ABDÜLHAK ŞİNASİ HİSAR’IN SÖYLEMİNDE GELENEK
ALENA RAMİÇ 01 Ocak 1970
ÖZET
1930’lu yıllarda sesini duyurmaya başlayan Abdülhak Şinasi Hisar,
modern Türk edebiyatının örneklerinin çoğaldığı bir dönemde, eski
edebiyat anlayışını ve gelenekçi bir estetiği yapıtlarında yaşatmayı
sürdürmüş bir yazardır. Edebiyat tarihlerinde genellikle “yazar”
sıfatıyla tanınmış olan Hisar’ın yapıtları moderniteye karşı direniş
özellikleri göstermektedir. Ancak bu tür özellikler, Hisar’ın zamanında
pek ilgi çekmeyen edebiyat üzerine yazılarında ortaya koyduğu ve
geleneğe dönük olan sanat ve edebiyat anlayışından kaynaklanmaktadır
ve bu anlayışla uyum içindedir. Hisar’ın eleştiri türüne yaklaşan bu
yazılarında öznel ve “şairâne” ifadeler, onu modern anlamda bir eleştiri
yapmaktan uzaklaştırıyor olsa da, yazarın edebiyata bakışı ve değerler
sistemi konusunda önemli ipuçları vermektedir. Bu yazılarında edebî
türler arasında belli sınırlar gözetmeyen Hisar’ın “edebiyat” düşüncesi
nitelikli üslûba sahip olan tüm yazıları kapsamaktadır. Türk
edebiyatının modernleşmesinin getirdiği yenilikleri bir türlü kabul
etmeyen yazarın estetiği geleneksel çerçevede kalmıştır. Hisar’ın edebî
yapıtlarına bakıldığında, “eleştiri” yazılarında ortaya koyduğu edebiyat
anlayışından hareket ettiği ve bunu yapıtlarına yansıttığı görülmektedir.
Edebî yapıtlarında kendini gösteren tür açısından belirsizlikler ve özenli
üslûp, ilk bakışta ilgi çeken öğelerdendir. Yapıtlarının bu tür özellikler
taşıyor olması, her ne kadar bunlar modern edebiyat parametrelerine
uymuyorsa ve modern perspektiften bakan çağdaş Türk
eleştirmenlerinin olumsuz değerlendirmelerine yol açıyorsa da, Hisar’ın
yapıtlarının düzensiz, dağınık ve edebî değer taşımayan yazılar olarak
nitelendirilmesine neden olmaz. Yapıtlarında görülen “modern öncesi”
sayılabilecek değerlere dayalı öğeler ise, yazarın çocukluğundan beri
edindiği ve beslendiği edebî ve sözlü kültür kaynaklı edebiyat
anlayışından gelmektedir. Bu yüzden, Türk edebiyatında modernitenin
egemenlik kazandığı bir dönemde yazarlığını sürdüren Hisar’ın edebî
yapıtlarında sergilediği söylem ve üslûp özellikleri de geleneksel
çerçevede anlamlandırılmalıdır. Yapıtlarında Türk uygarlığın ürünlerini
ve edebiyat geleneğini yansıtan Hisar’ın “otantik” bir yazar olarak Türk
edebiyatında özel bir yeri vardır.
GİRİŞ
Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının 1930’lu yıllarında sesini
duyurmaya başlayan yazarlarından Abdülhak Şinasi Hisar’ın yapıtları, hem
biçim hem de içerik açısından geçmişe ve geleneğe bağlı kalarak dönemin
egemen edebiyat anlayışından ayrılır. Modern Türk edebiyatı tarihlerinde,
1888 yılında doğan ve bir yirminci yüzyıl yazarı olan Hisar’ı modern yazarlar
kuşağına yerleştirmek eğilimi ne kadar sık görülüyorsa da, onun sergilediği
estetik anlayışı, aslında edebiyatın geçmişinden hiçbir zaman kopmamıştır.
Abdülhak Şinasi Hisar, 19. yüzyılın sonunda, İstanbul’da, dönemine
göre zengin bir kültüre sahip, edebiyata karşı özel ilgi besleyen bir ailede
doğmuştur. Hisar’ın babası Mahmut Celâlettin Bey, dergicilik ve basımla
uğraşıyor, Hazine-i Evrak adlı edebî dergiyi yayımlıyordu. Bu dergide
Abdülhak Hâmid, Ziya Paşa ve Recaizâde Ekrem gibi dönemin en önemli
şairlerinin şiirleri yer alıyordu. Hisar’ın çocukluğu Rumelihisarı, Çamlıca ve
Büyükada’da geçmiş, akraba ve aile dostları arasında dönemin kültürlü ve
edebiyatçı çevreleri sıkça bulunmuştu. Özelikle Osmanlı son döneminin ünlü
kadın şairlerinden Nigâr Binti Osman’ın düzenlediği edebî toplantılar ve
tartışmalar yazar üzerinde büyük etki yaratmış, bu ortam, ilk çocukluk
yıllarından itibaren Hisar’ın ilgisini edebiyata yönlendirmiştir. Hisar’ın kardeşi
Selim Nüzhet Gerçek de bu edebî çevrelerde büyüyerek yaşamı boyunca
edebiyattan uzaklaşmamış, Türk tiyatrosu, matbaacılık ve gazetecilik üzerine
yapıtlar vermiştir.
Yaşamı boyunca ilk gençlik yıllarındaki deneyimlerin etkisinde kalan
Hisar, edebî yapıtlarında, eski İstanbul’un semtlerinde ve adalarda geçen
günleri sık sık çocuk perspektifinden konu edinmektedir. Bu yüzden edebiyat
tarihçileri, yazarın yapıtlarından yola çıkarak yaşamı ve çocukluğuyla ilgili
bazı saptamalarda bulunmaktadırlar. Ancak Hisar’ın otobiyografi niteliği
taşıyan yapıtlarında bir ölçüde yer alan kurmaca payı düşünüldüğünde, bu
yapıtlarda yaşamıyla ilgili saptamalar yapılırken son derece dikkatli
davranmak gerekir. Öte yandan, Hisar’ın yapıtlarına bakarak onun edebî
kişiliği ve yazarlığı hakkında olduğu gibi edebî zevki, tercihleri ve anlayışı
konusunda da bilgi edinmek olanaklıdır. Hisar’ın edebiyat konusundaki
anlayış ve tercihleri uzun süre edebiyat çevrelerinde bulunması ve aynı
zamanda eski edebiyat ve Avrupa edebiyatı konusundaki gelişmeleri takip
etmesi sonucu oluşmuştur. Bu süreç, çocukluğundan başlayarak
Galatasaray Lisesi’nde geçirdiği yıllar ve daha sonra Paris’e kaçıp Ecole
Libre des Sciences Politiques’te okuduğu sıralarda yoğunlaşmıştır. Hisar,
Paris’te görüştüğü Yahya Kemal gibi edebiyatçılarla edebiyata ilişkin fikir
alışverişinde bulunarak onların düzenledikleri kongrelere katılmaya
başlamıştır. Edebî yazarlığına Türkiye’ye döndükten sonra Dergâh
dergisinde ilk yayımladığı şiirlerle başlayan Hisar, kısa bir süre sonra şairliği
bırakıp bir yandan çeşitli dergilerde eleştiri ve edebiyat üzerine yazılar
yazarak, diğer yandan da anılarını ve sonradan kitaplaşmış yapıtlarının
tefrikalarını yayımlayarak yazarlığa devam etmiştir. Ancak yazarın ileri yaşta
ortaya koyduğu ve Fahim Bey ve Biz adıyla kitaplaşan ilk yapıtı, 1941 yılında
çıkmıştır. Bu yapıtıyla sesini geniş bir kitleye duyuran yazarın daha sonra
diğer yapıtları da peşpeşe kitap hâlinde yayımlanmıştır: Boğaziçi Mehtapları
(1942), Çamlıcadaki Eniştemiz (1944), Ali Nizamî Beyin Alafrangalığı ve
Şeyhliği (1952), Boğaziçi Yalıları (1954), Aşk İmiş Her Ne Vâr Âlemde
(1955), Geçmiş Zaman Köşkleri (1956), Geçmiş Zaman Fıkraları (1958),
İstanbul ve Pierre Loti (1959), Yahya Kemal’e Vedâ (1959) ve Ahmed Hâşim-
Şiiri ve Hayatı (1963).
Edebiyat tarihçileri ve eleştirmenler, Hisar’ın yapıtlarını türlerine göre
ayırmak ve gruplandırmakta zorluk çekmişlerdir. Ancak Hisar’ın Ali Nizamî
Beyin Alafrangalığı ve Şeyhliği (1952), Çamlıcadaki Eniştemiz (1944) ile
Fahim Bey ve Biz (1941) adlı yapıtlarını, geleneksel anlatı özellikleri taşıyor
olsalar da, çoğu eleştirmen tarafından roman türüne yerleştirilmiştir. Hisar’ın,
çocukluk anıları, eski İstanbul’un ve özellikle Boğaziçi’nin güzellikleri,
gelenekleri ve yaşayış tarzından esinlenerek yazdığı Boğaziçi Mehtapları,
Boğaziçi Yalıları ve Geçmiş Zaman Köşkleri adlı yapıtları, bu kitaplar
hakkındaki eleştirilerde “anı” olarak değerlendiriliyor. Yazarın anı niteliği
taşıyan İstanbul ve Pierre Loti adlı yapıtı yanında ünlü şairlerin yaşam ve
şiirleriyle ilgili anı ve düşüncelerini ortaya koyan, ilk önce iki ayrı kitap olarak
çıkmış ve sonradan Ötüken Neşriyat tarafından 1979 yılında bir kitap hâline
getirilmiş olan Ahmet Haşim-Yahya Kemal’e Vedâ adlı yapıtı, yazarın şiir
anlayışını ortaya koymakta önemli ipuçları içermektedir. Eski zamana,
kültüre ve şiire ilgi duyan Hisar, eski şiir ve fıkraları kendi özel zevkine göre
seçip Aşk İmiş Her Ne Vâr Âlemde ve Geçmiş Zaman Fıkraları adlı
antolojilerinde derlemiştir. Bunların yanı sıra Hisar’ın çeşitli dergilerde kitap
tanıtımı, eleştiri, anı gibi türlerde yazıları da edebiyat anlayışını ortaya
koyduğu yazarlığının önemli bir kısmını oluşturmaktadır.
Hisar’ın yapıtlarının moderniteye bir direniş gösteren özellikleri, kendi
oluşturduğu ve geleneğe dönük olan sanat ve edebiyat anlayışından
kaynaklanmaktadır ve bu anlayışla uyum içindedir. Hisar’ın, çocukluğundan
itibaren edebiyata duyduğu ilgi ve merak, bu konuda birikim edinmesi ve
1921’den başlayarak Ağaç, Dergâh, Milliyet, Türk Yurdu, Ulus ve Varlık gibi
dönemin önemli dergi ve gazetelerinde eleştiri yazıları yazması, onun özgün
edebiyat anlayışını yaratan bir olgunlaşma süreci olarak değerlendirilebilir.
Bu yüzden yapıtları üzerinde yapılan araştırma ve değerlendirmelerde
Hisar'ın bu yazılarda ortaya koyduğu fikirler ve değerler sistemi, eleştirmenler
tarafından en önemli ipuçları sayılmalıdır. Modernite karşısında gelenekçi bir
sanat anlayışı ortaya koyan ve bunu yapıtlarına yansıtan Hisar, önce “yazar”,
sonra “eleştirmen” sıfatları ile tanınmıştır. Hisar’ın yapıtlarının geleneksel ve
modern edebiyat karşısındaki yerini belirlemek, onun yaratıcılığı hakkında
aydınlatıcı bir araştırma konusu olacaktır. Hisar’ın dile getirdiği söylem ve
sergilediği üslûp özellikleri ancak bu çerçevede anlamlandırılabilir.
Bugüne kadar Hisar’ın yapıtları üzerine ortaya konulan birçok eleştiri
yazısının yanı sıra onun hayatı ve edebiyatımızdaki yerini ele alan üç kitap
yazılmıştır. Bunların arasında en eski çalışma Sermet Sami Uysal’ın Sermet
Matbaası tarafından 1961 yılında yayımlanmış Abdülhak Şinasi Hisar-
Hayatı, San’atı, Eserleri, En Seçme Parçaları ve Edebiyatçılarımızın
Hakkındaki Yazıları adlı kitabıdır. Uysal, kitabın başında Hisar’ın hayatı ve
sanatı konusunda genel bir değerlendirme yaptıktan sonra “Antoloji” adlı
bölümde yazarın eserlerini tek tek ele alarak bunların özetini ve hakkındaki
eleştirileri vermekle yetinmektedir. Kitap, Abdülhak Şinasi Hisar hakkında
yazılan çok sayıda yazıyı bir araya topladığı için önem taşımaktadır.
Hisar üzerine yazılan ikinci kitap Necmettin Türinay’ın 1993 yılında
Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yayımlanmış olan Abdülhak Şinasi Hisar adlı
doktora tezidir. “Hayatı”, “Bir Ruh Tekevvünü”, “Edebî Çevre-Tenkid-Şiir-
Hatıra” ve “Hisar’da Tarz Olarak Roman ve Hatıra” bölümlerinden oluşan bu
kitapta Hisar’ın edebî kişiliğinin gelişmesi kronolojik sırayla izlenerek edebiyat
hakkında yazdıklarına ve edebî yapıtlarına çeşitli yorumlar getirilmektedir.
Hisar’ın Ali Nizamî Beyin Alafrangalığı ve Şeyhliği, Çamlıcadaki Eniştemiz ile
Fahim Bey ve Biz adlı yapıtlarını “roman” olarak adlandıran Türinay,
çalışmasında, Hisar’ın roman ve anılarının aynı görüşten yola çıkarak birbirini
desteklediği ve bir noktada birleştikleri sonucuna varmaktadır.
Hisar’la ilgili son kitap, Nesrin Tağızade Karaca’nın Abdülhak Şinasi
Hisar’ın Eserlerinde Geçmiş Zaman ve İstanbul adlı çalışmasıdır. Bu çalışma
1998 yılında Kültür Bakanlığı tarafından yayımlanmıştır. Bu kitap Karaca’nın
1982 yılında Hacettepe Üniversitesi’nde hazırladığı master tezine
dayanmaktadır. “Geçmiş Zaman” ve “İstanbul” başlıklı iki ana bölümden
oluşan bu yapıt, Hisar’ın eski İstanbul’a ve eski zamanlara düşkünlüğü
üzerinde durmakta ve yazarın yapıtlarından verdiği örnekleri işlediği temel
konuları irdelemektedir.
Sözünü ettiğimiz çalışmaların dışında Abdülhak Şinasi Hisar’ın
yapıtlarını ele alan üç tez daha bulunmaktadır. Bunlar arasında ilk sırada
Bekir Zengin’in Abdülhak Şinasi Hisar’ın Ahmet Haşim-Şiiri ve Hayatı adlı
yapıtını ele alan Alman ve Türk Edebiyatlarında Biyografi ve “Stefan Zweig’ın
Nietzsche, Hölderlin, Kleist Biyografileriyle; Abdülhak Şinasi Hisar’ın Ahmed
Haşim Biyografisi” adlı doktora tezidir. Tezin birinci bölümünde Stefan
Zweig’in tezin başlığında adı geçen şair ve düşünürlerin yaşamlarını bir yazar
gözüyle anlatması inceleniyor; ikinci bölümde ise Hisar’ın biyografik yapıtının
anlatım tekniğine değinilerek, yapıtın edebî boyutu ortaya koyulmaya
çalışılıyor. Zengin, son bölümde bu iki yazarın biyografik yapıtlarını
karşılaştırarak yazarların sanatçıların yaşamları hakkında bilgiler aktarmakla
yetinmeyip onları düşünce dünyaları ve yarattıkları karakterler gibi bütün
yönleriyle ele aldıkları ve kapsamlı edebî biyografiler ortaya koydukları
sonucuna varıyor.
Hisar’ın yapıtları, 1994 yılında Murat Koç tarafından hazırlanan
“Cumhuriyet Devrinde Eski Şiirimizde Bakışlar (Yahya Kemal Beyatlı-
Abdülhak Şinasi Hisar-Nurullah Ataç-Ahmet Hamdi Tanpınar)” başlıklı yüksek
lisans tezinde inceleniyor. Özellikle, Aşk İmiş Her Ne Vâr Âlemde Divan şiiri
antolojisini hazırlayan ve eski şiir hakkında eleştiri yazan Hisar’ın bu yönü
tezin ikinci bölümünde ele alınıyor. Koç, tezinde Abdülhak Şinasi Hisar’ın,
çalışmasının başlığında adı geçen edebiyatçılar grubu içinde, klasik
edebiyattan seçtiği şiirler ve onları yorumlayıp değerlendiriş tarzıyla farklı bir
yere sahip olduğunu vurgulamaya çalışıyor.
Hisar’ın yapıtları üzerine yapılan son tez çalışması Osman Esin
tarafından yapılmış “Abdülhak Şinasi Hisar’ın Çamlıcadaki Eniştemiz Adlı
Eserinde Cümle Tipleri Üzerinde Bir İnceleme” adlı doktora tezidir. Bu
çalışmada cümleler anlamdan çok işlevleriyle ele alınmış ve cümle türlerine
ilişkin adlandırmalar yapılmıştır. Tezde cümlelerin sözdizim yapısı üzerinde
durulmuyor, ancak dilbilgisinde varolan cümle tiplerine uygun olanlar
belirlenip örnekleriyle gösterilmektedir.
Modern edebiyat örneklerinin çoğaldığı bir dönemde, eski edebiyat
anlayışını ve gelenekçi bir estetiği yapıtlarında yaşatmaya devam eden bir
yazar olarak Hisar, bugüne kadar yapılan çalışmalarda genellikle bu yönüyle
değerlendirilmemiştir. Yazarın “hikâye” ve “hatıra” olarak adlandırdığı Ali
Nizamî Beyin Alafrangalığı ve Şeyhliği, Çamlıcadaki Eniştemiz ve Fahim Bey
ve Biz adlı yapıtları, eleştirilerde sıkça “roman” olarak nitelendirilmiş, ancak
olay örgüsü, karakter kurgulaması ve anlatıcı perspektifi gibi romanın temel
öğeleri bakımından söz konusu yapıtların “zayıf” olduğu belirtilmiştir. Oysa
Hisar’a göre bunun gibi öğeler Türk edebiyatına özgü değildir. Ona göre
“bizim asıl edebiyatımız”ın vaka dışında aranması gereklidir. Yazar, “asıl”
Türk edebiyatının içerik açısından meddah anlatılarındaki gibi “stilize edilmiş
hakikat”i yansıtması ve cinas gibi eski edebiyatta yer alan edebî sanatları ve
üslûp özelliklerini içermesi gerektiğini düşünmektedir. Gerçekten de Hisar’ın
edebiyat yapıtlarına bakıldığı zaman “üslûp”, kaçınılmaz inceleme konusu
olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak hakkındaki eleştirilerde üslûba değeniliyor
olmasına rağmen bu konuda ayrıntılı ve kuramsal incelemelere
rastlanmamaktadır. Oysa Hisar’ın yapıtları, şiirsel dil, tekrarlar, ritim, sıfat ve
zarflar bakımından yoğun cümleler barındıran, sözlü edebiyattan gelen edebî
sanatları taşıyan üslûbu ve eski Türk edebiyatı geleneğiyle olan bağlantısı
göz önüne alınarak incelenmeden anlamlandırılamaz.
Ne yazık ki Hisar’ın yapıtları üzerine yazılan eleştiri yazılarında onun
gelenekle bağlantısı üzerinde pek yoğunlaşılmıyor, yapıtları genellikle
modernist ve genel çerçevede ele alınıyor. Yine de Hisar, yapıtlarıyla,
özellikle de Fahim Bey ve Biz adlı yapıtıyla, gerek eleştirmenlerin, gerekse
okuyucuların dikkatini çekmeyi başarmıştır. Hisar, yapıtlarıyla okur ve
eleştirmenler arasında yankı uyandırmakta pek zorluk çekmemiş, ancak
anlaşılması ve doğru değerlendirilmesi her zaman tam anlamıyla
gerçekleşmemiştir. Selim İleri, Hisar hakkında olumlu eleştiriler getirdiği
“Abdülhak Şinasi Hisar, Bugün…” adlı yazısında Hisar’ın Türk edebiyatında
tamamen anlaşılmamış ve hakettiği yeri almamış olması sorununa şöyle
değiniyor:
Abdülhak Şinasi’nin tuhaf talihinde okunmak-okunmamak,
okura ‘iletmek’ sorunlarının ötesinde, bir de, yeterince
‘anlaşılmamak’ sorunu öne çıkar. Eserine birçok zaman, hatta
çok değerli eleştirmenlerimiz, geriye dönük bir çabanın verimi
diye bakılmış, bakmışlardır. (132)
Hisar’ın yapıtlarına yansıttığı geleneksel edebiyat anlayışının o
dönemde yadırganmış olmasına değinen Selim İleri, yapıtlarına zamanında
değer verilmediğini dile getiriyor. Ancak Hisar’ın edebiyat geleneğine ve
geçmişe dönük estetiği, modern edebiyatın parametrelerine uymasa da kendi
içinde tutarlı ve düzenli olarak geleneksel zevk anlayışını yaşatmıştır.
Yapıtlarında Türk uygarlığının ürünlerini ve edebiyat geleneğini yansıtan
Hisar’ın “otantik” bir yazar olarak Türk edebiyatında özel bir yeri vardır.
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Kendimizin Peşinde: Çok Mühim Bir Mesele”
başlıklı makalesinde Hisar’ın bu anlamda Türk edebiyatındaki önemini ve
yadırganmış olmasını şöyle değerlendiriyor:
Bu zevki o kadar kaybettik ki meselâ Abdülhak Şinasi gibi büyük
bir muharrir daüssılaları anlatmakta emsalsiz olan üslubuyla
daha dünkü hayatımızın manzaralarını ve çoğu aramızda
yaşayan çehrelerini hatırlamaya başladığı zaman çoğumuz bu
yazıları garipsedi. (56)
Sergilediği üslûp özellikleri, geleneksel anlatım tarzı ve geçmişe dönük
değer sistemiyle Abdülhak Şinasi Hisar’ın yazarlığı,Türk edebiyatında
modernitenin geliştiği bir dönemde ne kadar olumsuz tepkiler aldıysa da özel
bir yere sahiptir. Hisar’ın Türk edebiyatında önemli bir yer tuttuğunu, üzerine
yazılan çok sayıdaki makale, eleştiri, kitap ve yapılan çalışma gösteriyor.
