Yalan uydurmak için mi?
MEHMED NİYAZİ 11 Eylül 2007
Geçtiğimiz günlerde bir televizyon programında Sayın Fikret Başkaya, Türk Tarih Kurumu'nun yalan uydurmak için kurulduğunu ifade etti. Bir menfaat söz konusu oldu mu mangalda kül bırakmayan Atatürkçülerin buna karşı tek kelime söylememeleri manidar değil mi? Eğer ki sözü söyleyen, bir solcu değil de muhafazakâr kesimden olsaydı, gümbürtüyü hep beraber dinlerdik.
O dönemde Türk dünyası tamamen perişandı; imamesi kopmuş tesbih taneleri gibi dağılmıştı. Adeta sahip bekler durumda bulunması, Stalin'in iştahını kabartıyordu. İşgali altında bulunan Bakü'yü Türk dünyasının kültür hareketlerinin merkezi haline getirmek amacıyla büyük gayret sarf ediyordu. Bakü de buna elverişliydi; doğu Türk dünyasında birkaç merkezden biriydi; komünizm ideolojisinin cevaz verdiği oranda fikir ve sanat hareketleri bakımından da canlı idi. Buna karşı Mustafa Kemal Paşa da Türk milletinin kaderini Ankara'ya düğümlemek istiyordu. Bunun için yeni başkentte üniversite, Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu gibi müesseseler kurdu. Faaliyet alanını sınırlamasına rağmen Osmanlı döneminde kurulmuş Türk Ocağı'nı canlı hale getirdi. Yeni kurulan Türk devletini bazıları, bütün Türkleri temsil etmediği gerçeğinden hareketle "Anadolu Devleti" olarak adlandırmayı düşünürlerken Mustafa Kemal Paşa, Cumhuriyet'in kurulduğu toprakların Türklerin ebedi vatanı olduğunu zihinlere çakmak, esir Türklere ümit verip onları ayakta tutmak gayretiyle "Türkiye Cumhuriyeti"nde ısrar etti.
On sekizinci yüzyılın sonlarına doğru, on dokuzuncu ve bilhassa yirminci yüzyılın ilk yarısında tarih bilimini güçlü, hakim milletler; egemenliklerinin meşruiyetini ispat, yayılmalarına ortam hazırlamak için, esir milletler de hayal ettikleri özgürlükleri ele geçirmek amacıyla kullanıyorlardı. Manastırda hayatını sürdüren Slouyan, gerçeklere dayanmasa da "Bulgar Tarihi"ni geniş kitleleri etkileyici bir üslupla yazdı. Gyormalhi'n diller arasında yaptığı mukayeseli çalışma sonucunda bazı milletlerin akrabalıklarını ortaya koydu. Bu milletler, diğer milletlere oranla birbirlerini farklı görecek, aralarında kültür köprüleri kuracak, hatta günün birinde bütünleşip, kalabalık milletler tarafından ezilmelerinin önüne geçeceklerdi. Ruslar panislavizmin temellerini tarih ve dil bilimi ile atıyorlardı. Macar Gyula Szefu, bilimsel yöntemleri kullanıp milliyetçilik yapmasının yanı sıra Sümerlerle akrabalıklarını ortaya koymaya çalışıyordu. Almanlar binlerce yıl önce Anadolu'da yaşamış Hititlerle aynı kökten geldiklerini ispat etmenin peşine boş yere düşmüş olamazlardı. Hitit kartalını millî sembol olarak kullanmaları da son derece dikkat çekici değil miydi? Slav birliğinin büyük ölçüde kurulmasında tarih ve filoloji bilimlerini kullanan Ruslar, komünizm ihtilalinden sonra da milli motiflerden kaçınıp, sınıflara dayanan tarih anlayışıyla dünyayı ele geçirmeyi hedef edindiler. Güçlü devletler tarih biliminden yararlanarak bir yandan akrabalıklarla yayılmanın yollarını ararlarken diğer yandan da zayıf milletlerin benliğindeki küçük farklılıkları büyütüp onları bölmek, lokma haline getirmek için kullanıyorlardı. O dönemde hatta her dönemde milli menfaatler uğruna tarih biliminin istismar edildiğini görmemek kabil değildir. Böyle bir ortamda genç Türk devletinin eli kolu bağlı durmasını beklemek nasıl mümkün olabilirdi?
Cumhuriyet'i kuranlar dünyada olup bitenleri iyi okuyorlardı. Hiçbir millet oturduğu ülkenin asli sahibi değildi; ama bizim büyük bir tarihimiz; düşkün bir halimiz vardı. Dünyayı vicdan değil, güç yönetiyordu. İşte bu şartlarda o kurumlar yalan uydurmak için değil, milli varlığımızı güvence altına almak için doğdu.