« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

08 May

2012

YUNUS EMRE'DE TASAVVUF VE EĞİTİM

Prof. Dr. Mustafa ERGÜN 01 Ocak 1970

ÖNSÖZ
Türk eğitim tarihinin manevî temellerini ortaya çıkarmak için bir dizi çalışma plânlamıştım. "Yunus Emre'de Tasavvuf ve Eğitim" bu dizinin ikinci çalışmasıdır. İlk çalışmada, medreselerdeki şeklî din ve tasavvuf eğitiminde bir derya, bir yıldız olan Mevlâna üzerine bir denemede bulunulmuştu. Mevlâna, medresesine tasavvuf eğitimini getirmiş bir veli idi. Anadolu'daki İslâm tasavvufunun ikinci zirvesi olan Yunus Emre de zaman içinde ve günümüzde, gerek şiirleri gerek menkıbeleri birçok kişiye değişik yollardan ilham kaynağı olan bir velidir.
Bu çalışmada ana hedefimiz, Yunus Emre'yi esas alarak, geçmiş yüzyıllarda manevî şekillenmemizi sağlayan bir kaynağı incelemektir. İnsanı nasıl algıladık, tabiatı nasıl değerlendirdik, her insanın hayatında karşılaştığı ana sorulara nasıl cevap verdik, hangi manevî amaçlara doğru gittik?... İnsanlarımızın, bu gibi sorular karşısında en çok hangi "ideal insanlar"ımızın cevaplarını benimsediklerine baktığımızda, yüzyıllardan beri (ve günümüzde) bu rehberlerimizden birinin de Yunus olduğu görülmektedir.

Aslında Yunus iyi, güzel, hayırlı bir vesiledir. Allah her an insana şahdamarından daha yakın olarak, insanın içinin de tâ içinde, onu halden hale getirmektedir. Bizi her an "okumakta", değerlendirmekte ve yönlendirmektedir. İnsan da aramakta, düşünmekte ve kendisini ana hakikat denizine bağlayan ışıklı yolu kendi gönlünde bulmaktadır. Yunus ve onun gibi veliler insanın gerçeği görmesinin, kendi gerçeğinden hareketle ana gerçeğe yönelmesinin öğretmenleridir. Yüzlerce yıldan beri Yunus bu öğretmenlerin en iyilerinden biri olmuştur.

"Yunus senin sözlerin mânâdır bilenlere
Söyleniser sözlerin devr-i zaman içinde" (120)

Yunus büyük bunalımlar geçirmiş, Hakk'ı aramış, Hakk'ı bulmuş, zamana ve mekâna hâkim olmuş, Allah'ın yarattığı "cümle yaradılmışa bir göz ile" bakmış; kin, kıskançlık, kavga, zulüm gibi didişmelerin boşuna olduğunu anlamış ve sevgi ile gönül birliğini sağlamaya çalışmıştır. Bu idealler zaman ve mekân üstü olduğu için, Yunus'un çağrısı, her zaman bütün gönüllerde yankılanmıştır.

Yunus'u değerlendirirken sık sık Kur'ân ve hadislere dayanılmıştır. Çünkü Yunus'un geldiği kaynak orasıdır. Onu, dinler dışı bir şair veya o dönemde Anadolu'da yaygın din İslâm olduğu için tesadüfen islâmmış gibi gösterenler, hattâ İslâma karşı gösterenler büyük bir hata içindedirler. "Kur'ân okuyan kendi kendi Kur'ân içinde" diyen Yunus, âdeta Kur' ân'ın içinden çıkıp gelmiştir. Yunus'un şiirlerinde söylenen aslında Kur'ân'ın ta kendisidir.

"Yunus'un sözü şiirden, ama aslıdır Kitaptan
Hadis ile dinenekey, bilgil sâdık olmak gerek." (79)
ve
"Gâyip işin kim bilir, meğer Kur'ân ilminden
Yunus içti esridi ol gevher denizinden." (109)

dizeleri, Yunus'un ancak İslâm olması sayesinde o hakikat denizine ulaşıp Yunus olduğunu gösteriyor. Bu nedenle sık sık, çalışmanın gerekli yerlerine bu berrak denizden damlalar serpiştirdik. Çalışmada Yunus'un şiirlerini divân şeklinde yayınlayan çeşitli eserler kullanıldı. Ancak sayfa numaraları, oldukça eski nüshalardan birinin orijinali ve Risâletü'nNushiyye ile birlikte yayınlandığı için Abdülbâki Gölpınarlı'nın yayınından (1965) gösterildi.

Şiirlerde bazı söyleyişler vardı ki, onların Divânlardaki orjinal şeklini kullanmak, anlamayı zorlaştıracaktı. Zaten bunlar orjinal tespit değil, Yunus'tan çok sonra, ozanlar ağzında söylenildiği şekilde bir tespit idi. Günümüzde de Yunus'un şiirleri, gene anlatımı bozmayacak şekilde söyleyiş değişikliklerine uğratılıyor. Çalışmamız şeklî bir dil çalışması değil, bir anlam çalışması olduğu için, anlamı ve vezni bozmadan bazı söyleyişlerdeki harfleri günümüzdeki söyleyişe uygun şekle getirdik. Buradaki yardımlarından dolayı Türk Dili doçenti Dr.Gürer Gülsevin'e, metni okuyup ifadelerin daha anlaşılır olması noktasında uyarılarından dolayı Doç.Dr. Sebahattin Arıbaş, Dr. Şenay Işık Yapıcı ve Mürsel Arıcı'ya teşekkür ederim.

Bundan sonra mutasavvıfların eğitim görüşleri üzerine, Yunus ve Mevlâna dışındaki mutasavvıflarımızı esas alan bir çalışma daha yapmak istiyoruz. Bu çalışma ile tasavvuf ve eğitim kısmı tamamlanan Türk eğitim tarihinin medrese ders kitaplarına yönelmek niyetindeyiz.

Ancak bu çalışmalar tamamlandıktan sonra, yüzyıllar boyunca nasıl bir insan yetiştirmek istediğimizi net olarak ortaya koyabileceğiz sanırım.

Eserin ikinci baskısının yapılmasını sağlayan Ocak Yayınları sahibi Sayın Dr. Bahattin Ergezer ve basımda emeği geçenlere özellikle teşekkür ederim.

Dr. Mustafa ERGÜN

NOT: Eseri okurken aşağıdaki hususlara dikkat etmek gerekebilir:

1) Kur'ân-ı Kerim'de âyetler gösterilirken / işaretinden önceki numara sûre, arkadaki numara (veya numaralar) âyetleri göstermektedir.

2) Şiir sonlarında veya bazı şiirleri açıklayan metin içindeki numaralar, Abdülbaki Gölpınarlı'nın yayınladığı Risâlat al-Nushiyya ve Divân (1965) adlı eserdeki sayfa numaralarıdır.

3) Çalışmada kullanılan başlıca kısaltmalar şunlardır:

a.g.e. : Adı geçen eser
a.g.m. : Adı geçen makale.
EAGD: Eskişehir Anma Günleri Dergisi
TDEA: Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi Yayın Kurulu.
UYNKT: Uluslararası Yunus Emre Nasrettin Hoca, Karamanoğlu Mehmet Bey ve Türk Dili Semineri Bildirileri. 10-12 Haziran 1977. Konya Mevlâna Enstitüsü. Ankara: Konya. Turizm Derneği Yay. 1977.


1. YUNUS EMRE'NİN HAYATI VE ŞAHSİYETİ ÜZERİNE
20. yüzyılda âdeta yeniden keşfedilen; şairlerimize, yazarlarımıza, müzisyenlerimize yeni bir ilham kaynağı olan; barış ve sevgi şairi Yunus Emre'nin hayatında bilinen ve bilinmeyen çok şey vardır.
Bildiğimiz, Türk halkının onun şiirlerini ve şahsiyetini çok beğenmesi, hayatı hakkına birçok söylentiler ortaya çıkması ve mezarına birçok yerde sahip çıkılmasıdır. İyice bilmediğimiz ise onun gerçek hayatı ve şiirlerinin orijinal şeklidir.

Yunus Emre, 13. yüzyıl sonları ile 14. yüzyıl başlarında yaşamıştır. Doğum-ölüm tarihleri üzerinde fikir yürütmemize yarayan bir kaç veri bulunuyor.

Birincisi Risâletü'l-Nushiyye'deki 707 (1307) tarihidir. Çoğu araştırmacılar bunu, Risâle'nin yazılış tarihi olarak kabul ederken, bazı araştırmacılar (H. İlaydın gibi) Yunus'un tasavvuf yoluna giriş tarihi olarak yorumlamaktadırlar.

İkinci veri, A. Erzi'nin İstanbul Bayezıt Devlet Kütüphanesi'nde bir yazma içinde bulduğu ve Yunus Emre'nin 720 (1320) yılında 80 yaşında öldüğü şeklindeki kayyıttır. Buradan hareketle yaygın olarak Yunus Emre'nin doğum ve ölüm tarihlerinin 1240-1320 olarak kabul edilmesine karşılık, bunu 30-40 yıl geriye kaydıran tahminler de vardır. Bu kaydırma, onun Sultan Orhan devrinin şailerinden olduğu şeklindeki Âşık Paşazâde iddialarını doğrularken, Yunus'un bazı şiirlerinde söylediği Mevlâna (ölümü 1273) meclisinde bulunduğu ifadelerini zayıflatmaktadır. Divân'daki şiirlerden edindiğimiz havaya göre, bu 30- 40 yıllık geriye kaydırmanın doğru olmadığı kanaatine varıyoruz.

Yunus'un, nerede doğup nerelerde yaşadığı, nerede ölüp nerede gömülü oduğu hakkındaki bilgiler daha da çeşitli ve karışıktır.

Bektaşi Velâyetnameleri, onu, Sivrihisar yakınlarındaki Sarıköy'lü olarak gösterirken; Şakâyık-ı Numâniye, Bolu'lu olduğunu iddia ediyor ki, bu iki yöre birleştirilerek Yunus'un büyüyüp yetiştiği yerler olarak kabul edilebilir.

Ancak mezarı hakkında, birbirinden bir hayli uzakta çeşitli yerler işaret edilmektedir. Bunlar üzerine, her yöre kendilerince haklı çeşitli deliller sergilemektedirler. Yunus Emre'nin mezarının olduğu iddia edilen yerler şunlardır: Sarıköy (Eskişehir), Karaman, Bursa, Çayköy (Afyon-Sandıklı), Tuzcu (Erzurum), Keçiborlu, Kula-Salihli arası, Aksaray, Ünye, Sivas, Tire, Kırşehir, Bolu, Uluborlu... Elbette Yunus bu yerlerden birisinde yatmaktadır ve diğerleri birer "makam"dır. Şu anda Eskişehir Sarıköy'deki türbesi yeniden düzenlenmiş ve her yıl törenlerin yapıldığı bir merkez haline getirilmiştir.