Ancak yazarlığının tam anlamıyla anlaşılabilmesi için Hisar’ın edebiyat
geleneği açısından incelenmesi kaçınılmaz bir araştırma konusudur.
Bu bağlamda Abdülhak Şinasi Hisar’ın Türk edebiyatında yerini
belirlemek için “Abdülhak Şinasi Hisar’ın Söyleminde Yaşayan Gelenek”
konulu bir tez çalışması yapmak aydınlatıcı olacaktır. Bu çalışma, Hisar’ın
hem edebî yapıtlarında hem de edebiyat üzerine yazdıklarında gelenekçi bir
yazar olarak belirdiğini ortaya koymayı amaçlamakta, “Eleştirmen Olarak
Abdülhak Şinasi Hisar” ve “Yazar Olarak Abdülhak Şinasi Hisar” adlı iki ana
bölümden oluşmaktadır. Bu çalışmada Hisar’ın edebî yapıtları ve edebiyat
üzerine yazılarının yanı sıra anlatı tarihi, sözlü edebiyat geleneği, edebî
türlerin gelişimi, üslûp gibi konularda aydınlatıcı kaynaklara başvurulacak,
Hisar üzerine yapılan çalışmalar ve yazılan eleştiriler değerlendirilecektir.
Çalışmanın ilk ana bölümünde Hisar’ın 1921 yılından 1963 yılına
kadar çeşitli dergilerde yayımlanmış makaleleri, Aşk İmiş Her Ne Vâr Âlemde
adlı Divan şiiri antolojisi ve Ahmet Haşim-Yahya Kemâl’e Vedâ adlı kitabı
incelenerek onun edebiyat anlayışı ortaya konmaya çalışılacaktır. Yazarın
eleştirmen kimliği üzerine yoğunlaşan bu ana bölümün “Şiir Anlayışı” ve
“Hisar’ın Perspektifinden Roman Sanatı” adlı alt bölümlerinde Hisar’ın
yazılarında özellikle üzerinde durduğu bu iki edebî tür üzerine görüşleri
saptanacak ve bu görüşler modernite-gelenek çerçevesinde
değerlendirilecektir. İlk ana bölümün “Hisar’ın Eleştiri Yazılarında Üslûp
Özellikleri” başlıklı alt bölümünde, yazarın edebiyat üzerine yazılarında
sergilediği, kimi zaman modern eleştiri üslûbundan oldukça uzak kalan,
“şairane” ve geleneksel olarak değerlendirilebilecek üslûp özelliklerine
değinilecektir.
Tezin ikinci ana bölümünde Hisar’ın yazarlığı incelenecek, “Hisar’ın
Yapıtlarında Tür ve Gelenek Öğeleri” ve “Hisar’ın Yapıtlarının Üslûp
Özellikleri” başlıklı alt bölümlerde yazarın daha çok edebî nitelikler taşıyan ve
kurmacaya yaklaşan Ali Nizami Beyin Alafrangalığı ve Şeyhliği, Çamlıcadaki
Eniştemiz ve Fahim Bey ve Biz adlı yapıtları üzerinde yoğunlaşılacaktır.
Daha önce söylediğimiz gibi Hisar’ın yapıtlarında sergilediği üslûp, sözlü
edebiyat ve eski Osmanlıca anlatı gelenekleriyle ilişkisi açısından
incelenecektir. Çalışmanın “Hisar’ın Anı Yazıları” başlıklı son alt bölümünde
Boğaziçi Mehtapları, Boğaziçi Yalıları ve Geçmiş Zaman Köşkleri adlı
yapıtlarında sergilediği şiirsel dil ve diğer üslûp niteliklerine değinilecek,
özellikle eleştirmenler tarafından Hisar’ın üslûbuna yönelen tepkiler
tartışılacaktır. Bu yapıtlarda dikkat çeken doğa betimlemeleri, eski Türk
edebiyatıyla ilişkisi açısından incelenmeye çalışılacaktır.
BÖLÜM I
ELEŞTİRMEN OLARAK ABDÜLHAK ŞİNASİ HİSAR
1940’lı yıllarda ileri bir yaşta kitaplaşmış yapıtlarını vermeye başlayan
Abdülhak Şinasi Hisar’ın daha önce, süreli yayınlarda çıkan eleştiri yazıları
yaşamı boyunca ortaya koyduğu düşünce ve sanatının önemli bir kısmını
oluşturmaktadır. Türk edebiyatında genellikle “yazar” sıfatıyla tanınmış olan
Hisar, edebiyat eleştirisine kuşkuyla yaklaşmaktadır:
İnsan, bir muharrir olursa kendisi hakkında gerek medh, gerek
zem, gerekse gûya sadece tenkit, tahlil ve hâtıra olarak
yazılanlar içinde ne soğuk, ne saçma, ne yanlış, ne haksız
şeyler bulunduğunu düşünerek bütün bunlara bir daha vesile
olacak ölümünden iki kat soğuyor. Evet, şüphe yok ki bir
sanatkâr için en ihtiyatlısı, mümkün olsa, hiç ölmemek olacaktı!
(“Sanatkârın Gururu” 5)
Nitekim Abdülhak Şinasi Hisar’ın dergi ve gazetelerde yayımlanan
yazıları, çoğu zaman eleştiriden çok deneme, makale, kitap tanıtımı, şair ve
edebiyatçılar hakkında kaleme alınmış anı niteliklerini taşımaktadır. Bunların
yanı sıra yazarın sonradan kitap hâline getirilmiş yapıtlarının tefrikaları da
bulunmaktadır. Hisar’ın edebiyat anlayışını dile getiren ve vecizeleri
hatırlatan kısa sözleri de özellikle dikkat çekicidir. Bu sözler, Osmanlıca
olarak yazdığı ilk yazılarından başlayarak çeşitli dergilerde bulunabilir. Bu tür
sözlerin Hisar’ın ilk yazılarında yer alması yazarın yazmaya başlamadan
önce olgun ve çoktan oluşmuş bir edebiyat anlayışına sahip olduğunu
göstermektedir.
Hisar’ın, çocukluğundan itibaren edebiyata karşı ilgi besleyerek
yaşamı boyunca dönemin önemli sanatçı ve edebiyatçılarının çevresinde
bulunup edebiyat üzerine sohbetlere katılması ve Türk edebiyatı ile Fransız
edebiyatındaki gelişmeleri yakından takip etmesi, onun özgün edebiyat
anlayışını yaratacak olan bir olgunlaşma süreci olarak değerlendirilebilir.
Hisar özgün edebiyat anlayışını, edebî yapıtlarına yansıtmaya başlamadan
önce Dergâh, Milliyet, Türk Yurdu, Ulus ve Varlık gibi dönemin önemli dergi
ve gazetelerindeki yazılarında ortaya koymuştur. Bu yazılarında beliren
eleştirmen kimliği onun hakkındaki kaynaklarda ne yazık ki göz ardı
edilmiştir.
Ancak Behçet Necatigil, Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü adlı kitabında
“İlk yazıları eleştiri türündedir” (195) diyerek bu konuya değinirken Necmettin
Türinay da yayımlanmış doktora tezinde Hisar’ın eleştirmen kimliği üzerine
daha ayrıntılı bir çalışma yapmıştır. Türinay, tezinin “Edebi Çevre-Tenkid-
Şiir-Hatıra” adlı bölümünde, Hisar’ın 1921 yılından başlayarak ölümüne kadar
çeşitli süreli yayınlarda kaleme aldığı edebiyata ilişkin yazıları inceleyerek
onları baştan beri olgun, derin ve bir birikim sonucu oluşmuş yazılar olarak
değerlendiriyor:
Onun talebeliğinden beri edindiği edebî telâkkîlerin, Fransadan
beri kendisinde hasıl olan edebî birikimin bu yazılarla birlikte su
yüzüne çıkmaya başladığına hükmetmek gerekiyor. Abdülhak
Şinasi’nin çeşitli edebiyat mahfillerinde ve arkadaş grubları
arasında, edebiyat kültürünün ve zevkinin sağlamlığına zaten
çoğu arkadaşları şahitlik ediyorlardı. Ama bu yazılarda biz,
sanki daha ilk kalem denemelerini yapan birisi ile değil de, daha
ziyade, birden bire bu işin yüksek bir noktasından başlamış
olgun bir zevk ve sağlam bir üslûbla yüzyüze geliriz. (138)
Abdülhak Şinasi Hisar, yazdığı ilk eleştiri yazılarında, çok dikkatli
okuyan, yazarların üslûbuna önem veren, aruz ve dizgi yanlışlarını, acele ve
ihmalle yazılan kitapları sert bir biçimde eleştiren biri olarak karşımıza çıkıyor.
Eleştiri yazılarıyla yazarlığa başlayan Hisar, makalelerinde eleştiri
anlayışından da bahsediyor ve bir edebiyat eleştirmeninden beklentilerini
şöyle dile getiriyor: “Hakikî ve samimî münekkid, yazanlar arasında , en
ipdidaî olanları değil, en sanatkâr olanların itibar ve tasvibini kazanmaya
çalışarak okuyan karîlerini daha ince bir gözle görmeğe, daha iyi bir zevkle
düşünmeye davet eder” (“Münekkid Lüzumu” 470). Ancak Hisar’ın
eleştirmek üzere ele aldığı yapıtlar arasında her zaman en seçkin olanları
değil, edebiyat konusundaki kendi yüksek ölçütlerine pek yanıt vermeyen
kitapları seçtiği de oluyor. Özellikle edebî nitelikleri olmayan ve ticarî boyut
kazanan yapıtlar üzerine yazarken son derece olumsuz ve sert eleştirilerden
kaçınmıyor. Abdülhak Şinasi Hisar, Milliyet gazetesinde Kemalettin
Şükrü’nün Namık Kemal-Hayatı ve Eserleri adlı kitabı üzerine yazdığı
eleştirisinde bu yazarın yapıtında sergilediği yaklaşımı şöyle değerlendiriyor:
O bilâkis “vülgarization” mahiyetinde neşriyat ile tanılmış olanı
yazıcılık işinden ziyade kitapçılık işini yapmak ister ve
edebiyatın san’atinden ziyade ticaretinden zevk alır gibi
görünen bir muharrirdir. Nasıl ki bu kitabı da filvaki edebiyat ve
“dokümentasyon” noktai nazarından hiç bir kıymeti olmayan ve
sırf “vülgarization” mahiyetinde kalan bir eserdir. (4)
Bu eleştiride sert sözlerden çekinmeyen Hisar, diğer yazılarında da
edebiyatın en “iptidaî” ve kendi yüksek sanat anlayışına uymayan yapıtlarını
ele alıyor. Bu tür yapıtlar üzerinde yazarken sıkça ironik ve alaycı bir ton
sergiliyor. Abdullah Cevdet’in Karlı Dağdan Ses adlı şiir kitabından
bahsederken olumsuz yargılarını pekiştiren alaycı benzetmelerde bulunuyor:
“Şairin ekser mısraları o kadar dolu ve gıcıktır ki bir sanat gayesiyle değil
nakil sebebile yüklenmiş göç arabalarına benziyor ve içlerinde bazı kocaman
eşyalar sallanarak üstümüze düşecekmiş gibi geliyor” (“Abdullah Cevdet:
Karlı Dağdan Ses” 4). Hisar’ın yaşadığı dönemde yayımlanmış edebî
yapıtlar arasında onun seçici ve üslupçu edebiyat zevkine uyacak olanlar çok
zor bulunur. Hisar, eleştiri yazılarında edebî yapıtlara her zaman çok titiz bir
gözle bakmaktadır. Bir yapıtta görülen dikkatsizlikler, vezin ve dizgi yanlışları
Hisar’ın gözünden kaçmıyor, eleştirilerinde özellikle vurgulanıyor.
Ahmet Hamdi Tanpınar anılarında Hisar’ın dikkatli okuma üzerinde
gelişmiş olan eleştirmen kimliğindeki etkileyici özelliklerden şöyle bahsediyor:
“Kibar, çekingen, idaresi güç denecek kadar nazik, titiz ve o derece alıngan,
ara sıra İkbal Kıraathânesi’ne uğrar, ısmarladığı kahveye dokunmadan
oturur, bizimle konuşur ve çok defa bir evvelki nüshanın dizgi yanlışlarından
şikâyet ederdi” (Yahya Kemal 39).
Hisar’ın bu titiz ve seçici tavrı Türkiye’de eleştiri konusundaki
gelişmelere karşı genel yargılarına da yansıyor. Yazılarında sıkça eleştiri
konusuna değinerek Türkiye’de gerçek anlamda ve edebiyatın gelişmesine
katkıda bulunabilecek bir eleştirmenin olmadığını söylüyor. Ona göre,
yüksek beklentilere cevap veren bir eleştirmenin yetiştirilmesi özel koşullar
gerektirdiği için Türkiye’de olanaksızdır. “Münekkid Lüzumu” başlıklı
makalesinde, “Onun yalnız ilim değil, aynı zamanda bir zevk sahibi olması da
lâzım gelir. Yazılarında beklediğimiz yalnız cesaret değil, aynı zamanda bir
olgunluk, bir tecrübeliliktir” (470) diyerek bir eleştirmenden beklediklerini dile
getirmiş oluyor. Onun kendi eleştiri yazılarına bakıldığı zaman bu ideale
yaklaşmaya çalıştığı görülüyor. Ancak, Hisar’ın yazılarında olgun düşünceler
ve üstün üslûp özellikleri sergilemesi ve edebiyatın en temel sorunlarını
tartışmasına karşın onun yazılarını gerçek anlamda bir eleştiri olarak
nitelendirebilmek olanaklı mıdır? Tabi ki Abdülhak Şinasi Hisar’ın yaşadığı
dönem ve o dönemin sanatının arka plânı düşünüldüğü zaman bilimsel ve
kuramsal bir eleştiri beklemek yersiz olur. Ancak yazarın özel zevkinin ve
yaşantısının edebiyat üzerine yazılarında belirleyici olması onu nesnel bir
eleştirmen yapmaktan uzaklaştırıyor. Özellikle şiire ilişkin yazılarında onun
duygusal yönünün ağır bastığı görülüyor. Türk ve Fransız şairleri hakkındaki
anılarını ve görüşlerini içeren çeşitli yazılarında, Aşk İmiş Her Ne Vâr Âlemde
adlı Divan şiiri antolojisinde ve Ahmet Haşim-Yahya Kemal’e Vedâ adlı
kitabında Hisar bu yaklaşımı sergilemektedir. Bu yapıtlarda yazarın şiir
anlayışı, edebiyat zevki ile tercihlerine ilişkin görüşleri de yer almaktadır.
Fakat yine de Hisar’ın anılarını ve duygusal ifadelerini arasına sıkıştırdığı şiir
konusundaki düşünceleri onun özgün poetikasını ve şiir eleştirisini ortaya
koymak için ipuçları olarak algılanabilir.
1. Hisar’ın Şiir Anlayışı
Abdülhak Şinasi Hisar’ın edebiyata Dergâh dergisinde yayımladığı
şiirlerle başladığı ve yaşamı boyunca şiir konusunda yazdıkları göz önünde
bulundurulursa onun şiire karşı özel bir ilgi beslediği anlaşılır. Şiirin onun
özel ilgi alanı olması, Ahmet Haşim-Yahya Kemâl’e Vedâ adlı kitabında da
görülebilir. Ahmet Haşim ve Yahya Kemal, Hisar’ın Galatasaray Lisesi’nden
ve Paris’te geçirdiği ilk gençlik yıllarından beri yakından tanıdığı ve sevdiği
şairlerdir. Onların biyografilerini yazarken anılara ve övgülere çok sık yer
vermesi, yazarın şiire yaklaşımında özel zevk ve duygularının ön plânda
olduğunu gösteriyor. Sonradan Ahmet Haşim-Yahya Kemâl’e Vedâ adıyla
Ötüken Neşriyat tarafından 1979 yılında bir kitap hâline gelen Ahmed Haşim
ve Yahya Kemal üzerine yazıları daha önce Yahya Kemal’e Vedâ (1959) ve
Ahmed Haşim Şiiri ve Hayatı (1963) adları altında iki ayrı kitap olarak
basılmıştır. Hisar’ın, Yahya Kemal’in ölümünden sonra çıkan Yahya Kemal’e
Veda kitabında sergilediği öznel yaklaşımdan Peyami Safa şöyle bahsediyor:
Bu kitabın Yahya Kemal’i muharririn hususî sohbetlerinde
anlattığı şaire pek benzemez. Anlaşılıyor ki Abdülhak Şinasi
beyin hâtıraları ölümün sansüründen geçmiştir. Bunu tabiî
görmek mümkündür. Abdülhak Şinasi’nin hakşinaslığından
ziyade dostluğuna bağlı ve kökleri akıldan ziyade kalbde yer
alan değer hükümlerini ciddi bir edebiyat tenkidi diye kabul
etmek şart değildir. (“Yahya Kemal’e Veda” 6)
Ancak Hisar’ın Ahmet Haşim-Yahya Kemâl’e Vedâ adlı kitabında
duygusal sözlerin yanında zaman zaman kendi şiir anlayışı ve o dönemde
Türk şiirinde görülen gelişmeler konusundaki önemli düşüncelerini de
bulabilmek olanaklıdır. Hisar’ın eski Türk edebiyatını çok iyi bildiği,
Avrupa’daki şiir düşüncesinin gelişiminden, özellikle Fransız sembolistlerinin
“saf şiir” düşüncesinden haberdar olduğu ve Haşim ile Yahya Kemal’in
şiirlerini bu çerçeveye yerleştirmeye çalıştığı görülüyor. Hisar’ın, Ahmet
Haşim’in şiirinden bahsederken bir şiirde iki dizenin yer değiştirmesinin şiir
için ne kadar önemli olduğunu vurguluyor olması onun dil, müzik ve ahengi
şiiri tanımlayan öğeler olarak algıladığını gösteriyor.
Abdülhak Şinasi Hisar bu kitabında şairi şöyle tanımlıyor: “Şairler
mantık ve muhakeme ile tahlil ve hüküm edenler değil, hadesleriyle,
hassasiyetleriyle hisseden, lisanlarının âhenkleriyle ve musikileriyle ifade
ihsas etmesini bilenlerdir” (150). Aynı zamanda burada Hisar’ın ahenk ve
duygulara dayanan şiir ile düşünce ve anlam üzerine kurulan düzyazı
arasında bir ayrım yapmış olduğu görülebilir.
Hisar, zaman zaman modern şiir düşüncesine uygunluk gösteren
görüşler de sergilemektedir. Ona göre iki tür edebiyat vardır: birisi şiir ya da
tegannî edilen edebiyat, diğeri ise düzyazı biçiminde kaleme alınan
edebiyattır. Şiiri “tegannî edilen edebiyat” olarak tanımladığı ve “tegannî”
sözcüğünün makamla okunma anlamına geldiği göz önünde bulundurulursa
Hisar’ın şiir ile musiki arasında bir bağlantı kurduğu açıktır. Özellikle Ahmet
Haşim’in şiirlerini incelerken yazarın şiir dili ve nesir dilini birbirinden ayırması
dikkat çekiyor. “Felsefenin muayyen ve bâriz lisanı şiire girmez” diyen Hisar,
öğretici, net bir anlam ve mesajın şiirde olmaması gerektiğini şöyle
vurguluyor:
Şiirin ahlâkî, felsefî, hikemî hattâ sadece vazıh ve billûrî
olmasını istemek onun rolünü kabul etmek istememek, yani şiiri
sevmemek, inkâr etmek olur. Zira şiir, bizzat musiki gibi, fikrin
ve felsefenin şuuraltımız içinde aksi sedası yahut devamı
demektir. (147)
Hisar için düzyazı, anlama ve açık söyleme dayanırken şiir her zaman
müzik, zevk ve duygulara bağlanır. Hisar’ın diğer yazılarına bakıldığı zaman
bu düşüncesinde tutarlı kaldığı görülüyor. Ahmet Haşim-Yahya Kemâl’e
Vedâ kitabından önce yazdığı “Victor Hugo ve ‘Legende des siecles’” başlıklı
makalesinde de şiirin düşünce üzerine kurulmuş olmadığını söyleyerek onun
temelinde müziğin yattığını söylüyor: “Fakat şairlerin fikirlerini pek ciddiye
alarak iyice tarayacak olursak çok kere elimizde hemen hiç birşey kalmaz.
Asıl görülen ihtişamlı ve çalgılı bir dekordur. ‘Bakî kalan bu kubbede bir hoş
sedâ imiş!’ Asıl duyulan derin ve tesirli bir musikîdir” (344). Müzik ile şiir
arasında kurulan ilişki ve şiirin özel dile sahip olduğu düşüncesi modern Türk
edebiyatında Yahya Kemal Beyatlı’yla ortaya çıkıyor. Beyatlı, şiirin bir anlamı
iletmeye değil “derunî âhenk”e, “tınnet”e dayandığına ilişkin görüşlerini
“Şiirde Musiki” başlıklı makalesine ortaya koyuyor. Hisar’ın aynı görüşleri
paylaştığı şiir üzerine yazılarında da görüldüğü için bu konuda Yahya
Kemal’den etkilendiği düşünülebilir.
Hisar, eleştiri yazılarında şiirin başarılı olup olmadığını
değerlendirirken şiirin âhengini temel ölçüt olarak belirtiyor. Bunun bir
örneğini Abdullah Cevdet’in şiir kitabı üzerine yazdığı eleştiri yazısında
görmek olanaklıdır. Hisar bu ölçüte uyarak bu şairi başarısız buluyor: “Şiir
cümlesi, yani mısra duyacağı bir ahenk olmalıyken onda bunu duyamıyoruz.
Yahut ahenk hususunda biz onun zevkine iltihak ve iştirak etmiyoruz. İşte
onun için o bizce ifade ve ihsas kudreti zaif kalan bir şairdir” (“Karlı Dağdan
Ses” 4). Hisar, Abdullah Cevdet’in şiir dilini düzyazı diline yaklaştırdığı için
olumsuz değerlendirmelerde bulunurken şiir dili ile düzyazı dili arasında
kurduğu ayrım konusunda tutarlılık gösteriyor. Hisar, şairin sergilediği üslup
özelliklerini kendi şiir anlayışına uygun bulmadığı için onu alaycı bir
benzetmeyle eleştirmekten çekinmiyor: “Şairin kıt’alarında kullandığı terkip,
icmal ve tahlil etmek ister gibi görünen, belki felsefeye yakışan bir lisandır.
