Nükleer Santralden Nükleer Silaha
Ertan Keskinsoy 01 Ocak 1970
Türkiye neden nükleer santral sahibi olmak istiyor? Yaklaşmakta olan enerji krizine karşı şimdiden önlem almak için mi? Türkiye'nin enerji talep tahminlerini yapan kurum olan TEİAŞ'ın 2020 yılı talep öngörüsü, 570 milyar kilovatsaat (eşittir 570 gigavatsaat) . Yalnız, devlet yetkililerinin attıkları projeksiyonun tuttuğu pek görülmüş değil. Örnek verirsek, Enerji Bakanlığı, 2000 yılında 5 yıl sonrasının enerji talebini 197, TEAŞ 212, Elektrik Mühendisleri Odası (EMO) ise 171 milyar kilovatsaat olarak tahmin etmişti. Peki, 2005'te toplam talep ne kadar oldu? 145 milyar kilovatsaat. Milliyet gazetesinde nükleer karşıtı duruşunu sayıları konuşturarak devam ettiren Meral Tamer'in deyişiyle, "EMO bile Türkiye'nin gelecek yılki elektrik ihtiyacını 5 yıl öncesinden tahmin etmeye çalışırken fevkalade bonkör davranmış!" Yani TEİAŞ'ın 570 milyar kilovatsaatlik tahmininin iler tutar yanı olmadığını söylemek için -2020 yılı EMO tahmini, 310 milyar kilovatsaat!- biliminsanı olmaya gerek yok; üç basamaklı sayılarla temel aritmetik işlemlerini yapabiliyor olmak yeter.
Acaba Bilgi Edinme Hakkı çerçevesinde "Enerji talebi patlayacak, krize gireceğiz" söylemini ortaya atanların, ÖYS'de doğru yanıtladıkları net matematik sorusunu öğrenme hakkına sahip miyiz? Sorunun yanıtı ne olursa olsun, bu sözün tevatürden öte bir geçerliliği olmadığı bizce ortada.
ENERJİ BAĞIMSIZLIĞI MAVALI
Madem öyle, Türkiye neden nükleer enerji istiyor? Doğalgaz cenderesinden kurtulup enerji bağımsızlığına kavuşmak için mi?
Nükleer santrallerde yakıt olarak uranyum-238 kullanılır. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı'nın (UAEA) raporlarına göre, Türkiye'deki tahmini uranyum rezervi 9 bin ton civarında. 1 kilogram yakıt elde etmek için, uranyum madenlerinde 500 ila 5.000 kilogram radyoaktif kayanın yeryüzüne çıkarılması gerekiyor. 1300 megavatlık bir hafif sulu reaktör için her yıl 25 ton hafif zenginleştirilmiş uranyum gerekir. Bu da 120 bin ayrıştırma birimi (separative work unit / SWU) kullanılarak 210 ton doğal/zenginleştirilmemiş uranyumun işlenmesi demektir. Yani matematik olarak Türkiye, kendi uranyumunu kullanabilir. Güzel. Ama bir eksik var, o da bu konudaki irade beyanı. Nükleer santrali en çok isteyenlerin bugüne kadar Türkiye'deki uranyum ile ilgili durum tespitinden öte gitmemelerinin bir nedeni olsa gerek. Hatta TAEK yetkilileri, sağda soldaki demeçlerinde uranyumu ithal edeceklerini açıkça söylüyorlar. Yani, insan sermayesini saymazsak, Türkiye, kendi uranyumunu kullanabilecek durumda; ama bilinçli olarak kullanmıyor. Bu da TAEK'in yanıtlaması gereken bir soru; ancak enerji bağımsızlığından çok, muhtaç olunacak elleri çeşitlendirme girişimi diyebiliriz, nükleer reaktör çabalarına.
(Bir de toryum efsanesi var ki, Nasreddin Hoca'nın koyun fıkrasına benzediği için onu burada ciddiye almayıp es geçmeyi tercih ediyoruz.)