Yunus'un hayatı hakkında birçok efsaneler ve çağdaş yorumlar vardır. Bu efsanelerin büyük kısmı Bektaşi Velâyetnamelerinden kaynaklanıyor. Uzun Firdevsî'nin Bektaşi Velâyetnamesi'ndeki bu efsaneler üzerine oluşturulmuş roman ve filmler bulunmaktadır. Buna göre Yunus, Sarıköylüdür. Sert geçen bir kış mevsiminde Hacı Bektaş Dergâhından buğday istemeye gitmiştir. Orada tasavvuf yoluna girmiş, ama bir soruya ters cevap verdiği için, Hacı Bektaş'ın yanında değil, Tapduk Baba Dergâhı'nda yetişmesi uygun görülmüştür. O dergâhta yetişmesine dâir de birçok menkıbeler vardır. Bu menkıbeler onu Alevî-Bektaşî geleneği içinde gösterir. Birçok araştırmacının ilk başta bu iddiaya kanmasına karşılık, şiirleri üzerindeki araştırmalar derinleştirilince, onun, Mevlâna geleneğine bağlı veya Halvetî tarikatından bir şâir olduğu iddiaları ortaya atılır. Aslında onun eserleri incelendiğinde, bağımsız, kendi tarzında bir mutasavvıf-şâir olduğu, bir tekkede Tapduk Emre'nin tasavvufî görüşlerini anlattığı görülür. Onun bir Ahi şeyhi olduğu, Selçuklular ve Beylikler dönemi siyasî kargaşalarına, o sırada yeni oluşmakta olan Anadolu Feodalizmine karşı pasif direniş gösteren bir ozan olduğu iddiaları da vardır.

Onun mensup olduğu tasavvuf silsilesini tam olarak ortaya koyamıyoruz. Şeyhinin Tapduk Emre olduğu, ondan feyz alıp onun öğretisini yaydığını şiirlerinde net olarak görüyoruz. Bir şiirinde

"Yunus'a Tapduğ u Saltuğ u Barak'tandır nasip"

mısraı bize bir erenler zinciri veriyor. Buna göre Yunus, Barak Baba, Sarı Saltuk, Tapduk Emre silsilesi içinde yetişmiştir. Barak Baba'nın Hacı Bektaş Veli'nin yanında veya Mevlâna müritlerinden Seyyit Mahmud Hayrânî'nin yanında yetiştiğine dair farklı görüşler vardır. Onun şiirlerinde Mevlâna'nın adının birkaç yerde geçmesine karşılık Hacı Bektaş Veli'nin adı hiç geçmez.

Şiirlerindeki ana temalar, kullanılan kavram ve deyimler, ana söyeyiş biçimi de Bektaşi nefeslerinden farklıdır. Onun Ahmet Yesevî tarikatından olduğuna dair de elimizde hiçbir belge yoktur. Ancak Ahmet Yesevî ile benzerliği, toplumda üstlendikleri eğitici roller açısındandır.

Bu şekliyle Yunus Emre, ilâhî bir sır gibi, hem çok açık ve coşkulu bir şekilde ruhumuzda coşup söyeyen bir şair, hem de fani yönünü, maddî yönünü zaman ve mekân içinde ustaca silmiş bir velidir. Adeta maddî yönünün olmadığını vurgulayan, insanların bu perdeyi aşıp kendi özünü görmelerini isteyen, manevî olarak yaşayan bir veli!..

Yunus Emre'nin elimizde iki eseri vardır: Divân ve Risâletü'n-Nushiyye.

Yunus Emre Divânı, kendisinin vefatından çok sonra meydana getirilmiş intibaını veriyor. Sonradan düzenlenmiş bu esere "Yunus" mahlaslı birçok başka şâirin de şiirleri katılmıştır, birçok da yazım hataları olmuştur. Aynı durum, gönümüzdeki Divân baskılarında da gözükmektedir. Yunus Emre Divânı'nın bu günkü inceleme ve yayınlara temel olan en eski nüshaları Fatih, Raif Yelkenci, Ritter, Nuruosmaniye, Yahya Efendi, Bursa, Hacı Bektaş ve Karaman nüshalarıdır. Bu divânlardaki şiirlerin Yunus Emre'ye ait olmayanlarını ayıklamak ve söyleyişleri Yunus'un orjinal söyleyişine yaklaştırmak, Yunus'un henüz keşfedilmemiş şiirlerini ortaya çıkartmak, bir komisyon çalışmasını beklemektedir. Yayınladıkları Divânlarda Yunus Emre'ye ait olmayan şiirleri ayıklayıp onları ayrı bir bölümde veren A. Gölpınarlı ve F. K. Timurtaş'ın tasniflerindeki bazı şiirlerde kuşkularımız vardır. Bu nedenle tenkitli bir Yunus Emre Divânı için, Kültür Bakanlığı'nın bir komisyon kurarak hemen çalışmalara başlaması gerekir.

Yunus'un diğer eseri Risâlet'ü-Nushiyye'dir. Bu, oldukça kuru ve edebî bakımdan özensiz yazılmıştır. Bize göre, âdeta bitmemiş bir çalışma görünümündedir. Ancak, belli bir ana plân dahilinde hazırlanmış, oldukça didaktik bir eğitim eseri, bir nasihatnamedir.

Yunus, bir İslâm mutasavvıfı, bir velidir. Gerçi tekkesi, tarikatı, müritleri yoktur ama Hakk'tan yana, sevgiden ve hoşgörüden yanadır. "Devr-i zaman içinde" herkes onun şiirlerini söylemiş, onun tarzını taklit etmiştir; çeşitli toplantılarda onun veya onun tarzında yazılmış şiirlerin ilâhi biçimindeki besteleri okunmuştur. Yunus Emre bugün de romancılarımıza, şâirlerimize, tiyatro yazarlarımıza, bestecilerimize ilham kaynağı olan; Türk halkını inceden inceye sevgi ve hoşgörü yolunda gerçeklik kaynağına akıtan bir velidir. O, tasavvufun en üst kademelerine kadar çıkmış, Hallacı Mansur'un dediklerini hiç kimseyi incitmeden, kışkırtmadan defalarca söyemiş ve söyletmiş; Beyazıt-ı Bestâmî, Muhyiddin-i Arabî, Mevlâna, Sadrettin Konevî düzeyinde ince ve yüksek fikirleri en azından onlar kadar açık ve net bir şekilde ifade etmiştir.

Yunus Emre, 12 ve 13. yüzyıllar Anadolu'sunun manevî mimarlarındandır. Bir yandan Haçlı seferlerinin düzenlendiği, bir yandan Moğol askerleri, İranlı vezirler elindeki Selçuklu askerî birlikleri ve çeşitli halk isyanlarının Anadolu halkı arasında kin, nefret, düşmanlık tohumları ektiği, bezginlik, bıkkınlık verdiği bir dönemde Mevlâna, Hacı Bektaş Veli, Hacı Bayram, Karaca Ahmet, Ahi Evren, Âşık Paşa, Baba İlyas gibi velilerle beraber Yunus Emre de halka birer ışık olmuşlar; onları gerçeği daha "gerçek" algılayarak birbirlerine, zamana ve mekâna hoşgörülü olmaya alıştırmışlardır. Bu kişiler yüzyıllardan beri değişmeyen Anadolu insan yapısına yeni bir ruh ve şekil veren erenler olmuşlardır.

Ancak sevgi ve hoşgörüye dayalı şiirleriyle Yunus Emre'yi sadece yaşadığı devrin bir ürünü saymak hatalı olduğu gibi; onu, o zamanki dinleri ortadan kaldırmak isteyen, Tanrıdan çok insana inanan; yoksulların, ezilmişlerin, çaresizlerin protestocu bir şairi olarak görmek de yanlıştır.

Yunus, bir İslâm velisidir ve İslâma inanmayan, İslâmı bilmeyen bir kişinin Yunus'u gerçekten anlayacağına inanmak güçtür. Ama İslâm olmayan, hattâ ateist olan kişilerin bile onun sevgi pınarında birleşmeleri, oradan kana kana içmeleri, rahatlamaları, dünyaya kinsiz, nefretsiz bakmaları dahi Yunus'un velilik gücünün "devr-i zaman içinde" ve zamanı aşan etkisine bir delildir.

O, sevgi ve hoşgörü sahibidir. O, Allah'ı ve Allah'ın yarattığı her şeyi sever. Allah'ın birliğine gerçekten inanmıştır ve hiçbir varlığı, hiçbir olayı, hiçbir inancı, hiçbir insanı Allah'ın birliği dışında tutmaz. Her şey Allah iradesiyle, Allah tarafından yürütüldüğüne, bütün varlıklar ve olaylar sadece birer vesile olduğuna göre, evrende herhangi bir şeyi sevmemek, Allah'ı sevmemek demektir. Kin tuttuğuz Allah'tır, yerdiğiniz, çekiştirdiğiniz, alay ettiğiniz Allah'tır. Evrendeki herşeyi huzur içinde karşılamak, inanmış bir müslüman olarak Allah'ın kendisini iyi şeylere vesile etmesi için dua etmek; ama kötü şeylerle karşılaşılırsa, başına kötü şeyler gelirse bunların Allah'ın takdiri olduğunu bilmek, daha sonraki sonuçlarını sabırla beklemek, bencillikten kurtularak olayları gönül gözüyle, Hak gözüyle değerlendirmek... İşte Yunus Emre'nin sevgisi, hoşgörüsü buradan gelir. Onu başka kaynaklara, başka akımlara çekmek hoşgörüyle karşılanabilir, ama doğru değildir.


2. YUNUS EMRE'NİN İNSAN VE EĞİTİM ANLAYIŞININ DAYANDIĞI TEMELLER
Yunus Emre, İslâm tasavvuf geleneği içinde yetişmiş bir kişi ve onun en yüksek mertebelerine ulaşmış bir velidir. Bu nedenle Yunus Emre'nin İslâm tasavvuf geleneği içindeki yeri ayrıntılarıyla incelenmeye başlanmadan önce, İslâm tasavvuf geleneğinin ana esasları üzerinde kısaca durmak gerekir.
İnsan, Allah'ın bu dünyadaki halifesidir (Kur'ân-ı Kerim 2/30, 31/20). Aslında zaman ve mekân içinde yaratılmış ve yaratılmakta olan her şeyin gayesi insandır. Daha önce birçok varlıklar yaratılmıştı; ancak bunlar hürriyeti ve iradesi olmayan, dolayısıyla kulluklarının anlamı bulunmayan varlıklardı. Sadece kendilerine verilen bilgi ile kendilerini verilen görevleri yapıyorlardı. Bu safhada Allah insanı yaratmaya karar vermiştir. Buna, o zaman en yüksek seviyede yaratılmış, en bilgili varlıklar olan melekler karşı çıkmıştır. Ama Allah insanı yaratmış, onu terbiye etmiş ve meleklerle birlikte bir de imtihan yapmıştır. İmtihandan meleklerin çekilmesi üzerine de "Ben sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim" diyerek (Kur'ân-ı Kerim 2/30) insanın yaratılmasında çok büyük hikmetler olduğunu belirtmiştir.

Allah'ın balçıktan yaratıp kendi ruhundan ruh verdiği (Kur'ân-ı Kerim 15/28-31) insan, eşi ile birlikte Cennet'e konmuş ve kendisine bazı sınırlar çizilerek tekrar bir imtihana tabi tutulmuştur. Ancak İblis'in kışkırtmalarıyla insanın istek ve arzuları bu sınırı geçmiş ve imtihanı kaybetmiştir. İlk imtihanda Âdem'e karşı sınanmaktan çekinen meleklerin başı İblis, bilgisi ve varlığıyla gururlanıp Allah'a karşı geldiği için tamamen lânetlenmiştir. Cennet'teki imtihanı kaybeden Âdem, ilk imtihanda İblis'in düştüğü hataya düşmemiş; hemen tövbe etmiş, sınırı aşarak kendi nefsine zulmettiğini kabul etmiştir. Bu tövbesi için lânetlenmemiş ama hayatı sınırlanarak, bilgisi zamana ve nesillere dağıtılarak biribirine düşman gruplar halinde, İblis'le bereber dünyaya gönderilmiştir.