Fakat her halde şiire yakışan lisan bu değil. İhtimal ki şiir bu telgraf
üslubundan kaçıyor” (4).
Abdülhak Şinasi Hisar için şiirin her zaman özel ilgi alanı ve şairliğin
üstün bir “meslek” olduğu görülüyor. Onun şairlik konusunda görüşleri de
son derece romantik bir çerçeve çizmektedir. Hisar şair tanımını şöyle dile
getiriyor:
Şair nedir, kimdir? Bu suale muhtelif cevaplar verilebilir ve şair
başka başka suretlerle izah edilebilir. Meselâ eminiz ki şair
tamamen bizim gibi muhakeme etmiyen, görmiyen ve
söylemiyen, başka türlü düşünen, sezen, fakat duyduğunu
ihsas etmesini, hissini bize sirayet ettirmesini bilen bir
sanatkârdır. (“Victor Hugo ve ‘Legende des siecles’” 346)
Hisar’ın bu şair tanımı biraz belirsiz kalıyorsa da onun sanatkârlık
üzerinde ısrar ettiğini gösteriyor. Ancak Hisar’ın başka yazılarındaki şairliğe
dair düşünceleri son derece öznel. Bu yazılarda Hisar, şairi sıkça sıradışı
yeteneklere ve üstün ifade gücüne sahip bir sanatçı olarak betimliyor.
Şair gibi şiirin de Hisar’ın sanat anlayışında özel ve ayrı bir yeri vardır.
Hisar’ın bu konudaki görüşlerine Varlık dergisinde 1934 yılında çıkan ilk
yazıları arasında yer alan Abdülhak Hamit ile ilgili yazısında da rastlıyoruz:
“Bir şairin ruhu ilahî bir makam değil midir? Belânın karanlık elleriyle açıp
girdiği bu yerden bize Güneş gibi bir nur dökülür. Bir Güneş ziyası sütunu: ve
biz içinde aydınlattığı zerrelerin dönen âlemlerini görürüz” (“Abdülhak Hâmid
82. Yıldönümünde” 215).
Hisar’ın bütün yazdıklarından şiiri üstün bir sanat olarak gördüğü ve
onu ilahî boyutlara yücelttiği görülüyor. Bunun yanı sıra Hisar için şiir, her
zaman özel zevklere göre belirlenen ve yönlendirilen bir sanat alanı olmuştur.
Abdülhak Şinasi Hisar, Aşk İmiş Her Ne Vâr Âlemde adlı antolojisini,
15. ve 20. yüzyıllar arasında yazılmış aşka dair mısra ve beyitlerden seçerek
oluşturduğunu kitabın önsözünde söylüyor. Ancak bu Divan şiiri antolojisinin
derlenmesinde özel tercih ve duyguların belirleyici etkenler olduğu göze
çarpmaktadır. Belki de, Hisar’ın Fuzûlî’nin “Aşk imiş her ne vâr âlemde, İlm
bir kîl ü kâl imiş ancak!” ünlü beytiyle antolojisini başlatması; yazarın
beğenilerinin, bilimsel bakış açısının önüne geçtiği göstermektedir.
20. yüzyılın ünlü şairlerinden Turgut Uyar, “Bir-Seçmeler-Kitabı”
başlıklı makalesinde Hisar’ın bu kitapta hiçbir ölçüt izlemediği için dağınık bir
şiir antolojisi ortaya koyduğunu söylüyor. Uyar, Aşk İmiş Her Ne Vâr Âlemde
derlemesini Hisar’ın bütünlüklü beyitlerden sadece bir mısraya yer verdiği ve
bu mısraları tamamen öznel kaygılarına göre sıraladığı için başarısız olarak
değerlendiriyor. Turgut Uyar, Hisar’ın yetkin bir derlemeci olmadığı
konusundaki eleştirilerini şöyle dile getiriyor:
Hiçbir yöntem, hiçbir ilkeye tutulmadan, divan şiirimizden
rastgele beyitler mısralar almış. Kitapta bütün kaygı, bu
beyitleri, bu mısraları anlamlarına göre bir takım bölümlere
ayırmak olmuş. İyi bir kitap sayılmaz. Sanki A. Şinasi Hisar,
gençliğinden bu yana, yahut çocukluğundan, kendi şiir defterine
yazdıklarını toplamış kitaba almış. (21)
Ancak Hisar’ın şiiri seçerken nasıl bir ölçü izlediği konusundaki
açıklamasına bakılırsa onun derli toplu, titiz ve okur için aydınlatıcı bir seçme
yapmayı amaçlamadığı anlaşılıyor. Hisar’ın kendisi de, kitabın önsöz
bölümünde antolojisini hazırlarken kendi zevk ve beğenisinden başka
kıstaslara dayanmadığını söylüyor: “Bu küçük kitap bir zevk ve tesadüf
mahsulüdür; bu beyitler ve mısralar, gençliğimden beri tesadüfen okumuş,
beğenmiş, sevmiş ve kaydetmiş olduklarımdan ibarettir” (17). Yazar bunları
açıkça söylerken onun antolojideki şiir seçiminde daha üstün bir kaygı
aramak yersiz olur.
Öte yandan, “Divan şiiri antolojisi” olarak adlandırılan bu kitapta Ahmet
Haşim, Cenab Şahabeddin, Tevfik Fikret, Recaîzade Ekrem, Yahya Kemal
ve Abdülhak Hamit’in bir arada yer alması okuyucunun beklentilerine zıt
gelebilir. Ancak Hisar’ın Divan şiiri konusundaki farklı anlayışıyla bu duruma
açıklık getirilebilir. Abdülhak Şinasi Hisar önsözde “Divan Edebiyatı”
teriminin “uydurma” olduğunu belirtiyor; ona göre eski şiirimize bu ad eski
şairlerin şiirlerini sadece belli bir sıraya göre dizerek bir divan oluşturdukları
için konuldu. Bugün şairler divan oluşturmasalar da, bu, divan şiirini bırakmış
oldukları anlamına gelmez. Bundan ötürü antolojide 19. yüzyıl sonu ve 20.
yüzyıl şairlerinin şiirlerine yer verilmesinde belirleyici ölçütün onların aruz
veznini kullanmaları olduğu öne sürülüyor. Hisar, bu sorunu şöyle açıklıyor:
“Kudemadan sonrakiler ‘divan’ tertibinden vazgeçtilerse de, yine aruz
vezniyle yazdıkları şiirleri, divan şiirinin tabiî bir devamı ve mabadidir” (16).
Ancak Hisar burada Divan şiirini aruza ve bir “divan” içinde yer almış
olmasına indirgemektedir. Oysa ki Divan şiirini diğer şiir türlerinden ayıran
özellikler daha kapsamlı bir sistem içinde yer alıyor. Hisar, Divan edebiyatını
özel kılan biçim ve içerik özelliklerini dikkate almayarak şairlerin aruzla
yazmış olmalarını tek belirleyici etken olarak ortaya koyuyor. Hisar’ın Türk
edebiyatında modern şiiri başlatan şairlere Divan şiiri antolojisinde yer
vermesi, onun geleneksel ile modern arasında pek ayrım yapmadığına işaret
ediyor. Hisar, bu görüşü konusunda diğer yazılarında da tutarlılık
göstermektedir. Abdülhak Hâmit’in 82. doğum yıldönümü için yazdığı
yazısında da Divan şiiri antolojisinde yer verdiği Tevfik Fikret’i eski şiirin şairi
olarak görüyor ve onun Servet-i Fünun temsilcisi olduğunu ancak şiirinde bir
etki olarak kabul ediyor:
Sanatkârların kendi zamanlarıyla rabıtaları pek sıkıdır. Tevfik
Fikret’in olanca mağrur ve asi ruhuna rağmen Rubabı Şikestede
bir Edebiyatı Cedide havası vardır, ve Servet-i fünun kokar.
Abdülhak Hâmid’in eserinde bir Namık Kemal-Sezaî devri
havası vardır ve Çamlıca kokar. (215)
Hisar’a göre bu şairlerin dönemlerindeki edebiyat gelişmeleriyle
bağlantıları ancak şiirlerinde hissedilen bir atmosferle belirleniyor. Oysa ki bu
şairler Divan şiiri geleneğinden büyük ölçüde ayrılıp yaşadıkları dönemin
edebiyatına birçok açıdan yenilik katmışlardır. Özellikle Tevfik Fikret, modern
Türk edebiyatı tarihinde Batı etkisinde kalarak Türk şiirine modern öğeleri
getiren bir şair olarak biliniyor. Kenan Akyüz, Modern Türk Edebiyatının Ana
Çizgileri adlı kitabında Tevfik Fikret’in edebiyat dönemiyle bağlantısını şöyle
değerlendiriyor:
Türk edebiyatını 1860’dan beri devam eden batılılaşmanın
kesin safhasına hızla ulaştırmış olan Servet-i Fünûn
hereketinde büyük yeri bulunan Tevfik Fikret’in, XIX. asrın
sonlarında Türk şiirinin tamamıyle avrupaî bir görünüş
almasındaki payı büyüktür. Ekrem ve Hâmid’ten aldığı ilhamla
ve büyük sanatçı kabiliyeti sayesinde Fikret, avrupaî Türk
şiirinin 1880’den sonra atılmış sağlam temelleri üzerinde
modern bir yapı kurmayı başarabilmiştir. (98)
Hisar ise, Tevfik Fikret’in Türk edebiyatındaki modern gelişmedeki
rolünü kavrayamamıştır. Diğer şair ve yazarlar konusunda da Hisar’ın
onların “modern” olarak nitelendirilebilecek konumlarının farkında olmadığı
görülmektedir. Divan şiiri antolojisinde Yahya Kemal’e de yer vererek
Hisar’ın onu da eski edebiyatı devam ettiren bir şair olarak gördüğü
anlaşılıyor. Aynı görüşünü Ahmet Haşim-Yahya Kemâl’e Vedâ adlı
kitabında da ortaya koyduğu için Hisar’ın bu konuda tutarlı davrandığı
söylenebilir. Yahya Kemal hakkında Hisar şunları söylemektedir: “Halbuki
20. asrın başlangıcından beri Yahya Kemal 1958’de ölünceye kadar, Divân
Edebiyatının şiirine devam eder” (221).
Oysa Yahya Kemal, Divan şiiri geleneğinden yararlanan, özgün bir
şairdir ve birçok eleştirmene göre Türk edebiyatında modern şiiri başlatan
şair sayılmaktadır. Örneğin, Hilmi Yavuz, “İki Modernist: Yahya Kemal ve T.
S. Eliot” başlıklı yazısında Yahya Kemal’i modernist şiirin temelkoyucusu
olarak değerlendirerek onun başlattığı modernizmi Eliot’ınkiyle karşılaştırıyor.
Hisar’dan çok farklı olarak Yavuz, Yahya Kemal’i modernist Türk şiirinin
öncüsü sayıp Eliot’la aynı konumda olduklarını şöyle açıklıyor:
Yahya Kemal de, Eliot da, aynı gerekçelerle moderndirler: İkisi
de şiirin bir Dil problemi olduğunu biliyorlar, ikisi de, söylenenle
söyleyişi (‘duyuş’la ‘deyiş’i, ya da ‘heyecanlar’la ‘duygular’ı)
birbirinden ayırıyorlar; ikisi de, yaşantının şiirde, ‘tınnet’ ya da
‘nesnel bağlılaşım’ dolayımında yeniden-üretildiğini
düşünüyorlar. (3)
Hisar’ın şiire yaklaşımını Hilmi Yavuz’unkiyle kuramsal, bilimsel ve
dönemsel açılardan karşılaştırmak yersiz olur. Aynı zamanda Hisar’dan
böyle bir inceleme ve karşılaştırma yapmasını da beklemek anlamsızdır. Asıl
sorun Hisar’ın ne kadar nitelikli bir eleştiri yapıp yapmadığı değil onun Yahya
Kemal’i bütünüyle Divan şairi olarak değerlendirip edebiyatta geleneksel ile
modern olan arasındaki ayrımın farkına varmamış olmasıdır. Bundan ötürü
Hisar’ın modern ile geleneksel şiir anlayışları arasında temel farkı
kavrayamadığı söylenebilir. Aslında Hisar, şiire yaklaşırken modernizm-
gelenek ilişkisini araştırma konusu yapmıyor ve bu ayrımın edebiyat için
önemini düşünmüyor. Hisar’ın geleneksel ve modern ayrımı üzerinde
durmayan yaklaşımı, içinde üstün sanatsal özellikler aradığı bütün edebiyat
türleri, özellikle roman konusundaki yazılarında da sıkça görülüyor.
2. Hisar’ın Perspektifinden Roman Sanatı
Abdülhak Şinasi Hisar’ın 1921 yılından başlayarak ölümüne kadarki
süreçte kaleme aldığı yazılarda romana ilişkin görüşleri de kendi içinde
tutarlılık göstermektedir. Bu yazılarda Hisar, romanın modern edebiyatın bir
türü olarak getirdiği yeni kuralları ve anlayışı kabul etmeyip romanı
geleneksel anlatılara bağlıyor. Ona göre roman edebiyat tarihinin son
yüzyıllarında ortaya çıkan ve modernitenin ürünü olan bir tür değil, çok eskiye
bağlanan bir türdür. Hisar’a göre bu, hem Batı, hem de Doğu edebî geleneği
için geçerlidir:
Roman o kadar eskidir ki Yunan ve Lâtin klâsik edebiyatlarında
da vardı. Ve tenevvüünü bu eski devirlerden beri klâsik olmuş
muvaffakiyetlerle isbat etmiştir. Bu vadide, eski devirlerde de
şâheserler doğmuştur. Ve şark da böyle büyük bir eser tanır:
Binbir gece masalları! (“Edebiyatta Roman” 5)
Öte yandan roman ne kadar kökleri eskide olan bir tür olsa da onun
göstermiş olduğu yeni gelişmeler Hisar’a göre birtakım olumsuz özellikler
taşımaktadır. Yirminci yüzyılda Türk edebiyatında roman türü gelişirken ve
egemenliğini kazanırken Hisar, onu Türk millî zevkine uymayan bir tür olarak
değerlendiriyor. Özellikle romanın belirli bir olay örgüsü üzerine kurulmasının
Türk edebiyat geleneğine aykırı bir anlatı tarzı olduğunu söylüyor:
Bir romanın en büyük meziyeti “roman” a benzememesi ve bir
roman olduğunu hatıra getirmemesi olacaktır. Bizim eski
zevkimiz daha klasikti. Karagöz ve orta oyununda “vaka” diye
mühim bir şey yoktu. Eserin asıl zarafetleri sade bir macera
üzerinde sanatkârın tulûat ile yaptığı işlemelerdi. Millî ananemiz
bize zorla aşılanmak istenen bu macera merakına üstündür.
(“Edebiyatta Roman” 6)
Hisar diğer yazılarında olduğu gibi burada da, romanlardaki “vaka” ile
kastettiği entrika, romanın geleneksel türlerle ilişkisi, romanın kurallarının
belirlenmemesini ve üslûba önem verilmesi sorunlarını roman konusundaki
temel tartışma noktaları olarak ortaya koyuyor. Yazılarında romandan
bahsedilirken entrika, üslup ve türlerin sınırsızlığı sürekli tekrarlanan ve
tartışılan konular olarak ortaya çıkıyor. Hisar’ın burada romanı geleneksel
seyirlik oyunlarla karşılaştırma eğilimi onun diğer yazılarında romanı halk
edebiyatı türlerine bağlarken de görülüyor. Hisar, özellikle romanı halk
hikâyeciliğiyle ilişkilendirerek halk edebiyatı türlerini romanın başlangıç
noktası olarak görüyor.
Romanın her millette ancak manzum bir tarzda, destan şeklinde
yazıldığı bir zaman olmuştur. Bizde de böyle manzum
hikâyetler yazıldı. Eski meddahların söylemiş olduğu hikâyeler
şifahî kalan ilk romanlarımızdır; basılmamış masallar ve
bunların içinde nihayet ilk basılmış olanı “Hançerli hanım”
hikâyesi de Türk romanlarının büyük annesi telâkki edilebilir.
(“Roman Nedir, Niçin ve Nasıl Yazılır?” 4)
Abdülhak Şinasi Hisar’ın bu sözleri, onun roman ve sözlü edebî türler
arasındaki ayrımı kavrayamamış ve romanı modern bir tür olarak anlatıya
indirgemiş olduğunu gösteriyor. Aynı zamanda Hisar, romanın manzum
biçimde olabileceğini söyleyerek bu türün geleneksel anlatılara biçim ve içerik
açısından getirdiği yeniliklerin farkına varmamış oluyor. Oysa destan türü,
romandan ayrı olarak mutlak geçmiş, ulusal gelenek ve mutlak bir epik
mesafe nosyonu taşımaktadır. Modernitenin sonucu olan, deneyim, bilgi ve
pratikle belirlenen gerçekçi roman, zamandaş gerçekçilikten uzak olan
destanla yapısının temelinde farklılıklar gösterir (Bakhtin 188).
Ian Watt’ın, gerçekçi romanın modern öncesi türleri dışarıda tutan
özelliklerinin tanımını yapmaya çalıştığı The Rise of the Novel (Romanın
Yükselişi) adlı kitabı Hisar’ın roman konusundaki görüşlerinin yorumuna bir
ölçüde açıklık getirebilir. Watt’a göre roman, spesifik insanların spesifik
zaman ve mekânda özel deneyimlerini anlatan ve böylece “gerçekçiliği”
sağlayabilen yeni bir edebî türdür. Bu gerçekçiliği sağlarken romanın ilk
amacı anlatılan insanların kişisel deneyimlerine inandırıcılık katmaktır.
Roman öncesi türler ise bu tür etkinlikte bulunamaz (12-15). Bundan ötürü
Hisar’ın halk hikâyeciliği ile roman arasında bağlantı kurmuş olması bizi onun
modern öncesi bir edebiyat anlayışına sahip olduğu sonucuna götürüyor.
Hisar’ın roman hakkında yazdıkları ve getirmeye çalıştığı tanımlar, onun,
romanı diğer türlerden ayıran özelliklerin farkına varmamış olduğunu
gösteriyor:
Muharrir, nazım olarak değil, nesir olarak yazarsa, yazdığı
tiyatroda oynamak için değil, okumak için olursa, ve mensur şiir,
seyahatname, hâtırat, ruzname, tarih, tenkit, vecize herhangi
türlü deneme, hülâsa edebiyatın az çok malûm olan diğer
nevilerinden birine mensup olmazsa ve en aşağı bir küçük cilt
tutabilecek bir uzunlukta olursa, bu yazdığına roman deniliyor.
(“Edebiyatta Roman” 6)
Hisar, 1931 yılında yayımlanmış “Roman Nedir, Niçin ve Nasıl Yazılır”
adlı makalesinde romanın manzum biçimde yazıldığı dönemlerin olduğunu
söylüyor. 12 yıl sonra çıkan “Edebiyatta Roman” başlıklı yazısında romanın
bir nesir türü olduğunu belirten yazar, diğer türlerden farklılıklar gösteren
yapıtları “roman” olarak tanımlıyor. Ancak Hisar, romanı diğer türlerden
ayıran özelliklerin ne olduğu sorusunu cevapsız bırakıyor. Oysa romanı diğer
türlerden ayırmak için aralarındaki farklılıkları saptaması gerekiyordu. Hisar
bunu yapmayarak ve romanın tam tanımını vermeyerek roman türünün
edebiyata getirdiği yeniliği anlayamadığını gösteriyor.
Abdülhak Şinasi Hisar’ın diğer yazılarına bakıldığı zaman ona göre
romanın bir edebî yapıt türü olarak birçok türe bağlanabilecek bir anlatı
şeklinde tanımlandığı görülüyor. Hisar’a göre romanın belli kuralları, sınırları
ve özelliklerini saptamaya çalışmak edebiyat açısından gereksiz, sakıncalı ve
yapay bir çabadır. Hisar, Kleber Haedens’in Roman Sanatı adlı kitabı için
yazdığı önsözde bu konuya şöyle değiniyor:
Halbuki edebî nevilerin tariflerine lüzümundan fazla kıymet
vermemek lâzım geldiği, zira bunların çok kere müptedîlere
anlatılacak şeyleri kolaylaştırmak için kullanılan sathî birtakım
kalıpları olduğu yoksa, edebî nevilerin, asıllarına eren bir
inkişafa vardılar mı, kendi kabukları içine çekilmek yerine,
birbirinin içine geçtikleri, binaenaleyh, çok kere indî kalan bu
kaidelere riayet etmeğe fazla ehemmiyet vermenin mahzurlu
olduğu kolayca kabul edilecek hakikatlerdendir. (4)
Hisar’ın romandan beklediği, belli yapı özelliklerine uyması değil
yüksek edebî niteliklere ulaşmasıdır. Ona göre romanda, herhangi bir edebî
yapıtta olduğu gibi, her şeyden önce sözcüklerin seçimine, onların ahengine,
güzelliğine önem vermek gerekiyor. Hisar, romanı edebî yapan öğenin üslûp
olduğuna ilişkin düşüncesini şöyle dile getiriyor: “Yukarıda her nevi, her türlü
roman olabilir demiştik. Evet, lâkin üslûbu iyi olmak şartıyle! Aksi takdirde,
roman olsa da, olmazsa da edebiyat olamaz” (11). Böylece yazar, yapıtın
edebîliği için tek koşul olarak üslûbu öne sürerek edebiyatın sanatsal
niteliğini bir özelliğine indirgemiş oluyor.
Çağdaş eleştiride üslûp edebî değeri belirleyecek tek ölçüt olarak
alınmaz. Özellikle Batı’da 19 yüzyıldan itibaren “roman” sözcüğü üslûp
özelliklerini değil, “kurmaca”yı ifade eden modern anlamıyla kullanılmaya
başlanır. Gérard Genette, Fiction and Diction adlı kitabının “Style and
Signification” başlıklı bölümünde üslûp konusuna değinerek onun bir yapıtın,
özellikle romanın edebîliği konusunda belirleyici ölçüt olmadığını söylüyor.
