KEMAL TAHİR’İN BAZI GÖRÜŞLERİ
Lütfi Bergen 01 Ocak 1970
Türkiye’nin temel çelişkisi Avrupa-Amerika uygarlığıdır, Osmanlı devleti değildir. Ancak Osmanlı Devleti’nde bürokratların hemen tamamı çelişkinin Osmanlı İktidarının kendisi olduğuna kanaat getirmişti. Cumhuriyet kurulurken de Osmanlı bürokratlarının kanaati bu minval üzere idi. Dolayısıyla Osmanlı’nın yıkılışı biraz da Osmanlı aydınlarının eseridir. Halit Refiğ, Kemal Tahir ile ilgili değerlendirmesinde Türkiye’nin çelişkisini açıkça ifade etmektedir: “Kemal Tahir ilk romanlarından itibaren sürekli olarak bir fikrî gelişme halindeydi. İlk romanlarında Türk toplumundaki yapılanmanın Batı’dakine benzer sınıfsal çelişkiler taşımadığını gözlemlemiş, daha sonra toplumsal varlığın ve düzenin korunmasında devletin vazgeçilmez önemini vurgulamıştı. Peki Türkiye’nin temel çelişkisi neydi? Bunu en açık şekilde Devlet Ana romanında ortaya koydu. Türkiye’nin temel çelişkisi Avrupa idi. Bugün Avrasya diye adlandırdığımız ana kıta parçasındaki tarihi Batı-Doğu çatışmasının en keskin görünümü Anadolu topraklarında ortaya çıkmaktaydı. Devlet Ana, Türk toplumunda devletin koruyucu geleneğini Osmanlı Devleti’nin kuruluş şartları içinde değerlendirirken, ana çelişkinin Avrupa’dan kaynaklandığını ifade ediyordu. Kemal Tahir’in de vurguladığı gibi, Avrupa ile ilişkiler, tarih boyunca Türkiye’nin kaderini belirleyen en önemli etken olmuştur. Selçukların ‘Bilâd-ı Rum’ dedikleri Anadolu’yu ilk defa Haçlılar “Turchia” diye isimlendirmişler. Avrupalılar kıtalarından söküp atmak istedikleri Osmanlı’ya, onu oluşturan değişik etnik unsurlara aldırış etmeden, kestirmeden “Türk” demiştir. Tarih boyunca Türk kimliği ve kişiliği, sürekli çatışma halinde bulunduğu, kendini “Batı” olarak tanımlayan Avrupa’ya karşı bir tepki ve alternatif olarak ortaya çıkmıştır. Truva savaşında bu yana Avrupa fırsat bulduğu ölçüde Asya’yı yağmalamaya, sömürmeye girişmiş, Osmanlı da gücü yettiğince bu talanı önlemeye çalışmıştır. Kemal Tahir Devlet Ana romanında Avrupa’nın feodal soyguncularının karşısına Osmanlının koruyucu devletini koymakta, arada kalan yerli Hıristiyan köylünün, tercihini kana susamış soyguncudan değil, toplumsal eşitlik ve adalet sağlayan devletten yana kullandığını olağanüstü bir anlatım ustalığı ile kalem almaktadır.” (REFİĞ, http://www.derkenar.com/mim/halitrefig/).
Kemal Tahir’in Osmanlılar ile Batılılar arasındaki çelişkiyi ifadesi de aynı minval üzere oldu: “Osmanlı toplumunun sadece varolması, karşı durması, saldırması söz konusu bile olmadan sadece var olması bile Batılı soyguna direniştir. Bu direniş salt Osmanlı toplumunun değil, bir bakıma bütün soyulan Doğu’nun direnişidir. Batının osmanlı düşmanlığı işte buradan gelmektedir” (TAHİR, 1992: 217). Kemal Tahir halkın ontolojik manada farklı olduğu fikri ile hareket eder ve bir dünya imparatorluğunun kendi ellerimizle parçalandığını söyler.
