semtindeki mahallelerden birinde dünyaya geldi. Babası Fatih Camii müezzinlerinden Mehmed adında bir zat olup 1566 Haziranında hac farizasını yerine getirirken yolda vefat etmiştir. Yalnız bu zatın (973) 1565 senesinde Hicaz’a gittiği ve orada vefat ettiği Şakayık zeylinde yazılıdır.

Babası öldüğü sırada şair, kırk yaşlarında ve Atâyî’nin rivayetine göre kırk akça ile İstanbul’da Murad Paşa Medresesi’nde müderrislik yapmaktaydı.

Babasının maddi durumu yetersiz olduğu için Bâkî’yi saraç çıraklığına vermişti. İstanbul’un saraçlar çarşısı, bugün Fatih parkının karşısında bulunan alandaydı. Saraçhane semtine adını veren de bu çarşıydı. Saraçhanenin bir cephesi harap bir hâlde duran Amcazâde Hüseyin Paşa Medresesi’nin karşısında olduğu gibi üç cephesi de medresede müteveccih kapısından girilince sağa, sola ve karşıya tesadüf eder, etrafı duvarla çevrilmiş, muhafazalı bir yerdi. (1324) 1908 yangını oraları sildi, süpürdü.

İşte Bâkî, semtine yakın olan bu çarşıdaki dükkânlardan birine devam ediyor, o devrin gözde mesleklerinden biri olan saraçlık sanatını öğreniyordu.

Bâkî’nin hayatından bahseden her eser, şairin Karamanlı Mehmet Efendi tavsiyesiyle medreseye girdiğini yazar. Fakat hangi tarihte ve hangi medreseye girdiğini bildirmez.

Şakayık’ı tercüme eden Edirneli Mecdî Çelebi, Karamanlı Hoca’yı anlatırken onun Konya’da okuyup İstanbul’a geldiğini, Müderris olarak Konya’ya tayin edildiğini, oradan sırasıyla Edirne’ye, İstanbul’daki Haseki Medresesi’ne, Sahn Medresesi’ne nakledildiğini, sonra tekrar Edirne’ye gönderilip nihayet İstanbul’daki Süleymaniye medreselerinden birine getirildiğini yazar.

Atâyî de Şakayık zeylinde Karamanlı Mehmet Efendi’nin sahndaki talebesinden on dördünün şair olduğunu, Bâkî’nin de bunlar arasında bulunduğunu haber veriyor.

Sahn medreseleri, oldukça ilerlemiş talebeye mahsus olduğundan bir saraç çırağının doğrudan doğruya böyle yüksek bir medreseye giremeyeceği tabiiydi. Onun için Bâkî’nin ilk hocası hakikaten Karamanlı Mehmet Efendi ise onun Haseki müderrisi bulunduğu sırada, yani (958) 1551 yılında dersine devam etmeye başlamış, sonra üstadıyla birlikte Sahn’a geçmiş olabilir ki o tarihte şair 25 yaşlarında olmalıdır.

Bâkî’nin Sahn Medresesi’ndeki iki senelik eğitimi gayet neşeli geçmişti. Çünkü arkadaşlarından on üçü şiire kabiliyetliydi. O medrese âdeta bir encümen-i şuarâ ve bir bezm-i edeb hâlini almıştı.

Atâyî bu on dört şairden: Hoca Sa’deddin, Bâkî, Nev’i, Remzî Zâde, Husrev Zâde, Üsküplü Vâlihî, Karamanlı Muhyiddin, Edirneli Mecdî ve Cevrî ile Camcı Zâde Câmi Efendilerin isimlerini haber veriyor. Bâkî’nin meşhur Sünbül kasidesini o dönemde yazdığını bildiriyor.

Yukarıda belirtildiği gibi Karamanlı Mehmed Efendi (962) 1554’te terfiyle Edirne’ye gönderilmişti. Nev’i, müderrisiyle beraber gittiği hâlde Bâkî gitmedi, Kadı Zâde Efendi (ö. 1580)’nin Süleymaniye’deki dersine devama başladı.

Şair, Süleymaniye Medreselerinden birinin hocası Kadı Zâde’ye verilmesi üzerine bir kaside yazmıştır. Divanında da bulunan bu raiyye kasidesinin (962) 1454 tarihinde yazıldığını ve o tarihte Nahcivan seferinden gelen Kanunîye verildiğini, bunun üzerine padişahın övgülerine mazhar olduğunu Atâyî yazıyor. (953) 1556’da Bâkî’nin Halep’e gönderildiğini ve bazı mahkemelerde nöbetçi vekil olduğunu yine Atâyî bildiriyor.