Buna karşın Genette, romanı kurmacayla özdeşleştiriyor:
Romanın, iyi ya da kötü edebiyata ait olabilmesi için “iyi
yazılmış” olması gerekmez. Romanın, belirli değerleri
gerektirmeyen (ya da daha doğrusu, bu değer düzenine ait
olmayan) bir alana, yani edebiyata ait olabilmesi için bir roman,
yani kurmaca olması yeterlidir. Tıpkı şiirin tarihsel ve kültürel
olarak değişen, şiirsel söyleyiş ölçütlerine uymasının yeterli
olduğu gibi. (139)
Abdülhak Şinasi Hisar’ın diğer yazılarına bakıldığında onun sadece
roman konusunda değil her türün üslûbu üzerinde durduğu ve ısrar ettiği
görülüyor. Milliyet gazetesinde çıkan ilk eleştiri yazılarında da bu konuya
sıkça değinen Hisar, örneğin Abdullah Cevdet’in Karlı Dağdan Ses adlı
kitabına yazdığı eleştiride şu itiraflarda bulunuyor: “İhtimal ki biz edebiyat
perestlerin her şeyin fevkine sevdiğimiz bize cazip ve müessir gelen bir
üslûptan ibarettir. (Ne yazık ki bunda ittifak edebilmek pek güç bir şey)” (4).
“Görülüyor ki edebiyat bilhassa bir üslup işi, bir üslûp meselesidir” diyen
Hisar, edebiyatın tanımı için üslûp güzeliği temel koşul olarak öne sürüyor.
Hisar’ın yazılarında egemen olan ve yapıtların edebîliği üslûp
özelliklerine dayandıran görüşleri geleneksel edebiyat anlayışına bağlanabilir.
Hisar’a göre, moderniteyle ortaya çıkan romanda olduğu gibi yapıtın kurmaca
olup olmadığı sorunu değil onun üslubu, edebîliği belirliyor. Terry Eagleton,
Edebiyat Kuramı adlı yapıtında İngiliz edebiyatının yükselişinden
bahsederken geleneksel edebiyat anlayışına şöyle değiniyor:
Edebiyat sözcüğü toplumda değerli bulunan tüm yazılar için,
felsefe, tarih, deneme, mektup ve şiir için kullanılırdı. Metni
“edebi” kılan kurmaca olup olmadığı değil “edepli yazı”
standartlarına uyup uymadığıydı (18.yy’ın yeni gelişen roman
türünün edebiyat olduğu konusunda derin şüpheleri vardı). (41)
Hisar’ın edebî nitelikleri taşıyan her yazının edebiyata girebileceği
görüşünden hareket ettiği diğer konularda da görülüyor. Hisar, tarih
yazımını, edebiyat alanına giren bir tür olarak değerlendirerek bu
yaklaşımıyla tutarlılık göstermektedir. 1954 yılında Hisar dergisinde çıkan bir
söyleşide tarihin Türk edebiyatında hak ettiği yeri almadığından şikayet
ederken bu düşüncesine olgun yaşlarında da sadık kaldığını ifade etmiş
oluyor. Tarihsel yapıtların Türk edebiyatındaki öneminden şöyle bahsediyor:
Ve yine, bilhassa, şiir, roman, hikâye, tiyatro, piyesinden
bahsedilince, edebiyat sahasına giren tarihi de hatırlamak pek
tabii olur. Büyük bir milletiz, büyük bir medeniyetimiz ve
tarihimiz var. Fakat bu tarih yine de bize lâyık bir üstad
tarafından henüz yazılmış değildir. Onu ortaya koyacağı milli
tarihimiz, edebiyatımızın da en büyük bir âbidesi olacaktı.
(“Abdülhak Şinasi Hisar Diyor ki” 7)
Hisar, tarih yapıtlarının edebiyat alanına girdiğini söyleyerek bilim ve
sanat arasında pek ayrım yapmadığını ve modernizmde romanı belirleyen
kurmaca sorusunu algılamamış olduğunu gösteriyor. Hisar’ın bu görüşü
yapıtların edebîliğini yalnız üslup özelliklerine göre belirleyen geleneksel
edebiyat anlayışıyla uyum içindedir.
Her zaman yüksek edebiyatın peşinde olan Hisar edebiyatın ticarî bir
boyut kazanmasından da endişeleniyor. Ona göre sürükleyiciliği ile merak ve
tutku duyguları uyandıran yapıtlar edebiyattan uzaklaşır. Olay örgüsü ve
entrikanın romanın önemsiz ve edebî olmayan öğeleri olduğunu şu şekilde
belirtiyor: “Roman hakkında en çok işlenen hata, onda daima aranılan
vak’aya büyük ehemmiyet atfettirmektir. Halbuki, eserin bu ‘tahkiye’ kısmı
asıl kıymetsiz tarafıdır” (6). Modern romanın temel özelliklerinden olan ve
Hisar’ın “vak’a” olarak adlandırdığı entrika, ona göre sanat dışında tutulmalı
ve romanda hakkı olmayan bir yeri işgal etmemelidir. Oysa roman kuramının
20. yüzyıldaki en önemli temsilcilerinden Mikhail Bakhtin bu konuda çok farklı
düşünmektedir:
Özgül “devam ettirme dürtüsü” (sonra neler olacak?) ve “sona
erdirme dürtüsü” (nasıl sona erecek?) yalnızca romanın
karakteristiğidir ve yalnızca bir yakınlık ve temasın olduğu bir
mıntıkada olanaklıdır; mesafeli imgeler mıntıkasında
olanaksızdırlar (“Epik ve Roman” 198).
Hisar’ın romanın merak uyandıracak öğelerine ve entrikasına önem
vermeyen tutumu, onun sonu istenilen biçimde bitirilebilecek bir yapıya sahip
olan ve sonuçlandırma dürtüsü taşımayan geleneksel anlatılara dayalı bir
poetika benimsediğini gösteriyor. Hisar’ın bu görüşü, daha önce sözlü edebî
türlerle roman arasında kurduğu bağlantı konusunda tutarlılık göstermektedir.
“Romanda esas vaka değil, şahıs, muhit, cemiyet, hayat, his ve fikirdir.
Vaka bunları duyurmağa yarıyan diğer bir vasıtadır” (“Edebiyatta Roman” 6)
diyen Hisar’a göre olay örgüsü ve entrika boyutu yapıtın edebî olmayan
taraflarıdır ve Türk edebiyat geleneği, özellikle halk seyirlik oyunları bu tür
öğelere karşı üstün niteliktedir:
Bu oyunun asıl zevki cinasta, taklitte, hayatta, hülâsa asıl ince
san’attadır. Yoksa maksat âdi ve kuru vakaların taakup ve
teselsülünden ibaret bir insicam ile “Acaba neticede ne olmuş?”
tarzında çocukça ve âmiyane bir merak uyandıracak entrikalar
içinde yuvarlanmak değildir. Hayal’in san’atı bu adiliğe hiç
düşmemiştir. Ve bu itibarla ince bir zevk ve yüksek bir noktai
nazarın mahsulü ve eseridir. (“Selim Nüzhet-Türk Temâşâsı,
Gülme Komşuna ve Salıncak Safası” 5)
Abdülhak Şinasi Hisar’ın, eleştiri ve edebiyat üzerine ortaya koyduğu
görüşlerinde tutarlı davranması bütünlüklü ve olgun bir edebiyat anlayışına
sahip olduğu sonucuna ulaşmamızı sağlıyor. Onun edebiyat anlayışı özel
zevk, duygular ve edebî sanatlar üzerine kurulmuştur. Türk edebiyatının
modernleşmesinin getirdiği yenilikleri bir türlü kabul etmeyen Hisar’ın estetiği
ancak geleneksel bağlamda anlamlandırılabilir.
3. Hisar’ın Eleştiri Yazılarında Üslûp Özellikleri
Bir yapıtı değerlendirirken her şeyden önce onun üslûbuna önem
veren Hisar, edebî yapıtlarında olduğu gibi edebiyat üzerine yazılarında da
sergilediği üslûp özellikleri konusunda son derece özenli davranır. Hisar
gelenekten gelen öğeleri farklı türlerdeki yazılarında kullanarak eski
edebiyatın ve sözlü kültürün söylemini önemli ölçüde sürdürmüştür. Bu tezin
ikinci ana bölümünün “Hisar’ın Yapıtlarının Üslûp Özellikleri” başlıklı alt
bölümde yazarın yapıtlarında görülen üslûp özellikleri edebiyat ve sözlü
gelenekle bağlantısı açısından incelenecektir. Burada ise “eleştiri”
yazılarında görülen temel üslûp niteliklerine değinilecektir.
Aslında Hisar’ın söyleminde dikkat çeken ilk durum, onun kurmacaya
yaklaşan yapıtları ile diğer yazılarının üsluplarını ayırt etmenin çoğu zaman
güç olmasıdır. Onun eleştiri yazılarında yer alan bazı paragraflar,
“kurmacamsı” yapıtlarında olduğu gibi asıl konudan uzaklaşıp felsefeye
yaklaşırken deneme boyutları kazanır. Bu deneme tarzındaki paragraflar,
hem biçim hem de içerik açısından edebî yapıtlarındakilerle benzerlikler
göstermektedir. Dolayısıyla, bu eğilim onları “eleştiri” tarzından
uzaklaştırmaktadır. “Eleştiri” olarak nitelendirilebilecek yazılarındaki kimi
cümleler, paragraflar ya da sayfalar, benzer üslûp özellikleri gösterdiği için
kurmacaya yaklaşan yapıtlarına kolaylıkla yerleştirilebilir. Örneğin Hisar’ın
“Romancının Şahısları II” başlıklı makalesindeki şu cümleler, yapıtın
konusunu ve akışını bozmadan Çamlıcadaki Eniştemiz’e ya da Fahim Bey ve
Biz’e rahatlıkla eklenebilir:
Herkes hâtıralarını toplayıp birer nefis muhasebesinde
bulunabilir! Hayatımızın nice mevsimleri karşımıza çıkmış olan
böyle vahşilerin ve böyle canavarların nefesleriyle
zehirlenmiştir. Daima başkalarının kati ve hodgâm hesapları
yahut başıboş ve gelişi güzel hesapsızlıkları bizim o kadar
itinalarla beslediğimiz bütün nazlı emellerimizle hülyalarımızın
ince ve uzun hesaplarını altüst eder. Hemen bütün kaderlerinin
talihsizliklerinde yakınlarımızın da, yabancıların da en meşum
tesirleri vardır! (4)
Bu alıntıda egemen olan birinci çoğul kişi anlatımı ve duygu yüklü
ifadeler, modern bir eleştiri yazısına uygun değildir. Hisar’ın farklı türlerdeki
yazılarında da rastladığımız bu anlatım biçimi yazarın söyleminin geleneksel
ve cemaatçi perspektifi yansıttığına işaret ediyor. Ancak onu modern eleştiri
üslubundan uzaklaştıran sadece “biz” adılıyla ifade edilen anlatım değildir.
Geleneksel edebiyat ve sözlü kültür söylemini andıran başka öğeler de
Hisar’ın “eleştiri” yazılarında bulunmaktadır.
Hisar’ın diğer yazılarında da sıkça karşımıza çıkan ve bu alıntıda
görülen uzun, ünlemli ve ritmik cümleler, yazarın üslûbunun ana
özelliklerindendir. Bunların yanı sıra Türk edebiyat geleneği ile sözlü
kültürden gelen ve Hisar’ın söyleminin temel öğeleri arasında yer alan tekrar,
ikileme ve eklemeli üslûbun kullanımı da ayrıca göze çarpmaktadır. Hisar’ın
Aşk İmiş Her Ne Vâr Âlemde adlı antolojisine yazdığı önsöz yazısı bu
anlamda etkileyici örnekler arasındadır. Osmanlı nesrinde yaygın olan, ses
ve anlam açısından benzerlik gösteren ikilemeler Hisar’ın bu yazısında
önemli bir yer tutmaktadır. Yazının tek bir paragrafında yer alan “heva ü
heves”, “tesellisi ve tedavisi”, “firak ve iftirak”, “hasret ve hicran” (12)
ikilemeleri, kitabın yayımlandığı 1955 yılının değil, Divan nesrinin anlatım
tarzını çağrıştırıyor.
Gelenek perspektiften bakıldığı zaman Hisar’ın aynı metinde tekrarı,
kafiye ve pekiştirmeyi sıkça kullanarak geleneksel ve son derece ağdalı bir
üslûp sergilediği görülüyor. Burada özellikle son dönem Osmanlı nesrinin
söylemini büyük ölçüde yansıtan ve seci sanatını hatırlatan cümlelerin etkili
olduğu söylenebilir. Hisar’ın yazısı tam anlamıyla seci olarak
değerlendirilemezse de “Fuzûlî, Mecnun bakışlı, Leylâ edalı, vefalı, hummalı,
kara sevdalı, ihtişamlı bir aşkın şairidir” (13) gibi cümlelerde secii
hissetmemek olanaksızdır. Değindiğimiz diğer öğelerin yanında seci sanatı
da, Hisar’ın üslûbunda egemen olan geleneksel söylemin dikkat çekici
göstergelerindendir.
Ancak daha önce söylediğimiz gibi bu çalışmanın ikinci ana
bölümünde Hisar’ın edebî yapıtlarının üslûp özelliklerinden bahsedilirken
onların sözlü gelenekle ilişkisi üzerinde yoğunlaşacağız. Bu noktada önemli
olan, Hisar’ın tüm söylemlerinde büyük özen göstererek kendi geleneksel
edebiyat anlayışına göre nitelikli ve üstün üslûp özelliklerine ulaşma isteğinin
belirlenmesidir.
Ne yazık ki Hisar’ın bu çabaları her zaman eleştirmenler tarafından
olumlu değerlendirilmemiştir. Modernist perspektiften bakan eleştirmenler
tarafından Hisar’ın edebiyat üzerine yazılarındaki geleneksel öğeleri
barındıran üslûbu, eleştiri türüne uygun bulunmamıştır. Turgut Uyar, Hisar’ın
Aşk İmiş Her Ne Vâr Âlemde adlı şiir antolojisine yazdığı önsöze getirdiği
eleştirilere üslûbun fazla süslü olmasını ekleyerek kitap için şöyle diyor:
“Üstelik, kötü, tam anlamile şairane bir de önsözü var” (21). Uyar’ın bu
üslubu yaşadığı döneme göre “şairane” olarak değerlendirmesi son derece
doğal. Turgut Uyar, Hisar’ın kitabına modern eleştiri tarzına uygun
beklentilerle yaklaştığı için bu yazıyı abartılı ve uygunsuz bulmakta haklı
olabilir. Ancak Hisar’ın edebiyat ve yazarlık anlayışı perspektifinden bakıldığı
zaman söyleminde sergilediği üslûp özelliklerini, sanat üzerine zamanla
geliştirdiği düşüncelerin sonucu olarak kabul etmek gerekiyor. Hisar’ın
edebiyat üzerine yazılarında ortaya koyduğu görüşlerin ve söyleminin biçim
ve içerik öğeleri açısından birbiriyle uyumlu olduğu görülüyor. Hisar’ın uzun
yıllar boyunca edindiği edebî birikimin sonucu olan bu tutarlılığı, Türk
edebiyat geleneğinden bağımsız olarak anlamlandırmak olanaksızdır.
BÖLÜM II
YAZAR OLARAK ABDÜLHAK ŞİNASİ HİSAR
Abdülhak Şinasi Hisar, Türk edebiyatında, öncelikle yazar kimliğiyle
tanınmaktadır. Çoğu edebiyat ansiklopedilerine bakıldığı zaman Hisar’ın
yazar kimliği, eleştirmen kimliğinden daha çok ön plâna çıkartılıyor. Örneğin,
Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi’nde Hisar şöyle tanıtılıyor: “Türk
romancı, anı yazarı” (5324). Ancak Hisar’ın yazarlığının hangi edebî türe ya
da türlere bağlanacağı konusunda kesin yargıya varabilmek için ansiklopedik
bilgilerle yetinmeyip kapsamlı bir araştırma yapmak gerekmektedir. Hisar’ın
denemeci ya da anı yazarı kimliklerini ayırtedebilmek sorusunu yanıtlamak
için gelenek-modernite bağlamında yapıtlarının temel öğelerini ve üslûp
özelliklerini incelemek aydınlatıcı olacaktır.
1. Hisar’ın Yapıtlarında Tür ve Gelenek Öğeleri
Abdülhak Şinasi Hisar’ın Ali Nizamî Beyin Alafrangalığı ve Şeyhliği
(1952), Çamlıcadaki Eniştemiz (1944) ve Fahim Bey ve Biz (1941) adlı
yapıtları hakkında yazılan çoğu yazı ve eleştiride bunlardan çoğunlukla
“roman” olarak bahsediliyor. İlk baskılarından beri üzerinde “roman” yazılan
bu yapıtların ortaya koyduğu tür sorunu üzerinde durulmuyor, onlara hep
roman olarak yaklaşılıyordu. Yazarın Fahim Bey ve Biz adlı yapıtı 1941
yılında CHP roman yarışmasında üçüncülüğü almıştır. Aynı yarışmada
birinciliği Sinekli Bakkal’la Halide Edip Adıvar, ikinciliği Yaban’la Yakup Kadri
Karaosmanoğlu kazanmıştır. Hisar’ın modern Türk edebiyatının en önemli
romancıları arasında yer alması, o dönemde onun tam anlamıyla bir romancı
olarak kabul edilmiş olduğunu gösteriyor. Oysa Sermet Sami Uysal’ın
yazarla yaptığı söyleşide söylediklerinden bu yapıtlarını roman olarak
değerlendirmediği açıktır:
Bütün yazdıklarım hâtıradır. Hâtıralarımı yazarken roman
aklıma gelmiyor. Samimî hâtıralarımı, “hikâye” adı ile ifade
daha kolay geliyor. Roman, herkes tarafından bütün nüansları
ile anlaşılsaydı belki roman diyebilirdim. (13)
Bu görüşüne rağmen ansiklopedilerde Hisar sürekli olarak “romancı”,
yapıtları ise “roman” olarak tanıtılıyor. Türk Dili ve Edebiyatı
Ansiklopedisi’nde yazarın yapıtlarının türü konusunda söyledikleri
önemsenmeyerek onların roman olduklarında ısrar ediliyor: “Kendisinin
‘hikâye’ olarak vasıflandırdığı romanlarında da yine geçmiş zaman
peşindedir” (246).
Hisar’ın Ali Nizamî Beyin Alafrangalığı ve Şeyhliği, Çamlıcadaki
Eniştemiz ve Fahim Bey ve Biz adlı yapıtlarında beliren tür sorunu çoğu kez
modernist perspektiften bakan eleştirmen ve edebiyatçıların bu yapıtları eksik
ve sorunlu saymalarına neden olmuştur. Muzaffer Buyrukçu, Sıcak İlişkiler
adlı kitabında Hisar’ın romancı olduğuna ilişkin genel yargıyı kabul ederken
onu başarılı bir romancı olarak görmeyip Türk edebiyatındaki yerini şöyle
nitelendiriyor: “A. Şinasi Hisar da böyle ‘kusurlu’ bir roman anlayışının
temsilcisiydi” (164). Buyrukçu’ya göre, “roman”larının başarısız olmasının
nedenlerinden biri, Hisar’ın yapıtlarında deneme türüne yaklaşan ve kendi
düşüncelerine yer verdiği bölümlerin bulunmasıdır. Buyrukçu bu bölümlerden
bahsederken yazarın böyle bir tercih yapmış olmasının nedeninin edebiyat
geleneğinden kaynaklanmış olma olasılığını sorgulamaktadır. Buyrukçu bu
düşüncesini şöyle dile getiriyor:
Bu bölük pörçük, zaman zaman birbirleriyle çatışan düşünceleri
hangi amaçla hikâye örgüsünün içine sokuyordu? Yoksa klasik
edebiyat geleneğini sürdürmek miydi isteği? Ama modern
romancıların sözgelimi, Marcel Proust’un geçmiş zaman
malzemesi üstüne kurulmuş edebiyatının etkisindeydi. (163)
Ancak Hisar’ın yapıtlarının tür sorununa dikkat çeken ve roman olup
olmadığını sorgulayan eleştirmenler de olmuştur. Şinasi Özdenoğlu, “Bir
Eski Zaman Büyücüsü Abdülhak Şinasi Hisar” başlıklı yazısında Hisar’ın
yapıtlarının türü konusundaki görüşüne de, yapıtları hakkındaki genel
değerlendirmelere de katılmadığını şöyle dile getiriyor: “Kendisinin ‘hikâye’
olarak nitelendirdiği eserleri; bizce, öykü ve roman türünden çok ‘anısal
portreler’dir” (75-76). Hisar’ın yapıtlarının türleri konusunda tereddüte düşen
edebiyatçı ve eleştirmenler arasında yer alan Turgut Uyar, “Bir-Seçme-Kitabı”
başlıklı makalesinde Çamlıcadaki Eniştemiz’in tür açısından belirsizliğine
şöyle değiniyor: “Kitap ne romandır, ne de hikâye. Öyle bir kitaptır” (21).
Süha Oğuzertem, yakın zamanda yayımlanmış olan “Modern Edebiyat
ve Abdülhak Şinasi Hisar’ın Sözlü Yazı Serüveni” adlı makalesinde Hisar’ın
yapıtlarının türü konusunda önemli saptamalarda bulunuyor. Oğuzertem,
Hisar’ın anlatılarının romanla ilişkisini şöyle açıklıyor:
Birçok okur öyle okusa ve bazı eleştirmenler öyle sınıflandırsa
da, sözcüğü dikkatli kullandığımız zaman Hisar’ın yazdıklarına
“roman” da diyemiyoruz. Bu, Hisar’ın kurmacaya yaklaşan üç
yapıtında (Fahim Bey ve Biz (1941), Çamlıcadaki Eniştemiz
(1944), Ali Nizami Beyin Alafrangalığı ve Şeyhliği (1952)) bir
dizi romancılık malzemesi, yani romanımsı karakter, durum ve
çelişki bulunmadığı anlamına gelmez. (117)
Hisar’ın yapıtlarının türünü belirtebilmek için kendisinin ve hakkında
yazan edebiyat eleştirmenleri ve tarihçilerinin bu konudaki görüşleriyle
yetinmeyip yapıtlarına yakından bakmak gerekmektedir.