NÜKLEER BOMBA
Geriye AKP hükümetinin ve ordunun nükleer bomba isteyip istemediği tartışması kalıyor. Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü'nden nükleer silahsızlanma uzmanı Mustafa Kibaroğlu, Türkiye'de yaygınlaşmakta olan, nükleer bomba sahibi olmayı destekleyen görüşün dayanaklarını şöyle sıralıyor:
ABD'nin Kuzey Kore'ye karşı yürüttüğü politikanın sökmemesi ve Kuzey Kore'nin kendi nükleer bombasını ya da blöfünü yapması,
NATO'nun bir savunma örgütü olarak giderek işlevini kaybetmesi,
ABD'nin Kürtlere karşı uyguladığı siyasetin Türkiye'deki ana akım görüşü, ABD ile 'stratejik' ilişkileri sorgulatacak ölçüde mutsuz etmesi,
Ve tabii ki meşhur 'çuval' olayı.
Buna bir madde eklemek gerekirse, bizzat ABD ve Rusya da dahil, gitgide daha fazla ülkenin NPT'yi (Non-Proliferation Treaty / Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması) delme pahasına, yeni nükleer silah teknolojileri üzerinde çalışmaktan geri durmaması gösterilebilir. Rusya geçtiğimiz yıl yepyeni bir silah yaptığını göğsünü gererek açıkladı. Aynı zamanlarda ABD de 'bunker buster / sığınak delici' bombalar üzerine çalışıyordu. Bu silahlar, düşü açısı itibarıyla, toprak altındaki sığınakları hedefleyen nükleer bombalar.
Tüm bunları alt alta yazınca, uzun vadeli bir askeri stratejinin "Ortalık karışıyor, biz de hafiften elimizi güçlendirmeye çalışalım" demesi olanak dışı değil.
SANİYENİN MİLYONDA BİRİNDE HİROŞİMA
Peki, 'barışçıl amaçla' çalışan bir nükleer santralden nükleer silah çıkar mı? Nükleer santrallerde yakıt olarak uranyum-238 kullanıldığını (U-238) söylemiştik. 238 sayısı, 92 proton ve 146 nötrondan gelir. Uranyum-235'te ise, yalnızca 143 nötron vardır. Bu izotop, 'abisinden' farklı olarak, parçalanabilir ve bu parçalama işlemi sonunda atom bombasının yapılması sağlanabilir. Bir atom bombasının içinde U-235 çekirdek maddeyi oluştururken, U-238, onu çevreleyen koruyucu / nötron yansıtıcı maddeyi oluşturur. U-235, dünyanın en hızlı ve ölümcül zincirleme reaksiyonuna neden olabilen bir kimyasal maddedir. Uygun bir ağırlıktaki U-235 kütlesinin üzerine bir-iki parça nötron gönderdiğinizde, nötron elemente çarpar ve onu parçalar, parçalanan bölüm başka bir parçacığa çarpar ve onu parçalar. Atom bombası böyle çalışır: U-235 -ya da plütonyum-239- ile parçacıkları ile dolu bir çekirdeğin çevresine kimyasal tepkimenin dışarı taşmasını engelleyici U-238,onun da dışına konvansiyonel patlayıcı konur. Konvansiyonel patlayıcı patlayınca, bir saniyenin milyonda biri sürede zincirleme reaksiyon gerçekleşir.
İlginç olan, bir nükleer santralde de enerjiyi açığa çıkaran zincirleme reaksiyonun aynı ilkelere dayalı olmasıdır. Ancak reaktörde, kütleler çok daha küçük, işlem de kontrollüdür. Yine de, Sinop'a kurulması beklenen hafif su reaktörü (su, soğutma için kullanılıyor) tipinde U-238'in yanısıra yüzde 3,6 oranında U-235 içeren düşük ölçüde zenginleştirilmiş uranyum kullanılır. Adından da anlaşılacağı gibi, zenginleştirme de kendi içinde üçe ayrılır:
* Çok hafif zenginleştirilmiş uranyum (slightly enriched uranium / SEU), yüzde 0,9 ile 2 arasında U-235 içerir. Böylece uranyum zenginleştirme masrafların azaltılmış olur, ama bu tip uranyumu yakıt olarak kullanan (bir zamanlar Akkuyu talibi olan CANDU, bu konuda dünyada tek) ortaya nükleer reaktörde kullanılacak suyun ağır su olması gerekiyor (döteryum oksit, D2O); bu da kurulum maliyetini artırıyor.