Bu dünyaya özel bir görevle gönderilen ve Allah'ın yeryüzündeki halifesi olan insan, aynı zamanda büyük bir emanet yüklenmiştir (Kur'ân-ı Kerim 33/72). Bütün zamanlar içinde, yâni Hz. Âdem'den Kıyâmet gününe kadar yaratılmış ve yaratılacak olan bütün insanlarla Allah arasında bir akit yapılmış; Allah'ın "Ben, Rabbiniz değil miyim?" ("Elestü bi Rabbiküm?") sorusuna "Evet" ("Belâ!") denmiştir (Kur'ân-ı Kerim 7/l72-173). İlk insandan son insana kadar herkes bu sözleşmenin içindedir. Her insanın doğuştan getirdiği benliğinde bu sözleşme vardır. Kıyâmet günü herkesten, kendisine verilen ilâhi emanete uygun davranıp davranmadığı sorulacaktır (Kur'ân-ı Kerim 24/65,25; 16/95; 2/27; 15/29). Her insan doğuştan, Allah'a ulaşma kudret ve yeteneğine sahiptir.

İnsan, Allah ile yaptığı bu akti unutmaktadır (Kur'ân-ı Kerim 20/115;2/ 27-28; 17/34; 32/14; 59/19). Ancak o gene de kendi aslı olan Allah katından uzak düştüğünü, araya perdeler girdiğini, hür olmasının ancak ana kaynağa dönmekle mümkün olacağını bilmekte ve aradaki ayrılığı kaldırmak istemektedir.

Allah sınırsız hürriyet sahibidir; insan ise bu dünyada duyu organlarıyla sınırlandırılmıştır. Nefsin azgın istekleri de insan davranışlarını esir etmiştir. Bu dünyadan ve nefsin esaretinden kurtulabilirse, hür olarak asıl kaynağa doğru yol alabilecektir. En güzel kıvamda yaratılan (Kur'ân-ı Kerim 95/1-5) ve aşağıların en aşağısına inebilen insan; rüzgârda uçan başıboş bir yaprak gibi hevesleriyle hareket eden biri olmamalı (Kur'ân-ı Kerim 6/116; 2/30), Allah'ın yeryüzündeki halifesi olarak (Kur'ân-ı Kerim 18/54), varlığının en çetin savaşını verip (Kur'ân-ı Kerim 2/30) Allah'a ulaşmalıdır.

Allah ile insan ayrıdır; ancak bu ayrılık Allah'ın bizden ayrılığı değildir. O, insanın yaptığı ve düşündüğü herşeyi biliyor ve ona şahdamarından daha yakındır (Kur'ân-ı Kerim 50/16; 58/7). İnsan ise ondan perde perde uzak kalmıştır. İnsanın onu görmemesinin ana sebebi, onun insana çok fazla yakın, hattâ insan benliğinin ulaşılması çok zor derinliklerinde olmasıdır. Uzaklık gibi, çok fazla yakınlık da bir perdelenme yapmaktadır (Ali el-Havvas).

İnsanlar için bu dünya bir imtihan yeridir. Bu, hayat boyu süren bir imtihandır ve insan "biraz korku, biraz açlık, ve biraz da mallardan, canlardan yana eksiltmeyle" sınanacaktır (Kur'ân-ı Kerim 2/155; 29/2-3; 47/31). Bu imtihan çok değişik yollarla yapılır (Kur'ân-ı Kerim 28/5; 17/16; 29/13; 8/28; 20/40; 21/35; 38/34). Bu imtihan başarılmadan da Cennet'e girilemez (Kur'ân-ı Kerim 3/142). Mutasavvıflara göre bu savaşta başarılı olmanın yolu tasavvufî yaşayıştır

Tasavvuf, Kur'ân-ı Kerim ve sünnette gösterilen yollar demektir. Gerçi bütün varlıklar ve bütün olaylar bizi Allah'a götürecek âyetlerdir. Hattâ insanın iç dünyasında olup bitenler de birer âyettir (Kur'ân-ı Kerim 51/20-21; 41/53; 3/190). Ancak Kur'ân insanlara zaman ve mekânlar üstü olarak indirilmiş, hem çok açık hem de ulaşamayacağımız kadar derin anlamları olan ilâhî bir Kitap'tır. Hz. Muhammed de, ilk insandan son insana kadar en seçkin, en yüce kişi ve Allah'ın yeryüzündeki elçisidir. Göğsü açılıp genişletilmiş (Kur'ân-ı Kerim 94/1-2) ve "âlemlere rahmet olarak" gönderilmiştir (Kur'ân-ı Kerim 21/107). O, sadece yeryüzüne değil, Mir'ac olayıyla bütün evrenlere peygamber olarak arz edilmiş, Allah'a o kadar yaklaştığı halde, nasıl gittiyse öyle gelmiştir. Oysa varlık sırlarını aşarak Allah'a biraz yaklaşan velilerin büyük çoğunluğu Allah'ın aşkıyla deli-divâne olmuşlar, taplumdan uzaklaşmışlar, "Ene'l-Hakk" ("Ben Hakk'ım!") duygularına kapılıp bunu açıklamışlardır. Hz. Muhammed ise sürekli yükselmiş ve yükseldikçe eski hallerine ve davranışlarına tövbe etmiş, Allah'a en çok yaklaşan kişi olduğu halde insanları aydınlatma görevini sürdürmüş, ideal bir insan olarak yaşamıştır. Dolayısıyla tasavvufun ideal davranışı, Hz. Muhammed'in sünnetidir. Evrenlerin içinde varolmakta olan bütün haller Allah'ın eseridir. "Allah, hem bizi hem de yapmakta olduklarımızı yaratmaktadır" (Kur'ân-ı Kerim 37/96). Her işte ona dayanmalı, ona güvenmelidir


2.1. Allah gerçeği
"Muhammed Hakk'ı bildi, Hakk'ı kendinde gördü
Cümle yerde Hakk hazır, göz gerektir göresi" (145)
İslâm dininde ve ona en sadık yaşayış yolu olan tasavvufta Allah'ın zatını, özünü bilemeyeceğimiz; duyu organlarımızın ve aklımızın buna yeterli olmadığı gerçeği kabul edilir ve "Allah'ın zatı üzerinde fazla düşünmeyiniz" hadisi rivayet edilir. Allah, Mevlâna'nın deyişiyle, hiç aklımıza gelmeyecek şey, hiç düşünemeyeceğimiz şey yok mu; işte odur. Zatı ve şahsıyla tanıyamadığımız Allah'ı, tecellileriyle ve sıfatları ile tanırız. İnsan, Allah ile diğer varlıkların tam ortasında, daha doğru deyişle, Allah'ın yarattığı bütün diğer varlıkların üzerindedir. Dolayısıyla insan hem maddî hem de manevî yönden Allah'ı rahatça bilebilir. Ancak bu bilme, bir ünsiyet kurma halinde düşünülürse, hiç kimse Allah'ın zatıyla ünsiyet kuramaz; ancak onun yarattığı varlıklar ve olaylarla ünsiyet kurabilir (Ali el-Havvas). Allah'ın zatı sıfatlarla, sıfatlar da varlıklar, hareketler ve olaylarla perdelidir. Varlık perdesini aralayan bir kişi hareketleri, hareketler perdesini geçen sıfatların sırlarını, sıfatlar perdesini aralayan da zatın nurunu görür ve orada erir.

Bu dünyadaki insan Allah'tan ayrılmış, araya kat kat perdeler girmiştir. Ama bu ayrılık insan açısındandır ve psikolojik bir ayrılıktır. Yoksa, Allah bütün yarattıklarının her zerresinde her an hazır ve onları sürekli yönlendirmektedir. İnsana da şah damarından daha yakın, ruhunun, canının tâ içindedir. Yunus, bu gerçeği şöyle ifade ediyor:

"Sen hod bize bizden yakın görünmezsin hicâb nedir?
Çün aybı yok göklü yüzün, üzerinde nikâb nedir?" (58)

"İstemegil Hakk'ı ırak, gönüldedir Hakk'a durak
Sen senliği elden bırak, tenden içeri candadır." (66)

"Yunus sen diler isen, dostu görem der isen
Aynadır görenlere ol gönüller içinde." (122)

Allah'a inanmayan insanlar için evrendeki her şey, bütün varlıklar ve olaylar, zaman ve mekân, hattâ insanın kendi nefsi bile birer perde, birer engeldir. Bu perde ve engelleri bizi Allah'a ulaştıran yollar haline getirmemiz için inanmamız gerekir. Aslında Hallâc-ı Mansur'un deyişiyle "Hakk gizli değildir; perde arkasında kalan sadece mahluklardır, halkdır". Yunus Emre, gizli ve örtülü olanın Allah değil insan olduğunu şöyle ifade ediyor:

"Yunus'tur eşkere nihan, Hakk doludur iki cihan
Gelsin beri dosta giden; hûr-u kusur Burak nedir?" (55)

İnsanı Allah'a karşı perdeleyen en büyük şey, onun kendi varlığıdır. Allah, kendi gerçeklerini insana açıp gösterdikçe insanlar kendilerini o sanırlar. Bu hataya mutasavvıfların çoğu düşmüştür. Bu dünya bir sebepler silsilesi halinde yaratılmıştır. Yoksa canlı varlıkların ve özellikle insanların, biraz sonra ne olacağını bilmedikleri, bir sürü "bilinmezlerle" dolu bir dünyada kendi hür iradelerine göre yaşamaları mümkün değildir.

Zaten Allah'ın saçma bir evren yaratması da düşünülemez. Evrende her şey, akıllı insanların birçok anlam çıkaracakları bir mantıkî dünya ve sebepler zinciri halinde her an yaratılmaktadır.

Biz sadece sebepleri görüyoruz; sebepleri yaratan Allah'ı göremiyoruz. İnsan sebeplerden hareket ederek Allah'a gitmelidir. Yoksa sebepleri büsbütün görmezlikten gelirsek bâtılın kucağına düşeriz. Büsbütün sebeplerin içinde bağlı kalırsak, sebepleri yaratan Allah'ı göremeyiz (Bunân b. Muhammed el-Hammal). Allah, apaçık olan bir gizli ve büsbütün gizli olan bir apaçıktır! Allah'ın zatı sıfatlarda, sıfatlar fiillerde, fiiller varlıklarda ve olaylarda ortaya çıkmaktadır. Allah'ın zatı ve manevî yönleri devamlı gizli kalmakta, eserleri ve maddî yönleri de devamlı açılıp genişlemektedir. O. "göklerin ve yerlerin nuru" (Kurân-ı Kerim 24/349) olarak her an her yerdedir. İnsanlar duyu organlarıyla varlıkları ve olayları görürler, maddî varlıklarını buradan çıkardıkları sebep-sonuç bağlantısına göre idare ederler. Ancak bir de sebeplerin gerisi, varlıkların ve olayların anlamı, ruhu vardır ki, bunun bilgisi insana açıkça verilmemiştir. Ruh, Allah'ın emrindedir (Kurân-ı Kerim 18/85). İnanan, çevresine basiretle ve akılla bakan insanlar anlamlara ulaşabilirler. Allah da "Artık üzerinden perdeyi kaldırdık, şimdi gözün keskindir" (Kurân-ı Kerim 50/22) buyurmaktadır.