Türkler devlet karşılığında üretim ve geçim edecekleri öznel alan kazanmak istediler. Kemal Tahir, Osmanlı Padişahlarını da “kapıkulu” olarak görüyordu. O’na göre “Anadolu Türkçülüğünü, ırkçı-Turancı Türkçülükle karıştırmak, çıkmazda debelenerek ölmüş Osmanlı Türkçülüğü- kısacası Osmanlılık yapmaktır. Anadolu Türkleri, Ortaasyalılıkla bütün ilgilerini- fizyolojik ve psikolojik bütün benzerliklerini- yitirmiş yeni bir ırktır” (TAHİR, 1992b: 71). Kemal Tahir’e göre Osmanlılar ile Anadolu Türklüğü arasında bir kavga vardır; bu ikisi farklı kurgulardır: “Osmanlılığı tabakalaşmaktan alıkoyan onun hiçbir millete dayanmamasıdır. Hiçbir millete dayanmayan Osmanlılar için, hangi millette olursa olsun tabakalaşmak ölüm demekti. (Çünkü Osmanlılık yeni bir ırktı) Ancak, millet olmaya gitmesi imkânsız devşirmelerle beslenen bir kadrodan ibaretti. (..) Osmanlı ile Anadolu Türklüğü ayrı bir kategori olduğuna göre” (TAHİR, 1992b: 152) reaya bu kavgada, Osmanlı Padişahlarının da içinde yer aldığı kapıkullarının üst-hukuk sistemi ile ilgilenmediler. “Devlet sana- Dirlik bana” diyen bir toplum olarak Osmanlı halkı yeryüzünde biricik ontolojiye sahip millet olarak temayüz etti. Dolayısıyla yukarıda birilerinin (sultanların) kardeş katlini örfî hukuk sistemi haline getirmesi veya Osmanlı’nın gayrıdinî uygulamalar ile bürokratik yapılanmasını teşkil etmesi, Anadolu Türklüğünü, Anadolu’da yaşayan tebayı hiç de ilgilendirmiyordu. Osmanlı tebasını asıl ilgilendiren husus kendisine özgür alan açan ve örfî hukuktan bağımsız iktisadî-içtimaî- hukukî zemin sağlayan kadılar, pazar, üretim, vakıf, mahalle, tekke ve devlet sistemi idi. “Kadılık düzeni, Türk unsuruna dayanıyor genellikle... Her sancakta bir kadı. Fakat Beylerbeyi birkaç kadılığa karışıyor. Karşılıklı örf-Şeriat çalışması” (TAHİR, 1992b: 67). Kemal Tahir’in bu yaklaşımını Türkiye’de değişik entelektüeller söyledi, teslim etti. Tahir’e göre Osmanlı’da talan edenler bürokratlardı. “Köroğlu, derbentçilerin yarı geçit savunucu, yarı soyguncu tiplerinden biridir. Yani halktan değil kapıkullarındandır” (TAHİR, 1992b: 67) der. O’na göre “yörükler, konar-göçerler kanun tanımaz açık soyguncu takım olduğundan, merkez idaresine karşı direnmeleri, halkın hakkını aramalarından değil, talan isteğinden başka bir şey değildir” (TAHİR, 1992b: 66).
Tahir’e göre Anadolu Türkü reaya olmakla beraber hükümdara karşı hem otarşik ve hem de onun mülküne hissedardır: “Anadolu Türk halklarının Osmanlı Devletiyle olan yakın, sıkı ilişkisindeki özellik üstünde dikkatle durmak gerekir. Bu ilinti, tebaa-devlet, vatandaş-devlet ilintisinden çok daha ileri hissedarlık münasebeti halinde düşünülmelidir. Bu özellik, Anadolu halklarının Osmanlılık içinde ekonomik ve kültür bakımlarından öteki unsurlarından daha güçsüz oldukları halde, devletin sahibi olma durumlarını sürdürmüştür” (TAHİR, 1992b: 236). Tahir, “Köyün otarşik karakteriyle devletin toprakla olan ilintisi köylünün kişisel mülkiyet hakkını, batıdakine benzemeyen biçimde güven altında tuttuğundan, köylü batı benzeri güvenlik kadastro- Tapu senedi, modern/ Burjuva miras hukuku aramak zorunluluğu duymaz”, der; “Batıdakine benzemeyen bir mülkiyet biçimi gösterir. Devletin toprakla ilintisi ve mülkiyet anlayışı ile köyün otarşik karakteri”nden bahseder (TAHİR, 1992b: 236- 7). O’na göre osmanlı tarihinde zaman zaman görülen boğuşmalar üst yapıdaki klik boğuşmalarıdır. Örneğin toprakta kişisel mülkiyetsizliği teklif eden Şeyh Bedreddin hareketi gibi teklifler başarısız olmaya mahkumdur. Çünkü Asya tipi Üretim Tarzının sürmesi ile toprakta kadastroyu gereksiz bırakan otarşik bir kişisel/özge mülkiyet güveni vardır (TAHİR, 1992b: 236). Hatta başka bir yerde Bedreddin’i derebeylerle anlaşmakla suçlar: “Bedreddin (Dede Sultan ünvanını almakla) Cüneyd, İsfendiyar ve Mirçe gibi topraklarında Osmanlı’dan hakaret gören asi derebeyleri’yle anlaşmıştı. Şeyh’in, İsfendiyaroğluyla Mirçe ile, bilhassa Sakız Hristiyan hükümetiyle anlaşmaya çalışması bunu doğrular” (TAHİR, 1992b: 383).