Abdülhak Şinasi Hisar’ın Ali Nizamî Beyin Alafrangalığı ve Şeyhliği,
Çamlıcadaki Eniştemiz ve Fahim Bey ve Biz adlı yapıtları, gelenek ve tür
öğeleri açısından benzer özellikler göstermektedir. Kimi edebî yapıtların
incelenmesinde özetleri verilip içerik ve biçim özellikleri konusunda oldukça
net saptamalara ulaşılabilir. Ancak Hisar’ın yapıtları söz konusu olduğunda,
anlatıların temel bir olay örgüsüne sahip olmamaları nedeniyle içerik özetinin
verilmesi pek aydınlatıcı olmuyor. Bu üç yapıtta gerek Fahim Bey’in, gerek
Çamlıca’daki eniştenin, gerek Ali Nizamî Bey’in hayatları ölümlerine kadar
çeşitli episodlar içerisinde aktarılan durumlar ve olaylarla anlatılıyor. Bu
yapıtlarda daha çok dikkat çeken durum, “yetke (otorite)” sahibi olmayan ve
sıkça cemaatçi bir perspektifi yansıtan anlatıcı aracıyla aktarılan geleneksel
anlatımdır. Bu yapıtların üçünde de aynı zaman, kurmaca ve bütünlük
anlayışına rastlanmaktadır. Bu yüzden tür ve gelenek öğelerini benzer bir
şekilde taşıyan bu üç yapıtı bir arada ele almanın anlamlı olacağı
düşünülmektedir.
Hisar’ın bu yapıtlarında sergilediği anlatımı gelenek ve tür bağlamında
anlamlandırmak için zaman, anlatıcı, kurmaca ve bütünlük sorunları
kaçınılmaz araştırma konuları olarak ortaya çıkıyor. Hisar’ın yapıtlarında tür
sorununu ve gelenekle ilişkisini irdelemek için roman türünün tarihsel
gelişimine kısaca değinmek yararlı olacaktır.
Tanzimat döneminde Türk edebiyatına giren roman türünün gelişimi
ve yaygınlaşması daha çok 20. yüzyılda gerçekleşmiştir. Oysa Batı
edebiyatlarında roman türü 16. yüzyılda ortaya çıkmış, 18. yüzyılın
İngiltere’sinde bugün bildiğimiz modern roman özelliklerine sahip olmaya
başlamıştır. Ian Watt, The Rise of the Novel (Romanın Yükselişi) adlı
kitabında 18. yüzyılda İngiltere’de gerçekçi romanın yükselişini
irdelemektedir. İngiliz edebiyatında roman türünün gelişmesini felsefe
alanındaki yeni kuramlar büyük ölçüde etkilemiştir. Watt’a göre özellikle
Descartes’ın ve Locke’un kuramları, epistemolojinin ve dolayısıyla edebiyatın
gelenekle bağlantısını koparmıştır. Watt, Descartes’ın en büyük buluşu ve
yeniliğinin, epistemolojide hiçbir şeye güvenmemeye ve her şeyden
kuşkulanmaya dayanan yeni bir yöntemi getirmesinde görür (13).
Descartes’ın kuramında gerçek, mantıksal açıdan gelenekten bağımsız bir
bireysellik sorunudur. Watt’a göre roman, bu bireyselliği ve yeniliği içeren
bakış açısını en çok yansıtan edebî türdür (13). Önceki edebiyat türleri,
gerçeğin temel ölçüsü olarak geleneksel pratiği destekleyen kültürlerin genel
tutumunu yansıtıyordu. Bundan ötürü her zaman tek ve yeni olan bireysel
deneyim üzerinde kurulan roman, edebiyat geleneğini yıkarak edebiyata
“bireysellik” ve “özgünlük” gibi yeni değerleri getirmiştir (13-14). Bireysellik
bağlamında Watt, zaman ve mekân öğelerinin de çok önem kazandığını
söylüyor. Watt’a göre, Locke tarafından kabul edilmiş olan “bireysellik
prensibi”, özgül zaman ve mekânda varolmakla belirleniyor, çünkü Locke’un
kendisinin de belirttiği gibi “kavramlar zaman ve mekân koşullarından
ayrılınca genel olurlar” (21); buna göre bu iki koşul özgül olunca kavramlar da
belirlenmiş olur. Aynı biçimde romanın karakterleri, özgül zaman ve mekân
arka plânına yerleşince bireyselleştirilebilirler (21).
a) Zaman
Zaman nosyonunun romanın gelişiminde ve onun geleneksel
edebiyattan ayrılışında çok önemli bir yer tuttuğu görülüyor. Ian Watt,
romanın, süredizimsel (kronolojik) zaman boyutunu getirdiğini ve değişmeyen
ahlâkî değerleri yansıtan ve zamansız öyküleri kullanan önceki edebiyat
geleneğini yıktığını söylüyor (22). Eski edebiyata ait anlatılarda zaman
karşısındaki tutum, benzerlikler gösteriyordu. Olaylar, çok soyut bir zaman
ve mekân zemini üzerinde sıralanıyor ve insan ilişkilerinde zaman etkenine
çok az önem veriliyordu. Bu yüzden romanın yapısı ve onun gelenekle ilişkisi
konusundaki incelemelerde yeni zaman boyutu kaçınılmaz olarak irdelenmesi
gereken bir noktadır. Hisar’ın yapıtlarının roman olup olmadıklarını ve
edebiyat geleneğiyle bağlantısını saptamak için zaman boyutunu araştırmak
gerekli olacaktır.
Hisar’ın yapıtlarında anlatılan olaylar, daha doğrusu durumlar, sürekli
bir döngüsellik içinde olduğundan özgül zamanda yer alan olaylar olarak
değil, yinelenen olgular olarak karşımıza çıkıyor. Anlatılan durumlar, özgül
zamana yerleştirilmediği için Watt’ın söylediği gibi genellemeler olarak
kalmaktadır. Hisar’ın anlatılarında bunu, anlatımda kullanılan geniş zamanın
hikâyesi ve geniş zamanın rivayeti kipleri pekiştiriyor. Süha Oğuzertem,
“Modern Edebiyat ve Abdülhak Şinasi Hisar’ın Sözlü Yazı Serüveni” başlıklı
makalesinde Hisar’ın bu kipleri kullanmış olmasını modern türlere değil
geleneksel anlatımlara yakın buluyor.
Hisar’da en sık rastlanan iki zaman kipinden biri kulaktan
duyma, sonradan fark etme ve geleneksel öyküleme için
kullandığımız –miş’li geçmiş, diğeri de geniş zaman kipinin
hikâyesidir. Öğrenilen geçmiş zaman kipinin (-miş) anlatıya
kattığı ampirik belirsizlik, kurmaca olsun olmasın, görülen
geçmiş zaman kipine (-di) büyük ağırlık veren ampirik yönelimli
modern anlatıdaki kumanda ve kontrol ile temelden çelişir.
(124)
Hisar’ın anlatılarında genelleme yapılır, “bir kez olan” olaylara çok
seyrek yer verilirken bunların da ne zaman gerçekleştirildiği sorusu çoğu kez
yanıtsız bırakılır. Bu olayların zaman açısından belirsizliği, “günün birinde”
ya da “bir gün” gibi kullanılan zaman zarflarında da görülüyor. Hisar’ın
yapıtlarında anlatıcının sunduğu bilgiler çoğunlukla başkalarından
duyulanların belirsiz geçmiş zamanda aktarılmasına dayandığından
anlatıcının yetke oluşunu ve zamanın belirliliğini ortadan kaldırmaktadır.
Bunun yanı sıra yapıtlarında modern romanda sıkça başvurulan ve
belgeleme tekniğine dayanan kesin tarihler, karakterlerin yaşları gibi anlatılan
durumların zamanını belirleyecek dolaylı tümleçler bulunmaz. Onun yerine
yazar “her zaman”, “daimâ”, “hemen daimâ”, “bazen” gibi, olguların zaman
içersinde sürekliliğini anlatan sözcüklere başvuruyor. Bunun örnekleri
çoğaltılabilir. Belki de karakterlerin yaşları konusunda görülen tereddüt,
anlatıcının “yetkesizliği” ve zamanın belirsizliği arasındaki uyumu açık bir
biçimde gösteriyor: “[O], benim çocuk gözlerime, büsbütün ihtiyar değil ama,
orta yaşlılığın son haddine gelmiş gibi görünürken, belki ancak kırk beş
yaşlarında olmalıydı” (Çamlıcadaki Eniştemiz 14) ya da “Deli eniştemiz şimdi
yetmiş yaşlarında olmalıydı” (188).
Hisar’ın anlatılarının ya da hikâyelerinin zaman açısından belirsizliğini
sabit bir zaman dizinin olmayışı da destekliyor. Yapıtlarında çeşitli tematik
bölümlerde anlatılan olaylar arasında dolaylı bir bağlantı yoktur; bu bölümler,
birbiriyle zaman açısından da ilişkilendirilmemiştir. Dolayısıyla aralarında
kronolojik bir sıranın oluşturulmasında zorluklar çekilmektedir. Hisar, çoğu
modernist yazarda görülen kronolojiyle oynama yöntemini kullanmazken
yapıtlarında anlattığı olayların zaman dizisini kurma eğiliminde değildir.
Anlatılan olaylar belli bir izleğe odaklanıp belli bölümlerde bir araya getirildiği
için hangisinin önce hangisinin sonra olduğuna, yani nasıl bir zamandizinsel
sıra izlediğine önem verilmemektedir. Bundan dolayı, Oğuzertem’in söylediği
gibi, yapıtlarının bölümlerini sırasıyla okuma gibi bir zorunluluk yoktur.
Yapıtlarının bu kompozisyon özelliği, büyük ölçüde Divan edebiyatındaki
birbirinden bağımsız beyitlerden oluşan şiir türlerini andırmaktadır. Bir konu
çevresinde kurulan bölümler, tıpkı beyitler gibi, kendi içlerinde bir bütünlük
taşımakta ve bu açıdan da geleneksel edebiyat anlayışına bağlanmaktadırlar.
Hisar’ın yapıtlarının kompozisyon özelliklerine bu çalışmanın “Hisar’ın
Yapıtlarının Üslûp Özellikleri” başlıklı bölümünde yoğunlaşılacaktır. Hisar’ın
yapıtlarındaki zaman anlayışını irdelediğimiz bu bölümde yazarın anlattığı
olayların özgül zaman, belli bir zamandizinsel sıra ve zamansal neden-sonuç
ilişkisi içinde gelişmediği sonucuna varmak olanaklıdır.
b) Kurmaca
Abdülhak Şinasi Hisar’ın gelenekle ilişkisini araştırmak amacıyla
kurmaca konusundaki tutumunu incelemek yararlı olacaktır. Bir yapıtın
edebîliği için tek koşul olarak üslûbu öne süren Hisar, modern edebiyatın çok
önemli bir öğesi olan kurmaca kavramını benimsememiştir. Ona göre bir
yazar ancak çok iyi bildiği yerleri, durumları, deneyimleri ve kişileri
anlatmalıdır. Bilmediklerini anlatmak ve hiçten ya da yeniden yaratmak
Hisar’a göre özensiz ve zevksiz bir davranıştır. Hisar, bu konuda karşı
görüşlere olumsuz eleştirilerini şöyle dile getiriyor:
“İyi bildiğini söyleme, uydur uydur da bilmediğini söyle!”
demekle müsavi bir garabet olur. İnsanın böyle bir nasihat
verebilmesi için yalnız sanatla değil, ciddiyetle de hiç bir alâkası
bulunmaması lâzımgelir (“Romancının Şahısları II” 6).
Hisar’a göre her yazarın yaşamında ve anılarında çocukluğundan beri
çok iyi tanıdığı, sevdiği ve hikâye edip yaşatmak gereği duyduğu birçok insan
vardır. Bir yazar ancak içten gelenleri yazabilir ve yalnız onu yazmalıdır. Bu
bağlamda Hisar’ın çoğu eleştiride “roman” olarak tanımlanan Ali Nizamî
Beyin Alafrangalığı ve Şeyhliği, Çamlıcadaki Eniştemiz ile Fahim Bey ve Biz
adlı yapıtları konusunda kendi söylediklerine bakılırsa yazarın bunları
kurmaca olarak değerlendirmediği anlaşılabilir. “Bütün yazdıklarım hâtıradır.
Hâtıralarımı yazarken roman aklıma gelmiyor” (Uysal 13) diyen Hisar, Sami
Uysal’ın yaptığı söyleşide yapıtların baş karakterleriyle ilişkisini şöyle
açıklıyor:
Fakat bunlar hayatımda görmüş olduğum adamlardır. Bunları
hikâye şeklinde anlatırken, isimlerini, hattâ hayatlarının bâzı
kısımlarını, hattâ yaşadıkları mahalleleri istediğim şekilde
değiştirmişimdir. (Uysal 13)
Hisar, böylece anlattıklarının çıkış noktasının “uydurma” olmadığını
söylemiş oluyor. Hisar’ın, Oğuzertem’in “kurmacamsı” olarak nitelendirdiği
karakterlerinin gerçek ile kurmaca karışımının sonucu olduğu görülüyor.
Oğuzertem’e göre, Hisar’ın kurmacanın modern anlamda ne olduğuna ilişkin
kesin bir yargıya vardığına güvenemeyiz (118). Geleneksel bir edebiyat
anlayışına sahip olan Hisar gibi bir yazarın “kurmaca” nosyonunun temelini
kavrayamamış olması beklenmedik bir durum değildir. Ancak ne yazık ki
Hisar hakkında yazılan yazılarda da kurmaca-gerçek ayrımı algılanmamıştır.
Büyük Larousse Sözlük ve Asiklopedisi’nin “Hisar, Abdülhak Şinasi”
maddesinde roman olarak nitelendirilen yapıtlarındaki karakterlerin
anlatıcının değil, yazarın hayatında yer alan gerçek insanlar olduğu
söyleniyor. Ansiklopedide, Hisar’ın yapıtlarından yola çıkıp yazarın
karakteriyle ilişkisini saptama eğilimi görülüyor:
Romanlarında (Fahim Bey ve Biz, CHP roman mükafatı 3.’lüğü,
1941; Çamlıca’daki Eniştemiz 1944; Ali Nizamî Beyin
Alafrangalığı ve Şeyhliği 1952) çocukluk ve ilk yıllarında
tanıdığı kimselerin-en yakın aile kişilerini (annesi, babası, büyük
annesi), akrabalarını (yengesi, halası, eniştesi vb.), aile
çevresinde gördüğü insanları (Fahim Bey, Ali Nizamî Bey vb.) –
konu edinmiştir. (5324)
Bu bilgiler neye dayanarak sunulmaktadır? Hisar’ın sunduğu
karakterlerle tanıştığı kendi sözlerinden biliniyor. Ancak Çamlıca’daki
eniştenin kendi eniştesi olduğuna ya da onun eşi olan halasının kendi halası
olduğuna ilişkin elimizde hiçbir kanıt yoktur. Hisar’ın yapıtları her ne kadar
kurmacadan uzaklaşıyorsa da onların gerçekle özdeşleştirilmesinde de son
derece dikkatli davranmak gerekiyor.
Aslında kurmaca-gerçek ayrımı, Hisar’ın önem verdiği bir konu
olmamıştır. Özellikle “hayal ürünü” olarak tanımlanan roman türünü hiç
düşünmediğini söyleyen yazarın modern edebiyatın vazgeçilmez öğesi olan
kurmacaya pek yer vermediği anlaşılıyor. Hisar’ın bu görüşü, Terry
Eagleton’un aktardığı 18. yüzyıl İngiltere’sinde egemen olan edebiyat
anlayışını ve aynı zamanda bütün modern öncesi edebiyat anlayışlarını akla
getirmektedir. Hisar’ın eleştirmen kimliğinden bahsederken değindiğimiz
Edebiyat Kuramları’nda o dönemde “edebiyat” kavramının “yaratıcı” veya
“hayal ürünü” olarak tanımlanmadığı söyleniyor. Eagleton’a göre o dönemde,
Hisar’ın da düşündüğü gibi, yapıtın edebîliği konusunda belirleyici kriter onun
kurmaca olup olmadığı değil, üslûp özellikleriydi (41). Yapıtlarında
kurmacaya pek yer vermeyen ve üslûp özelliklerini ön plâna çıkaran Hisar,
edebiyat hakkındaki yazılarında da aynı tutumu sergilediği için kendi içinde
tutarlı ve geleneksel bir edebiyat anlayışına sahip bir yazar olarak
değerlendirilebilir.
c) Anlatıcı
Hisar’ın yapıtlarında kurmaca türlerinde görülen yetke sahibi anlatıcı
da yer almıyor. Modern romanda sınırsız bakış açısına sahip olan anlatıcı,
anlatılan olaylar ve karakterler konusunda okuru aydınlatacak ve
yönlendirecek en önemli tanıktır. Mehmet Tekin, Roman Sanatı ve Roman
Unsurları adlı kitabında romandaki anlatıcı üzerine Ünal Aytür’ün şu sözlerini
aktarmaktadır:
Yazar-anlatıcı tanrısal bir güçle romandaki kişiler hakkında her
şeyi bilir, gerekli görürse zihinlere girerek en gizli duygu ve
düşüncelerini açıklar. Yarattığı roman dünyasında olayları,
ilişkileri düzenleyen ve yöneten hep odur. Bir kişinin zihninden
ötekinin zihnine, bir olaydan başka bir olaya, bir yerden başka
bir yere dilediği gibi ve dilediği anda geçebilir. Davranışlarında
büyük bir özgürlük vardır. (10)
Hisar’ın yapıtlarında böyle bir anlatıcıyla karşılaşılmıyor. Bunun yerine
yapıtlarında hep dışardan bakan, belli bir kitlenin görüşünü ve gözlemlerini
aktaran bir anlatıcı görülüyor. Yazarın kullandığı zaman kipleri (-mış, -ardı)
onun dışarıda kalan bir gözlemci olarak belirmesini pekiştiriyor. Anlatıcı,
anlatılan olaylar ve kişiler hakkında çoğu bilgiyi başkalarından edinmiş
olduğu için kendi yorumunu pek katmadan sık sık çoğulcu bir perspektifi
yansıtıyor. Hisar’da anlatıcı, hiçbir zaman tanrısal perspektiften bakmaz;
karakterler konusunda bir yargı ya da yorum getirmesi gerektiği zamanlarda
başkalarından duyduklarına dayanma ya da genelleme yapma eğilimindedir.
Anlatıcının çoğu gözlemi, adına davrandığı kitlenin görüşü üzerine kurulur :
Yine, deli eniştemiz gayet kıskançtı. Öyle ki bu huyunu
meydana koymaktan bile çekinmezdi. Bazı eski mektep ve
mahalle arkadaşlarından ve babamdan duyardım. Eski
ahbaplarını ve tanıdıklarını hayatlarının bütün teferruatında o
kadar kıskanırmış ki onların âdeta eski mevkilerinden bir adım
ilerlemelerine razı olamaz ve kendisini onların gûya artmaması
lâzım gelen servetlerinin ve malûmatlarının gönüllü bir nevi
muhafızı sayarmış. (Çamlıcadaki Eniştemiz 92)
Buna benzer örnekleri ve aynı anlatıcı perspektifini Ali Nizamî Beyin
Alafrangalığı ve Şeyhliği ve Fahim Bey ve Biz adlı yapıtlarında da bulmak
olanaklıdır. Hisar, anlatımında sık sık “kulaktan duyma” bilgilere başvuruyor
ve anlatıcı aracılığıyla karakterlere ve olaylara ilişkin bilgileri genellikle şu
şekilde aktarıyor: “Ali Nizamî Bey hakında bildiklerimi hep böyle, evdeki
hanımlardan duyardım” (Ali Nizamî Beyin Alafrangalığı ve Şeyhliği 204) .
Bunun örnekleri daha çoğaltılabilir, ancak Hisar’ın anlatı tekniği
açısından “her şeyi gören” modern bir anlatıcıya yer vermemiş olması önemli
bir özelliktir. Hisar’ın kurmacaya yaklaşan üç yapıtında oluşturduğu
“yetkesiz”anlatıcı, geleneksel edebiyatın aktarılagelen bilgileri anlatan
anlatıcısını andırmaktadır. Abdullah Kaygı, “ ’Fahim Bey ve Biz’ (1) Romanı
Üzerine Birkaç Söz” başlıklı makalesinde Fahim Bey ve Biz’de görülen
anlatım tarzını sözlü edebiyat geleneğine bağlamaktadır:
“Babamın Anlattıkları” başlıklı II. bölümün sondan ikinci
paragrafında anlatıcı, bize anlattıklarını ona da babasının
anlattığını ve anlatırken de anlayıp anlamadığını anlamak için
durup durup gözlerini aça aça kendisine baktığını ve anlatmayı
buna göre sürdürdüğünü anlatıyor. Tıpkı Halk
Hikayeciliğimizdeki “rivayetler” gibi. (2)
Yazarın yetke sahibi olmayan bir anlatıcıya sözü bırakmasını Hisar’ın
edebiyatına yansıyan geleneksel terbiye anlayışına da bağlayabiliriz. Fahim
Bey ve Biz adlı yapıtında anlatıcı, kendisini bir karı-koca arasında geçen
olayları bilebilecek konumda göremiyor. Anlatıcı, bu yargısının bütün
insanların özel hayatı için geçerli olduğunu şöyle dile getiriyor:
Zira bir karı-koca arasındaki sırlar nasıl tahmin edilebilir ve bu
kadar karışık ve karanlık bir mevzuda neye istinaden hangi
isabet ümidiyle bir teşhis konulabilir? Karı-koca değil, herhangi
insanlar arasında muhabbet veya nefretin sebeplerini tahmine,
tahlile sanki daha imkân var mıdır? (28)
Hisar’ın insanların “mahremiyetine” girmek istemeyen anlatıcısı,
karakterlerin ve olayların dış yönünü okuyucuya sunmakla yetiniyor. Ancak
bu durum bazı eleştirmenlere göre okuyucunun karakterle özdeşleşmesini
engellemektedir. Murat Belge, “Fahim Bey ve Biz” başlıklı makalesinde bu
konudaki eleştirilerini şöyle dile getiriyor: “Fahim Bey’i hep uzaktan[,] ya
anlatıcının ya da başka kişilerin sözleriyle tanımamız, onunla özdeşliğimizi
(identification) önlüyor” (359). Ancak Belge’nin getirdiği eleştiri, Fahim Bey
ve Biz kitabının tüm bölümleri için geçerli sayılmaz. Oğuzertem’e göre bu
yapıtta yazar-okur-karakter arasındaki ayrım epeyce zayıftır. Ona göre
özellikle kitabın son bölümlerinde anlatıcı ile karakter arasında görülen
özdeşleşme okuyucuya da geçiyor: “Artık yazarın ve karakterin ölüm
endişelerini birbirinden ayırmaya imkân kalmamıştır. Yazar, okurun da bu
duyguları paylaşmasını ister” (122). Yazının devamında Oğuzertem, Hisar’ın
bu eğilimini 19. yüzyıl Türk edebiyatında görülen duygu evreninin bir uzantısı
olarak değerlendiriyor. Hisar söyleminde sık sık görülen okuyucuya
seslenme, sözlü edebiyat anlatıcılarına özgü duygu yüklü anlatımı sürdürür.
d) Bütünlük
Hisar’ın geleneksel edebiyat anlayışı, onun edebî yapıtın bütünlüğü
konusundaki tutumunda da görülebiliyor. Eleştiri yazılarında bütünlük
sorununa değinmeyen yazarın, yapıtlarında sergilediği yaratma sürecinde
hiçbir zaman bir yapıtı bitmiş ve bütünlüklü olarak görmediği anlaşılıyor.