Başlangıçta;

"Yunus bu göz onu görmez, görenler hod haber vermez
Bu menzile akıl ermez, bu koduğun serap nedir?" (58)

diyen Yunus, daha sonraları da şöyle demektedir:

"Baksam seni görür gözüm, söylerisem sensin sözüm,
Seni gözetmekten dahi, yiğrek şikârım yokdurur." (62)

"Her kancaru bakar isem O'ldur gözüme görünen
Ne havsala ola bende yahut ona lâyık basır." (63)

"Bu benim gönlüm alan, doludur cümle âlem
Kancaru bakar isem onsuz yer görimezem." (93)

Allah bütün evrende, bir taraftan her varlığın en küçük zerresinin içinde, bir taraftan bütün evrende en büyük olayların her anını idare eden bir ruh, bir nur halinde bulunmaktadır. O, her an, her yerde tecelli etmektedir. "O her an yeni bir şe'ndedir." (Kur'ân-ı Kerim 55/29). Her şey her an değişmektedir ve değişim onun kudreti ve iradesinin açılımıdır. Hattâ bu evren, bu zaman ve mekân onun gücünün ve eserlerinin küçük bir damlasıdır. Şöyle diyor Yunus Emre:

"Ne dünya, ne âhıret, ne Kaf u ne Kef
Bunlar katre, derya melekûtun var." (61)

"Bir halayık aydur bana, sakla onu can içinde
Bir zerresi yüzbin cihan, ayıt nice sırreyleyem?" (103)

Her şeyde kendini hem gösteren hem de gizleyen Allah'a ulaşma yolunda, şekiller önemli bir engelleyicidir. André Gide de, "Dünya Nimetleri" adlı eserinin başında şöyle diyor:

"Natanael, Allah'ı bütünden başka yerde arama! Her varlık Allah'ı işaret eder, lâkin hiçbiri onu âyan etmez. Kendisine bağlandığımız her varlık bizi Allah'tan uzaklaştırır."

Bütün mutasavvıflar gibi, Yunus da şekilleri, renkleri, kokuları tek tek parçaları aşmak, mânâ bütününe ulaşmak ister.

Varlığın sırrını çözen Yunus, varlıktan kurtulur, hattâ Cennet ve Cehennem'i bile, öte dünyada bedenin ödüllendirilme ve cezalandırılma yeri gibi, nefsanî şeyler olarak görür ve bunlardan kurtulduğunu ilân eder(6).

"Sensin benim cânım cânı, sensiz kararım yokdurur
Uçmak'ta sen olmazısan vallah nazarım yokdurur." (62)

"Sekiz Uçmağın hûrisi eğer bezenip geleler
Senin sevginden özgeyi gönlüm hiç kabul etmeye."(40)

Gerçeğin içinde var olan Allah'tır. Gerçek, içinde Allah olduğu için gerçektir. Tabiat, bizi Allah'a kavuşturan yollardan birini gösterir. Tabiatta madde ile ruh içiçedir ve Allah'ın takdir ettiği bir süre iyice kaynaşmıştır. Bu birliği anlayarak Allah'a ulaşmak, daha emin, daha sağlam temeller üzerinde olur. Bu şekilde ilim, Allah'ı daha iyi tanımak için bir vasıtadır. Zaten ilmin üstünlüğü de buradadır (Süfyan es-Servî). Allah'ı evrenden ayrı göremeyiz; evrendeki her şey Allah'ın özelliklerinin bir parçasıdır. İnsanın Allah'a imanının ilk şartı, tabiat kanunları ve yaratılış içindeki Allah'ın tecellilerini bilmek, bunları bütünleştiren Allah'ın azametini tanımak, ona sığınmaktır. Yunus'un şu deyişlerine bakalım:

"Ey dün ü gün Hakk isteyen, bilmez misin Hakk nerdedir?
Her nerdeysem orda hazır, nere bakarsam ordadır."(66)

"Hakk cihana doludur, kimseler Hakk'ı bilmez
Onu sen senden iste, o senden ayrı kalmaz." (68)

"Çün ki gördüm ben Hakk'ımı, Hakk ile olmuşum biliş
Her kancaru baktım ise hep görünendir cümle Hakk."(73)

"Nereye bakarısam dopdolusun
Seni nere koyam benden içeri?" (200)

İnsan gerçeğe ulaşmak için tabiat varlıklarını basamak yapacaktır. Bu tabiat içinde görülen her şey Allah'ın kuvvet ve iradesinin bir parçasıdır. Kaldı ki -Batılı panteist filosofların zannettikleri gibi- Allah, tabiat determinizmi içinde hapsedilmiş de değildir. Bu evrendeki tabiat kanunları onun yaratabileceği mümkün oluşların sadece bir kısmıdır. O, evrene her an hakim ve olayları istediği gibi yönlendirmekte hürdür. Allah hürdür ve sonsuz hayat kaynağıdır.

Âyete'l-Kürsi'de Yüce Allah kendisini şöyle anlatıyor: "Allah'tan başka Tanrı yok, ancak o dâima yaşayan, dâima duran, tutan hayyu kayyum o. Ne gaflet basar onu ne uyku. Göklerdeki ve yerdeki hep onun (...) Onların önünde ne var, arkalarında ne var, hepsini bilir; onlar ise onun dilediği kadarından başka ilm-i ilâhisinden hiçbir şey kavrayamazlar (...)" (Kur'ân-ı Kerim 2/255).

İslâma göre evrendeki varlıklar olmuş bitmiş değil, her an olmakta olan bir imkânlar dizisidir. Allah katında zamanın ve mekânın bir anlamı yoktur; zaman ve mekân her an yaşamakta ve Allah'ın kudret ve iradesine göre şekillenmektedir. Fert insan için de, zamanın geçmiş ve gelecek boyutlarına sıkışmadan, anlamı olan şu içinde yaşadığımız zamanı (an, dem) değerlendirmek önemlidir. Olup bitmiş donuk bir şey yoktur, her şey müthiş bir dinamizm içindedir. Bu dinamizm de statik bir bilgi ile değil, dinamik bir bilgi ve oluşa aktif olarak katılmakla anlaşılabilir. Her şey her an olmaktadır, bu nedenle statik kalan hiçbir şey yoktur. Ne dün vardır ne de yarın! Evren her an oluş halindedir. "O her an yeni bir şe'ndedir" (Kur'ân-ı Kerim 55/29).

İnsanın da bu oluşa doğru, iyi ve güzel hareketler yapan bir kul olarak, her an katılması gerekir. Bu nedenle İslâm tasavvufu kendi üzerine dönük bir düşünce olarak kalmamış, önce düşünce oluşa yönelip "niyet" olmuş, daha sonra da niyetler fiile, hareket ve davranışa dönüşmüştür.

Allah, statik bir varlık değildir; O, her hareketin en içinde, onu yönlendiren ve yayan güçtür. Öyleyse bir kenara çekilip sürekli tabiat ve olayları seyirde kalamayız. Bu nedenle mutasavvıfların çoğu tasavvufta bir kademe olan "varlıkta, Allah'ı seyretmek" safhasını geçmiş, Allah'ın yaratmakta olduğu "oluş" içinde, "isteyerek" ve onun koyduğu hudutları aşmadan, doğru hareket ve davranışlar göstermeye çalışmışlardır. Allah'ın her an, tabiatın her yanından ortaya çıkan ve apaçık olan bu muazzam tecellisi karşısında halvete ve uzlete çekilmek sürekli olamaz. Allah'ın tecellisi, en iyi olarak oluşa katılmakla anlaşılır.

Allah mutlak güzel ve mutlak iyidir. Zaten hakikatte yalnız güzellik ve iyilik vardır; çirkinlik, kötülük, eksiklik hep bizim kusurlu algılama ve değerlendirmelerimizin sonucudur. Allah'ın yaratışı tam mükemmeldir, hiçbir çatlağı yoktur (Kur'ân-ı Kerim 67/3). "Sana gelen her iyilik Allah'tandır. Sana gelen her fenalık ta kendindendir." (Kur'ân-ı Kerim 4/79). Yunus sûresinde de (27. âyet), kötülükleri insanın kendisinin kazandığı belirtiliyor. O halde, tabiatta kötü olan bir şey yoktur; onların kötü, pis ve haram olmaları insanların yanlış kullanımı ve değerlendirmelerinden dolayıdır. Tasavvuf, insanları, eşyaya ve tabiata Allah'ın gözüyle bakmaya çağırır. O zaman görüş hatalarımız düzelir; herşeyi dosdoğru görmeye başlarız. İnsan, karmaşıklığı ve kötülüğü kendi yaratır. Tasavvuf, güzel görme eğitimidir. Çünkü görülen her şeyde Allah vardır ve kusur, günah insanın bakışından doğmaktadır. Yunus'un şu sorusuna kulak verelim:

"Lehv üzere kimdir yazan, azdıran kim, kimdir azan?
Bu işleri kimdir düzen, bu suale cevap nedir?" (58)

"Bu işleri sen bilirsin, sen verirsin, sen alırsın
Ne ki kıldım sen bilirsin, ya bu soru-hesap nedir?"(58)

Belli bir safhadan sonra Yunus, bu sorularına bir cevap bulmuştur.

"Cümle âlemin üstüne hayrı şerri saçan sensin
Hışm u rahmet havaledir kendi aslına katmağa." (129)

"Yüzbin eğer cevr ü cefa uğrarısa sûretime
Hiç eksilmez şadılığım, cümlesin yur seni sevmek."(78)

Çevreye bakıldığında Allah'ı görebilmek insana büyük bir huzur verir. İnsanda Allah'a karşı bir aşk başlar. Her varlığın en küçük zerresinden en büyük davranış ve hayallerine kadar her şeyde Allah görülmeye başlanınca, insan iç tecrübeye, kendi içine, kendi özüne döner. Kendisini de Allah'ın yönlendirdiğini, her şeyin temelinde onun olduğunu hisseder ve bazen onunla bütünleşmiş gibi olur. Yunus'ta bu keşfi en açık şekilde görüyoruz:

"Yunus, kim öldürür seni, veren alır gene canı
Bu canlara hükmedenin kim olduğun bildim ahi." (141)

"Allah benim dediğine vermiş verir aşk varlığın
Kimde ki var bir zerre aşk, Çalap varlığı ondadır." (160)

"Bir ben vardır bende benden içeri" diyerek içindeki, inanmış gönlündeki Allah'ın varlığını keşfeden Yunus, birdenbire zaptedilmez bir güce ulaşır ve bizce, Divân'ın en güçlü dizelerini söylemeye başlar.

"Evvel benim, âhır benim, canlara can olan benim
Azıp yolda kalmışlara Hızır medet olan benim.

Bir karara tuttum karar, sırrımı benim kim duyar
Gözsüz beni kanda görür, gönülde gizlenen benim.

Dahi acep aşıklara ikrar u din, iman oldum
Halkın gönlünde küfr ile, İslâm ile iman benim.