Yine Atâyî’nin beyanına göre Kadı Zâde Efendi (963) 1555’te Halep kadısı olmuş, Bâkî de beraber giderek bazı mahkemelerde hocasına vekillik etmiştir.

Çağatayca bir tezkire-i şuarâ yazmış olan Sadıki-i Kitabdar, bir seyahati esnasında Halep’e uğramış, orada nöbetçi olan Bâkî ile görüşmüş. Yekdiğerinden hoşlandıkları için Sadık, her gün Bâkî’nin yanına gider, o da yeni gazellerini ona dinletirmiş. Bir gün; “Hepsini bu gece yazdım” diye beş gazel okumuş.

Lebib Efendi Cevahir-i mültekata adlı kitabında bu fıkrayı Sadık’ın kitabından naklettiğini söylediği gibi Fehîm Efendi’nin Sefîne-i şuarâ isimli eserinde de vardır.

Bâkî, Halep’ten dönüşünde Konya’ya geldiği sırada, vazifesi başına giden Şam kadısı Ebüssuud Zâde Mehmet Çelebi’ye rastlar ve ona bir kaside takdim eder. Bu hadise Zeyl-i Şekayik’te yer almaktadır.

Mehmet Çelebi, kasideyi çok beğenir ve Bâkî’nin ödüllendirilmesi için babasına bir mektup yazar. Bâkî, Ebüssuud Efendi’ye danişmend ve (971) 1593 Ramazanında mülazım olarak 25 akçeli bir medreseye tayin edilir. Rumeli kadıaskeri Hâmid Efendi, “Kanuna uygun değil” diye medreseye tayinine tereddüt göstermiş ise de üst üste irade çıkması üzerine:

(971) 1563’te 30 akçe ile Silivride Piri Paşa Medresesi’ne gönderildi. (972) 1564’te 30 akçe ile İstanbulda Murad Paşa Medresesi’ne getirildi. (973) 1565’te vazifesi kırk akçeye çıkarıldı. Bu tayinin sağladığı imkândan istifade ederek Kanunî’nin kendisine gönderdiği şiirlerine onun emri üzerine nazireler yazıyor, ayrıca padişaha kasideler takdim ediyordu. Sultan’la aralarındaki bu alaka zeki ve kabiliyetli şairin yeteneklerini padişaha göstermesine yardım etti. Bu yetenekli şairden hoşlanan Kanunî, ona Keşşâf, Hidâye, Ekmel adlı kitapların nefis birer nüshalarını hediye etti. Bâkî de divanını padişahın emriyle düzenleyerek ona sundu. Padişahın türlü iltifatı şairi manen ve maddeten zenginleştiriyordu. Bu münasebetle Aralık 1565’te on akça terakkiye nail oldu. Aynı yılın Zilhicce’sinde (Aralık 1566), hacca gitmiş olan babasının ölüm haberini aldı. Bu olaydan bir yıl sonra, Kanunî Sultan Süleyman’ın Zigetvar’dan ölüm haberi geldi. Daima himayesini gördüğü bu büyük sultana duyduğu derin ve samimi bağlılığı ve onun tarihî, siyasî önemini ifade eden ünlü mersiyesini yazdı. Mersiyenin sonunda yeni padişaha intisabını da belirtti. (674) 1566’da Murad Paşa müderrisliğinden azledildi. (977) 1567’de Mahmud Paşa Medresesi’ne verildi. (979) 1571’de Eyüp, (981) 1573’te Sahn, (993) 1585’de Süleymaniye müderrisi oldu.

II. Selim’in tahta çıkışı üzerine yazdığı kasidede yeni padişahın mizacına uygun aşağıdaki beyitler de yer almıştır:

Müselles gösterir daim temaşa eylesen elde
Meğer kim pâre-i elmastır câm-ı dırahşânı

Getir câm-ı sürûr encâmı ey sâki; yeter çektik
Cefâ-yı devr-i gerdûnu, belâ-yı- carh-ı gerdânı

Zaten Padişah ile veliahtlığından beri münasebeti vardı. Sahn müderrisiyken veliaht tarafından Sıra pınarı mesîresine davet edilmiş ve onun sohbet halkasına dahil olmuştu.