Tahir, doğudaki düzenin devletçiliği mecbur bıraktığını de ekler: “Kişisel mülkiyetin belli ellerde toplanmasını önleyen temel ekonomik şartlar doğulu toplumları ister istemez, batılı anlamda sınıflara değil, idarecilerle çiftçi halklar diye ikiye bölmektedir. Bu bölünüş, batıdaki üretimde insanın insanı sömürmesi olayını (...) batıdakinden çok ayrı yasalara bağlamakta, enikonu tersine çevirmektedir (...) Batıda devlet sırasında bir sınıfın diğer sınıfı ezmek için kullandığı araç olduğu halde, doğuda devlet, halka karşı sorumluluklar yüklenmiştir . Son hesaplaşmada ihya edicidir” (TAHİR, 1992b: 318). Tahir'e göre devlet kerim olmak zorundadır. Bu Doğu için böyledir. Osmanlı Devleti kuruluşundan beri modern anlamıyla devletçidir. “Doğuda devlet, halka mümkün olduğu kadar ve bütün iktidarda bulunduğu sürece yararlı olmaya, yumuşak davranmaya, hele korkutarak hükümet etmemeye mecburdur. Devlet, Doğu’da anlayışla kerim devlet olmaya mecburdur. Kerim olmak ona sert davranmak hakkını katiyen vermez. Doğulu devlet, Batının sınıf devletinden, halka baskı yapmamak yönünden ayrılır” (TAHİR, 1992b: 366). Osmanlı'nın devletçiliğinin emareleri vardır: "Bu devletçilik tersaneler, baruthaneler madenlerden, tarımda toprak mülkiyetini elinde tutan ve yerine göre bayındırlıktan tutun da, eğitime, yargılama örgütlerine, loncalara kadar bir merkezi otoritenin denetimindedir. Dini bile devletleştiren bu otorite, iç ve dış ticareti aralıksız denetlemektedir, pazardaki fiyatları belli bir çizgide tutmaktadır. Böyle mükemmel bir devlet, sırasında, despot da olmak zorundadır. Yazara göre, eğer Osmanlı devleti despotluktan, merkezilikten, bürokratlıktan vazgeçtim derse, Osmanlı reayası ayaklanır, bunların geri getirilmesini ister, hatta bunumn için zorlar" (KIRBAŞ, 1987: 24). Tahir'in kendi ifadelerinde ise despotluğun temeli isyandı: Kalenderoğlu isyanında, Türkmenler asilerle beraberdiler (...) Sofiler, 13'üncü yüzyıl başlangıcında, Anadolu'ya tek tek gelmişler, herbiri, bulunduğu yerde tekke kurarak teşkilatını genişletmiş. Bunlar yumuşak adamlardı. Halkı korkutarak kendilerine uyduranlarsa Kalenderlerdi" (TAHİR, 1992b: 384). Tahir'e göre Yavuz'un Şiilikle kavgası da din değil derebeylik kavgasıdır (TAHİR, 1992b: 384). Çünkü O'na göre Osmanlı dinde reform yapmıştır ve Arap'ın din asabiyetini kabul etmemiştir. Osmanlı'da din (sünni din) "İmparatorluğun maddi müesseselerinden biridir (...) Her çeşit adaleti dağıtır. Fertler arasında hak, çarşıda doğruluk, devletle ferd arasındaki çekişmelere çare bulmak, Yani toplumsal ve kişisel" (TAHİR, 1992b: 389). Ancak Kemal Tahir Osmanlıların göçebeleri hoş görmediğini de ekler. "Göçebeleri hoş görmemiştir Osmanlı hiç bir zaman. Bu da belki yeni göçlerin gelmesini önlemiştir" (TAHİR, 1992b: 389). Kemal Tahir'in Göçebelikle Şiilik arasındaki ilintiye işaretinden, tımara girmeyen bir Aleviliği Osmanlı'nın kendine rakip gördüğü fikrine vardığını söyleyebiliriz.
Kemal Tahir’e göre Osmanlılık geri kalmışlık da değildir: “Osmanlı toplumu, bugün artık sömürgecilerin, alçakça bir aldatmacası olduğu meydana çıkan ‘geri kalmış’ ya da ‘az gelişmiş toplumlar’ arasına katılamaz” (TAHİR, 1992b: 307) der ve bunu bir suikast olarak görür. Mesela Tahir’e göre 1789’daki tüfekler, yüz metreye kadar dakikada bir kurşun atıyordu. İyi havalarda altıda bir atım patlıyor ve yağmurlu havalarda kesinlikle bir işe yaramıyordu. Oysa 1830’da bir okçu, dakikada dört-beş ok atabiliyordu. 150 metreden düşmanı vuramayan ise asker sayılmıyordu. Yine 1830’da tüfeklerin kurşun mesafesi 150 metreyi anca buluyor iken okların mesafesi 200 metreydi (TAHİR, 1992b: 370). Bu nedenle önce Tımarlı Sipahilerin ve sonra da yeniçerilerin Batı ordu düzeni karşısında teknolojik manada geriliğini Kemal Tahir’e kabul ettirmek imkansızdır.
Kemal Tahir'in bazı görüşlerini aktarmaya çalıştık.
- KIRBAŞ Dursun, Osmanlı Toplum Düzeni ve Kemal Tahir, Arba Yayınları, 1987
- REFİĞ Halit, Batının Karşısına Devleti Koyan Kemal Tahir, http://www.derkenar.com/mim/halitrefig/
- TAHİR Kemal, Notlar: Batılaşma, Bağlam Yayınları, 1992
- TAHİR Kemal, Notlar: Osmanlılık/Bizans, Bağlam Yayınları, 1992b