Yunus değil bunu diyen, kendiliğidir söyleyen
Kâfir olur inanmayan, evvel-âhır-heman benim." (93)

Yunus'un yükselişi artık zamanlar ve mekânlar üstündedir. "Ey yarenler, ey kardeşler, sorun bana kanda idim?" diye başlayan şiirinde, henüz hiçbir şey yaratılmadan önceki zamana gider. Oradan bütün zamanı seyreder, kendi geliş zamanını dahi görür. Endişe şerrinden uzak, o ulu makamda Allah'ın hükmedişini görür ve bu kaynaşma veya erimiş halde bulunmayı şöyle ifade eder:

"Ben bu sûretten ileri adım Yunus değil iken
Ben olidim, ol benidim, bu aşkı sunandayıdım." (95)

Yunus Emre Divânı'nın en güçlü ve onu en iyi yansıtan şiirlerinden biri, "Bu fena mülkünde ben nice hayran olam" diye başlayan şiirdir. Burada Allah'ın, güzellik ve çirkinliklerin, hayrın ve şerrin üzerinde olduğu büyük bir çoşkuyla anlatılmıştır. İşte bazı dizeler:

"Gâh inem esfellere, şeytan ile şerler düzem
Gâh çıkam arş üzre vü seyran olam, cevlan olam.

Gâh birlik içre birlik eyleyem ol bir ile
Geh dönem derya olam, katre olam, umman olam.

Gâh bir mechulî merdû olam u Nemrûd olam
Geh varam Ca'fer olam, Tayyâr olam, perrân olam.

Nice bir âmî olam, nâmî olam, câmî olam
Nice bir kâni olam, na-kâm olam, nâdan olam

Nice bir Cercis ü Bercis olam, Mirrih olam
Nice bir Calinus u Bukrat olam, Lokman olam.

Bir demi âsud olam, hüşyârı gâafil hord u hâm
Bir demi âşüft olam, mecnûn olam, hayrân olam.

Âdemilikten çıkam, uçam melekler mülküne
Levn olam, bîlevn olam, geh kevn olan, bi-kan olam.

Geh duram Dâvud olam taht-ı Süleyman'a çıkam
Gâh dönem, gümrah olam, hem-rah olam, hicrân olam.

Dâr olam, girdâr olam, Mansur olam, berdâr olam
Ten olam, hem can olam, hem in olam, hem ân olam.

Evveli hû, âhırı hû, ya hû, illâ hû olam
Evvel-âhır ol kala vü men aleyhâ fân olam" (98-100)

Gene böyle bir erime anının çoşkusuyla söylediği bir başka şiirinde şu dizelere rastlıyoruz:

"Evvel kadim önden sona zevali yok sultan benim
Yedi iklime hükmedip diri tutan sultan benim.

Dur dedim göklere durdu, gökler dahi karar kıldı
Yüzbin türlü âdem geldi, getirip götüren benim." (96)

"Kâbe vü put, imam benim, çarh uruben dönen benim
Bulut olup havay'aşan, rahmet olup yağan benim.

Yere göğe bünyad uran, ırılmadan kâim duran
Irmaklara göl çağıran, adım Yunus, ummân benim." (101)

Yunus'un çoşkulu anlarında berrak olarak anlattığı Allah, bütün insanların varmayı özledikleri ve zaten "isteyerek-istemeyerek" (Kur'ânı Kerim 13/15) gitmekte oldukları ana kaynaktır. Bu ana kaynağı keşfeden, dayanılmaz bir aşka düşer. Artık bütün benliğini O kaplamıştır ve O'nun dışında hiç ama hiçbir şeyin değeri kalmaz.

"Sensiz iki cihan benim zindan görünür gözüme
Senin aşkınla bilişen, gerek hasu'l-hastan ola." (40)

"Dinim, imanım oldurur, onsuz olursam dünyada
Ne puta haça taparım ne din u iman tutarım" (88)

İki cihanı da Allah'la dolu gören Yunus Emre, başlangıçtan sona her şeyin Allah olduğunu, varlık perdesini yırtan herkesin Hakk'ı görebileceğini, ancak bu perdeyi yırtamayanların Allah'ın en küçük zerrelerden en büyük varlıklara kadar sonsuz "âyetine" rağmen onu göremeyeceğini belirtiyor:

"Bî-nişansın, nişanın kimse bilmez
Eğerçi bî-nihayet âyetin var." (60)

Yunus Emre'nin insan ve eğitim anlayışının temelinde en büyük yeri alan ve onun her şeyini şekillendiren Tanrı gerçeği konusunu, gene onun şu dizeleriyle bitirelim:

"Bin yıl eğer vasfın diyem, bir zerresin tüketmeyem
Bir katrede yüzbin deniz, bir katresin ayıtmayam." (88)


2.2. Tabiat gerçeği (oluş)
"Her bir çiçek bin naz ile, öğer Hakk'ı niyaz ile
Bu kuşlar hoş avaz ile, ol padişahı zikreder" (48)
Tasavvufun evren ve tabiat anlayışında genel olarak, yaratılmış olan herşeyin insan için yaratıldığı inancı hâkimdir. Ancak insanın yaratılmasına kadar evrende çeşitli tabiî olaylar olmuş, birçok canlı türleri gelmiş geçmiş ve tam insanın yaşayabileceği bir tabiat oluşturulduktan sonra Hz. Âdem yaratılmıştır. Hz. Muhammed'in gelişi de gene insanların belli bir olgunluk düzeyinden sonradır. Yani insandan önceki varlık evrenin gayesi, insanın özünü taşıyacak olan bir bedenin hazırlanması idi. İnsanlığın gayesi de Hz. Muhammed'dir.

Allah'ın bu evrendeki varlıkları ve oluşu, kendi dışında birşey olarak yaratıp tabiî akışına bıraktığı, veya kendi iradesi dışında var olan bu evrene yön vermeye çalışan bir güç olduğu şeklindeki görüşler doğru değildir. Bu evrendeki madde ve mânâ, Allah'ın yaratıcı kudretinin ortaya çıkışıdır. O, bütün oluşu plânlamış, gerçekleştirmiş ve "levh-i mahfuz"una kaydetmiştir. Dolayısıyla bütün zamana ve mekâna hâkimdir ve geçmişte ne olduğunu, gelecekte ne olacağını en iyi şekilde bilmektedir. Şu anda mikrokozmostan makrokozmosa kadar her türlü oluş da aslında onun taptaze yaratışıdır; bu yaratışın içinde de kendisi vardır, dışı da kendisidir. Dolayısıyla evrende olup bitenler mekânik tekrarlar değil, her an yenilenip değişen bir yaratıştır. Evren bir varlık yığını değil, devamlı oluşan, devamlı değişen bir olaylar yapısıdır.

Devamlı değişen evrenin çok büyük ve çok küçük değişmelerini biz fark edemiyoruz. Biz, varlıkların ve olayların sadece sebepler-sonuçlar yüzünü görebiliyoruz; hep ölmekte ve dirilmekte olan, Allah'a bağlı yüzünü çoğu kez göremiyoruz. Sebeplere bağlı yüzde determinasyon, Allah'a bağlı yüzde ise hürriyet vardır.

Varlıkların özünde ve maddesinde Allah olunca, tabiatta iyi-kötü, hayır-şer olamayacağı gibi, ölüm diye bir şey de yoktur. Var olmak ve yok olmak aslında bir değişimdir. Varlık ve yokluk da bize göredir. Gerçek anlamda ölüm yoktur. Bütün oluşların temelinde Allah vardır; bize bizden yakın olması, yaptığımız her şeyi bilmesi bundandır. Bizim her şeyi kendimiz yapıyormuşuz gibi, başka varlıkların başka şeyler yapıyormuş gibi görünmeleri sadece bir hayaldir. Aslında herşeyi yapan Allah'tır; varlıklar ve olaylar sadece birer vesiledir. Kur'ân'da Hz. Muhammed'e "Attığın zaman sen atmadın, lâkin Allah attı." (22/17) ifadesi vardır. Burada da sûreten Hz. Peygamberin attığı, ama gerçekte işi yapanın Allah olduğu ifade edilmektedir.

Allah, "rabbü'l-âlemîn"dir (Kur'ân-ı Kerim 1/1; 6/1; 18/1; 34/l; 35/1); evrende var olan herşeyin terbiye edicisidir. O, bütün âlemleri kademe kademe olgunlaştırır. Her varlık Allah'ın kuludur ve her varlık Allah'a gidecektir (Kur'ân-ı Kerim 6/38). Allah bütün âlemlere karşı lütuf ve inayet sahibidir (Kur'ân-ı Kerim 2/251). Allah, âlemlere (yarattıklarına) zulmetmek istemez (Kur'ân-ı Kerim 3/108). Kur'ân-ı Kerim de âlemler için bir öğüttür (Kur'ân-ı Kerim 6/90).

Yunus, Allah'ın evreni yaratışını şöyle şiirleştirmiştir:

"Hak bir gevher yarattı kendinin kudretinden
Nazar kıldı gevhere, eridi heybetinden

Yedi kat yer yarattı ol gevherin tozundan
Yedi kat gök yarattı ol gevherin buğundan

Yedi deniz yarattı ol gevher damlasından
Dağları muhkem kıldı ol deniz köpüğünden." (109)

Evrenin, dört ana maddeden değişik oranlarda terkiplerle yaratıldığı "felsefe"sine Yunus'ta da rastlıyoruz:

"Dörd türlü nesneden hâsıl bilin benim işte delil
Od ile su, toprağ u yel bünyad kılan yezdan benim."(179)

Varlığın sürekli oluş halinde bulunması, tasavvufî yaşayışın temellerinden birini teşkil eder. Varlık, olmakta olan bir imkânlar serisidir. Her şey her an olmaktadır; geçmiş-gelecek Allah'ın yönettiği aslî oluşun zihindeki ışımalarıdır. O halde bunlar değil, içinde yaşanılan şu an önemlidir; onu iyi anlamalı ve değerlendirmelidir. Allah statik bir varlık değil, oluş hareketinin tam içinde her an tecelli etmektedir. Evrendeki hiçbir oluş da tesadüfî ve saçma değildir. Her yaratış mükemmeldir ve hiç bir varlık, olay ve uzuv da sebepsiz, fonksiyonsuz değildir. Kur'ân, hayattan kaçan değil, hayata katılan insan olmamızı istiyor. İnsan Allah'ın halifesidir; varlıklardan kaçarak ve olaylardan çekinerek de halifelik olmaz.

Bütün tabiat, bütün olaylar Allah'ın tecellisidir. Biz bunu hayvanlardaki içgüdüsel yaşayışta berrak olarak görüyoruz. Adeta bütün canlılar Allah'ın kendilerine öğrettiği bilgilerle, onun kendilerinden beklediği işi yapıyorlar. İnsan dünyaya bir görevle gönderildiği gibi, her varlığın da bir görevi vardır. Nahl sûresinin 68-69. âyetlerinde şöyle deniyor: Rabbin bal arısına "Dağlarda, ağaçlarda ve insanların senin için yapacakları kovanlarda yuva edin; sonra meyve ve çiceklerin her birinden ye de Rabbinin bal imalinde öğrettiği ve kolaylıklar gösterdiği yola süluk et", diye ilham etti.

Tabiattaki bütün varlıklar, bir taraftan Allah'ın kendilerine öğrettiği bilgilerle kendilerine verilen görevleri yaparlar, bir taraftan da durmadan Allah'ı anarlar, onu tesbih ederler. Bu bakımdan Allah'ın sürekli olarak bütün varlıkları takip ettiği, iş yaptırdığı düşünülürse, varlıklar içinde Allah'ı en az tesbih eden insandır, denilebilir. Çünkü Kur'ân'da "Allah herşeyi hakkıyla murakebe etmektedir" (Kur'ân-ı Kerim 33/52) ve "O Allah, nerede olursanız olun sizinledir." (Kur'ân-ı Kerim 57/4) denilmektedir.