III. Murad’ın padişahlığı döneminde, Nâmî mahlaslı eski bir şairin:

Cihanın ni’metinden kendi âb-ü dânemiz yeğdir
Elin kâşânesinden gûşe-i virânemiz yeğdir
Gına sadrındaki mağrûr-ü nâ âsûde serverden
Fenâ bezminde hâbâlûd olan mestânemiz yeğdir
Tegafül yüzüne gaflet hicâbın geçti çün nâhid
Bizim andan tegafül gösteren divânemiz yağdir
Hezâran naz ile perverde olmuş bir gül-i terden
Lebâleb bâde-i gülgûn ile peymânemiz yeğdir
Hümâ-yi evc-i izzet gibi gayretsizden ey Nâmî
Mahabbet şem’ine şehper yakan pervânemiz yeğdir

Gazelindeki mahlas, şairi çekemeyenler tarafından Bâkî’ye atfedilerek padişaha verildi ve onun bu gazel ile II. Selim’e hicivde bulunduğu iddia edildi. III. Murad, fena hâlde hiddetlendi. Bâkî’nin azl ve sürgün edilmesini buyurdu. Fakat o gazelin eski mecmualarda Nâmî’nin olmak üzere yazılı olduğu görüldü, böylece şair sürgüne gitmekten güçlükle kurtulabildi.

Şairin yakayı ele vermekten kurtulmuş olmasını hikâye ettikten sonra Atâyi diyor ki:

Ol esnada sultan Süleyman merbumun iltifatından dûr ve dîvmennişan-ı nifak engiz mekrî ile mübtelâ-yı şerr-ü şûr olduklarına telmih edip demişlerdir:

Şol dil ki câm gibi el üzere tutardı Cem
Dest-i zemâne yerlere çaldı hazef gibi

Bu beyti Bâkî, sonra ve şu suretle bir gazel şekline sokmuştur:

Kıymet gerekse kavline dürr-i Necef gibi
Bîyhûde yîre açma dehânın sadef gibi
Gûş eyle sâzı perde-i Saz-ü terâneden
Her yana tut kulağını mecliste def gibi
Şol dil ki cam gibi el üzere tutardı cem
Dest-i zemâne yerlere çaldı hazef gibi
Dilde hayâl-i hal-ü ruh-i yâr dermiyan
Sevday-ı hattı gerçi biraz bertaraf gibi
Vasf-ı cemal-i yâr ile Bâkî gazellerin
Biribirine sundu güzeller tuhaf gibi

Bâkî (987) 1579’da Mekke ve (988) 1580’de Medine kadılığına gönderildi. (989) 1581’de azlonulup İstanbul’a geldi. (992) 1584’te İstanbul kadısı olup (993) 1585’te azledildi. (994) 1585’te İstanbul kadılığına geçti ve o sene içinde Anadolu kadıaskerliğine yükseldi. (996) 1587’de istirahate çekilip (999) 1590’da tekrar Anadolu ve (1000) 1591 senesinde Rumeli kadıaskeri oldu.

Bâkî, (1003) 1594’ün beşinci ayında ikinci defa Rumeli kadıaskeri oldu ve o senenin Zilhiccesinde de azledildi.(1006) 1597 Recebinde üçüncü defa Rumeli sadrine geçti ve (1007) 1598 Muharreminde istifa ederek çekildi.

Nihayet (1008) 1599 Ramazanın 23’üncü Cuma günü yetmiş beş yaşında olduğu hâlde vefat etti. Ertesi gün cenaze namazını Fatih musallâsında Şeyhülislam Sun’ullah Efendi kıldırdı ve şairin:

Kadrin-i seng-i musallada bilip ey Bâkî
Durup el bağlıyalar karşına yâran saf saf

Beytini tabutun karşısında okumakla büyük bir zerâfet gösterdi.

Kalabalık bir cemaat, sabık Rumeli kadıaskerinin naaşını el üstünde götürdü. Edirnekapı’dan Eyüp’e giden caddenin sol tarafındaki bir setin içine defnetti. Vefatına Bağdadlı Hâdî:

Bâkî efendi gitti ukbâya bin sekizde mısrasını tarihe düşürmüştü.

Bâkî’nin iki erkek çocuğu dünyaya geldi. Bunlardan ilki Şeyhî mahlasıyla şiirler yazan Şeyh Mehmed müderrislik ve kadılıklarda bulunduktan sonra 1629-30 yılında, Abdürrahman da ağabeyi gibi müderrislik ve kadılık mesleklerinde bulunup 1636 sonlarında vefat etti. Onun da Fâizî mahlasıyla şiirler yazan oğlu 1665-66 yılında öldü.