Oğuzertem, bu konuya daha önce bahsettiğimiz makalesinde şöyle
değiniyor:
Hisar’ın sık sık roman olarak sınıflandırılan yapıtlarında bile
büyük, ereksel bir plan, modern perspektifin “bütünlüklü”
[sayabileceği] bir organizasyon olmadığını fark ediyoruz.
Nitekim Yaşar Nabi de, Hisar’ın kitaplarını biriktirme ve ekleme
yoluyla oluşturduğunu, her yeni baskıda hacimlerinin
büyüdüğünü gözlemişti. Dahası, Hisar’ın yapıtlarının çeşitli
uzunluktaki birimleri (cümle, paragraf, bölüm) rahatlıkla
birbiriyle yer değiştirebilir. (119)
Hisar’ın bütünlük sorununa karşı tutumunu anlamak için yapıtlarının
yaratma sürecini incelemek gereklidir. Abdülhak Şinasi Hisar’ın bütün
yapıtları, kitap olarak yayımlanmadan önce çeşitli dergilerde tefrika edilmiştir.
Yapıtların tefrikaları ve kitap baskıları nitelik ve nicelik açısından farklılıklar
göstermektedir. Yapıtların son halleriyle tefrikaları karşılaştırmak yazarın
yaratma sürecini, yapıtın kompozisyon ve bütünlük anlayışını anlamak için
aydınlatıcı olacaktır.
Varlık dergisinin 15 Nisan ve 1 Mayıs 1936 tarihlerinde yayımlanan 67.
ve 68. sayılarında Hisar’ın kitap olarak 1952 yılında yayımlanmış olan Ali
Nizamî Beyin Alafrangalığı ve Şeyhliği adlı yapıtının “Bir Geçmiş Zaman
Hikâyesi” başlığı altında tefrikaları çıkmıştır. Ali Nizamî Beyin Alafrangalığı ve
Şeyhliği ile “Bir Geçmiş Zaman Hikâyesi”, anlatılan olaylar ve içerik
açısından çok önemli değişiklikler göstermiyor. Hisar, iki metinde de baş
karakter Ali Nizamî Bey’in zenginken Büyükada’daki sürdürdüğü alafranga
yaşam tarzı ile servetini kaybettikten sonra Bektaşi şeyhi olup manevî
değerlere yönelmesini anlatıyor. Ancak tefrikadan 16 yıl sonra çıkan kitapta
“Bir Geçmiş Zaman Hikâyesi”nin eklemeler yapılmış ve geliştirilmiş biçimiyle
karşılaşıyoruz. Özellikle yapıtın birinci bölümünde baş karakterin alafranga,
züppe olarak değerlendirilebilecek davranışları anlatılırken onun kumar,
kıyafet, baston meraklısı olması gibi çeşitli ilgi alanlarına ilişkin episodlar
aktarılıyor. Varlık’taki tefrikayla karşılaştırıldığı zaman kitaba, Ali Nizamî
Bey’in kuş, av, at, araba, koşum, kadın, macera ve övünmek gibi “merakları”
ile ilgili yeni bölümlerin eklenmiş olduğu görülüyor. Aynı zamanda tefrikada
kısaca anlatılan bu episodlar, kitapta daha çok yer tutuyor, daha geniş bir
şekilde aktarılıyor. Fakat bütün bu değişiklikler yapıtın özünde ve Ali Bey’in
daha önce betimlenen karakterinde önemli bir farklılık yaratmıyor.
Yapıtın ikinci bölümünde ise eklemeler daha az. Burada en çok
tefrikadaki cümlelerin sırasının büyük ölçüde değişmesi, cümlelerin
uzatılması, birleştirilmesi ve parçalanması gibi değişiklikler görülüyor. Hisar,
yapıtta anlatılan temel olayları değiştirmeyecek şekilde, 16 yıl önce yazdığı
cümlelerin kompozisyonu üzerinde yeni bir düzenleme yapıyor ve çoğu kez,
daha önce yan yana gelen cümlelerin arasına yeni bölümler ekliyor. Yazar,
cümleleri, anlamlarını değiştirmeyecek şekilde, yeni sıfat ve zarflarla
geliştiriyor. Bu da, yazarın onları süslemeye ve “edebî” kılmaya çalışma
eğiliminde olduğunu gösteriyor. Aynı zamanda, yazarın, tefrikayı kitaba
dönüştürürken cümlelere özen gösterdiği ve onların okuyucu tarafından daha
iyi anlaşılmasını sağlamaya çalıştığı görülüyor. Örneğin tefrikada, “Bu eski
aristokrat kafalı adam bu ihtiyar halk adamına beşer zihninde türemiş en eski
bir cinnetin muhakemeleriyle onun destanını söylüyor” (“Bir Geçmiş Zaman
Hikâyesi II” 311) olarak geçen cümle kitapta “O aristokrat kafalı, dekadan
ruhlu, söz söylenmesini bilir adam, o ümmî, iptidaî, sert halk adamına beşer
zihninde ilk zamanlardan beri yeşermiş ve devam etmiş eski kanaatlerin
mantıklariyle destanlarını tekrar ediyordu” (266) biçiminde karşımıza çıkıyor.
Görüldüğü gibi yazarın yaptığı değişiklikler, anlam konusunda önemli yenilik
getirmezken daha çok aynı temel üzerinde işleme ve süsleme görevini yerine
getiriyor.
Hisar’ın yapıtlarının tefrika ve kitap hâlleri karşılaştırıldığında, yazarın
hep aynı yaratma sürecini izlediği görülebilir. Onun yapıtları sürekli
eklenerek geliştirildiği için, bütünlük gösteren ve bir kez oluşturulduğunda
tamamlanmış sayılan modern türlerden uzaklaşmaktadır.
Modernitenin getirdiği bütünlüklü, bitmiş ve değişmez yapıt anlayışı
Hisar’da bulunmaz; onun için bir yapıt sürekli değişir, eklenir ve üzerinde
işlemeler yapılır. Hisar’ın yapıtlarında cümlelerin sırası değişse ve yeni
episodlar eklense de, bu, anlatımı bozmaz; tersine anlatımı geliştirir ve
üslûbu zenginleştirir. Hisar’ın bu tarzdaki yapıt anlayışı, 20. yüzyılda
Türkiye’de gelişen modern roman türüne değil geleneksel edebî üretim
yöntemlerine bağlanabilir.
Hisar’ın yapıtlarında görülen anlatım, özgül zaman, zaman dizisi, yetke
sahibi olan anlatıcı, bütünlük gibi parametrelerden ve her şeyden önce
kurmacaya dayanan romandan çok uzak görünüyor. Aslında Hisar’ın
yaptıkları kendi edebiyat anlayışına uyar ve onların modernizmin getirdiği
parametrelere uyma gibi bir zorunluluğu da yoktur. Hisar’ın yazarken roman
türünü düşünmediği bilindiği için ondan roman kurallarına uymasını beklemek
yersiz olur. Bunun yanı sıra geleneksel edebiyat anlayışına sadık kaldığı için
yapıtlarını modern türlere sokmaya çalışmak da yapay bir zorlama olur.
Hisar’ın niyetinin, belli bir türe girecek bir anlatı değil, her şeyden önce
yüksek sanatsal değere sahip bir anlatı oluşturmak olduğunu söylemek
olanaklıdır.
2. Hisar’ın Yapıtlarının Üslûp Özellikleri
Abdülhak Şinasi Hisar’ın yapıtlarında sergilenen üslûp özellikleri ve
edebiyat üzerine yazılarında ortaya koyduğu düşünceler, onun Türk
edebiyatında “üslûpçu” bir yazar olarak tanınmasını sağlamıştır. Türk Dil
Kurumu’nun Türkçe Sözlük’ündeki “üslûp” maddesinde yer verilen sözler
birçok örnek arasından tercih edilmiş olması nedeniyle, Hisar’ın yazarlığının
Türk edebiyatında üslupla ne kadar özdeşleştirildiğini gösteriyor: “ ‘Akşam
içinde en büyük üstatların eserleri kadar mükemmel ve muhteşem olan tabiat
bize bir eda ve üslûp dersi verir’-A.Ş. Hisar” (1537).
Eleştiri yazılarında üslûbu, bir yapıtı edebî kılan temel öğe olarak
tanımlayan Hisar, bütün yapıtlarında üslûba çok özen gösteren bir yazar
olarak karşımıza çıkmaktadır. Hisar’ın yazarlığı hakkındaki kimi tanıtım,
inceleme ve eleştiri yazıları, yapıtların üslûp özellikleri üzerinde yoğunlaşıp
bunu Hisar’ın yapıtlarının temel değeri sayıyor. Birçok eleştirmen ve
edebiyatçıya ait bu tür yazılar, genellikle Hisar’ın cümlelerinin uzun, süslü ve
üzerinde düşünülmüş ve dikkatle yazılmış olduklarını överek vurguluyor.
Böyle bir yaklaşımı Leylâ Çamlıbel’in Hisar’ın Çamlıcadaki Eniştemiz adlı
yapıtı üzerinde yazdığı eleştirisinde de görmek olanaklı. Çamlıbel, Hisar’ın
yapıtlarını dikkat ve titizlikle işlediğini şöyle vurguluyor: “Bir elmas nasıl
yontuluyor, bir heykel nasıl bir çekiç vuruşlariyle şeklini alıyor, iğne
kanaviçeye nasıl saplanarak, muhteşem bir goblen örüyorsa, Abdülhak
Şinasi Hisar da eserinin üzerinde öyle işlemiştir. ‘Le style, c’est l’homme!’ “
(5).
Öte yandan Hisar’ın üslûbu üzerinde yoğunlaşan eleştiri yazıları, onun
yapıtlarının biçimsel özelliklerini, sık sık kusurlu da bulabilmektedir. Turgut
Uyar, Forum dergisinde “Bir-Seçmeler-Kitabı” başlıklı makalesinde Hisar’ın
kullandığı yoğun ve uzun cümleleri anlamsızlıkla suçluyor:
A. Şinasi Hisar’ın dili bile, şimdi acı acı özlemini çektiği o
dünyaya bağlıdır. Öyle karışık öyle düzende, öyle kötü. Bazı
cümlelerinden anlam çıkarmak mümkün değil. Karmaşık.
Rahatına düşkün kişilerin düşkün olduğu rahatlığı bulmuş
kişilerin, lâf kalabalığı, kaygısızlığı içinde. (21)
Bütün bu eleştirilerinde Turgut Uyar, aslında Hisar’ın geleneksel dil ve
anlatım tarzıyla bağlantısına olumsuz bakmakta. Sıkça “şairane” olarak
nitelendirilen Hisar’ın üslubuna kimi yazarlar modern, kimi yazarlar da
geleneksel perspektiften yaklaştığı için eleştirmenler arasında, bazen son
derece olumlu, bazen de olumsuz eleştiriler ortaya çıkarmıştır. Böyle bir
tepkinin nedenini Hisar’ın üslûbunda baskın olarak görülen geleneksel
anlatımda ve sözlü kültür öğelerinde aramak gerekiyor.
Hisar’ın yazarlığına bir bütün olarak bakıldığı zaman onun benzer
biçim özelliklerine bağlı kaldığı görülüyor. Özellikle Ali Nizamî Beyin
Alafranfalığı ve Şeyhliği, Çamlıcadaki Eniştemiz ve Fahim Bey ve Biz adlı
yapıtları birbiriyle kompozisyon ve üslûp açısından benzerlikler gösterdiği için
yazarın anlatım biçimini incelemek ve edebî gelenekle bağlantısını saptamak
için söz konusu yapıtların bir arada ele alınması anlamlı olacaktır. Bu
yapıtları Hisar’ın söyleminde görülen kompozisyon, anlatım, eklemeli üslûp,
yineleme ve sıfat kullanımı gibi geleneksel bağlamında dikkat çeken öğeler
çerçevesinde değerlendirmek yararlı olacaktır.
a) Kompozisyon ve Anlatım
Marina Katniç-Bakarşiç, Stilistika adlı kitabında bir söylemin üslûp
özellikleri incelenirken yapıtın kompozisyonunun önemli bir öğe olduğunu
söylüyor (120). Hisar’ın bu üç yapıtına bakarsak, onların kompozisyon
açısından çeşitli bölümlere ayrılmış olduklarını görürüz. Ancak bu bölümler,
yapıtta anlatılan zaman ve olaylar açısından birbiriyle ilişkilendirilmemiş,
daha çok tematik olarak verilmiş, yani bir konu üzerine kurulmuştur (“Deli
Eniştemiz ve Yemekler” ya da Fahim Bey ve Biz’ deki “Esvaplar”). Böylece
birinden bağımsız olarak okunabilen bölümler, episodik anlatım özellikleri
göstererek modern roman türüne değil geleneksel anlatılara yaklaşıyor.
Yazar bu tür bölümleri işlerken benzer bir ritm ve anlatım tarzı sergiliyor. “Ali
Nizamî Bey kuş meraklısıydı” ya da “Deli eniştemiz neye inanmazdı ki?
Büyüye inanırdı” gibi asıl konuyu anlatan kısa bir cümleyle başlayarak uzun
cümlelerle, en ince ayrıntılarıyla konuyu anlatmaya devam ediyor.
Hisar, anlatılarında yaşadığı döneme göre oldukça arkaik bir dil
kullanmıştır. Özellikle Osmanlı zamanına özgü deyimlere, yemek, kıyafet ve
coğrafî yer adlarına bolca başvuran Hisar, bu şekilde okuyucuyu anlatılan
zamana daha inandırıcı bir biçimde götürerek söyleminin üslûbuna bir
işlevsellik kazandırıyor. Karakterlerin konuşmaları da bu açıdan çok başarılı
olarak 19. yüzyılın Türkçe’sini yansıtmaktadır. Eğer konuşmaların üslûp ve
karakterlerin oluşturulması açısından önemi göz önünde bulundurulursa
Hisar’ın yapıtlarında yer alan kişilere yakıştırdığı son dönem Osmanlıcası ve
anlatılan dönem arasında görülen uyum dikkat çekmektedir. Ancak 19.
yüzyılda İstanbul’da yaşan insanlara özgü bu konuşmalar, hiçbir zaman
diyalog biçiminde verilmiyor, özgül zamana ve duruma yerleştirilmeden
dolaylı olarak aktarılıyor. Ancak yazarın böyle bir tercih sergilemiş olması
onu roman gibi modern ve yazılı edebî türlere değil, daha çok sözlü kültüre
ve geleneksel anlatılara yaklaştırıyor.
Murat Belge de, “Fahim Bey ve Biz” başlıklı makalesinde “Çağının
dilini çok iyi biliyor ve yer yer çok iyi kullanıyor” (361) diyerek Hisar’ın
Osmanlı’nın son döneminin dilini aktardığını onaylamaktadır. Ancak Belge’ye
göre Hisar’ın sergilediği biçim özellikleri modern okuyucunun beklentilerine
uymamakla kalmıyor, geleneksel anlatım tarzı için de abartılı sayılıyor.
Üslubunun kolayca göze çarpan bir kusuru retoriksel soru ve
ünlemlere çok yer vermesi. Bunlar, bugün için yaşamayan ve
moda olduğu çağda da zaten fazla yaşamamış bir duygusal
üslubun örnekleri. “Eyvah”ları, “heyhat”ları sineye çekmek
modern okur için kolay değil. (361)
Retorik sorusu ne kadar geleneksel bir öğe olsa da, modern üslûp
çalışmalarında dikkat edilecek bir özelliktir. Katniç-Bakarşiç, retorik sorularını
anlatımın çok işlevli bir öğesi olarak değerlendiriyor. Katniç-Bakarşiç’e göre,
etkin bir biçimde duygularla belirlenmiş olan retorik soruları, inandırıcılığı
pekiştirme işlevi taşıdığı için bugün reklamcılıkta ve eskiden sözlü edebiyatta
sıkça kullanılırdı (124).
Hisar’ın yapıtlarında görülen retorik soruları ve ünlemli cümleler,
söylemine özel bir ton ve ritm katmaktadır. Hisar’ın, yapısıyla ve noktalama
işaretleriyle belli bir tonla seslenmeyi gerektiren cümleleri büyük ölçüde sözlü
anlatımı ve dolayısıyla sözlü edebiyatı anımsatmaktadır. Bundan ötürü bu
anlatım tarzı, Hisar’ın yapıtlarında yaşattığı sözlü geleneğin bir uzantısı
olarak değerlendirilebilir.
b) Eklemeli Üslûp
Hisar’ın söyleminde yer alan ve geleneksel anlatım tarzına özgü
özellikleri kimi eleştirmenler başka etkilere bağlamaktadır. Nurullah Ataç,
“Sözden Söze” başlıklı makalesinde “ve” bağlacının kullanılmasının yanında
olmadığını ve bu bağlacın Türkçe’ye özgü olmadığını vurgulayarak Hisar’ın
üslûbunda sıkça rastlanan bir öğe oluşuna olumsuz eleştiriler getirmektedir.
Bunun yanı sıra Ataç, “ve” bağlacının Hisar tarafından sık sık kullanılmasını
yazarın Fransız edebiyatıyla yoğun ilişkisine bağlıyor.
“Ve” edatını kaldırsanız “Fahim Bey ve Biz” dörtte üçüne iner.
Abdülhak Şinasi “ve” edatını cümle ortasında kullanmakla
kalmıyor, cümlenin başına da getiriyor: “Ve Fahim Bey…”. Hep
fransızca düşünüyor da onun için. Bir gün kendisine bir kitab
tercüme etmesini söylemiştim: “Ben tercüme ile uğraşmam”
dedi. Kendi eserini tercüme ediyor ya!… (6)
Nurullah Ataç, Hisar’ın Fransız edebiyatından etkilendiği konusunda
haklıdır. Gerçekten de Fransızcanın da içinde yer aldığı Hint-Avrupa
dillerinde “ve” bağlacı sıkça kullanılır ve Hisar’ın söz konusu üslûbu bu dillerin
cümle yapısına uygunluk göstermektedir. Ural-Altay dil grubuna giren
Türkçeye ise “ve” bağlacı pek uygun değildir. Türk dili, özünde, sözcük ve
cümleleri bağlamak için “ile” bağlacının yanında değişik yolları geliştirmiştir.
Özellikle Türkçe sözdizimi düzeninde cümleler bağlaçlarla değil, isim-fiiller
veya zarf-filler ile bağlanır. Ancak “ve” bağlacı Arapçadan Türkçeye ve
Farsçaya geçip epeyce yerleşmiştir. Eski Osmanlı nesrinde rastlanan,
Arapça ve Farsçaya özgü cümle yapısına göre “ve”, “ki” bağlaçlarıyla kurulan
uzun cümleler, Türkçenin öz söz dizimine aykırıdır. Özellikle Arapçada “ve”
bağlacı gerek cümlenin başında gerek cümlenin ortasında sıkça kullanılır.
Bunun yanı sıra Arap dil mantığı, cümleleri mutlaka bir bağlaçla başlatmanın
yanındadır. Fransızcada da, diğer Hint-Avrupa dillerinde olduğu gibi “ve”
bağlacının sık kullanımına rastlanır, ancak Arapçada olduğu kadar sıklıkla ve
işlevle değil. Oysa “ve” bağlacının fazla kullanılması özellikle onunla
cümlelerin başlatılması, Ataç’ın öne sürdüğü Fransızca sözdiziminden çok
Arapça cümle yapısına ve onun etkisi altında kalan eski Osmanlı nesrine
özgü bir davranıştır. Bundan ötürü Türk edebiyatı geleneğine bağlı kalan
Hisar’ın üslûbunda sıkça görülen “ve” bağlaçlı cümleleri, yazarın yakından
izlediği Fransız edebiyatı etkisine değil, geleneksel ve Osmanlıca anlatımlara
bağlamak daha doğru olur.
Diğer yandan Hisar’ın sürekli olarak “ve” bağlacıyla kurduğu cümleler
eklemeli üslûbun özelliği olarak da algılanabilir ve dolayısıyla ekleme tarzına
dayanan sözlü kültürün etkisine bağlanabilir. Walter J. Ong, Sözlü ve Yazılı
Kültür adlı kitabında sözlü kültürün etkisini sürdüren 17. yüzyılın yazılı
kaynaklarının, modern anlatıma ve yazılı kültüre özgü yan cümleler yerine
eklemeli anlatım özelliklerini sergilediğini söylemektedir. Ong, bu dönemin
metinlerinin sözlü anlatımdaki eklemeli olma özelliğini koruduğunu belirtir.
Bunu kanıtlamak için de İbraniceden Latinceye çevrildikten sonra 1610
yılında Douay tarafından İngilizceye çevrilen İncil’i örnek olarak veriyor. Bu
çevirinin “Yaradılış” bölümünde yazar, “ve” ile başlayan tam dokuz cümle
saptayarak söz konusu anlatım biçimini şu alıntıyla gösteriyor:
Başlangıçta Allah gökleri ve yerleri yarattı. Ve yer ıssız ve
boştu, ve enginin yüzü üzerinde karanlık vardı; ve Allah’ın Ruhu
suların yüzü üzerinde hareket ediyordu. Ve Allah dedi: Işık
olsun. Ve ışık oldu. (53)
Ancak unutmamak gerekiyor ki İbranice, Arapçayla beraber Sami
dilleri grubuna ait olduğu için “ve” bağlacını cümlenin başında sık olarak
kullanan bir dildir. Cümlelerin böyle başlatılması sözlü kültüre ait eklemeli
üslûbun özelliği olduğu kadar metnin asıl dili olan İbranicenin de özelliğidir.