* Hafif zenginleştirilmiş uranyum (lightly enriched uranium / LEU), yüzde 2-20 arasında U-235 içerir. Ancak dünyadaki birçok hafif su reaktörü, yüzde 3-5 arasında U-235 içeren uranyumu kullanmayı tercih eder. Bu, yalnızca maliyet ile ilgili bir tercih değil; politik de bir tercihtir; çünkü yüzde 10'dan sonrası silah teknolojisine girmeye başlar.
* Yüksek ölçüde zenginleştirilmiş uranyum (highly enriched uranium / HEU), ikiye ayrılır: yüzde 85 ve üzeri U-235 içeren uranyum, silah uranyumu olarak anılır, halbuki yüzde 20, hatta daha aşağısında U-235 oranının -silahın kütlesi büyümek kaydıyla- atom bombası yapmaya yettiği söylenir.
Uranyum zenginleştirme işlemini dünyada iki elin parmakları kadar şirket yapıyor; hepsi de kendi ülkelerinin ordularıyla yakın ilişki içinde çalışıyorlar. Bu yüzden Türkiye'nin, hele UAEA'nın sıkı denetimi varken, doğrudan zenginleştirilmiş uranyum alıp bunu stoklayarak bomba yapması mümkün değil. Ancak atık olarak kullandığı uranyumdan plütonyum üretip, Hindistan'ın yıllar önce yaptığı gibi, eğer UAEA'nın gözlerinden 'şark kurnazlığı' ile bu plütonyumu kaçırmayı başarırsa, nükleer bomba sahibi olması, teknik olarak mümkün.
Önce plütonyumu, sonra Hindistan'ı anlatalım: Plütonyum, doğada uranyumdan da seyrek bulanan bir element. Tıpkı uranyum gibi, çarpışmayı seven, nerdeyse kaotik bir yapısı var. Yalnız, uranyumdan çok daha güçlü. Doğada çok seyrek bulunan bir madde olduğu için, kimyagerler, bu maddeyi kimyasal tepkimelerle üretmeyi deneyip 1941'de bunu başarmışlar. U-238, ağır sudaki etkin maddelerden biri olan döteryum bombardımanına tutulunca plütonyum 239 ortaya çıkıyor. Nagazaki'ye atılan bomba, bir plütonyum bombasıydı.
Hindistan, dünyanın az sayıda nükleer bomba sahibi ülkesinden biri olmayı, kısmen Kanada ve ABD sayesinde becermişti. Bu iki ülke, Hindistan'a CIRUS adlı bir reaktör yapmışlardı (Canadian - Indian - U.S. Reactor). Reaktör aslında Kanada yapımıyken, reaktörün gereksindiği ağır su, ABD'den geliyordu. Bu reaktör sayesinde -reaktör UAEA'nın denetimi altında değildi-, Hindistan, yılda 6,6-10,5 kg. arasında plütonyum biriktirerek, ilk nükleer denemesini 32 yıl önce, 18 Mayıs 1974 tarihinde yaptı. Mahatma Gandhi'nin kızı Indra Gandhi, "Gülümseyen Buda" adlı bu operasyonun gerçekleşmesini sağlayan herkesi nişanlara boğdu.
Türkiye'de de birileri yakın gelecekte çıkıp da Turgut Özal'ın vaktiyle Anayasa hakkında dediklerini NPT hakkında derse şaşırmamak gerek. Bazı köşe yazarları “Türkiye'nin nükleer güç olması kaçınılmazdır” hamasetini döktürmeye başladı bile. Ancak şark kurnazlığı nereye kadar söker, bilinmez. Kibaroğlu, kibarca uyarıyor: "Bugüne kadar üyesi olup da hakkını verdiğimizi bir Anlaşma'yı çöpe atmaya kalkışmanın yaptırımları, Türkiye'nin sandığından çok daha ağır olacaktır."