Allah'ı tesbih, herşeyin ana görevidir ve her şey, bu tesbih ve hamdı sürekli yapmaktadır (Kur'ân-ı Kerim 13/15; 24/41-42). Suda, havada sür'atle hareket eden her şeyin yaptığı, bir nevi ibadettir (Kur'ân-ı Kerim 36/40; 79/3). Melekler arzın çevresini kuşatmış, Rablerini tesbih ederek devamlı onun emirlerini bekler (Kur'ân-ı Kerim 39/75). Cinler ve insanlar da Allah'ı tesbih etsinler, ona ibadet etsinler diye yaratılmıştır (Kur'ân-ı Kerim 51/56). Hattâ Kur'ân bile bir tesbih bir zikirdir (Kur'ân-ı Kerim 21/24,51; 43/44).

Bu gerçekten hareket eden mutasavvıflar, tabiatın zikrine karşı çok duyarlıdırlar. Bunu, Mevlâna'nın sayısı yüzleri bulan bahar şiirlerinde, ney sesinin, hattâ çekiç seslerinin bile onun hassas ruhunu uyandırıp hemen semâ (dönme) halinde Allah'ı tesbihe başlamasında görüyoruz.

Tabiatın çoşku halindeki ibadetini hissetme ve ona katılmayı Yunus'un hassas ruhunda da görüyoruz.

"Benim adım dertli dolap, suyum akar yalap yalap
Böyle emreyledi Çalap, derdim vardır inlerim."

dizeleri hemen her insanımızın diline yerleşmiştir.

"Ben bu dağın ağacıyım, ne tatlıyım ne acıyım
Ben Mevlâ'ya duacıyım, derdim vardır inilerim."

Şol dülgerler beni yondu, her âzam yerine kondu
Bu iniltim Hakk'tan geldi, derdim vardır inilerim."

"Yine yaz günleri geldi" diye başlayan şiirinde de bülbülle kaynaşmakta, onun derdine ortak olmaktadır:

"Kudret haznesi açıldı âleme rahmet saçıldı
Hulle donları biçildi, söyle bülbülcüğüm söyle."

Bir başka zaman, kendi derdine bütün tabiatı yardıma çağırmakta, onlarla kaynaşıp bir olmaktadır:

"Taştın yine deli gönül, sular gibi çağlar mısın?
Aktın yine kanlı yaşım, yollanmı bağlar mısın?

Haramî gibi yoluma aykırı inen karlı dağ
Ben Yarimden ayrı düştüm, sen yolumu bağlar mısın?

"Karlı dağların başında salkım salkım olan bulut
Saçın çözüp benim için yaşın yaşın ağlar mısın?"

Yunus'un

"Geh eserim yeller gibi, geh tozarım yollar gibi
Geh akarım seller gibi, gel gör beni aşk neyledi?

Akan sulayın çağlarım, dertli ciğerim dağlarım
Şeyhim anıben ağlarım, gel gör beni aşk neyledi."

dizeleri de, çoşku anında tabiatla nasıl bütünleştiğini gösteriyor. Elbette Yunus'un, tabiatın ve zaman içindeki her şeyin Allah'ı zikretmesine katılarak söylediği şu dizeler, onun tabiat anlayışında önemli yer tutar:

"Dağlar ile taşlar ile çağırayım Mevlâm seni
Seherdeki kuşlar ile çağırayım Mevlâm seni

Su dibinde mâhi ile, sahralarda âhi ile
Abdal olup yâ hû ile, çağırayım Mevlâm seni

Gökyüzünde İsâ ile, Tur Dağı'nda Mûsâ ile
Elindeki âsâ ile, çağırayım Mevlâm seni."

Yunus, sevdiği, katıldığı tabiatın Allah'ın tecellisi olduğunu, esas olanın Allah'ın sevgisi olduğunu ve bunun her şeyden üstün olduğunu da şöyle şiirleştirir:

"Benim ayım ışığına bulutlar gölge kılmaya
Hiç gidilmez doluluğu, nuru yerden göğe ağar

"Sözüm ay-gün için değil, sevenlere bir söz yeter
Sevdiğim söylemez isem, sevmek derdi beni boğar." (157)

Allah'ın yarattığı ve her an içinde olduğu bu evrenin bir görünen maddî tarafı ("mülk"); bir de görünmeyen mânâ tarafı ("melekût") vardır. Allah, her şeyin melekûtunu sıkı sıkıya elinde bulundurur (Kur'ân-ı Kerim 36/83).

Lirik bir şair olarak Yunus Emre gerçi tabiatın mülk tarafı içinde de kendine sıcak bir yer bulur ama, onun esas önem verdiği maddeden ziyade anlamlardır; inanmadır, barıştır, sevgidir.

Tabiat meselelerinde "dünya" ile "arz"ı birbirinden ayırmak gerekir. Arz yerküresidir; musibet ve felâket değildir, bizim beşiğimiz, nimetlerimizi aldığımız yerdir, topraktır, sudur. Yunus'un bir şiirinde:

"Ben ayımı yerde gördüm, ne isterim gökyüzünde
Benim yüzüm yerde gerek, bana rahmet yerden yağar." (157)

diyor. Topraktan yaratılmışız. Öldükten sonra tekrar toprağa gireceğiz ve Kıyâmet günü topraktan çıkarılacağız (Kur'ân-ı Kerim 53/32, 71/14-20). Allah, yeryüzünü bizim rahatça faydalanacağımız şekilde geniş ve yaşamaya uygun yaratmıştır.

Ancak arzın bir başka yüzü de "dünya"dır. Yeryüzünde bir çok şeylerle sınanırız. Bu sınavı kaybetmek "dünya"dır (Kur'ân-ı Kerim 10/24, 18/7, 45-46, 16/107-108). Dünya bir oyun, geçici bir eğlencedir (Kur'ân-ı Kerim 44/38-39, 29/64, 6/32). Bu dünya hayatına göre yaşamak sadece insanları helak etmez, arzın felaket ve fesadına da sebep olur (Kur'ân-ı Kerim 17/16). Dünyada doğru yaşamak çok gayret ve dikkat gerektirir. Bu dünyadan amaç nefsi öldürmek değil, ıslah ve terbiye etmektir. Bunun yanında Allah'ın helâl kıldığı bütün dünya nimetlerinden yararlanılacak, ancak hadler aşılmayacaktır (Kur'ânı Kerim 5/3,87,90-91; 7/32; 20/81; 66/1; 4/10,29; 23/51; 2/168-267).

Dünya bir sınav yeridir. İnsan dertlerle, belâlarla, açlıkla, toklukla, azlıkla, çoklukla sınava çekilmektedir. Her insan inansa da, inanmasa da muhakkak sınava çekilecektir (Kur'ân-ı Kerim 29/2-3; 47/31). Dünya bir sınav yeri olduğu için hem çok güzel ve iyi, hem çok çirkin ve kötü şeyler vardır.

Allah yeryüzünde, belli sınırlar içinde bütün canlıların rızıklarını verir, bu nedenle o rızkı aramak gerekir (Kur'ân-ı Kerim 20/131; 18/78; 3/196-197; 42/27; 11/6). Bu canlılar içinde insan, kendi ihtiyacı olandan daha fazla mal biriktirerek cimrilik eder. Bu arada farkına vararak veya varmayarak başkalarının haklarına tecavüz eder. Malı bulamayacağından veya tükeneceğinden korkar. Bu korkuyu veren aslında şeytandır. Allah'a inanan, onu seven, ona güvenen, elindeki mallardan ihtiyacı olanlara bol bol verir (Kur'ân-ı Kerim 59/9-10; 90/11-17; 9/34-35,111; 3/92,133-134; 2/52,261-268; 17/16,31,100; 93/11). Zaten Allah'ın bize bol bol verdiği nimetleri bizim bir elde toplamamız ve ihtiyacımızdan fazlasını uzun süre elimizde tutmamız, aklen ve vicdanen de doğru değildir.

Yunus'ta bu Kur'ânî anlayış doğrultusunda yazılmış dünya şiirleri bir hayli fazladır. Müjgan Cumbur bir yazısında bunları ayrıntılı olarak incelemiş, onun dünyaya bakış tarzını ve buna karşı tavrını tam olarak ortaya koymuştur.

"Bu dünyaya gönül veren sonucu pişmân olısar
Dünya benim dedikleri hep ona düşman olısar."(157)

diye şiirine başlayan Yunus, gıybet-yalan söz söylenmemesi, gammazlık edilmemesi, dostun düşman tutulmaması konusunda öğüt veriyor. Başka bir şiirinde dünyayı bir ulu şehire, insan ömrünü de çabuk kurulup kaldırılan bir pazara benzeten Yunus, bu şehire gelenin muhakkak gideceğini, burada önce çok tatlı şeyler görüleceğini ama daha sonra bunların acılaşacağını ve burada yaşanan her şeyin bir hayal olduğunu anlatır:

"Bu şarın hayalleri, türlü türlü halleri
Aldanmış gafilleri câz u ayyâra benzer

Bu şarda hayallerin haddi vü şûmârı yok
Bu hayale aldanan, otlar davara benzer."(159)

Bu dünyada elde edilen günahlar çoktur, ömürler boş yere geçtiği gibi birçok da günah kazanılır.

"Bu dünya bir gelindir, yeşil kızıl donanmış
Kişi yeni geline bakıbanı doyamaz."(70) Ancak bu güzellik çoğu insanlarda bir gaflet haline dönmüştür, Hakk için bir şey vermez. Oysa insanlar için, bu dünyadaki yoksulluk daha iyidir.

"Çalabım bu dünyayı kahır için yaratmış
Gerçeğin gelenlerin kahrını yutmak gerek." (171)

diyen Yunus, bu dünyanın tehlikelerine karşı tutunabileceğimiz tek eteğin aşk eteği olduğunu belirtir. Bu dünya bir misafirhanedir. İnsanın asıl vatanı burası değildir. Allah, bizi bu dünyaya getirmeden bir vade belirlemiştir ve ne kadar eğlenirsek eğlenelim bu vade dolacaktır. Onun için varacağımız asıl yurdumuza göre gönlümüzü sağlamlaştırmamız, buna hazırlanmamız gerekir (172).

"Eğer gerçek konuk isen, aç gözün uyanık isen
Sen bu söze tanık isen, geri kalır mülk ile mal.

Gözün görürken ye yedir, yoktur diye etme özür
Bu dünyada hâsıl nedir, ye iç pazar eyle, ver al!"(81)

Bu dünyada kısa bir süre için konuk olarak bulunan kişinin servet yapmaya kalkmaması gerektiğini belirten Yunus, buradan öbür dünyaya bunların gitmeyeceğini ve orada sultan ile kulların bir olacağını, kurtuluşun ancak cömertlikte bulunduğunu belirtir.