Bu anlatım tarzı içerik açısından ne kadar farklı olsa da, Hisar’ın
anlatım tarzıyla benzerlikler gösteriyor. Bundan dolayı Hisar’ın söyleminde
egemen olan “ve” bağlacıyla bağlanarak birbirine eklenen cümleler, Ataç’ın
söylediği gibi Fransızca etkisinden çok eski yazılı anlatımlarda sözlü kültürün
yarattığı ve bir Sami dili olarak Arapçanın Osmanlıcaya bıraktığı etkiye
bağlanabilir.
c) Yinelemeler
Hisar’ın söyleminin sözlü kültürle bağlantısını, yapıtlarında sergilediği
diğer üslûp özellikleri açısından da görmek olanaklı. Hisar’ın söyleminde
sıkça görülen yineleme kullanma eğilimi de sözlü kültürdeki konuşmacının ve
dinleyicinin dikkatinin dağılmamasını sağlayan ağdalı konuşmaya, söylenenin
hemen yinelenmesine benzer. Hisar’ın yapıtlarında paragrafların ve
cümlelerin başında ya da içinde belli sözcüklerin ve sözcük öbeklerinin
tekrarlanması göze çarpmaktadır. Örneğin, Fahim Bey ve Biz adlı yapıtında
“Fahim Bey” diye başlanan paragrafların kitaptaki paragrafların yarısını
aştığını söylemek hiç de abartılı olmaz. Hisar’ın üslûbunda, kitapların bazı
bölümlerinin bütün paragraflarını aynı sözcükle ya da söz öbekleriyle
başlatmak eğilimi sıkça görülüyor. Fahim Bey ve Biz kitabının “Yaşlanan,
İhtiyarlayan Adam” başlıklı bölümünde “yaşlanan, ihtiyarlayan adam”
sözleriyle başlayan tam on paragraf bulunuyor. Böylece bölümün başlığında
görülen tekrarlı ve ağdalı ifade paragrafların başında tekrarlanarak eklemeli
anlatım biçimiyle okuyucunun dikkati yine aynı konuya çekilmektedir. Bunun
daha çarpıcı örneklerini Hisar’ın “kurmacamsı” yapıtlarından farklı olan
Boğaziçi Mehtapları adlı kitabında bulmak olanaklıdır. Kitabın “Saz Sesleri”
ve “Hânende Sesleri” başlıklı bölümlerinde iki giriş paragrafı dışında bütün
paragraflar sürekli birbirini izleyen aynı söz öbekleriyle başlamaktadır.
“Hânende Sesleri” bölümünde bir paragraf “Bâzan hânende sesleri” sözleriyle
başlarken, hemen arkasındaki paragraf “Hânende sesleri bâzan” olarak
anlatıma giriyor. Bu tercih tam 37 paragraf boyunca görülmektedir. Birbirinin
tersi olan bu söz öbekleri yinelenerek özel bir ritm yaratılırken bu durum
bölümün içeriğiyle de uyum sağlamaktadır.
Yinelemeler, yazılı edebiyattan çok sözlü edebiyata özgüdür ve yazılı
anlatımlarda onun etkisi olarak algılanabilir. Ong, kitabında sözlü kültüre
özgü bu eğilimi şöyle açıklamaktadır:
Sözlü kültür akıcılığı, bir çapta bol dil dökmeyi özendirir.
Hitabet ustaları, buna “bereket” anlamına gelen copia
demişlerdir. Hitabet sanatını yazı sanatına dönüştürdüklerinde
bile, farkında olmadan bereketli söz söylemeyi özendirmeye
devam etmişlerdir. (57)
Hisar’ın söylemindeki cümleler ritmik olarak nitelendirilebilecek bir
yineleme üzerinde de kuruluyor. Sözlü gelenekte de kolay ezberlemeyi
sağlamak amacıyla buna benzer bir yöntemle karşılaşılmaktadır. Hisar’ın
söyleminde görülen bu ritmik yineleme zaman zaman ses uyumuyla
pekiştiriliyor. Hisar’ın Çamlıcadaki Eniştemiz adlı yapıtında şu cümleler, bu
tür özellikleri çok güçlü bir biçimde göstermektedir:
O zamanki yollara ve nakil vasıtalarına göre, bir düşünün,
İstanbul nerde, Musul nerde? Trablus nerde, Nablus nerde?
Cidde nerde, Hüdeyde nerde? Amman nerde, Havran nerde?
Hamma nerde, Hayfa nerde, ve Kerbelâ nerde? Akkâ nerde ve
San’a nerde? (113)
Bu cümlelerde tam anlamıyla şiirsel ses uyumu bulunmuyorsa da
coğrafî yerler son heceleriyle uyum sağlayacak kadar özenle seçilmiştir ve
“nerede” sözcüğüyle oluşturulan ritmik yinelemeler göze çarpmaktadır.
Ancak Hisar’ın yapıtlarında bu tür yineleme sürekli görülmüyorsa da yazarın
ona yer vermiş olması geleneksel anlatım tarzından kopmamış olmasına
işaret ediyor.
Fatma Sabiha Kutlar’a göre Hisar’ın üslûp özellikleri arasında dikkat
çeken yinelemeler Divan edebiyatı geleneği ve özellikle mesnevi türü
bağlamında incelenebilir. Hisar’ın söylemindeki bu tutum, Divan şiiri ve
nesrinde ses açısından uyum gösteren yinelemeleri büyük ölçüde
andırmaktadır. Divan geleneğinde egemen olan bu özelliği Muhsin Macit,
Divân Şiirinde Âhenk Unsurları adlı kitabında şöyle açıklıyor:
Divân edebiyatında kelime ve kelime gruplarının tekrarına
dayalı bir anlatım tekniğinden bahsedebilir. Bazı söz ve söz
gruplarının belirli aralıklarla tekrarından doğan âhenk, anlamla
bütünleştiği zaman, poetik bir fonksiyon icrâ eder ve meramın
etkili bir biçimde sunulmasını sağlar. Sadece şiir değil bir
bakıma mensur şiir sayabileceğimiz bahr-ı tavîllerde, secili
anlatımı esas alan mensur metinlerde söz ve ses gruplarının
belirli aralıklarla tekrar edilmesi metne ritmik akışkanlık
kazandırmaktadır. (20-21)
Hisar’ın düzyazısında ve divan geleneğindeki üslûp özellikleri
konusunda görülen benzerlikler bağlamında, yazarın özellikle Divan
edebiyatında nesir içinde kafiye anlamına gelen seciden etkilenmiş olduğu
düşünülebilir. Osmanlı edebiyatında seci, ifadeye hafiflik ve akıcılık vermek
için yapılır; maksatlı olarak yapıldığı gibi kendiliğinden olanları da vardır.
Seci örneklerine bakıldığı zaman Hisar’ın söylemini büyük ölçüde hatırlatan
anlatımlarla karşılaşılır. “Kesâfet-i sehâbda letâfet-i şihâbı unutmuştuk”
(“seci” 480) cümlesinde yer alan “kesâfet” ve “letâfet” ile “sehâb-ı şihâb”
sözcükleri arasında seci vardır. Bunu ilk iki sözcükte “t” ve son iki
sözcükte”b” harfleri sağlamaktadır. Seci sanatının örnekleri ve Hisar’ın
anlatımı karşılaştırıldığı zaman yazarın eski nesirden beslendiği ve onu bir
ölçüde kendi yapıtlarında sürdürdüğü söylenebilir. Yazarın, söyleminde bu
tür bir anlatım tarzına başvurmuş olması, onun estetik anlayışının eski Türk
edebiyatı geleneğinden kaynaklandığını gösterir.
d) Sıfat Kullanımı
Hisar’ın söyleminde ritmik vurgu etkisini yapan öğelerin arasında
sıfatların sıralanması da yer alıyor. Daha önce bahsettiğimiz sıfat ve zarf
kullanımındaki yoğunluk Hisar’ın göze çarpan bir üslûp özelliğidir. Sıfatları
yan yana sıralayarak ritmi oluşturma eğilimi özellikle baş karakterlerin
betimlenmelerinde görülüyor. Ali Nizamî Bey’in şu biçimde betimlenmesi de
bu özellikleri göstermektedir:
Yazın, o zamanki beyaz gecelik entarilerine benziyen, beyaz
keten, muslin veya bürümcükten, kolları ve boynu açık, beyaz
dantelli blûzlar giyer, entarisinin belinde fular, canfes ve şanjan
kumaşlardan en genç, en şakrak, en gösterişli renklerde, tirşe,
fıstıkî, hercaî, mor veya güvez bir kuşak bulunurdu. (209)
Hisar’ın söyleminde sıralama sadece sıfatlarda değil, isimlerde,
fiillerde ve zarflarda da sık sık görülüyor. Katniç-Bakarşiç’in kümülasyon
olarak adlandırdığı bu birikimsel anlatım, eklemeli figürlerin asıl ifadeyi
geliştirmesiyle özel bir üslûp etkisi yaratmaktadır. Böylece ayrıntılarla dolu
Hisar’ın söylemi, ses ve anlam açısından benzer sözcükleri biriktirerek
iletmek istediği temel anlamı pekiştirmektedir.
Ancak Hisar’ın sıfat kullanımında sıralama dışında diğer işlevler ve
üslûp özellikleri de dikkat çekmektedir. Sözlü kültürde sürekli olarak, belli
sıfatların yardımıyla isimlerin ya da kahramanların anımsanması çok
yaygındır ve bu durum kahramanların tipik özelliklerini yansıttıkları için bir tür
kümeleme oluşturmaktadır. Ong, bu konuda şu görüşlere yer verir:
Yazıdan habersiz insanlar, özellikle belirli bir düzene göre
yapılan konuşmalarda asker yerine kahraman asker, prenses
yerine güzel prenses, çınar yerine ulu çınar denmesini tercih
ederler. Kümelerin ağırlığından ötürü okuryazarlara pek hantal,
bıktırıcı ve ağdalı gelerek reddedilen bu kalıpsal yük ve sıfatlar,
sözlü anlatımdan ayrılamaz. (54)
Sözlü kültürde genellikle anlatılan öykünün özünü taşıyan bu epitetler
belirli kahramanın adından ayrılmayıp sürekli anımsanıyor. Hisar’ın
söylemine bakıldığında ve özellikle belirli kahramanlar üzerine oluşturulan
yapıtlarında kişilerin sürekli bir sıfatla tamamlandığı görülüyor. Örneğin
Çamlıcadaki Eniştemiz’de enişte sürekli “deli eniştemiz” biçiminde, Fahim
Bey ve Biz’deki Fahim, “Fahim Bey” ya da zaman zaman “zavallı Fahim Bey”
olarak, Ali Nizami Beyin Alafrangalığı ve Şeyhliği’ndeki Ali Nizamî, “Ali
Nizamî Bey” olarak anımsanmaktadır. Özellikle “deli enişte” sıfat tamlaması,
sözlü gelenekte olduğu gibi çoğulcu bir perspektifi yansıtıyor. Bu kullanış,
eskiden küçük çevreler tarafından bir kişinin adlandırılışını ve tanımlanışını
andırmaktadır. Aynı zamanda kahramanlarının Fahim Bey ve Ali Nizamî Bey
olarak adlandırılmaları anlatıcının kahramana karşı konumunu ve geleneksel
terbiye anlayışını yansıtıyor.
Hisar’ın söyleminde, kompozisyondan başlayarak dil kullanımı, cümle
kuruluşu, sözcük seçimi ve bütün bunları işleyiş tarzı geleneksel Türk
edebiyatının ve sözlü kültürünün etkisindedir. Hisar’ın söyleminin üslûp
özellikleri, onun eleştiri yazılarında ortaya koyduğu görüşlerle tutarlılık
göstermektedir. Geleneksel bağlamda Hisar’ın yapıtlarının özellikleri kendi
edebiyat anlayışı ile uyum içerisindedir.
3. Hisar’ın Anı Yazıları
Abdülhak Şinasi Hisar’ın Boğaziçi Mehtapları, Boğaziçi Yalıları ve
Geçmiş Zaman Köşkleri adlı yapıtları, anı nitelikleri taşıdığı için üzerine
yazılmış olan eleştirilerde Hisar’ın bir anı yazarı olarak tanınmasını
sağlamıştır. Hisar’ın bütün yapıtlarında, kurmacaya yaklaşanlarda bile anılar
yazarlığın çıkış noktası olarak belirlenip yapıtlarının içeriğinde önemli bir yer
tutmaktadır. Anıları yaşatma isteği, Hisar’ın yaşamında ve özellikle edebî
yazarlığında onu yaratmaya iten temel güç olmuştur. Boğaziçi Mehtapları’nın
başında yazar “Zaten hatırlamak her zaman biraz tekrar yaşamak değil
midir? Mazimiz, hatırlayabildiğimiz nisbette, tekrar tekrar yaşabildiğimiz
hayatımızdır” (33) diyerek anılarının yaşamını ve dolayısıyla yazarlığını ne
ölçüde etkilediğini dile getirmiş oluyor.
Ancak Hisar’ın anlattığı anılar, bireysel anılar ya da bir insanın
yaşamına özgü anılar değil, eski İstanbul ile ilgili görenek ve gelenekler, eski
günlerin manzaraları, o dönemin alışkanlıkları ve âdetleridir. Bunlar tam
olarak bir bireyin özel anıları olmaktan çok İstanbul’un eski aristokrasinin eski
yaşayışı, bir toplumun anılarıdır. Boğaziçi Mehtapları, Boğaziçi Yalıları ve
Geçmiş Zaman Köşkleri’nde yer alan anılar her ne kadar yazarın özel bakış
açısını ve gözlemlerini yansıtıyorsa da o dönemde yaşayan birçok kimsenin
ortak anıları olarak da algılanabilir. Vedat Günyol, “Geçmişe Konan Bellek”
başlıklı makalesinde Hisar’ın geçmişten aktarmak istediğinin yaşanılmış bir
hayat değil, yaşamın kendisi olduğunu söylüyor.
Bu yüzden yazar yaşamın olaylarından çok, yaşamın kendini
anlatmaya yaşamın “büründüğü şekiller ve gösterdiği tecelliler”i
vermeye çabalıyor. Boğaziçi Mehtapları, yaşanılmış yaşamın,
ayrıca doğanın aynası olmak savında. (111-12)
Ancak Hisar’ın bu üç yapıtında kaleme aldığı anıları özel kılan,
düzenleyiş biçimi ve anlatış tarzıdır. Bu üç yapıt birbiriyle benzerlikler
göstermekle beraber, yazarın tam anlamıyla anı türüne girmeyen diğer
yapıtlarına üslûp, bütünlük, kompozisyon gibi öğeler açısından da yakın
görünür. Daha önce “Hisar’ın Yapıtlarında Tür ve Gelenek Öğeleri” ve
“Hisar’ın Yapıtlarının Üslûp Özellikleri” başlıklı bölümlerde değindiğimiz
geleneksel özellikler bu yapıtlarında da bulunmaktadır. Hisar, eski
İstanbul’un doğa güzelliklerini, semtlerini, insanların yaşayış tarzlarını ele
alırken sergilediği geleneksel üslûp özellikleriyle ve kullandığı dille
yapıtlarında biçim ve içerik açısından uyum sağlamıştır. Bu yüzden Hisar’ın
eleştirmenler tarafından farklı yorumları uyandıran üslûp özellikleri ve eski
edebiyat geleneğinden gelen doğa betimlemeleri üzerinde durmak onun
geleneksel anlatımla bağlantısı konusunda aydınlatıcı olacaktır.
a) Hisar’ın Anı Yazılarında Üslûp Özellikleri
Hisar’ın bütün yazılarında olduğu gibi Boğaziçi Mehtapları, Boğaziçi
Yalıları ve Geçmiş Zaman Köşkleri yapıtlarında da geleneksel üslûp
özellikleri dikkat çekmektedir. Hisar’ın anılarını yazarken çok özen gösterdiği
görüldüğü hâlde kendisi Boğaziçi Mehtapları’nda anılarını öyküleyip belli bir
türe göre yazmadığını söylüyor: “Eğer bu hâtıraları olduğu gibi yazacağıma,
bir hikâye ve masal gibi düzeltseydim, garip görünebileceği için, belki bu
satırları hiç yazmazdım” (153). Oysa Hisar’ın söylediğine göre onun
düzeltmeden yazdığı anıların gelişigüzel yazılmadığı, belli bir düzen
içerisinde yer aldığı ve sanatsal bir yapıyla okuyucuya sunulmak istendiği
görülmektedir. Özellikle yazarın kurduğu uzun ve adetâ şiirsel cümleler
okuyucu ve eleştirmenlerin dikkatini çekmiş, Hisar’ın anı yazıları üzerine
yazılan yazılarda ana konu olmuştur.
Hisar’ın bu yapıtlardaki üslûbu, eleştirmenlerin ilgisini uyandırmış ve
yazar sıkça olumlu değerlendirmelerle karşılaşmıştır. Mustafa Necati
Sepetçioğlu, 1955 yılında Türk Sanatı dergisinde çıkan “’Boğaziçi Yalıları’ ve
‘Onikiye Bir Var’” adlı makalesinde Hisar’ın sergilediği biçim ve içerik
arasındaki uyumdan ve yapıtın şiirsel özelliklerinden şöyle bahsediyor:
Zaten altıyüz yıl Türk ve Müslüman olarak kalmış, altıyüz yılın
bütün güzellik, zenginlik ve ihtişamını anlatabilecek yegâne şey
şiirdi. Abdülhak Şinasi Hisar vezinsiz, kafiyesiz ve mısra’sız
şiiri, nesirde, cümlelerin arasına ustaca yerleştirmeğe muvaffak
olduğu kelimelerle yapmış. Uzun periyodik cümleleri, anlattığı
şehir kadar eski, güzel ve sihirlidir. (18)
Hisar’ın üslûbu yapıtların içeriğiyle uyum içinde ve bu anlamda işlevli
olsa da bazı edebiyatçılarımıza göre abartılı bulunmaktadır. Kimi
eleştirmenler Hisar’ın şiirsel cümlelerini eski Türk edebiyatı geleneğine, kimisi
Fransızcanın etkisine bağlamaktadır. Nahit Sırrı Örik, 1943 yılında Tanin
gazetesinde yayımlanmış “Boğaziçi Mehtapları İçin” adlı makalesinde
Hisar’ın üslûbunu ve şiirsel anlatımını överken yapıtını gereksiz uzunlukta
buluyor. Örik makelenin sonunda şu eleştirilerde bulunuyor: “Eser bazan
sayfalarca mensur şiir halinde kalıyor,[…] bütün hassasiyetile, bütün
harikulâde tasvirlerile 100 sayfaya sığabilirdi, ve o zaman Boğaziçi kadar tek
noktasına dokunulmaz bir abide olurdu” (6). Örik’in eleştirisinin dışında
Hisar’ın anı yazılarının üslûp özelliklerine ilişkin daha sert eleştirilere de
rastlanmaktadır. Vedat Günyol, “Geçmişe Konan Bellek” adlı makalesinde
Hisar’ın anı yazılarına olumsuz eleştiriler getirirken cümlelerin uzunluğunu ve
niteliksizliğini Fransızca etkisine bağlıyor:
Boğaziçi Yalıları’nın dili çetrefil, Fransızca düşünülüp Türkçe
yazılmış hissini veren tümceleri insanı bıktıracak kadar uzun ve
tatsız. Bütün bunlara, “fikirlerin şiirle ifadesi” adına düzülen,
aşağıya bir kaçını koyduğum o bayağı tasvirlerin bolluğunu
eklerseniz, yapıtın bütünüyle ne eşsiz bir zevksizlik yapıtı
olduğu meydana çıkar. (123-24)
Öte yandan Hisar’ın yapıtlarının modern kompozisyon ve üslûp
özellikleri taşımıyor olması onların düzensiz olduğu anlamına gelmez.
Hisar’ın söylemi konusunda önemli saptamalarda bulunan Ahmet Hamdi
Tanpınar, “Abdülhak Şinasi’yi okurken, nesrin yazı olduğunu, konuşma
olmadığını tekrar hatırladım” (432) diyerek Hisar’ın yazılı anlatımda ne kadar
başarılı olduğunu dile getirmiş oluyor. Tanpınar, “Boğaziçi Mehtapları” adlı
yazısında Hisar’ın sanatsal değerine dikkat çekerek, yapıtlarını ancak yüksek
edebî zevke sahip olanlara ve dikkatli okurlara hitap ettiğini söylüyor:
“Sabırla yapılan her iş, ancak sabırla tadılabilir. Abdülhak Şinasi Hisar’ın
kitabını ancak sanat ve fikir terbiyeleri, sanat ve fikir eseri karşısında lâzım
gelen durumu almağı bilenler tadacaktır” (432). Tanpınar’ın bu sözleri
Hisar’ın, yazılarında Türk edebiyatını ve geleneğini iyi bilen seçkin okuyucuyu
ölçü aldığını gösteriyor. Hisar’ın söyleminde egemen olan geleneksel öğeler
birçok eleştirmen ve okuyucu tarafından yadırganmıştır. Ancak Hisar’ın
anlatım tarzı ve üslûbu Türk edebiyatı geleneği ve sözlü kültür bağlamında
anlamlandırılabilir.
b) Divan Edebiyatında ve Hisar’da Doğa
Hisar’ın anı yazılarında sergilediği söylemde, özellikle Türk edebiyatı
geleneğiyle bağlantısı açısından dikkat çeken bir öğe, doğa betimlemeleridir.
Hisar’ın anlattığı eski İstanbul’dan görünümler, Boğaz, mevsimler, bitkiler,
doğadaki olgular, özgül ve bir tek olaya ya da zamana bağlanmayarak hep
genel durumlarıyla anlatılıyor. Örneğin, Hisar’ın Boğaziçi’nde bahar
betimlemeleri, okuyucuyu belli bir bahara ait özelliklere götürmüyor. Söz
konusu betimlemelerdeki bahar, Boğaziçi’nde ya da başka bir yerde geçen
her bahar mevsimi olarak algılanabilir.
Her sene yalıya dönünce baharın genç tenli, uzun boylu,
mavimtırak günlerine kavuşurduk. Hayat sanki yeniden doğar,
ağaçlar yeşillenir, beyaz ve pembe çiçeklerini ve erguvanlar da
lâlden alevlerini açarlar. Çiçek kokularıyle dolgunlaşan hava
gönlümüzü bir saadet va’diyle kaplar. Herşey kolaylaşmağa,
revanlaşmağa başlar. Hayatları hâlâ tabiatın lûtfuna veya
kahrına göre kurulan insanların ruhlarında ezelî bir ferahlık
çağlar. (Boğaziçi Mehtapları 26)
Hisar için, geçmişte olan her şey gibi doğadaki görüntüler de her
zaman güzeldir. Bunun yanı sıra anlatılan baharın da Boğaz’a özgü biçimleri
ve renkleri bulunmaz; anlatılan bahar birçok yerde görülen bahardır ve genel
bahar özelliklerini taşımaktadır. Burada görülen betimlemelerde bahar, her
yıl tekrarlanan bir olgu olarak anlatılırken doğaya insanî boyutlar
yakıştırılarak kişileştirme sanatına yer verilir. Böylece her yıl aynı niteliklerle
gelen bir baharın betimlenmesi, Divan edebiyatında kasidelerin nesip
bölümündeki bahar tasvirleriyle benzerlikler gösterirken, özellikle Hisar’ın
kişileştirmeye başvurması eski edebiyattaki teşhis sanatını hatırlatmaktadır.