“Yurtta barış, dünyada barış”, Atatürk'ün güzel sözlerinden biridir, malum. Yurtta barışı sağlamayı bir türlü beceremedik, bari bu güzel sözün ikinci yarısının hakkını verelim. Nükleer bomba yaparak değil, Meclis'te tezkere savarak.
KİRLİ BOMBALAR
Sovyet bloğunun yıkılmasıyla birlikte konvansiyonel bombalar yetmezmiş gibi yaşamımıza bir de 'kirli bombalar' girdi. Kirli bomba, 'klasik' nükleer bombalardan hem boyutu, hem de malzemesinin elde ediliş ve üretiliş biçimi ile ayırt ediliyor. Nükleer bombaların boyu, zaten artık Şişko ile Sıska kadar değil (sırasıyla 21 ve 15 kiloton).
Kirli bombanın yapılması için gerekli olan nükleer maddeleri elde etmenin bir zor, bir de kolay yolu var. Zor yolu, en 'kaliteli' nükleer bomba materyali olan silahlarda kullanıma hazır plütonyum ya da uranyum ele geçirmek. Eski Sovyet ülkelerinde bu, pek de olanaksız değil. Örneğin birkaç yıl önce Gürcü oduncular Lja ormanlarında kazara bir termonükleer jeneratör bulup aylarca yoğun bakımda kalmışlardı. 1990'ların sonunda, bir nükleer atık deposu Çeçen militanlar tarafından yağmalanmıştı. Ruslar, ne kadar malzemenin çalındığını belirlemeye hiçbir zaman yanaşmadılar. Ama şöyle bir ipucu verelim: Nagazaki'ye atılan bombada yalnızca 6.2 kg. plütonyum vardı.
E-bay'de bir açık artırma metni:
"Bu, uranyum-238. 22 gram çekiyor. Yerinizde olsam solumam ve yemek sosu olarak kullanmam; ama onun dışında bir zararı yok. Gelecek yıl Filipinler'e taşınıyorum ve bunu ülkeye sokamayacağım muhtemelen. 73 yaşındayım, 38'lik revolverimi de sattım; çünkü Filipinler'de ölümcül silah taşımasına izin verilen tek grup, teröristler. Bu madeni Utah'taki Teksas Çinko Şirketi'nden ayrılırken hoşçakal armağanı olarak aldım."
KORKUDAN SİLAHA SARILMAK
1992'de, Clinton'un sonradan CIA Başkanı yapacağı istihbaratçı John Deutsch, dünyada yaklaşık 25 ülkenin istese hemen nükleer bomba yapmaya başlayabilecek teknolojiye sahip olduğunu söylemişti. Nükleer enerji uzmanları, bu 25 ülkenin arasında İsviçre, İsveç, Kanada, Brezilya, Avustralya, Arjantin, Japonya, Güney Kore, Endonezya, Almanya, Tayvan gibi dünyanın dört bir yanında ülkeleri sayıyor.
Bir ülkenin nükleer silah sahibi olmak istemesinin temel nedeni, bir hasmından ciddi biçimde korkuyor olması. ABD'nin ilk nükleer bombasının ardında, Naziler'den hızlı davranma kaygısı vardı. Pakistan-Hindistan örneği, İsrail'in hâlâ 'Evet, var' diyemediği yüzlerce bombası, Kuzey Kore'nin ABD korkusu. Artık tarihe gömülmüş korkular da var. Örneğin zamanında Güney Afrika Cumhuriyeti'nin ırkçı beyaz yöneticileri, kendilerini kara Afrika'nın kalanının gazabından korumak için yedi uranyum bombası yapmış, yönetim ırkçı azınlığın elinden kurtarılınca da bu bombalar imha edilmiş.
ABD ve SSCB'nin birbirlerinden olan korkuları, dünyanın en korkunç cephanesinin ortaya çıkmasına neden oldu. Soğuk Savaş bittiğinde, Sovyetler'in 35 bin, ABD'nin 25 bin nükleer savaş başlığı vardı. 2002 yılına gelindiğine, bu sayı yaklaşık 8 bin ile 10 bine düşürülmüştü. Bu yıl iki ülkenin yaptığı bir antlaşmaya göre, bu sayı 2012 yılında sırasıyla 1700 ve 2200'e düşürülecek.