"Bunda korkmaz isen Yunus anda korkuturlar seni
Eğer dirliğin Hakk ise, Sırat'ı geçesin sehel."(81)

Bâki olmadığı için bu dünyanın bize gerekmediğini, çünkü bu dünyada bin yıl yaşasan bile bunun bir saat gibi geldiğini; burada zâlimlik edip haram mal toplayanın, yalan-yanlış-gıybet söyleyenin öbür dünyada yüzlerinin kara olacağını, halbuki doğru yaşayanın orada Cennet'e gireceğini belirten şâir, sözü kendine getirir:

"Yunus miskin mestanesin, sen seni gör, ko bunları
Dünyada riyalı dirlik, kişiye iyi ad değil."(82)

Kişinin kendi dirliğine bakıp başkalarının ayıbını gözetmemesini söyleyen Yunus, "Eyâ gönül açgıl gözün, fikrin yavlak uzatmagıl" diye başlayan şiirinde kendini sorguya çeker. "Bu dünyadan yavuz ad ile gitme, ayak uzatıp yatma, ibadetini yap, söylediğini yap, sözü işittiğin gibi şöyle" gibi öğütler veren şair, şöyle devam eder:

"Dünya çerb ü şirin-dürür, âdem gerektir yiyesi
Kem nesneye tama' edip, kösüp kömürüp yutmagıl.

Nefse uyup beş parmağın birden iletme ağzına
Kes birisin ver birine, gerek ola unutmagıl.

Yunus kim öldürür seni, veren alır gene cânı
Yarın göresin sen onu, er nazarından gitmegil." (172)

Fazla malı haksızlık yapmadan kazanmak ve korumak zordur. Üstelik bu mallar öbür dünyaya götürülemeyeceği gibi, bu dünyada da birçok günahlara sebep olur. Bu nedenle, maldan mülkten geçip onları doğruluk yolunda harcamak gerekir.

"Kem-durur yoksulluktan nicelerin varlığı
Bunca varlık var iken gitmez gönül darlığı.

Batmış dünya malına, bakmaz ölüm haline
Ermiş Kârun malına, zehî iş düşvarlığı.
Gel imdi miskin Yunus, nen var yola harceyle
Gördün elinden gider bu dünyanın varlığı."(138)

Yunus, dervişlere öğüt verirken sûrete ve şekillere aldanmamalarını; bunun dünya-severlik olduğunu, bir gönülde hem Hakk hem de dünya sevgisinin olamayacağını, yaratılmışlardan vaz geçip kendi içlerindeki Hakk'a, doğruya yönelmelerini ister.

"Yaban yolu gözetme, yol evde taşra gitme
Can yolu can evinde, can râzını can duyar." (56)

Yunus'un dünyaya bakışı, arzularını gerçekleştirmek için değildir. Dünyanın altınında, gümüşünde değildir o; dünya sadece bir gezinti yeridir, bir köprüdür. Câhiller bunun geçici bir sınav yeri olduğunu bilmezler, ona sıkı sıkıya sarılırlar. Yunus bunlara şöyle hitap eder:

"Dünyaya inanırsın, rızka benimdir dersin
Niçin yalan söylersin, çün sen' dediğin olmaz." (68)

Dünyayı seven, anlamların farkına varamaz; o nihayet eski bir saraydır; insan eskiye hasret duymamalıdır. Bu dünyaya bağlı kalan kanatsız kuşa dönmüştür.

"Ağudur, bal değil dünya muradı
Nice bir ağuya parmak banasın." (188)

Allah bu dünyayı bize verdi, ama bâki olarak kimseye vermedi. Câhil olanlar bu dünyaya aşırı bağlanarak "agulu aş"ını yerler. Âriflere ise, bu dünya hayal ve düş gibi gelir; onlar kendilerini Allah'a verince bu hayal ve düşten de geçerler (158).

"Sorun Tapduklu Yunus'a, bu dünyadan ne anladı?
Bu dünyanın kararı yok, sen neyimiş ben neyimiş."(71)

Dünyayı bu şekilde anlayan Yunus, tabiatı bilmede de bazı müşküller olduğunu bilir. Bütün evren içten dışa, Allah'ın sonsuz âyetleriyle doludur, ancak bunu çoğu insanlar bilmezler. Evrende sebepler çoğu kez gözümüzü bağlar, bizi kendilerine esir ederler. İnsanın bu esaretten kurtulması için evrenin sebeplerinden sıyrılması gerekir.

En küçük zerreden en büyük varlığa kadar hepsinde bütünü, bir'i, Allah'ı görmek gerekir. İnsanların büyük çoğunluğu için, eş-Şibli'nin dediği gibi, hakikat çok uzaktadır; ortada sadece zanlar, hayaller, kuruntular vardır. Yunus ise onu kendi içimizde, kendi özümüzde bulur. Ama çoğu kez insanın gönlündeki gerçeğe ulaşması, tabiat içinde dağlar, çöller aşmaktan daha zordur.


2.3. Ölüm
"Kogıl ölüm endişesin, âşıklar ölmez bakidir.
Ölüm âşıkın nesidir, çünki nûr-ı ilâhidir." (54)
Tasavvuf tarihinde ve Türk edebiyatında ölümü Yunus kadar problematik yapan ve üzerinde şiir yazan hemen hemen yoktur.

Yunus'ta gariplik psikolojisi oldukça hâkimdir. Başlangıçta onun daima düşündüğü ana konu ölümdür ve bu onu oldukça kötümser yapar. Ölümden korkma ve bunalım, onda pasifizme ve hayattan kaçmaya neden olur.

Rıza Mollov, onun ölen maddenin ağaç, çiçek v.s. ye dönüştüğü, dolayısıyla maddî esasta ölüm olmadığı sonucuna ulaştığını, maddenin ebedî bir dönüşüm içinde olduğunu anladığını; canı ise "kendi içine" giderek incelediği ve orada Tanrı ile buluşarak ölümsüzlük fikrine vardığını anlatır. Mollov onu, ölüm karşısındaki duyguları ve ölümü çözümü ile, Ömer Hayyam'a benzetir ve "karamsarlığı aşamamış ikinci bir Ömer Hayyam" olduğunu iddia eder.

Yunus'ta hayat ve ölümün iki temel gerçek olduğu, hattâ ona göre bu dünyadaki en büyük gerçeğin ölüm olduğu görülmektedir. Ancak Yunus, ölüm problemini, maddenin sonsuz bir dönüşüm içinde olduğunu ve canlıların da Allah'a ulaşacağını fark ederek, çözümlemiş ve rahata kavuşmuştur.

Başlangıçta ölümün Yunus için büyük bir endişe olduğu doğrudur. Ama Yunus'u Yunus yapan da budur. Ölüm onu düşünceye sevk eden ve uyandıran bir olgudur. Ölüm önce büyük bir korku kaynağı iken, giderek soğukkanlılıkla karşılanır. Ölümün bir kurtuluş, ilâhî hürriyete ulaşma, aslına ve başa dönme olduğunu görüyor. Allah aşkı Yunus'u ölüm endişesinden kurtarır, maddeyi geçip mânâya, huzura, her an taptaze olan yere ulaştırır.

Yunus Emre evrendeki her şeyi, zerreden kürreye çok dikkatli bir şekilde ibret gözüyle gözlemekte ve anlamaktadır. Mezarlıklar bütün insanların eşitleştikleri yerdir. Orada boy-soy, zenginlik-fakirlik ayrımı kalmaz. Yunus Emre ölüm problemini ve mezarlıkları, bir eğitim vesilesi ve vasıtası olarak görüyor. Tıpkı ölüm ve mezarlıkların, kendisini uyandırıp gerçeğe ulaşmasını sağladıkları gibi.

Onun ölüm ve mezarlıkları konu alan dizeleri arasında şöyle bir gezinelim.

Ölüm, insanlar arasında gezer durur; insanlar âdeta bir bostan tarlası gibidir ve o istediğini seçer. İnsanlar, sıranın kendilerine ne zaman geleceğini bilmezler ve ölüm karşısında çaresizdirler.

"Bir nicenin belin büker, bir nicenin mülkün yıkar
Bir nicenin yaşın döker, var gücünü üzer ölüm." (98)

Genç-yaşlı tanımayan, dur-durak bilmeyen ölüm, ejderhaları bile yutar; nerede kaldı Yunus gibi miskinler!

"Ey yârenler, ey kardeşler, korkarım ben ölem deyü
Öldüğümü kayırmazam, itdüğümü bulam deyü." (192)

Demek ki, Yunus'u endişeye sevkeden bu dünyada işlediği günahlardır. Öte dünyada ayıplarının yüzüne vurulmasından korkmaktadır. Orada gülmek için burada gerçek kulluk yapıp ağlamak gerektiğini anlamıştır. O, bu dünyada çok günah işlemiştir, öte dünyada çok azap çekeceğini bilmektedir ve sığınacak yer aramaktadır. Yunus'un dünyayı tutmaması, miskinlik, dervişlik yoluna girmesi, dünyanın sonunda ölüm olmasından dolayıdır (62).

"Ey yarenler, ey kardeşler, ecel ere ölem bir gün
İşlerime pişman olup kend'özüme dönem bir gün.

Yanlarıma kona elim, söz söylemez ola dilim
Karşıma gele amelim, nettim ise görem bir gün." (105)

Yunus, kendi zamanında yaygın olan ölüm inanış ve geleneklerini akıcı bir şekilde şiirleştirmiştir. Selâsının verilip, dört tekbir ile namazının kılınacağını, bezlenip mezara konulacağı, teninin yılan-çıyan tarafından yenileceğini, bir yıl geçmeden mezarının bile unutulup kalacağını anlatmaktadır.

"Anma mısın şol günü sen, gözün nesne görmez ola
Düşe sûretin toprağa, dilin haber vermez ola." (126)

dizeleriyle başlayan şiirinde, Azraîl işini yaparken ananın babanın, insanların bir yardımı olamayacağı; ölüm ânında hiçbir pişmanlığın fayda vermeyeceği, yuyucuların, sarıcıların ve toprağa koyucuların insanın o andaki gerçek durumunu bilemeyecekleri, sadece üç gün oturup onu anan dostlarının bulunacağı ve sonra onların da olmayacağı anlatıldıktan sonra şöyle deniyor:

"Yunus miskin, bu öğüdü sen sana versen yeğ idi
Bu şimdiki mahlukata öğüt assı kılmaz ola." (126)

Hakk bir gün herkese ecelini verecektir. O gün benizler sararacak, gözler ağaracak, emaneti veren can emanetini geri isteyecektir.

"Emaneti senden ala, gövdeni kuru baş sala
Veballer boynunda kala, nefsin ura gülbengini."(130)

Artık malı-mülkü hısım ve akrabalar üleşecektir, ölüyü dar bir mezara koyacak; üstüne çabuk çabuk toprak yığacak ve o orada ameli ile baş başa kalacaktır. Öyleyse, diyor Yunus ve kendi kendine öğüt veriyor:

"Yunus, imdi tevbeye gel, can sendeyken eyle amel
Aşk ile gel kuşanı gör bu dervişlik pelhengini." (131)

Yunus, "Ömrüm sen beni aldadın, ah nideyim ömrüm seni" diye başlayan şiirinde, bütün hayatı ile hesaplaşmaktadır. Ömür onu hareket edemez hale getirmiştir, Yunus onu can bilmiştir; bütün derdi olarak onu kabul etmiş, kendini sultan saymış, hep onu eğlemiş, onunla üzülmüştür. Ama sonra ölüm gelmiş, ömür ipi önüne düzülmüş, hayır ve şerleri yazılmıştır. Ömür ise ölüm şarabını içmiş, Yunus'u hayır ve şerleriyle başbaşa bırakarak kaçmıştır.

"Gider imiş bunda gelen, dünya işi cümle yalan
Ağlar ömrün yavı kılan, ah nideyim ömrüm seni?