Bu açıdan Divan edebiyatındaki doğa betimlemelerine bakıldığında her
zaman şairlerin gözledikleri ve etkiledikleri bir manzarayla değil, edebî
gelenekten edindikleri birikimin sonucu olan bir hazır dekorla, bütünlüklü ve
değişmeyen bir doğayla karşılaşılır. Divan şairlerinin doğaya karşı bu genel
ve bütünlüklü bakışı o dönemde egemen olan mistik, zaman zaman panteist
dünya görüşünden kaynaklanmaktadır. Sabri Esat Siyavuşgil, “Türk Halk
Şiirinde Tabiat” başlıklı makalesinde Divan şiirindeki doğaya şöyle değiniyor:
Şairin nazarları, tabiatın muayyen bir köşesine çevrilip kalmaz.
Onun bize anlattığı, tasvir ettiği tabiat parça tabiat değil, toptan
bir tabiattır. Şairin vahdaniyetçi ruhu tabiatı parça parça, birer
tablo halinde görmeyi günah işlemek sayar gibidir. Onun
muhayyilesine tabiat toptan girer. Bahar, filân sene ve filân
diyarda, şu veya bu ruh haletiyle seyir ve temaşa edilen bahar
değil, bütün bahardır. (12)
Divan edebiyatında görülen doğa genellikle şairin gözlemlerinin ve
duygusal etkilenmelerin sonucu olmaz. Eski şiirde anlatılan doğa çoğu
zaman değişmez, şairin ruh hâlini yansıtmaz; cennete benzetilir ve sıkça
idealleştirilir. Hisar’ın söyleminde, özellikle de anı yazılarındaki doğa
betimlemeleri, Divan edebiyatındaki doğa anlayışına uymaktadır. Onun
betimlediği doğa Boğaziçi, Çamlıca ve Adalar’daki doğa manzaralarıyken
mevsimler de her zaman idealleştirilmiştir ve üstün güzelliğe sahiptir.
Hisar’ın anı yazılarında yer alan bütün betimlemelerde bu yaklaşım egemen
olarak görülüyor. Boğaziçi Yalıları adlı yapıtında Boğaziçi Mehtapları’ndaki
bahar betimlemesine çok benzeyen şöyle bir bahar mevsimiyle
karşılaşıyoruz:
Bu tazeliğin ve suların gönlümüze dolan çiçek kokusu size
çıplak ve genç bir ten kokusu gibi gelir. Ve insan bir cennet
iklimine ermiş olduğuna kanaat eder. Gönlümüzde gençliğin ve
aşkın nefesini duymuş oluruz. Tabiatın ilahî, ebedî ve bizi hiç
tanımayan gençliği! Biz artık geçerken o hep aynı aşkla
gülümser ve parlar! (25)
Hisar’ın bu anlatımında doğaya yapılan kişileştirmenin yanında
simgesel bir anlatımla da karşılaşıyoruz. Hisar’ın anı yapıtlarında doğa
betimlemeleri sürekli üstün, güzel, bütünlüklü, değişmeyen genel,
idealleştirilmiş ve kişileştirilmiş bir manzara ile karşımıza çıkıyor. Bahar ve
doğanın uyanışı, güzellikleri, Hisar için gençliği, aşkı, ilahî nitelikleri imliyor.
Gençlik-aşk-bahar kavramları yan yana getirilerek aralarında paralellik
kuruluyor. Hisar’ın bu betimlemeleri büyük ölçüde Divan şiirindeki doğanın
alegorik ve bütünlüklü anlatımını andırıyor. Abdülhak Şinasi Hisar’ın
çocukluğundan itibaren Divan şiiriyle yakından ilgilendiği ve edebiyat
anlayışını bu şiir türü üzerine kurduğu düşünülürse bu durum hiç de şaşırtıcı
sayılmamalıdır. Siyavuşgil’in Divan edebiyatındaki doğayla ilgili
saptamalarına bakıldığında Hisar’ın doğa algılayışı ve anlatımı uyum
içerisinde görülüyor: “Şairin muhayyilesine bütünlüğiyle giren tabiat, elbette
şiirde şematik bir ifade ile kendini gösterecektir. Bu ifade, bütün tabiat
unsurlarını birer sembol haline getirir” (Siyavuşgil 12).
Bu bağlamda, Hisar’ın diğer yapıtlarında olduğu gibi bu konuda eski
Türk edebiyatından etkilenip onun parametrelerini ve bakış açısını
benimseyerek söylemine yansıttığı söylenebilir. Hisar’ın anı yazılarında
görülen üslûp ve anlatım özelliklerini, dünya görüşünü ve çevre algılayışını
geleneksel bir edebiyat anlayışının sonucu olarak kabul etmek yerinde
olacaktır.
SONUÇ
Abdülhak Şinasi Hisar, eleştirmen ve yazar kimlikleriyle 20. yüzyıl Türk
edebiyatında, genel yönelimin tersine, geleneksel bir edebiyat anlayışı ile
çeşitli ürünler vermiştir. Hisar’ın, çeşitli süreli yayınlarda yayımlanan ancak
zamanında pek dikkati çekmeyen, edebiyat, özellikle roman ve şiir türleri
hakkındaki yazıları, onun “modern öncesi” sayılabilecek bir edebî anlayışa
ilişkin görüşlerini ortaya koymaktadır. Hisar’ın eleştiri türüne yaklaşan bu
yazılarında sıkça rastlanan duygularla yüklü, öznel ve “şairâne” ifadeler, onu
modern anlamda bir eleştiri yapmaktan uzaklaştırıyor olsa da, yazarın
edebiyata bakışı ve değerler sistemi konusunda önemli ipuçları vermektedir.
Bu çalışmada, Hisar’ın yazılarında ortaya koyduğu düşünceler dikkate
alınarak, onun “edebiyat” düşüncesinin nitelikli üslûba sahip olan tüm yazıları
kapsadığı saptanmıştır. Ne var ki Hisar, eleştiri yazılarında dile getirdiği
düşüncelerinde edebî türler konusunda belirsiz bir tavır sergiler. Edebî türler
arasında belli sınırlar gözetmeyen Hisar, türlerin sık sık birbirine
girebileceğini ifade eder. Yazarın bu tutumu özellikle roman konusundaki
görüşlerinde kendini gösterir. Çalışmada, Hisar’ın modernitenin bir sonucu
olan ve kurmaca kavramını merkeze alan roman türünün getirdiği yenilikleri
ve temel özellikleri kavrayamadığı gözlemlenmiştir. Bu yüzden Hisar’ın
yazılarında roman, sıklıkla masal, hikâye ve destan gibi geleneksel ve sözlü
kültüre ait türlere bağlanmaktadır.
Aynı yaklaşım, Hisar’ın şiir konusundaki görüşlerinde de kendini
gösterir. Yazar, bu noktada modern ile geleneksel ayrımına varmamakta ve
hangi zamana ait olursa olsun şiirin nitelikli bir ifadeye sahip olmasını tek
ölçüt olarak ortaya koymaktadır. Hisar’ın şiir hakkındaki düşüncelerinde
zaman zaman dikkati çeken moderniteye uygun tutumları ise, onun şiiri her
şeyden önce müzik, ses ve dil kullanımına ilişkin özelliklerine dayandıran
üslûpçu edebiyat anlayışından kaynaklanmaktadır.
Çalışmada, Hisar’ın edebî yapıtlarına bakıldığında, “eleştiri”
yazılarında ortaya koyduğu edebiyat anlayışından hareket ettiği ve bunu
yapıtlarına yansıttığı belirlenmiştir. Nitekim Hisar’ın Türk edebiyatı tarihine
“roman” olarak geçen Ali Nizamî Beyin Alafrangalığı ve Şeyhliği, Çamlıcadaki
Eniştemiz ve Fahim Bey ve Biz adlı yapıtlarında, edebiyat yazılarında da
görülen tür konusundaki belirsizlik dikkati çekmektedir. Hisar’ın yapıtlarında
sergilediği zaman, anlatıcı, bütünlük ve kurmaca anlayışı gibi türü
belirleyecek öğelere bakıldığı zaman, söz konusu olan yapıtların daha çok
anı ve geleneksel “hikâye” özellikleri taşıdığını söylemek olanaklıdır. Bu
yapıtlarını anılarından esinlenerek yazdığını söyleyen yazar, kurmacaya da
bir ölçüde yer vermiştir. Ne var ki bu yapıtlar, modern anlamda kurmacadan
çok kurmacaya yaklaşan yapıtlar olarak değerlendirilebilir.
Hisar’ın yapıtlarında görülen tür sorunu, bu konu üzerine yoğunlaşan
eleştirmenlerin farklı görüşler ileri sürmelerine neden olmuştur. Bu
bağlamda, geleneksel bir edebiyat anlayışına sahip olan Hisar’ın yapıtlarını
yaratım sürecinde, onları belli bir türe göre oluşturmak gibi kaygılardan çok
nitelikli bir üslûpla yazılmış yapıtlar ortaya koymak amacı taşıdığı söylenebilir.
Aynı zamanda Hisar’ın yapıtlarında eleştirmenlerin dikkatini çeken üslûp,
kompozisyon, yineleme, sıfat kullanımı, eklemeli anlatım gibi özellikler,
yazarın eski edebiyatın ve sözlü kültürün etkisinde kalmış olduğunu gösterir.
Abdülhak Şinasi Hisar’ın İstanbul’un eski semtlerinde ve Adalarda
geçirdiği çocukluğundan esinlenerek yazdığı anı niteliği taşıyan Boğaziçi
Mehtapları, Boğaziçi Yalıları ve Geçmiş Zaman Köşkleri adlı yapıtları,
“kurmacamsı” yazılarının içerdiği aynı geleneksel üslûbun özelliklerini
paylaşmaktadır. Hisar’ın anı yazılarında ve özellikle bu yazılardaki doğa
betimlemelerinde Divan edebiyatın etkisi de görülmektedir. Bu anlamda,
Hisar’ın anılarında çizdiği idealleştirilmiş, kişileştirilmiş, her zaman üstün
niteliklere sahip ve bir simge hâlinde olan doğa manzaraları, insan merkezli
modern edebiyatın betimleme tarzına değil, Divan şiirinde görülen idealist
dünya görüşüne uygun görülüyor.
Abdülhak Şinasi Hisar’ın yazıları üzerine yaptığımız bu çalışma
sonucunda, modern edebiyatın örneklerinin çoğaldığı bir dönemde, eski
edebî anlayışı ve geleneksel estetik kalıpları yapıtlarında kullanmaya devam
eden yazarın ürünlerinin Türk edebiyatında moderniteye karşı bir direniş
olduğunu söyleyebiliriz. Edebiyat hakkındaki eleştiri yazılarında ortaya
koyduğu görüşler ile edebî yapıtlarında sergilediği biçim ve içerik özellikleri
arasında uyumlu bir bütünlük yaratan Hisar’ın sanat anlayışı gelenekçi bir
belleğe sahiptir. Onun yapıtlarında görülen tür konusundaki belirsizliğin
yarattığı sorunlar ise, çocukluğundan beri edindiği ve beslendiği edebî ve
sözlü kültür kaynaklı edebiyat anlayışından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla,
Hisar’ın yapıtlarının modern edebiyat parametrelerine uymaması, onların
edebî değere sahip olmadığı anlamına gelmez. Bu nedenle, 20. yüzyıl Türk
edebiyatında Hisar’ın yaratıcılığının önemi ve değeri, ancak geleneksel
bağlamda anlamlandırılmalıdır.
SEÇİLMİŞ BİBLİYOGRAFYA
Ahmed Cevdet Paşa. Belâgat-ı Osmaniye. İstanbul: Mimar Sinan
Üniversitesi Yayınları,1987.
Akyüz, Kenan. Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri. İstanbul: İnkılâp
Kitabevi, 1982.
Ataç, Nurullah. “Sözden Söze”. Cumhuriyet (3 Ekim 1942): 5.
Bakhtin, Mikhail. “Epik ve Roman”. Karnavaldan Romana. Çev. Cem
Soydemir. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2001. 164-209.
Belge, Murat. “Fahim Bey ve Biz”. Edebiyat Üstüne Yazılar. İstanbul:
İletişim, 1998. 354-61.
Beyatlı, Yahya Kemal. “Şiirde Musiki”. Edebiyata Dair. İstanbul: Yahya
Kemal Enstitüsü Yayınları, 1971.
Buyrukçu, Muzaffer. Sıcak İlişkiler. İstanbul: Adam Yayıncılık, 1982.
Çamlıbel, Leylâ. “Çamlıca’daki Eniştemiz”. Ulus (27 Ocak 1945): 5.
Eagleton, Terry. Edebiyat Kuramları. Çev. Esen Tarım. İstanbul: Ayrıntı
Yayınevi, 1990.
Eren, Hasan ve diğer. Türkçe Sözlük. Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları,
1988.
Genette, Gérard. Fiction and Diction. Çev. Catherine Porter. New York:
Cornell University Press, 1993.
Esin, Osman. “Abdülhak Şinasi Hisar’ın Çamlıcadaki Eniştemiz Adlı
Eserinde Cümle Tipleri Üzerinde Bir İnceleme”. Yayımlanmamış
doktora tezi. İstanbul: İstanbul Üniversitesi Yeni Türk Dili Bilim Dalı,
1997.
Günyol, Vedat. “Abdülhak Ş. Hisar ya da Mânevi Romatizma”. Dile Gelseler.
İstanbul: Can Yayınları, 1966. 119-24.
——. “Geçmişe Konan Bellek”. Dile Gelseler. İstanbul: Can Yayınları,
1966. 110-19.
Haedens, Kleber. Roman Sanatı. Çev. Yaşar Nabi Nayır. İstanbul: Varlık
Yayınları, 1961.
Hisar, Abdülhak Şinasi. “Abdullah Cevdet-Karlıdağdan Ses”. Milliyet (9
Haziran 1931): 4.
——. “Abdülhak Şinasi Hisar Diyor ki”. Söyleşiyi yapan: Gülgûn Sedef.
Hisar 47 (1 Mart 1954): 6-7.
——. “Abdülhak Hâmid 82. Yıl Dönümünde”. Varlık 14 (1 Şubat 1934):
214-15.
——. Ahmet Haşim-Yahya Kemâlê Vedâ. İstanbul: Ötüken Neşriyat, 1979.
——. Ali Nizamî Beyin Alafrangalığı ve Şeyhliği. İstanbul: Ötüken Neşriyat,
1979.
——. Aşk İmiş Her Ne Vâr Âlemde. İstanbul: Doğan Kardeş Yayınları,
1955.
——. “Bir Geçmiş Zaman Hikâyesi I”. Varlık 67 (15 Nisan 1936): 294-96.
——. “Bir Geçmiş Zaman Hikâyesi II”. Varlık 68 (1 Mayıs 1936): 310-12.
——. Boğaziçi Mehtapları. İstanbul: Bağlam Yayınları, 1997.
——. Boğaziçi Yalıları-Geçmiş Zaman Köşkleri. İstanbul: Bağlam Yayınları,
1997.
——. Çamlıcadaki Eniştemiz. İstanbul: Bağlam Yayınları, 1996.
——. “Edebiyatta Roman”. Ulus (5 Eylül 1943): 5-6.
——. Fahim Bey ve Biz. İstanbul: Bağlam Yayınları,1996.
——. Geçmiş Zaman Fıkraları. İstanbul: Ötüken Neşriyat, 1979.
——. İstanbul ve Pierre Loti. İstanbul: İstanbul Enstitüsü Yayınları, 1958.
——. “Kemâleddin Şükrü-Namık Kemal, Hayatı ve Eserleri”. Milliyet (23
Haziran 1931): 4.
——. “Münekkid Lüzumu”. Türk Yurdu 251 (Aralık 1955): 470-71.
——. “Romancının Şahısları I”. Varlık 316 (Kasım 1946): 6-7.
——. “Romancının Şahısları II”. Varlık 317 (Aralık 1946): 3-4.
——. “Roman Nedir, Niçin ve Nasıl Yazılır?” Milliyet (17 Şubat 1931): 4-5.
——. “Sanatkârın Gururu”. Yeni İstanbul (10 Aralık 1949): 5.
——. “Selim Nüzhet-Türk Temâşâsı, Gülme Komşuna ve Salıncak Safası”.
Milliyet (3 Mart 1931): 5.
——. “Victor Hugo ve ‘Legende des siecles’ “. Varlık 233 (15 Mart 1943):
344-47.
“Hisar, Abdülhak Şinasi”. Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi. İstanbul:
Gelişim Yayınları, 1985. 9 cilt. 9:5324.
“Hisar, (Abdülhak Şinasi)”. Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi. Haz. Ezel
Erverdi, Mustafa Kutlu ve İsmail Kara. İstanbul: Dergâh Yayınları,
1980. 8 cilt. 4: 244-46.
İleri, Selim. “Abdülhak Şinasi Hisar, Bugün…”. Hisar, Fahim Bey ve Biz.
131-34.
İsen Mustafa. “Başlangıçten XVIII: Yüzyıla Kadar Türk Edebiyatı”. Türkler.
Haz. Hasan Celâl Güzel, Kemal Çiçek ve Salim Koca. Ankara: Yeni
Türkiye Yayınları, 2002. 31 cilt. 11:532-572.
Karaca, Nesrin Tağızade. Abdülhak Şinasi Hisar’ın Eserlerinde Geçmiş
Zaman ve İstanbul. Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1998.
Kartal, Ahmet. “Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri”. Bilig 19. (Güz 2001):
69-118.
Katniç-Bakarşiç, Marina. Stilistika. Sarajevo: Ljiljan, 2001.
Kaygı, Abdullah. “‘Fahim Bey ve Biz’ (1) Romanı Üzerine Bir Kaç Söz”.
Oluşum 84 (11 Kasım 1984): 2-8.
Koç, Murat. “Cumhuriyet Devrinde Eski Şiirimize Bakışlar (Yahya Kemal
Beyatlı-Abdülhak Şinasi Hisar-Nurullah Ataç-Ahmet Hamdi Tanpınar)”.
Yayımlanmamış yüksek lisans tezi. İstanbul: Marmara Üniversitesi
Yeni Türk Edebiyatı Bilim Dalı, 1994.
Kutlar, Fatma Sabiha. Kişisel Görüşme. Ankara: 10 Mayıs 2002.
Kutlu, Mustafa. “Seci”. Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi. Haz. Ezel
Erverdi, Mustafa Kutlu ve İsmail Kara. İstanbul: Dergâh Yayınları,
1990. 8 cilt. 7:480.
Macit, Muhsin. Divân Şiirinde Âhenk Unsurları. Ankara: Akçağ Yayınları,
1996.
Necatigil, Behçet. Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü. İstanbul: Varlık
Yayınları, 2000.
Oğuzertem, Süha. “Modern Edebiyat ve Abdülhak Şinasi Hisar’ın Sözlü
Yazı Serüveni”. Defter 18 (Ocak-Haziran 1992): 114-27.
Ong, Walter J. Sözlü ve Yazılı Kültür. Çev. Sema Postacıoğlu Banon.
İstanbul: Metis Yayınları, 1993.
Örik, Nahid Sırrı. “Boğaziçi Mehtapları”. Tanin (22 Eylül 1943): 6.
Özdenoğlu, Şinasi. “Bir Eski Zamanlar Büyücüsü Abdülhak Şinasi Hisar”.
Anılar ve Portreler. İstanbul: Cumhuriyet Kitapları, 2000. 73-83.
Safa, Peyami. “Yahya Kemal’e Veda”. Milliyet (1 Mart 1959): 6.
Sepetçioğlu, Mustafa Necati. “ ‘Boğaziçi Yalıları’ ve ‘Onikiye Bir Var’ “. Türk
Sanatı 32 (Şubat 1955): 18-19.
Siyavuşgil, Sabri Esat. “Türk Halk Şiirinde Tabiat”. Türk Edebiyatında
Tabiat. Haz. Şükrü Elçin. Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yayınları,
1993. 7-20
Tanpınar, Ahmed Hamdi. “Boğaziçi Mehtapları”. Edebiyat Üzerine
Makaleler. İstanbul: Dergâh Yayınları, 2000: 429-33.
——. “Fahim Bey ve Biz”. Edebiyat Üzerine Makaleler. 427-29.
——. “Kendimizin Peşinde:Çok Mühim Bir Mesele”. Mücevherlerin Sırrı.
Haz. İlyas Dirin, Turgay Anar ve Şaban Özdemir. İstanbul: Yapı Kredi
Yayınları, 2001: 54-59.
——. Yahya Kemal. İstanbul: Dergâh Yayınları, 1998.
Tekin, Mehmet. Roman Sanatı ve Romanın Unsurları. Konya: Selçuk
Üniversitesi Yayınları, 1989.
Türinay, Necmettin. Abdülhak Şinasi Hisar. İstanbul: Millî Eğitim Bakanlığı
Yayınları, 1993.
Uyar, Turgut. “Bir-Seçmeler-Kitabı”. Forum 71 (1 Mart 1957): 21.
Uysal, Sermet Sami. Abdülhak Şinasi Hisar: Hayatı, San’atı, Eserleri, En
Seçme Parçaları ve Edebiyatçılarımızın Hakkındaki Yazıları. İstanbul:
Sermet Matbaası, 1961.
Watt, Ian. The Rise of the Novel. London: The Hogart Press, 1957.
Yavuz, Hilmi. “İki Modernist: Yahya Kemal ve T. S. Eliot”. 11 Aralık 2001.
<http://www.zaman.com.tr. /2001/12/11/yazarlar/hilmiyavuz.htm/>
Zengin, Bekir. “Alman ve Türk Edebiyatlarında Biyografi ve Stefan Zweig’in
Nietzsche, Hölderlin, Kleist Biyografileriyle; Abdülhak Şinasi Hisar’ın
Ahmed Haşim Biyografisi”. Yayımlanmamış doktora tezi. Ankara:
Ankara Üniversitesi Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü, 1994.