Eserleri

1-Divan: Bâkî, ilk defa Kanunî Sultan Süleyman’ın emri veya isteğiyle onun sağlığında divanını tertip etmiştir. Bundan sonra, muhtelif tarihlerde yeni şiirleriyle birçok defa yeniden düzenlenmiştir. Yalnız Türkiye kütüphanelerinde şairin sağlığında yazılmış 10’dan fazla nüshası vardır. Ölümden sonra istinsah edilenlerle divanının kitaplıklardaki adedi yüzden fazladır. Yalnız bu rakam, zamanın tahribiyle, bilhassa İstanbul yangınlarıyla yitenleri hesaba katmasak bile, onun şiirlerinin sonraki yüzyıllarda hiçbir Osmanlı şairiyle kıyas edilmeyecek kadar okunduğunu göstermeye yeterlidir.

2-Fezâyilü’l-cihâd: Ahmed bin İbrahim’in Meşâri’ül-eşvâk ile masâri’ül-uşşâk adlı Arapça eserinin tercümesidir. Cihadın faziletlerinden söz ederek Müslümanları cihada teşvik eden bu eseri Sokullu Mehmed Paşa’nın emriyle (975) 1567 yılında Türkçeye çevirmiştir. Kendi eliyle yazdığı bir nüshası Millet Kütüphanesi’ndedir.

3-Maâlimü’l-yakîn fî sîreti seyyidü’l-mürselîn: İmâm-ı Kastalânî adıyla şöhret bulan Şibâbü’ddîn Ahmet bin Hatîb el-Kastalânî’nin el-Mevâhibü’l-ledünniye bi’l-minahi’l-Muhammediyye aslı eserinin tercümesidir. Bu eseri de Sokullu Mehmed Paşa’nın emriyle tercüme etmiş fakat birçok ilave ve tadiller yapmıştır. Şair Nev’î tarafından istinsah edilmiş olan nüshada (987) 1579 tarihi bulunduğuna göre, tercüme bu tarihten önce gerçekleşmiştir.

4-Fezâyil-i Mekke: Bu eser de Sokullu’nun emriyle şairin Mekke kadılığı esnasında, Kütbü’ddin Mehmed bin Ahmed-i Mekkî tarafından yazılmış bulunan el-i’lâmu fî ahvâli beledillâhi’l-harâm adlı eserinden tercüme edilmiş, (975) 1579 tarihinde bitirilmiştir. Mekke’nin tarihinden ve bilhassa Osmanlı sultanlarının oradaki hayratından söz eder.

5-Hadîs-i Erba’în Tercümesi: Bu eserin varlığından haber veren Nevîzâde Atâyî, Bâkî’nin Eyüp müderrisi olduğu sırada Ebû Eyyûb-i Ensâri’den nakledilen hadislerden kırkını şairin tercüme ettiğini, eserin türbede bulunup ziyaretçilerin istifadesine sunulduğunu bildirmektedir.

Bâkî’nin İlmi

Bâkî’nin medrese ilimlerini çok iyi tahsil edip onlar da üstat sayılacak bir dereceye varmış olduğundan şüphe yoktur. Bilgisinin derinliğini “Mevahib-i ledünniyye” tercümesi ispat eder. “Bostan Zâde” için verdiği fetvâlar mütûna muhâliftir” demesi,”beni şeyhülislâm yaparsanız günde beş yüz fetvâ veririm” teklifinde bulunması da kendisinin ilmine güvendiğini gösterir. Lakin arkadaşı Nev’i gibi tasavvufla meşgul olmadığı ve böyle konulardan zevk almadığı sözlerinden anlaşılmaktadır.

“Uyandır çeşm-i câni hâb-ı gafletten seher-hîz ol
Çemen bülbülleriyle subhdem zikr eyle Mevlâ’yı”

ve:

“Can la’lin eyler ârzu, yâr içmek ister kanımı
Yârab ne vâdidir bu kim can teşne, cânan teşnedir”

beyitleri gibi gazellerinde nadiren bazı sofiyane fikir ve tabirlere rastlanmaktadır.

Kaynakça

Tâhir Olgun, Bâkî’ye Dâir.
Mehmed Çavuşoğlu, Bâki ve Divânından Örnekler.
Mehmed Çavuşoğlu, “Baki”, DİA, İstanbul 1991, IV, 537-540.
Haluk İpekten, Baki Hayatı, Edebi Kişiliği ve Bazı Şiirlerinin Açıklamaları, Ankara 1993.
Mehmed F. Köprülü, “Baki, Mahmud”, İA, İstanbul 1949, II, 243-253.
Harun Tolasa, “Baki, Mahmud Abdülbaki”, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, İstanbul 1977, I, 300-303.

Ziyaret -> Toplam : 125,35 M - Bugn : 113396

ulkucudunya@ulkucudunya.com