Miskin Yunus bilmez misin, yoksa nazar kılmaz mısın
Ölenleri anmaz mısın, ah nideyiın ömrüm seni?" (148)

Âdemoğlu nefsine yenilmiş, hayvanlar gibi bilinçsiz yaşamaktadır. Yunus, insanların durumunu şöyle tasvir etmektedir:

"Hergiz ölümün sanmaz, ölesi günün anmaz
Bu dünyadan usanmaz, gaflet önün almıştır.

Oğlanlar öğüt almaz, yiğitler tevbe kılmaz
Kocalar tâat kılmaz, sarp rüzigâr olmuştur.

Beyler azdı yolundan, bilmez yoksul hâlinden
Çıktı rahmet gölünden, nefs gölüne dalmıştır.

Yunus sözü âlimden, zinhâr olma zâlimden
Korkadurun ölümden, cümle doğan ölmüştür." (161)

Kur'ân-ı Kerim'de "Dirilten, öldüren O'dur. Bir şeye karar verirse "ol" der de oluverir" diyor (23/88). Enbiyâ sûresinde "Ey Muhammed, senden önce de hiçbir insanı ölümsüz kılmadık. Sen ölürsün de onlar baki kalır mı? Her can ölümü tadacaktır. Bir imtihan olarak size iyilikler ve kötülükler veririz. Sonunda bize dönersiniz" (34-35) deniyor. Gene aynı mealde olmak üzere Zümer sûresi 30-31 âyetlerindeki hitap da şöyledir: "Ey Muhammed, şüphesiz sen de öleceksin, onlar da ölecekler. Ey insanlar! Sonra siz kıyâmet günü Rabbinizin huzurunda duruşmaya çıkacaksınız".

Bizleri Allah yaratmış ve kendi katında belli olan bir ecel tayin etmiştir; bu ecel geldiğinde herkes ölecektir. "Herşey yok olup gider, ancak O'nun zatıdır kalan" (28/88). İnsanları yaratan ve öldüren O olduğu gibi, Kıyâmet günü gene diriltecek olan da O'dur. Herşeyin dönüşü O'nadır.

Kur'ân'ın bu ifadelerini bilen ve inanan Yunus için, artık ölüm haktır. Onu, bu ölüm meselesinde ikinci derecede etkileyen mezarlıklardır. Kur'ân'da "Sonra onu öldürür ve mezara koyar, sonra dilediği zaman onu tekrar diriltir." (80/20-21) ve "Biz yeryüzünü dirilerin ve ölülerin toplantı yeri yapmadık mı?" (77/25-26) âyetleri vardır. İnsanlar tekrar diriltilecekleri zamana kadar burada kalacaklardır. Buralar insanlar için devamlı ibret yerleridir.

Yunus, canların durumunu değerlendirdiği "Gelin soralım canlara..." diye başlayan şiirinde, Dost'tan haber gelince bunların sûret olan bedenleri terk edeceğini, malımülkü burada bırakıp sadece amelleri alıp gittiğini, bu dünyadan bîzar olduğunu anlatır ve şöyle der:

"Bini doğar bini gider, buyruk böyle geldi meğer
Kim ola dünyaya doyar, peymanesi doldu gider." (57)

Bu nedenle dünyaya gelen kişi, ölümü her an hatırlamalı ve bu dünyayı o şekilde değerlendirmelidir. Çünkü dünya bâki değil geçicidir: üstelik kahır evidir, bâki olan âhirettir, oradaki Cennet ve Cehennem'dir.

"Geçip gitmek dilersen, düşmeyeyim der isen
Şol kazandığın malın Tangrı için vermek gerek.

Kazandığını veriben, yoksulları hoş görüben
Hakk hazretlerine varıban, oddan o kurtulmak gerek.

Kur'ân aydur ki "Vettakû", gine aydur ki "tezra'û"
Kâhil olup oturmagıl, tez tevbeye gelmek gerek." (79)

Öldükten sonra ne olacak? Ölümden sonra karşınıza çıkan ilk gerçeklerden biri mezarlıklardır. Yunus'ta mezarlıkların tasviri, eğitim gücü çok fazla olan bir etkililiktedir.

"Çürümüş toprak içre ten, sin içinde yatar pinhan
Boşanmış damar, akmış kan, batmış kefenleri gördüm.

Yaylalar yaylamaz olmuş, kışlalar kışlamaz olmuş
Bar tutmuş söylemez olmuş, ağızda dilleri gördüm.

Kimisi zevk u işrette, kimi sâz u beşârette
Kimi belâ vü mihnette, dün olmuş günleri gördüm.

Soğulmuş şol kara gözler, belürsüz olmuş ay yüzler
Kara toprağın altında gül deren elleri gördüm." (103)

Sadece mezarlıkların bu acı gerçeği değil, burada yatanların bir zamanlar kimler oldukları da çok ibret vericidir. Yunus'un bunları anlatan bir şiirini aynen veriyoruz:

"Sana ibret gerek ise, gel göresin bu sinleri
Ger taş'ısan eriyesin, bakıp göricek bunları.

Şunlar ki çoktur malları, gör nice oldu halleri
Sonucu bir gönlek geymiş, onun da yoktur yenleri.

Hani mülke benim diyen, köşk ü saray beğenmeyen
Şimdi bir evde yaturlar, taşlar olmuş sütunları.

Bunlar eve girmeyeler, zühd ü tâat kılmayalar
Bu begliği bulmayalar, zîrâ geçti devranları.

Hani ol şirin sözlüler, hani ol güneş yüzlüler
Şöyle gayip olmuş bunlar, hiç belirmez nişanları.

Bunlar bir vakt begler idi, kapucular korlar idi
Gel şimdi gör bilmeyesin, beg kangıdır, ya kulları.

Ne kapu vardır giresi, ne yemek vardır yiyesi
Ne ışık vardır göresi, dün olmuştur gündüzleri.

Birgün senin dahi Yunus, benven dediklerin kala
Seni dahi böyle ede, nitekim etti bunları." (139-140)

Yunus yeryüzünde gezinirken, mezarlıkları özellikle ziyaret ediyor. Orada yatanların bir zamanlar zengin mi fakir mi olduklarını, yaşlarını, mesleklerini, güzelliklerini, yiğitlik veya korkaklıklarını, saltanatlarını, kadın mı erkek mi olduklarını, evli mi bekar mı, çocuklu mu çocuksuz mu olduklarını v.s. düşünüyor; hayaller kuruyor, kendi kendine buradan ibretler geliştiriyor.

"Doğru varırdı yolları, kalem tutardı elleri
Bülbüle benzer dilleri, danışman yiğitler yatur.

Yunus bilmez kendi halin, Çalap'tır söyletir dilin
Bir nicesi yeni gelin, ak değirmi yüzler yatur." (162)

Mezarlıklarda görünen ecel heybetidir. Orada hiçbir şeyin çaresi yoktur. Kurt-kuş bağrı deler ve tenleri parça parça eder. Canlar ise çoktan Allah'a kavuşmuştur ve orada sorgulanmayı beklemektedir. Yunus'u, bedenlerin mezarlıktaki parçalanması çok etkilemiştir. Dökülen saçlar, eksilen dişler, yok olan gözler onu çok ürpertmekte ve sıranın kendine de geleceğini düşünmektedir.

"Yunus, gerçek âşık isen, mülke sûret bezemegil
Mülke sûret bezeyenler, kara topruk olmuş yatur." (163)

Mezarlıkların elim durumunu bu şekilde anlatan Yunus, işin can tarafına da bakar. "Benim ol Dost ile işim ölüp dahi bitmeyiser.. " (126) diyen Yunus, Allah'a yönelir. Gerçek hesabın oraya verileceğini bilir. Artık ağlayıp sızlanmanın yerine Allah'a yakarışlar başlamıştır.

"Sensin kerîm, sensin rahîm, Allah sana sundum elim
Senden artık yoktur emüm, Allah sana sundum elim.

Ecel geldi, va'de erdi, bu ömrün kadehi doldu
Kimdir ki içmeden kaldı, Allah sana sundum elim.

Gözlerim göğe süzüldü, canım göğüsten üzüldü
Dilim tetiği bozuldu, Allah sana sundum elim.

Uş biçildi kefen donum, Hazret'e yöneltdim yönüm
Acep nice oldu halim, Allah sana sundum elim.

Urdular suyum ılıdı, kavim kardaş cümle geldi
Esen kalsın kavim kardaş, Allah sana sundum elim.

Geldi salacam sarılır, dört yana salâ verilir
El namazıma derilir, Allah sana sundum elim." (89)

Yunus'un bu şiirinde salacanın (tabut) mezara götürülmesi, halkın halka olup mezar çevresinde oturması, cenazenin mezara indirilmesi, halkın cenazenin üzerini alelacele topraklayıp kaçması, Münker ve Nekir meleklerinin sorgu için gelmesi tasvirleriyle canlı olarak anlatılarak devam ediyor.

"Görün acep oldu zaman, gönülden eylenüz figân
Ölür çün anadan doğan, Allah sana sundum elim.

Yunus tap uzat bu sözü, Allah'ına tutgıl yüzü
Didardan ayırma bizi, Allah sana sundum elim." (90)

Yunus artık ölüm karşısında metanet kazanmıştır. Kendi endişe ve korkusunu yendikten sonra başkalarına öğüt vermeye başlar. "Seni Hakk'tan yığanı her neyise ver gider" diye başlayan şiirinde, bu bedeni fazla beslemek gerekmediğini, çünkü kurdun, yılanın bir zaman gelip bunu yiyeceğini, ölümlere bakarak insanın bunu kolayca anlayacağını; öte dünyada değerli olanın iyi ameller, haram yememek, gıybet söylememek, ibadet yapmak olduğunu söyler:

"Ecel erer kuru baş, tez tükenir uzun yaş
Düpdüz olur dağ u taş, gök'dürülür yer gider.

Miskin Yunus ölicek, sini nurla dolıcak
İman yoldaş olıcak, âhirete şîr gider." (53)

Başlangıçta ölmekten, âhirette hesap verememekten korkan Yunus, imana ulaşıp Allah sevgisine, affına, rahmetine sığındıktan sonra kendisinden gayet emindir. Ölümden korkmamakta ve âhirete bir arslan gibi gireceği inancını taşımaktadır.

Allah'a âşık olan derviş Yunus'un, bu dünya mihnetleri ve ölüm hiç gözüne gözükmediği gibi, sadece Allah'ı istemekte, öte dünyanın Cehennem'inden korkmamakta, Cennet'ini dahi istememektedir. Yunus'un şiirlerinin büyük bir çoğunluğu bu havadadır. Biz, bunlardan sadece bir örnek veriyoruz:

"Sensin benim canım canı, sensiz kararım yokturur
Uçmak'ta sen olmazısan, vallah nazarım yokturur.

Baksam seni görür gözüm, söylerisem sensin sözüm
Seni gözetmekten dahi, yiğrek şikârım yokturur.

Çün ben beni unutmuşum, şöyle ki sana gitmişim
Ne kâlde ne haldeyisem, bir dem kararım yokturur.

Eğer beni Cercis'leyin yetmiş kez öldürür isen
Dönem geri sana varam, zirâ ki ârım yokturur.

Yunus dahi âşık sana, göster didârını ona
Yârim dahi sensin benim, ayrık nigârım yokturur." (62)

Ziyaret -> Toplam : 125,34 M - Bugn : 104288

ulkucudunya@ulkucudunya.com